Pazartesi, Ekim 27, 2014

İŞKENCE GÖRME REKORU


Sözlüklerde çok sıradan bir şekilde sıralanmış kelimeleri cımbızla seçerek, adeta kuyumcu titizliği ile büyük bir özen ve bezenle işleyerek, yan yana getirir ve “işte bundan daha iyi anlatılamazdı” denilen mısraların üstadıdır, Ahmet Arif… Üstadın; şair-yazar Leyla Erbil’e 1954–1959 yılları arası, adeta düz yazının şiirleşerek bir aşk abidesi haline gelmesinden oluşan duygularla yazdığı mektupların bir araya geldiği, “LEYLİM LEYLİM” adlı kitabı okuyorum, yer yer yüreğim burkuluyor, yer yer ürperiyor yer yer de büyüleniyorum… Bu nasıl yüce bir aşk, bu nasıl kara bir sevda, bu nasıl karşılıksız bir aşk sorularının, bugünkü sosyal hayatın anlayışı ve seviyesi ile cevap bulamayacağı düşüncesine sığınarak, kâh Ahmet Arif yerine, kâh Leyla Erbil yerine, kendini koyuyor insan ama sonuç sıfıra sıfır…

"bir eyyam da sana Lalikom diye seslenicem. "benim dilsizciğim" diye anlam verilebilir. Ama bu bir ünlemdir daha çok. Sevili, yangın bir ünlem. Ne Türkçe, ne Kürtçe, ne Zazacadır. Bu üç dilin bileşiminden doğan bir ünlem bu. Lal, Türkçedir. Lalik ya da Lalo Kürtçe. Om eki Zazacaya kaçar. Ya işte böyle Lalikom! Ses et, konuş, sev, payla bir hal et ama. Küçük dilin yerindedir inşallah. Kurban olur, çoban dururum dillerine senin.
Bineceğin trenlerin soluğu tükenmesin. Ayağını attığın yerler deprem görmesin. Denizler uslu vapurlar yollu olsun. Ferman et rüzgar beni de alıp oralara atsın.
Mutlu ol. Allah beni kahretsin. Gözlerinden öperim. Ellerinden öperim. Öperim kızı öperim. Öperim oğlu öperim.”

"İncil gibi, Tevrat gibisin Leylim. Hilesiz, arık ve duru. Cihanda hiçbir kimse dostunu, kardeşini, sevgilisini-acısını, ülküsünü, eğilimini, benim seni sevdiğim gibi sevememiştir. Sen aklıma gelende başım dönüyor."

Yer yer, Leyla Erbil’e, kendisine bu kadar kara sevda ile bağlı olan birinin sevgisine karşılık vermediği ve ilaveten zaman zaman cevaben yazdığı mektuplarında Ahmet Arif’in hislerini debreştirecek ya da körükleyecek umutlar verdiği için, Ahmet Arif’e ise, bu büyük kara sevdasına cevap vermeyen birine, hala ve ısrarla, büyük bir aşkla yazıyor olmasından ötürü kızıyor olabilir insanlar… Yer yerde insanlar, her ne kadar özel hayattır, özel hayatın mahremiyeti gibi kelamlar etseler bile, geçmişleri ile yüzleşme olarak bakanlar için, yüceltecekleri bir fırsat gibi bakacaklardır mektupların kitaplaştırılmasına, diğer taraftan…

Her şeye rağmen ben ise; bu büyük şairin dönem itibari ile de, demokrasi havarisi gibi gösterilen Menderes istibdadı ile başının belada olması tarafı ile daha fazla ilgiliyim. Şairin başı muktedirlerle belada, siyasi entrika dayatmaları ile sürekli bir yargılanma hali devam etmekte, mapusluklar, kalebentlikler ve sürgünler ile yok edilmeye çalışılıyor, normal hayatında ise iş bulması sürekli engelleniyor, bulduğu işlerden ise kısa sürede iyi saatte olsunların devreye girmesi neticesinde işten atılıyor, sürekli yoksulluk ve sıkıntılar içinde yılması ve biat etmesi bekleniyor, Koca Şair ise yılmak ne kelime destansı direnişler gösteriyor. Tüm bu boğucu, yok edici ve kahredici baskıları yazarak ve yine yazarak aştığını anlıyoruz, koca Şairin… Çeşitli yayınlarda; yoğun siyasi engellemelere karşın, eleştiri, deneme ve şiirler yayınlıyor, modern ve çağdaş şiirin abidelerinden sayılacak olan tek kitabı ise “Hasretinden Prangalar Eskittim” işte bu şartlar altında doğmuş oluyordu. Aslında; Leyla Erbil’e yazdığı mektupların birer aşk mektubu olması bir yana arka planda dönemin, sosyal yapılanmasını, siyasi entrikalarını, ekonomik durumu, ekonominin durumu ve sonucu olan kaçakçılık boyutunu ve hayatını, bizden olmayan kahrolsun kabilinden, tenkil ve tedibin boyutunu sergilemesi açısından çok önemli olduğunu görmekteyiz. Diğer taraftan edebiyat dünyasının da, dönemin rüzgârlarından nasıl etkilendiği, hayatın içinde hep olan ve olacak olan adamlar ve adam kisvesindekilerin kâh açıkça, kâh gizlice zikredildiğini de görmekteyiz.

Kısacası parti dalgasından yargıladılar. Sivil ağı cezada beraat ettim. Hem de dört tane savcı değişti benim yüzümden. Herifleri sürdüler. Gene de beraat ettim işte! Sonra askeri mahkemeye verildim. Anlayacağın bir kuzudan iki post çıkardılar. İdareci yahut elebaşıcı olarak yargıladılar, oniki yıldan başlıyordu cezam. Sonra Allah acıdı herhal, polis olduğunu söyleyen en önemli şahit bile benim hakkımda büsbütün vicdansızca konuşmadı, bu sefer ÜYE olarak-tam manasıyla delilsiz, sebep gösterilmeden ve kafadan bir hükümle-gün yedim. Hepsi bu. Utanılacak bir b.k yemedim, yemem de! Ama polise sorarsan ben bir canavarım. Çünkü yüzlerine tükürdüm, tenhada yakalayıp eşek sudan gelinceye kadar dövdüm, rüşvet, döviz kaçakçılığı ve randevuevi işlettiklerini bildiğimi, bunları er geç yazacağımı söyledim. Birinin defterini dürdüm, birini merdivenlerden atmak için fırlattım. Kolu kırıldı. Hepsi bu işte. Haksızlığa, hakarete dayanamıyorum. Türk siyasi hayatının işkence görme rekorunu kıracak kadar zulüm görmeme budur sebep!

Koca şair Ahmet Arif, yokluğu varlığa, umutsuzluğu umuda, acıyı tatlıya, tuzu bala, hasreti vuslata, güçsüzlüğü güce, uzağı yakına, tabuyu bilime, kimsesizliği birlikteliğe çevirmeyi başarmıştır. Diğer taraftan haddimi de aşmak istemem ama dili üzerine de birkaç kelam etmek istiyorum; bugünlerde 91. yılını kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyetimizin, bir Kürt olarak, Türkçesinin yüz akı olmayı başarmış, muktedirlerin çağdaş ve irdeleyici şiiri önünde oluşturduğu bendi de yıkıp geçmiştir. Kürt şair Ahmet Arif, Türkçeyi yalın, duru ve topluma yakın kullanımı ile de kolay anlaşılır biçimde mektuplarına aksettirmiş, sanatın toplum adına yapılıyor olmasının ibretlik örneğini de oluşturmuştur ayrıca.  

Tabii Ahmet Arif, yaşadıklarını, gördüğü işkenceleri açıkça yazmamasına rağmen yaşadığı zulmün ne yaman olduğunu kestirebiliyoruz, ancak acaba, kendisi bilse idi, bu zalimliği kendisine uygulayanların ardıllarının, dünyanın başına bela ABD’nin tüm dünyaya eşit olarak uygulamaya başladığı zulüm ve işkencelerin mektebinin, mezkûr ülkenin kanatları altında, Panama’da zirve yaptığını ve 80’ler Türkiye’sinde mezkûr okul çıkışlı işkencecilerin sahne aldığını, hala iddia eder mi idi acaba, işkence görmede rekor kırdığını…

“Son tramvayı kaçırsam bile, imansız, rahipsiz, merasimsiz, gelir sana ulaşırım ilk durakta. Üzerimde künyemsi hiçbir şey bulunmamalı” diyerek lafa girişip, Yunus Emre’den bir alıntı ile içinde bulunduğu durumu çok açık ve yalın bir biçimde anlatmaya çabalar…

“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin”

 
NOT: İtalik yazılar kitaptan alıntılardır.

Hiç yorum yok: