Perşembe, Kasım 25, 2010

ÇEŞME HİKÂYELERİ-ENİŞTE

Çeşme’nin mugalâtaya yatkın ve kıraathaneye alışkın inanılmaz şeker, muzip, abartılı bir insan ortalaması vardır. Bilindiği üzere söylenenin anlamını karıştırmak, dinleyici, izleyici veya okuyucuyu yanıltmak, şaşırtmak ve şüphelendirmek hatta zorda bırakmak için ifade edişte veya söyleyişte çok anlamlı bir kelime kullanmaya ve bu kelimenin farklı anlamlarını destekleyen bir veya birkaç kavramı aynı ifade içinde zikretmeye mugalâta denir. Mugalâta Çeşmelinin hayatının ayrılmaz bir parçasıdır, hele de bunun birde herkesin birbirini çok iyi tanıdığı abartmanın her türüne ve her boyutuna hatta deyim yerinde ise eşek şakalarına rağmen birbirlerine alınganlık göstermeden katlandıkları şakaların kıraathane ortamlarında tanığı olun kesinlikle şakak kemiklerinize ve ensenize ağrılar girinceye kadar gülersiniz.

Çocukluğumun da geçtiği Bağlararası (Bağarası) Mahallesinde, herkes yaklaşık 5 er dönümlük bahçesi olan evlerde yaşamaktaydılar ve hemen hemen her bahçede mandalin-portakal-limon ağaçları ağırlıklı olmak üzere insanların zati ihtiyaçlarına yönelik her türlü ağaç bulunmaktaydı. Tamamı yaklaşık 14 aileden oluşan bizim şirin ve mevsiminde tamamen limon ve portakal çiçeği kokusuyla dolup taşan sokağımızın yaşayanları birbirlerinin her türlü sevinç, dert ve keder anlarını bilirler, bu duyguları ne mutlu ki hep beraber yaşarlardı. Sokağın bağlandığı Ovacık köyünün günde bir defa gidip gelen minibüsü dışında sadece eşekleri ile geçen insanlar olurdu burada…

Çeşme o zamanlar çok fazla insanın bildiği, geldiği, kaldığı ve gelmek istediği bir yer değildi, aksine insanlarda büyük şehre gitme özlemi vardı ve genellikle yüksel tahsil yaparak bir iş bulmak, evlenerek gitmek gibi hayalleri olurdu… Özellikle tarıma ve toprağa bağımlılığın yarattığı kültür neticesinde erkeklerin Çeşme’ye bağlı kaldığı çok sık olan bir şey olmakla birlikte, kızlar bu konuda kendilerini daha özgür hissetmişlerdir.

Komşu bir ailenin 3 kız bir oğlan toplam 4 çocuğunun, 2 kız bireyi İzmir’e evlilik neticesinde göç etmişlerdi. Oğlan ailenin geçimlerini temin edecek olduğundan mecburen Çeşme’de kalırken, kızın biride dest-i izdivacına talip olanın devlet memuru olması hasebiyle Çeşme’den ayrılamamıştı.

Yıllar geçti, Çeşme artık başta Ege olmak üzere Türkiye’nin önemli turizm merkezi olması nedeniyle bu sefer tersine işleyen bir göç yaşanmaya başlamış ve daha önce gidenler en geç emekli olduktan sonra dönmeye başlamışlardı doğup büyüdükleri topraklara…

Bahse konu; ablalarımızın her ikisi de, güzelim bahçelerimizin imara açılarak yapılaşmanın artması neticesinde eskiden bahçe şimdilerde konut olan topraklarına Çeşme’ye dönmüşlerdi. Maalesef biri eşini yitirmiş, diğeri de eşi ile birlikte hayat sürmektedirler artık eski güzelliği ve havasını yitirmiş mahallemizde…

Genellikle Çeşme’nin sadece yaz aylarındaki yüzünü ve görüntüsünü bilenlerin zannettiği gibi geçmez kışlar burada haliyle… Kahvehane hayatının hızına ayak uyduranlar olduğu gibi, bu faaliyeti minimumda tutanlar ise daha farklı faaliyetler bulmak zorundadır ve bu faaliyetlerin başında olta balıkçılığı gelmekte olup, ahtapot avı ve şimdilerde de yaygın bir şekilde olta ile kalamar avcılığı da yapılmaktadır.

Son derece sessiz, sedasız ve kendi halinde halim-selim olan bu eniştemizde kendisine faaliyet alanı olarak ahtapot avcılığını seçmiş bulunmaktadır. Yılların gözlerinde yarattığı yorgunluğun neticesinde artık ilerlemiş numaralı gözlüklerini ve teknolojik gelişimlere ayak uydurmanın Türkiye’licesi olan cep telefonunu koruma ve kollama gayreti içinde eniştemizi sıkça ahtapot avlarken görebilirsiniz. Yine ahtapot avına derinden daldığı bir gün; artık avcılığın heyecanı mı yoksa ahtapot salatası ya da ahtapot güveç’i ya da ahtapot şişini büyük bir keyifle hazırlayacak ve yiyecek olmanın ve yanında da ateş suyunu içerek “ne olacak bu memleketin hali” diyerek kahırlanmanın ve girilecek derin konuşmalar neticesinde bulunacak çözümün ya da çıkış yollarının rahatlığı içinde olmanın dalgınlığı ile gözlüklerini ve telefonunu suya düşürmesin mi… Haydi, gözlüğü ve telefonu düşürdün değil mi, neden gelirsin de bunu kahvehanede Çeşme’nin mukallitleri ile paylaşırsın, paylaşırsan yaşadığın bu olay üstüne yüzlerce hikâyecik yazılır ve bulunduğun ortamda da sahnelenir.

Gelelim; sevgili eniştemizin bulunduğu bir ortamda yazılan ve sahnelenen en komik hikâyeye…

Konuyu bilen birisi kahvehaneye girer ve eniştenin oturduğu yerin biraz uzağına oturur ve oradakilerle başlar balık, ahtapot satışları üzerine atıp tutmaya…
“Azizim, bugün bir ahtapot 15 Tl ye satıldı”
Diğerleri ise buna inanmaz davranıp biraz da yüksek perdeden konuşarak ana gaye de enişteye duyurmak olan bir hararetli konuşma başlar.
“Ya kardeşim sen dalga mı geçiyorsun geçen gün senin dediğin ahtapotun 2 katı büyüklüğünde olanı 5 Tl ye zor sattılar”

Diğer tarafta bu hararetli ama ahtapot özneli konuşmayı duyan enişte duramaz ve hemen o grubun oturduğu masaya gelir ve muhabbetin ucundan dalar konuşmaya, bu mukallitler enişte yanlarına gelince konuyu daha da ballandırıp dururlar. Muhabbet ilerledikçe yok pahalıydı-ucuzdu, yok olurdu-olmazdı erketeciliği içinde mukallitler enişte merkezli bir muhabbete dönüştürürler konuyu ve enişte en büyük “olmazcı” olur çıkar. En sonunda enişte konuşma içinde kendi vaziyetini güçlendirince, esas taaa başından beri planlanan noktaya gelinmiştir artık mukallit ekip için; son sözü görevini üstlenmiş kişi enişteye döner ve
“ya kardeşim bir saattir olmaz diyorsun ama sen biliyormusun ki bu ahtapot yakalandığında, yanında okuma gözlüğü bir kolunun altında da gazetesi varmış yani anlayacağın bu ahtapot okuma biliyormuş o yüzden bu kadar para vermişler” der…
İşte enişte bahsedilen gözlüğün kendi gözlüğü olduğunu anlar ama artık yüzü kıpkırmızı olmuştur…

Siz bitti mi zannediyorsunuz? Yanılıyorsunuz işte…

O sırada eniştenin sadece bildiği ama iletişimi olmayan birisi kahvehaneye girer ve “Arkadaşlar, biraz önce Sakız adasından bir ahtapot beni telefonla aradı ve kendisinde bir cep telefonu varmış havanın kötü olmasından ötürü bugün gelememiş iade etmeye ama sahibi merak etmesin yarın gelecekmiş nasipse, ama kimin telefonu olduğunu anlayamadım vallahi” der.

Tabii ki bütün kahvehane kahkahadan yıkılır
.

Pazar, Ekim 24, 2010

ATIN ORDUDAN BU ALBAY ve BİNBAŞIYI

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast konusu unutuldu gitti, neden, çünkü o gün gündem yaratmak adına öyle bir senaryoya ihtiyaç duyulmakta idi ve bu iddialar ortaya atıldı, peki şimdi nedir durum, muhtemelen her konuda olduğu üzere buda araştırılıyor, soruşturuluyor hatta derin bir araştırma söz konusudur, yani anlayacağınız yani Türkçe meali tam tamına bir unutturulma süreci yaşatılıyor.

Unutturulma süreçlerinde en etkili yöntem olan; “Bir acıyı bastırmanın en ideal yolu daha büyük acılar yaratmaktır” yöntemi kullanılmaktadır, eee ne yapacaksınız iktidar olmak ta böyle bir şey herhalde ve canım yurdumda da malzeme çok, gündem belirleme periyodu artık dakikalar düzeyine inmiş ve necip milletimin hafıza kaydı da balık hafıza kayıt süresinin altına düştüğüne göre, değiştir baba değiştir, kim tutar seni…

Milli Savunma Bakanlığı ve Silahlı Kuvvetler yetkilileri; bu albay ve binbaşıyı atın gitsin ordudan, suikast yapmaya gidiyorlar ama suikast yapacakları kişinin; hem de başbakan yardımcısı ve onun evinde olmadığını hatta şehirde bile olmadığını bilmiyorlar bunlar hem de kontrgerilla grubunun elemanları, bunlar ya bu kurumu zavallı ya da beceriksiz gösterme çabalarıdır ya da “özel harp dairesini” tiye alıyorlar ama ne olursa olsun her iki halde de ordudan derhal uzaklaştırılmalıdırlar ki ordunun itibarı kurtulsun aksi takdirde ciddi töhmet altındalar benden söylemesi….

Ya bu “Seferberlik Tetkik Kurulu=Özel Harp Dairesi=Özel Kuvvetler Komutanlığı” efsanesi bir şehir efsanesi ya da bu iddiaları ortaya atanlar durumu bilmiyorlar, ya da bu yakalananlar da bilerek isteyerek taammüden bu durumda yakalanıyorlar ki bu da onların da şaibeli görev yapan kişiler olduğunu göstersin.

Bilindiği üzere, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'a suikast sonrası basılıp aranan “Seferberlik Tetkik Kurulu=Özel Harp Dairesi=Özel Kuvvetler Komutanlığı” ABD’de bu konuda eğitim alan Tuğgeneral Danış Karabelen tarafından dönemin Milli Güvenlik Kurulu olan Yüksek Savunma Kurulu kararı mucibince 1952'de “milli avcı birlikleri” adı altında, maksadı alisi ABD’nin küresel sermaye birikim-dolaşım ve yeni sömürgecilik anlayışına uygun olarak kurulmuş ve kariyerinde resmi olarak yansıtıldığı kadarıyla da; 6-7 Eylül olaylarının tertiplenmesinden tutun Kıbrıs'taki TMT'yi örgütlemeye kadar önemli çalışmalar bulunmaktadır.
1948 yılında ABD’de giden Tuğgeneral Danış Karabelen ile birlikte “özel harp” kurumları ve sonradan 12 Eylülün mimarı Kenan Evren’in de başkanlığını yürüttüğü iddia edilen “stay behind” olarak adlandırılan strateji eğitimi için gönderilen 16 subay, Özel Kuvvetlerin çekirdeğini oluşturmuş ve bu subaylar içerisinde Turgut Sunalp, Ahmet Yıldız, Alparslan Türkeş, Suphi Karaman ve Fikret Ateşdağlı gibi isimler de yer almıştır.

“Seferberlik Tetkik Kurulu=Özel Harp Dairesi=Özel Kuvvetler Komutanlığı”nın adı 1955 yılında Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalandığı yalan ve provakatif haberi dönemim iktidar yanlısı gazetesinde yayınlanması üzerine azınlıklara yönelik başlatılan saldırılar çerçevesinde yaklaşık 6.000 ev ve işyeri yakılmış, yıkılmış ve talan edilmiş olup bu konuyla da ilgili olarak mezkûr dairenin komutanlarından olan Sabri Yirmibeşoğlu, “Özel Harp Dairesi’nin işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi” ifadesini kullanmıştır.

“Seferberlik Tetkik Kurulu=Özel Harp Dairesi=Özel Kuvvetler Komutanlığı”nın kuruluş amacı ve faaliyet alanları açıklanırken de; kurumun “Gayrinizamî harp” yapmakla görevli olduğu ve ülkenin düşman işgaline uğraması durumunda, düşmanın işgal harekâtını engellemek ve bölgeye sahip olmak maksadı ile yapılacak direniş ve ayaklanma gibi eylemleri başlatacak ve gerçekleştirecek sivil kadroları barış zamanında bulup örgütlemelerden sorumlu olduğu açıklanmaktadır. Bu faaliyetler yürütülürken erler kesinlikle kullanılmayacak ve operasyon ekipleri genellikle astsubaylardan ve yönetici kadro ise yüzbaşı, binbaşı, yarbay ve albay rütbesindeki subaylardan oluşturulacak ve bu yönetim kadrosundaki subaylar ise Özel kuvvetler komutanlığı personelinden seçilecektir ve örgütlenmenin en önemli gücünü oluşturan milis kuvvetleri ise; bulanık suda balık olma düsturu gereği, partiler, sendikalar, dernekler ve sivil toplum kuruluşları içerisinde konuşlanmışlar ve bulundukları teşkilatları alınan kararlar yönünde hareketlendirmek için her türlü çabayı göstermişler ve bu kişiler her ülkede olduğu üzere genellikle milliyetçi-ırkçı ve muhafazakâr kesimden seçilmişlerdir.

Hülasa bir taraftan suikast diğer taraftan ağlayıp ağıt yakmak üzere sivilin seferber ve tetkik edilmesine sonuçta da bu uğurda savaşmasına karar alınan bir kuruldur, anlayacağınız…

Akşam gazetesi yazarlarından İlhami Soysal’ı, 60’lı yıllarda kaçırıp döven bir Albay; Raci Tekin ki bugün bu kişinin oğlu Ergenekon davasından yargılanmaktadır- iki astsubayın bu kuruluştan olduğu anlaşılmıştı.
Savcı Doğan Öz’ün de bu teşkilatın bir takım kirli operasyonlara karıştığını fark etmesine üzerine katledildiği de söylenmektedir.

Kültür Sarayının yakılması, Marmara Gemisinin batırılması, Kahramanmaraş kırımı, Çorum olayları, 1 Mayıs 1977 katliamı, Kanlı Pazar olayları, İstanbul Üniversitesi katliamı, Ecevit’e suikast girişimi, Gazi mahallesi olayları, Sivas katliamı gibi olaylar kontrgerilla eylemleri olarak ilk elden sayılabilecek eylemler olup, küçümsenecek olaylar değildir herhalde…

Son söz:
Sen şimdi bu kadar eylem gerçekleştir, kimse sana yaklaşamasın kimse seni yakalayamasın tüm bu itham edildiğin olaylardan tereyağından kıl çeker gibi sıyrıl, gel Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a yönelik suikast planla ve elini yüzüne bulaştır, olacak şey değil vallahi…

Pazartesi, Ekim 11, 2010

YABANCI ASKER HAYRANLIĞININ TEZAHÜRÜ GENELEV HAZIRLAMA


Biraz dolar kazanabilmek ve bu kazançlarının ekonomik yaşamda kalıcı olabilmesi için, yabancıların önünde eğilen-bükülen hatta takla atan politikacılarımıza, İş adamlarımıza, Bürokratlarımıza, Medya mensuplarına, “keşke İngilizlerin idaresinde olsaydık” diyen o çok hanım kızlarımıza, hülasa kadın–erkek bütün vesikasız orospularımıza ithaf olunan meşhur bir hikâye vardır ya; ülkemizin yönetimini 1980 den sonra üstlenen, şişman, kısa boylu ve kalın gözlüklü yöneticinin tercüman olduğu yıllarda; Malatya’da yaşanır. Rivayet; orospu Kezban’a genelev patroniçesi, polis ve tercümanın bütün baskılara rağmen; “Ben gâvurla yatmam, polis bey” “Ben Türklerin orospusuyum, Gâvurun değil” itirazıyla bayrak açmış ve kendisinden istenileni yapmamıştır.

Geçenlerde bu hikâye gayet uzun ve IQ su 40 bile olanların anlayabileceği uzunlukta internet ortamında dolaştırılırken birden bu konuda daha önceki yöneticilerimiz neler yapmış diye şöyle biraz karıştırdım ve;
• 1881 yılında Osmanlı-İngiliz imparatorlukları arasında özellikle Kıbrıs görüşmelerinde katkı sağlayacağı öngörüsü ile İngiliz donanmasının önemli gemilerinden “Victory” gemisinin İstanbul ziyareti sırasında Şehremeni başkanlığınca hazırlanan zengin bir karşılama programı Sadrazamlık talimatı ile zenginleştirilmiş. Şehrin tüm gezi programındaki sokaklar temizlenmiş, sokaklar zararlı olabileceği düşünülen başta dilenciler olmak üzere tüm insanlar ve sokak hayvanlarından temizlenmiş, tüm dükkân camlarına “hoşgeldin Victory” dövizleri asılmış, “devlet denetimi altındaki evlerin” bulunduğu sokaklar badana ile baştan başa bembeyaz boyanmış, bu sokak çalışanlarına çeşit çeşit kokular dağıtılmış, ipekli yeni elbiseler giydirilmiş sivil zaptiyelerin denetiminde mesleklerini icra etmeleri temin edilmiştir. Bilahare meslek icra etmelerinin bedellerini de Şehremeni merkezinden almışlar ve görüldüğü üzere karşılama konusunda genelev temizliği, boyaması-badanalaması konusunda da sonraki benzerlerine örnek teşkil etmiştir.
Missouri zırhlısı ziyareti; dönemin İstanbul Valisinin talimatıyla Karaköy Zürafa sokaktaki “devlet denetimi altındaki evler” boyanmış ve hatırı sayılır misafirlerin ziyaretine uygun hale getirilmiş, Karaköy’den Beşiktaş’a kadar bütün evler aynı renge boyanmış, Yüksek Kaldırım Caddesi ve genelevler de baştan aşağı boyanmış, bütün kadınlar sağlık kontrolünden tekrar geçirilmiş, hepsinin iyi elbiseler giymesi sağlanmıştı.. Bu ziyaretin yarattığı sıcak ortamın sonucunda Türkiye, geri dönüşü olmayan bir yola girmiş ve geleceğini ABD’nin gelişmesine ve geleceğine tevhit etmiş, nihayet Truman Doktrini, Marshall yardım programı ile de Demokrat Parti bu çizgiyi daha da kökleştirmiş ve bunun sonucu ABD Türkiye’yi Kore’de komünistlere karşı savaşa çağırmış, Adnan Menderes ve Bakanlar Kurulu bu çağrıya derhal olumlu cevap vermiş, bir tugay asker ülkemizden yaklaşık 6000 km öteye hiç tanımadıkları bir ülkeye hiç tanımadıkları insanlarla savaşmaya gönderilmiş, vs. vs.
Missouri zırhlısındaki gemiciler için, tıpkı Victory gemisi ziyaretinde olduğu üzere genelevin hazırlanması ise Amerikan hayranlığının zaman içinde nasıl geliştiğini ve nerelere kadar geldiğini gösteriyor. Hani; şimdilerde o dönemi demokrasi ve bağımsızlık dönemi olarak bayraklaştıran şimdiki dönemin yöneticilerine ithaf kabilinden…

• İnanılmayacak kadar coşkulu geçen Missouri zırhlısı ziyaretinden 22 yıl sonra Amerikan 6. Filosuna bağlı independence uçak gemisi ile beş destroyer 8 günlük bir ziyaret için İstanbul’a gelmiş ve Dolmabahçe’ye demirlemişti. Uzun süredir karadan ve kadınlardan uzak kalan Amerikalı Coni`ler “ihtiyaç molası” için gelmişler ya, onları memnun etme telaşına düşen iktidar sahipleri tarafından yine hummalı bir çalışma neticesinde, bembeyaz badanalı, pırıl pırıl temizlenmiş genelevlere ve güzel giysiler giydirilmiş meslek icra edenlere gitmek üzere Dolmabahçe`ye çıkmış ve daha önceki ziyaretlerdeki mutad olduğu üzere karşılama beklerlerken, Türkiye`nin devrimci gençleri ayağa kalkmış, başını Üniversiteli Devrimci gençliğinin çektiği protestocular, Coni`lerin defolup gitmesi için sokağa dökülmüş, İstanbul bu tür ziyaretlerde alışılagelmemiş eylemlere ilk defa tanıklık ediyordu. ABD askerleri beklemedikleri bir tepkiyle karşılaşmış, emperyalizm karşıtı gençler tarafından denize atılmıştı.

Tüm bu ziyaretlerde; memleketimin demokrasi ve bağımsızlık yanlısı bu yöneticileri, memleketimizi ziyarete gelen emperyalizmin temsilcileri konumundaki bu conilere öncelikle “ihtiyaç molaları” için rahat ve huzurlu ortam sağlamayı kendilerine görev edinmişler ve “devlet denetimi altındaki evlerin” boyanması ile başlayan, meslek erbaplarının giyim kuşamına kadar özen gösterilmesini temin etmişlerdir. Bu durum karşısında ilk defa 1968 yılında beklenmedik tepkiyle karşılaşılmıştır ve bu tepkiyi ortaya koyanlarda başını üniversiteli devrimci gençlerin çektiği Türkiye devrimcileri olmuştur.

Peki; bu ülkenin onurlu devrimcilerinin “Memleketin onuru ayaklar altına alınıyor” yaklaşımı ile Coni’leri denize dökerken Coni’lerin memleketimizde rahat ve huzur içinde “ihtiyaç molalarını” gidersinler diye devrimcilere saldıranlar kimlerdi acaba?

Yobazizmin o günkü yayın organlarından Bugün Gazetesinde Mehmet Şevki Eygi; “Büyük fırtına patlamak üzeredir, Müslümanlar ile kızıl kafirler arasında topyekün savaş kaçınılmaz hale gelmiştir... Müslüman kardeşim, sen bu savaşta bitaraf kalamazsın. Ben namazımı kılar, tespihimi çekerim... Etliye, sütlüye karışmam deyip de kendine zulüm edenlerden olma, gözünü aç, bak!... Cihat eden zelil olmaz. Sağ kalırsa gazi olur, canını verirse şehitlik şerefini kazanır” şeklinde provakatif bir yazı yazarak olayların büyümesine zemin hazırlamış ve tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçen bu olayları tertipleyen İslamcı gurubun komünizmle mücadele derneklerinde örgütlendirildiğini, cuma namazı sırasında camilerde "Amerika dostumuz, komünistler düşmanımız" şeklindeki verilen hutbeyi müteakip cami cemaatinin de Conileri sokakta kovalayan Devrimcilere karşı topyekün saldırı düzenlediği olaylarda 2 kişi ölmüş, 200 kişi yaralanmıştı.

İşte bir önceki paragraf sonundaki sorunun cevabını bulmak isteyenler; o günkü MTTB yönetimde kimler vardı, Komünizmle mücadele dernekleri yönetiminde kimler vardı, Üniversitelerde bu cenaha ait öğrenci derneklerinde kimler yönetici idiler onlara bir baksınlar ve bu gün de yaşları 60 ın üzerinde olan devletteki bazı yöneticilere baksınlar… Geldiğimiz noktanın izahı da belki kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Cuma, Eylül 24, 2010

12 EYLÜLCÜLER YARGILANMALI

12 Eylül 1980 darbesini gerçekleştiren Kenan Evren ve çetesinin yargılanmalarının önünde en büyük engelin “1982 Anayasasının geçici 15. maddesi” iddiaları 12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilen referandum neticesinde İktidar sahipleri ve yandaş hukukçuları vasıtası ile kaldırıldığı beyan edilmektedir. 12 Eylülün beyni örümceklilerine, eli kanlılarına dava açmaya gücü yetecek yürekli ve namuslu bir savcı, bu yürekli savcının iddianamesini kabul edecek yürekli ve namuslu bir mahkeme heyeti ya da hâkim, onları hemen görevden almayacak yürekli ve namuslu hâkim ve savcılardan oluşan bir HSYK, bütün olması muhtemel bu gelişmeleri “yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı kesin ve mutlaktır” anlayışıyla karşılayacak bir siyasi otorite olursa eğer bu gerçekleşebilir. Gündemde olan ve bana göre yanıltıcı olmakla birlikte mezkûr yargılanma konusuna ayak direyenler ya da ayak sürenler bazen çok açıktan bazen de ince ince karşı çıkan grupları ise; bu eli kanlı çetenin cunta yönetiminden en fazla mağdur ve muzdarip olduğunu her fırsatta ağızları dolu dolu haykıran milliyetçiler, sürekli her türlü darbeye karşı olduğunu beyan eden ulusalcılar (neomilliyetçiler) ve maalesef pusulasını kaybetmiş bir kısım solcular, oluşturmaktadırlar. Bu dönemim faillerinin layıkı ile yargılanabileceğine asla ihtimal vermeyen biri olarak, yahu ileride yargılanmamaya ya da yargılayamamaya bahane oluşturmamak için bir sesinizi kesin ya da hadi yargılayın da görelim havasında cesaret verin, arka çıkın, bırakın o saatlerce anayasanın, yasanın filan maddesinin filan görünmeyen emrine göre ifadelerini de konu ile ilgili tarafınızı açıkça belirleyin, olmaz mı? Hatta bu yargılamanın mutlaka gerçekleşeceğini bütün referandum kampanyaları boyunca iddia eden Hükümet’in üzerine konuyla ilgili baskı oluşturmak için çalışın çırpının, yargılanmayacaklarsa da bu konuda görevinizi yapmış olmanın rahatlığını yaşarsınız ileride. Unutmayın ki çok sınırlı ve kısıtlı da olsa Şili ve Arjantin yargılamaları böylesine bir kampanya sonucunda geldi.

Ayrıca, yine unutmayalım ki; bu yargılama sadece ve sadece kendilerinin koydukları muafiyet yasalarına göre değil; gerek ulusal ve gerekse de uluslar arası kamuoyunun adalet ve hukuk talepleri doğrultusunda gerçekleştirilmelidir. Nazilerin yargılandıkları Nürnberg mahkemeleri de tam tamına böylesi bir havada yapılmıştır şekli hukuk açısından. (içerik açısından ABD emperyalizminin yeni paylaşımları dikte ettirmesinin zemini olarak da denilebilir vs vs). Bu Alman Faşistlerinin yargılanmaları döneminde var mı idi BM’nin “İnsan Hakları evrensel beyannamesi” yoktu peki ne etkili oldu da yargılandılar, tüm Avrupa’yı baştanbaşa kana bulayan bu Faşistlerin yargılanmasında ulusal ve uluslar arası kamuoyunun adalet ve hukuk talepleri tabii ki… BM “İnsan Hakları evrensel beyannamesi” ni 10-12-1948 de yayınlıyor yani bu tanımların yapılmasından önce suç sayılamayacağı varsayımıyla işlenen suçlar dahi geçmişi kapsamaktadır. Konunun özü nedir? “Toplumsal barışa karşı işlenen suç”, “İnsanlığa karşı işlenen suç” asla ve kata zaman aşımına uğramaz ve uğramamalıdır. Bu fasıldan olmak üzere “zamanaşımı tezini” öne sürenlere artık sus demekten başka bir yol yoktur ve behemehâl susmalıdırlar yoksa son tahlilde o suçların hamisi duruma düşerler ya da zımmi olarak suça ortaklık oluşur.

Hadi diyelim darbe sizin dediğiniz ya da savunduğunuz gibi zaman aşımı kapsamında yargılanamıyor, kabul edelim bir anlık…

Peki; 30 yılını doldurmamış bir suç için durum nedir; örneğin,
• 12 Eylül öncesi neden olaylara müdahale etmediniz diye sorulduğunda; Başdarbecinin “darbe şartlarının oluşmasını bekledik” açıklaması hangi kapsamdadır.
• Sola karşı inanılmaz bir saldırı içindesiniz diye sorulduğunda; Başdarbecinin “Bir sağdan bir soldan astık” açıklaması hangi kapsamdadır.
• Yaşı küçük olmasına rağmen uyduruk raporla yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’in durumu hangi kapsamdadır. İdam tarihi 12-12-1980 dir acaba bu da zamanaşımına uğramıştır.
• Mamak, Metris, Adana ve Diyarbakır cezaevlerini birer vahşet evine çevirme olayları da mı zamanaşımı kapsamındadır.
• İzmir Emniyet Müdürlüğünü Mart 1981 de ziyaret eden dönemin İçişleri Bakanı, “buradan hiç kan çıkmadı daha” dediğinde aynı gece 8. ya da 9. kattan 3 kişinin atılarak öldürülmesi ve arkasından pencereden atladılar açıklaması yapılması da mı zamanaşımı kapsamındadır.
Bu kabil örnekleri yaşı 50’ler civarında olan ister sağdan ister soldan herhangi birine sorun aldığınız cevabı buraya yazarak bu listeyi uzatabilirsiniz, ama gerek yok zaten bu yazının konusu da değildir.

12 Eylülcülerin mezkûr yargılamaların gerçekleşememesinin 1001 türlü yolunu bulan, anlatan ve açıklayan ve maalesef içlerinde de bol miktarda saygın yasa bilen adam (hukuk değil) bulunan bu gruplardan hiç kimse de “yahu bu engellerin tamamı darbeciler tarafından yazılan yasalardan geliyor” dememektedir ve tam da bunu çok manidar bulmaktayım. Geçenler de bir TV kanalında katıldığı bir programda “12 Eylül 1980`de yapılan darbenin ardından 650 bin kişi gözaltına alındı. Yargılanan 230 bin kişiden 7 bini için idam istendi. Bunlardan 517`si idama mahkûm edildi, 50`si asıldı. 400 gazeteciye 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu gerekçesiyle işten çıkarıldı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı…” iddialarını tekrarlayan ve bu nedenlerde Başdarbeci Kenan Evren hakkında hazırladığı iddianameden ötürü, meşhur HSYK tarafından apar topar görevinden atılan, hem de öyle bir atılma ki, avukatlık bile yapamayacak hale getirilerek atılan Sacit Kayasu (neyse ki 10 yıl hukuk mücadelesi sonunda avukatlık hakkını kazanmıştır ama maalesef Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde açtığı dava sonucu) şöyle demektedir. “Bunların hazırlamış olduğu yasalara göre yargılama yapılamayacağını söyleyenler unutmasınlar ki bunların hazırladığı yasalar kafaya silah dayanarak elde edilmiş usulsüz senede benzer ve dolayısıyla hukuken muteber kabul edilemezler ve tahsil ve ciro edilemezler”

12 Eylül darbecilerinin silah zoruyla Anayasa'ya kendi yargılanmalarını engelleyecek bir madde eklediler ve bu maddeyi yine silah zoruyla otuz yıl korudular ve şimdi bunun arkasına sığınarak yargılanmalarının imkânsız olduğu iddia etmek çok saçmadır ve saçma olduğu ölçüde iddia sahibini de ilgili tarafa eklemler.

Hatta 12 Eylülcüleri hukuken soykırımcı olarak bile yargılamak mümkündür. BM Soykırım sözleşmesinin 09-12-1948 onayladığı biçimiyle soykırım tanımı şöyledir “Soykırım, milli, etnik, ırksal dini veya inanca ve düşünceye dayalı bir grubu kısmen ve tamamen ortadan kaldırmak amacıyla aşağıdaki fiillerin gerçekleştirilmesidir.
1. Grubun üyelerini öldürmek
2. Grup üyelerine bedensel veya zihinsel zararlar vermek
…”

Yukarıda bahsedilen soykırım sözleşmesini Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti 23-03-1950 tarih ve 5630 sayılı yasa ile herhangi bir şerh koymaksızın onaylamıştır.

Bırakın adlarının yolsuzluklara karışmasını, bırakın zamanaşımını yukarıda da açıklandığı üzere soykırımdan bile yargılamak mümkündür, başdarbeci ve çetesini ve tüm icracılarını…

Yeter ki bu konuda darbecileri yargılayacağım diye bir derdiniz olsun… Yargılanamaz diye çırpınanlar da artık bu inatlarından vazgeçsinler ve izleyelim hep beraber bu iddia sahiplerini bakalım bu yargılamaları gerçekleştirebilecekler mi?

Cuma, Eylül 17, 2010

HANEFİ AVCI : ALİ UYGUR KİMDİR AÇIKLADA GÖRELİM

Hanefi Avcı; yürekliyse öncelikle Haliç’teki Simonları bırakıp kendi yaptıklarını açıkça anlatmalıdır? Kendi hukuksuzluklarını, kendi eline bulaşmış kanları gizleyerek bir yere varılamayacağını anlamalıdır. 12 Eylül’de ve öncesinde nasıl bir işkence uygulayıcısı olduğu bırakın içine girmeyi Mersin Emniyetinin önünden geçenlerce bile bilindiği sürecin unutulduğunu varsayıyor beyefendi. Hani kitabında da değindiği üzere; sık sık 12 Eylülün işkence yöneticilerinin daveti üzerine Ankara’ya gidip, işkence eşgüdüm merkezinde ülke çapında elde edinilen tecrübelerin paylaşıldığı, hangi işkencelerin nasıl ve hangi sürelerde sonuç verdiği konularında yaptığı ihtisasların detaylarına girmeden, insanlık varoldukça sanki ciltler dolusu biriktirilmiş bu işkence yöntemlerinin kendilerince öğrenildiğinin ve öğretildiğinin bilinmediğini düşünerek işkembeyi kübradan sallıyor.

Kitabında hiç değinmediği ama sorulursa mutlaka inkâr edeceği bir konuyu kendisine hatırlatalım bakalım.

Öğretmen Ali Uygur kimdir? Acaba 1 Temmuz 1980 de Pozantı’da gözaltına alınan ve Adana Emniyet Müdürlüğüne teslim edilen Öğretmen Ali Uygur’un Mersin Emniyetine teslim edilmesi kimin ya da kimlerin talebiyle olmuştur? Gözaltına alındığı Hacıkırı tren istasyonunda kolları jandarma tarafından kırılan (İsrailli askerlerin Filistinlilere yaptıklarının neredeyse 20 yıl öncesinde gerçekleşince örnek teşkil etmiştir herhalde) ve inanılmaz acılar içerisinde teslim aldığınız Öğretmen Ali Uygur’u neden tedavi ettirmeyip işkence yapmayı uygun gördünüz? Öğretmen Ali Uygur’a meşhur Ankara toplantılarında öğrenildiği tahmin edilen “çuval içine bir kedi ile birlikte eller ve ayaklar kelepçeli konulup dışından sopa ile vurularak” şeytanın bile aklına gelmeyecek işkenceleri, Ömer Güneş ve Yardımcısı Hanefi Avcı yönetiminde olan 1. Şube Müdürlüğünde kim yapmıştır acaba? Öğretmen Ali Uygur’un başına sopa ile vurulmak suretiyle ölümüne kim neden olmuştur? Öğretmen Ali Uygur’un annesi Hatice Uygur’un Mersin Emniyeti 1. Şubeye müracaatı sırasında öldürülmüş olmasına rağmen “Demirtaş mahallesinde bir operasyon sırasında kaçtı” diye kim cevap vermiştir acaba? Mersin 1. Şubeye getirilen her zanlıya "Bu ayakkabının sahibini tanıyor musun?" sorusunu sorar ve kendisi verir cevabı "Ali Uygur'un ayakkabısı bunlar, kendi öldü, ayakkabıları kaldı ayakkabılarının burada kalmasını istemiyorsan, Ali gibi olmak istemiyorsan konuşacaksın" diyen bir komiser vardır Mersin 1. Şubede bu görevli komiser kimdir acaba? Aynı tarihlerde Mersin 1. Şubede gözaltında bulunan Haşim Aslan Öğretmen Ali Uygur’un başına sopa ile vurularak öldürüldüğünü ve bu konuda tanıklık yapmak istediğini beyan ettiğinde Sinop Cezaevine sürgün edilmesinde kimin parmağı vardır acaba? Öldürüldüğü gece yarısı Mersin Devlet Hastanesi’ne genç bir erkek cesedi getirilir ancak resmi belge olmadığı için morg görevlileri tarafından ölü alınmaz. Ancak polisler devlet gücüyle cesedi morga koyar ve sabaha karşı apar topar geri alırlar, peki kimdir bu polisler acaba? Öğretmen Ali Uygur’un öldürülmesini takiben bir başka yerde ölü bulunan Ali Bütün’ün yerine, Ali Bütün’ün de Tahir Ungan yerine mezarlara polisler tarafından defnedildiğini mezarlık görevlileri beyan etmektedirler, peki kimdi bu defin işlemi yapan polisler? Dönemin Mersin Hükümet tabibi Mustafa Serpin fotoğrafından teşhis ettiği Öğretmen Ali Uygur`un polisler tarafından getirildiğini ve ölüm raporu düzenlenmesini istediklerini ifade etmektedir, peki kimdir bu polisler acaba?

Acaba; Önder Aytaç, "Avcı kitabında kendisiyle çelişkiye düşen birçok konuyu yazmış. Ben de 15 yıldır yakından tanıdığım Hanefi Avcı'nın kitabında kendisiyle ilgili yazmadıklarını ya da kamuoyunda kendisiyle ilgili bilinmeyenleri anlatırsam ne olur?" derken yukarıdaki konuyu da mı kastetti, ne dersiniz.

Peki, bir dönem; “Yaşam tarzları, birbirlerine karşı saygılı davranışları, sadelikleri hoşuma gidiyordu. Fettullah Gülen Hoca'yla karşılaştım. Arı sinemasında verdiği "Yaradılış ve Darwinizm" konulu konferansta çok ciddi din ve fen ilimleri bilgisine sahip olduğunu gördüm” diyerek methiyeler düzerek taraf olduğunuz tarikata neler oldu da şimdi yazdığın kitapta karşıymışsınız izlenimi vermeye çalışıyorsunuz.

Acaba; Fettullah Gülen hoca efendi Marmara Gemisi operasyonunu tam da “Anayasa Oylaması” arifesinde İHH'nın İsrail'den izin almamasını eleştirdi ve "İsrail'in onayı olmadan hareket etmek, otoriteye başkaldırıdır" demiş ve zatıâlilerinizce de gecikmeden yazdığınız kitapta “Ben cemaatin kendi mecrasında faaliyet yürütmesine karşı değilim, inanç ve manevi değerlere bağlı yeni bir nesil yetiştirmek adına eğitim faaliyetlerini çok değerli buluyorum... Ancak casus polislik, iftira, hukuka müdahale, hakimleri etkileme ve şantaj faaliyetlerine karışmanız kabul edilemez” karşı hamlesiyle hem tarafların arasının daha fazla açılmasını engellemek hem de yaklaşan referandumda CEMAATA “deniz feneri” olmak maksadı ile inceden tehdit ve aba altından sopa kabili çıkışınız kendi açınızdan çok şık olabilir ama, yenmiyor be, çok bayat numaralar bunlar… Sizin nasıl tescilli Tarikatçı olduğunuzu bizde, Hoca efendi de Hükümetin başı da iyi biliyor ve ayrıca Hükümetinin başının size bir şey yapmadan talebiniz üzerine merkeze alınmanızda yardımcı olunuyor, ( işin cabası…) Bütün bu herkesin bildiği; hem de yıllarca bildiği şeyleri, açıklıyorum havasında “Gizli faaliyetlerini bu bölümde açıklayacağım güçlerin ellerinde ne kadar büyük olanaklar olduğunu ve hangi yöntemleri kullandıklarını az çok bilenlerden birisiyim” diyerek, mücadele edilmesi gereken gücün büyüklüğü karşısında toplumda bir teslim olma ruhu yaratmak için çaba sarf ederken, diğer taraftan mezkur gücün siyasi ayağı tarafından korumaya alınmanız da çok manidardır açıkçası…

Tüm bu çabalarınız Komünizmle mücadele derneklerinde CIA ajanlarınca ağabeylerinize, onlardan da size miras bırakılan ve menşei Latin Amerika olan bu numaraları “belki hala sinmeyen vardır, biz de bu kalıntıları sindirelim” kabilinden yapıyorsanız artık çok geç.

Yoksa aklınızda Hükümetin başına koruma müdürü olmak mı aklınızdan geçiyor. Belki de gelecek seçimlerde bir partiden aday da olup dokunulmazlık hedefliyorsunuzdur çünkü dokunulmazlık zırhına ihtiyacınız olacak. Hani ne olsa tüm bu geçmişinize rağmen size destek ve koltuk çıkacak hem sağda hem de solda insan bulabilirsiniz. (Meşhur solcu !!! Kültür eski bakanlarından Fikri Sağlar’ın bir tarihlerde size sahip ve arka çıkması gibi?

Peki; bunlar bilinmiyor mu zannediyorsunuz Allahaşkına…

Pazartesi, Eylül 06, 2010

İSKİLİP’TEN İKİ PORTRE

İSMAİL BEŞİKÇİ ve MEHMET ATIF HOCA

Ne demiş Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ''Millet olarak Çorum'la, Çorum'un yiğitliğiyle, mertliğiyle, gözü pekliğiyle her zaman gurur duyduk, nasıl ki Çorum bu topraklardan yetişmiş Akşemsettin Hazretleriyle, Ebusuud Efendi'yle, Koyunbaba'yla, İskilipli Atıf Hoca'yla gurur duyuyorsa, bizler de Çorum'la gurur duyuyoruz. Biz sizlerle gurur duyuyoruz.''

Peki, kim bu İskilipli Mehmet Atıf hoca; bugünün iktidar sahiplerine göre bir kahraman, o günün iktidar sahiplerine göre bir vatan haini…

İskilipli Atıf Hoca kafası örümcek tutmuş yobaz bir din adamı aslında. Tarihte 31 Mart vakası olarak bilinen; özellikle başta İngiliz yönetimi için çalışan Kıbrıslı Nakşibendî tarikatına mensup Derviş Vahdeti’nin gazetesi Volkan ve gazetenin yazarlarından Said-i Nursî ile birlikte İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti olayında ön saflarda rol oynadı, askeri mahkemede yargılandı ve suçlu bulundu 5 yıl hapis cezası alan atıf, cezasını Sinop Cezaevi'nde tamamlayıp çıktı.

Milli mücadele döneminde bastırdığı broşürlerde yunan ordusu lehine, Kuvayı Milliye aleyhine ifadelerde bulundu ve gıyabında yargılanıp idam cezası aldı. Ancak; 3 Mart 1924 tarihli af yasasından yararlanıp kurtuldu. “Şapka kanunu” çıkarıldığında, debreşen dış bağımlılığı ve yobazlığı rahat durmasını engelliyor ve “frenk mukallitliği”, yani “gavur taklitçiliği” adlı bir broşür hazırlayıp “şapka gavur icadıdır, şapka giyeni vurun” görüşünü öne çıkararak cemaet ül müslimi ayaklanmaya çağırdı. Gerçekten de, bu çalışmaların etkisiyle şapka kanununun kabul edilmesiyle Türkiye’nin çeşitli yerlerinde küçük çaplı isyanlar çıktı. Rize, Malatya, Erzurum, Giresun vb. şehirlerde yobazlar hükümet konaklarını basıp görevlileri öldürdü, hükümet konaklarını yağmaladı ve dağıttılar. Bu kalkışmaların başını çeken insan olması hasebiyle Erzurum’da divan-ı harp kuruldu, aralarında İskilipli Atıf olmak üzere sekiz isyancı idam edildi. Bugün geriye dönüp bakıldığında hukuk gelişiminin geldiği nokta itibariyle idamların karşı çıkılması kaçınılmazdır çünkü muhtemel yargılama hatalarının telafi olanağı kalmamaktadır.

Bakmayın siz; gazetelerinin ya da TV’lerinin manşetlerinde her Allahın günü “Allah, Peygamber” diye yayın yapan şeriatçı basının çarşaf çarşaf yayınlanan yalanlarına, tüm bu iddiaların aksine aslında; İskilipli Atıf, sadece yazdığı “frenk mukallitliği“ ve “şapka risalesi” makaleleri nedeniyle yargılanmadığı, esasen kurtuluş savaşı sırasında Kuvayı Milliye karşıtı makaleler yayınladığı ve bu makalelerin Yunan uçakları tarafından Anadolu’ya atıldığı kendi ifadelerinden de anlaşılmaktadır, hatta daha da ileriye giderek bizzat Yunan makamları ile anlaştığını, bu anlaşmalar sonucunda da bir taraftan Yunan casusluğu yaparken diğer taraftan isyan ve ayaklanmalara taammüden önderlik faaliyetleri yürüttüğü için yargılanmıştır. Aynı yargılamalar içerisinde Tahir-ül Mevlevi de bulunmasına rağmen kendisi idam edilmemiş olup, bugünkü ardıl yobazlar tarafından bu bilerek ıska geçilmektedir. Ama amaç üzüm yemek olmayınca, durmak olmuyor tabii ki yola devam etmek gerekir. Öncülleri gibi sürekli padişahtan yana olmuş ardılları gibi Sünni İslam dışındakilerin yakılmasında bile beis görmemiş buna benzer çıkışları olumlamış bu yobaz taifesinden başka bir şey de beklenmez zaten.

Şimdi bu ahvalde Çorumlular İskilipli Atıf ile gurur duyuyorlarsa tabii ki onların bileceği iş, ama bu ülkenin Başbakan’ı da gurur duyuyorsa işte orada samimiyet ile ilgili çok ciddi sıkıntılar vardır, diğer İskilipli portre konusunda “gözleri var görmüyorlar, kulakları var duymuyorlar” iddiasında gibi üç maymunu oynuyorsa eğer bu samimiyeti sorgulamak da kaçınılmazdır.

İSMAİL BEŞİKÇİ
İskilipli İsmail Beşikçi Hoca; Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ve Türkiye'de tek partili dönemine ait eserleriyle tanınan Türk toplumbilimci ve yazardır. İsmail Beşikçi hoca, sekiz kez cezaevine atılır ve yaşamının 17 yılını cezaevinde geçirir, 12 Eylül askeri darbesinden önce 1979'da cezaevine atılır ve 1987'de serbest bırakılır ama hakkında açılmış davalar bir türlü sonlanmaz ve bu davalardan verilen hükümlerle 1999'a kadar tutsaklığı devam etmiştir. 1999 yılında yapılan kısmi af sayılacak sınırlı yasal düzenleme neticesinde tahliye edildiğinde hakkında ne yazık ki toplam 100 yıl hapis ve 10 milyar lira para cezası verilmiştir. İsmail Beşikçi'nin yayımlanan 36 kitabından 32'si Türkiye'de yasaklanmış olup, Kürtlerin Türkler tarafından asimile edildiğini, Kürtlere karşı ırkçı, şovenist politikalar uygulandığını öne süren ve Kürt olmayan nadir aydınlardan biridir.

Uluslararası sosyoloji çevrelerince tanınan ve olabildiğince fazla değer verilen İsmail Beşikçi; siyasi görüşleri, analizleri ve saptamaları nedeniyle bilimsel başarıları sürekli yok sayılmış ama aynı zamanda varlığı bir güven abidesi olmuş, tavrından ve tutarlılığından zerre kadar ödün vermemiş ve Ülkemizde sosyolojiyi temsil eden ender kişilerdendir.

Aydın olmanın her türlü sonucuna katlanmış, aykırı düşünme ve yazma karşılığında “anasından emdiği burnundan getirilmiş” ama yılmadan üretmiş hocanın gurur duyulacak bir insan olması gerekmektedir ama aydınlamanın temsilcisi olması maalesef hep olduğu üzere buna engel olmuştur.

Hocam ne yapalım sizinle de gurur duymak bize düşüyor, lütfen kabul buyurun…

Çarşamba, Eylül 01, 2010

REFERANDUM SATHI MAHALİ

İlkeli insan olmanın, halktan yana olmanın, dürüstlüğün ve namusuyla çalışmanın maalesef ayağa düşürüldüğü bunların yerine gözlerini para, makam, mevki, istikbal ve köşe dönme hayallerinin ve hırsının bürüdüğü insanların yetiştirildiği son 60 yıla damgasını vuran sağ iktidarlar zaman zaman kendi yaptıklarından direk şikâyetçi olmaktan korktukları için, sürekli farklı isimler altında partileşerek bu ülkeyi yönettiler, anlayacağınız kendileri çaldı kendileri oynadılar ama gelin görün ki kendi yarattıkları ucubelerin karşısında ürkerek sürekli de karşılarındakileri suçlar oldular.
Emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda 20 YY.da geliştirilen Yeni Sömürgecilik 21. YY daki yenilenmiş hali ile yeni ataklar yapmaya devam ederken para ve din belirleyici araç olmaya devam ediyor ne yazık ki. Aklın yerini biat, bağımsızlığın yerini bağımlılık, demokrasinin yerini teokrasi almaya başladı dünyada ve tarikat liderleri de bu yelkene rüzgâr taşıyan ana figürler olarak baş tacı edilmektedir.
AKP’nin genelde uluslararası güçlerin başta da ABD ve AB nin çıkarları, özelde de kendi çıkarları doğrultusunda iktidarını yıkılmaz hale getirmeye hazırlandığı ve bu uğurda da halkın noterliğine başvurarak dayattığı anayasa değişiklik paketi 12 Eylül‘de referandum ile oylanacak. Bu konuda; yasal bir dolu engeller nedeniyle çok tatmin edici çalışmalar yapamadığı açık olan, meslek örgütümüz TMMOB’nin tavrı üstünden sürdürülen ve politika yapıldığı suçlamasıyla “hayır” cılık mahkum edilmeye çalışılmaktadır.
Politika yapmak yanlış mıdır?
Asıl 12 Eylül’e karşı çıkmak istiyorsanız, “herkes kendi işine baksın, mühendis mühendislik, doktor doktorluk yapsın politikayı da politikacılar yapsın” anlayışına karşı çıkarsınız. Çünkü topluma bu deli gömleğini bu tavır giydirmiş ve tüm politika kanallarını kapatarak, memur, öğretmen, Üniversite öğretim görevlisini politikadan uzak tutarak politika yapmayı bugünkü hale düşürmüş ve politika irtifa yitirmiştir. Hayatın bizatihi kendisi olan politikadan soyutlanmış meslek hayatının sosyal olamayacağı da çok açık olup tam da bu yüzden politika herkesin içinde olması gereken bir faaliyettir, çünkü politika demek örgütlenme hakkı demektir, örgütlenme demek güçlü toplum demektir, güçlü topluma bir şeyleri kolay kabul ettirmek mümkün değildir, haliyle… Politik ve ideolojik tutum takınmak bu kadar tukaka hale gelmişse bizatihi 12 eylül mantığı ve dayatmasıdır.
Herkes politika yaparken TMMOB susmalı mı?
Peki; suyu özelleştirenler politika yaparken sesiniz çıkmıyor su konusunda uzman mühendisler politika yapınca yaygara, tarımı özelleştirenler politika yapıyor da tarımın mühendisleri politika yapınca yaygara, imar alanlarını politikacı belirliyor ve yapıyor sesiniz çıkmıyor ama tarım alanlarının imara açılmasına karşı çıkan TMMOB politika yapınca yaygara, çevreyi kirletmede en fazla rol alan bir Belediyeyi TMMOB açıklasa, eğer Belediye AKP’li ise politika yapılıyor yaygara koparılır, AKP’li değilse de gereği yapılır, ama politika yapılmasına karşı çıkan bugünün “evetçi” meslektaşlarımın kılı kıpırdamaz, tipik mart kedisi tavrı (biliyorum biraz ağır kaçtı ama durumu izaha en muktedir laf budur maalesef)
Peki, bu zihniyetin zirve yaptığı şahıs Melih Gökçek Ankara’nın içini otobana çevirirken dolmuş şoförleri ile dayanışma içinde mecburen her minibüsün arkasına “Mühendisler siz işinize bakın köprülü kavşak bizim işimizdir” yazan afişleri asmak suretiyle bizim mesleğin onurunu ayaklar altına alırken sesi çıkmayan meslektaşlarımızın, TMMOB’nin tavır açıklamasına bu kadar celalleşmesini tabii ki anlıyoruz, ama onların tavır belirleme konusunda Pensilvanya dolaylarından gelen talimatlar doğrultusunda feryat-figan, feveran etmeleri en hafifinden mesleki etik açısından da çok manidardır açıkçası, şimdilik bu kadarla yetinelim…
Demokrat hukukçular lehte konuşsun normal YARSAV konuşsun ihsası rey sevsinler sizi ve demokratlığınızı …
TMMOB meslek örgütüdür üyelerinin çıkarlarını koruyamıyor yaygarası nedir?
TMMOB’u insan aklına inat edercesine çıkardıkları yasalarla elini kolunu bağlayarak üyelerinin hakkına sahip çıkamaz hale kim getirmiştir diye baktığınızda ne yazık ki; bugünkü “evetçi” meslektaşlarımın politikalarına destek verdikleri ve yer yer bindirilmiş kıtaları durumunda ki yakın zaman itibariyle sırasıyla ANAVATAN, DOĞRUYOL ve SAADET ve light devamı AKP hükümetleri olduğu görülecektir. Tüm bu zihniyete sahip iktidarların belediyeleri tarafından projelerde meslek odası onayı ya da denetimi gereği yoktur kararı alınmıştır ne yazık ki, bilmeyen ve merak edenler üyesi oldukları odaya müracaat ederek detaylı bilgileri alabilirler. Buradan anlaşılacağı üzere “TMMOB” üyelerinin hakkını koruyamıyor iddiaları laf-ı güzaftır ve külliyen yalandır.
Peki, TMMOB’nin politika yapmasından kim ya da kimler rahatsız oluyor?
Kendileri yargılarken cici, yargılanırken kaka diyen tüm güruh ve muhalefette iken cici hükümet olunca kaka diyen taife tüm bu hayırcıların çalışmalarından rahatsız ve ellerinden gelse onları bir kaşık suda boğacaklar… Nazlı Ilıcak ağzıyla konuşanlar sevsinler sizi, vallahi…
Evet diyen kuruluş ve kurumlar politika yapmıyor ama hayır diyen kuruluş ve kurumlar politika yapıyor bravo vallahi, buna manken tavrı denir sokak ağzıyla; hergün bir erkekle yakalanır ve sadece biz arkadaşız derler ya, işte öyle bir şey…
İnşaat Platformunda politik tercih açıklanamaz mı?
Meslektaşlarımızın, ama tamamının evetçi ve hayırcı ayrımı yapılmaksızın bir dolu alanda sorunu, bilgiyi ve çözümü paylaştığı inşaat platformunda politik tercihlerini açıklanması ve paylaşması sakıncalı ve kınanacak bir durum mudur ki cemaat biat kültürü takipçileri bundan rahatsız olurlar. Sn. M. Cem Kafadar bu konuda mahalle baskısına aldırmadan genelde hayatın bizatihi kendisi olan politikayı ve özelde de geleceğimizi karatmayı hedefleyen bu anayasa değişikliği dayatmasını, herhangi bir komplekse kapılmaksızın ve taraf olmadan, özellikle de herhangi bir kısıtlamaya yer vermeksizin yayınladığınız için ayrıca bir demokrasi örneği vermenizden ötürü de teşekkürü haketmektesiniz. Bu konuda olduğu üzere bundan sonra da hayatımızı etkileyecek her konuda yayınların görüş paylaşımlarının da yayınlanmasında çevresine ve ülkesine ilgisi olan bizleri memnun edecektir. Varsın çevresine ilgisizler bundan rahatsız olsun.
Anayasa referandumu bir güven oylamasına dönüşür mü?
Evet, dönüşür hatta mutlaka dönüşmelidir de, neredeyse tam anlamıyla AKP Hükümetinin denetiminde görünen Anayasa Mahkemesi ne karar aldı peki? Haşim Kılıç’a rağmen, Osman Can’a rağmen “Gericiliğin ve laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmuştur” kararı alınmadı mı AKP için? Peki, neden dönüşmelidir güven oylamasına;
• Ali Dibo projelerinin mimarları Bakan olsa bile hesabını vermesi için,
• YÖK ele geçirildikten sonra AKP nin YÖK sorunu kalmadığı için,
• Trilyonluk davadan dokunulmazlık sayesinde Cumhurbaşkanlığına gidiş olmaması için,
• Çocuklar burslu okurken büyük servetler yönetir hale gelmişse bunun ne kadar helal olduğunun sorgulanabilmesi için,
• İnternet erişimini yasaklanmasının önüne geçmek için,
• Tüm Türkiye’nin dinlenir hale getirilmesinin önüne geçilmesi için,
• Irakta ölen yaklaşık 1.500.000 insana ses çıkarmayan aksine Büyük Ortadoğu Projesi eş başkanı olmakla övünmekte olanların bunun gerekçelerinin açıklaması için,
• Allanoi, Hasankeyf vs. vs. katliamlarının devamını engellemek için,
• Tükürürüm böyle sanatın içine (bugün de devam ediyor çevre orman bakanı vasıtasıyla) denmesinin önüne geçilmesi için,
• 13.000.000 ( 13 milyon) işsize nasıl gelindiğinin izah edilmesi için,
• 12 Eylül faşist anayasasının mirası %10 barajının neden kaldırılmak istenmediğinin açıklanabilmesi için,
• Tezkereye hayır diyenler yarın Memur maaşlarının nasıl ödeneceğini hesap etsin kıskacına yakalanmamak için,
Vs. vs. daha kocaman bir liste yapabilirim ama gerek yok, herkes biliyor aslında sorunların kocamanlığını…
Bu değerlendirmeler sonucunda referandumda tercih ne olmalıdır?
Sürekli olarak Hükümetin “PKK eylemlerinin artışını referandumdan hayır çıkmasını isteyenler destekliyor” savını öne sürenlere acaba birileri de çıkıp “belki siz haklı olduğunuzu göstermek için bu durumu kaşıyorsunuz” dese ne yapacaksınız?
Cemaat kültürüne, biat kültürüne dâhilseniz ya da yandaşsanız yani demokrasi yerine doğmadan yanaysanız hülasa fikri hür ve vicdanı hür değilseniz ki asla ve kata olamazsınız bu yüzden bir mahfilden gelen talimatı uygularsınız ancak, evet dediğiniz zaman bu anayasa ucubesine…
Bunların bu anayasa düzenlemesi için en geniş katılım dediği ile İbrahim Tatlıses’in “kardeşim artık 40 adet keman ile sahneye çıkıyorum bu da mı çok sesli müzik değil” demesi kadar abestir.
Halkı çok düşünüyorsanız bizi kandırmak için bizim paramızla bize propaganda yapmak anlamı taşıyan partilere hazineden yardımı kaldırın da samimiyetinizi görelim.
12 Eylül 1980 de alayınız darbeye alkış çalacaksınız hatta darbecilerle birlikte olacaksınız (yok diyenler buna itiraz edenler, Aydınlar ocağı, MTTB gibi kuruluşların 12 Eylül öncesi tavrını hatırlamalıdır) sonra yani şimdi istismar süper vallahi, buldunuz köpeksiz köyü gezin değneksiz… Arzu edenler 12 Eylül’de gözaltına alınan Abdullah Gül’ün kimler tarafından ne şekilde ilişki kurularak dışarı çıkartıldığını araştırabilirler…
Hele o şantiye şefi ve proje müdürlüğü yapıp ta patronların her istediğine imza attık diyen kardeşime istifa gibi bir onurlu davranışın hiç aklına gelmemiş olması tuhaftır, manidardır demek istiyorum, hem yapacaksın hem de sonradan şikâyet edeceksin, tam her dönemim adamı misali, ohh ne ala, ne diyeyim Allah akıl ve fikir ihsan eylesin.
Sizin; Anayasa Mahkemesi başkanlığı görevini yürüten kişinin İBDA-C üyesi olduğu iddiası ile görev yaparken, yasa ve hukuk tanımazlığınızın en bariz ve hakiki misali Anayasa mahkemesi yedek üyeliğine atanan Alparslan Altan’dır. Bunlar hepsi normal bu muhteremler için, güldürmeyin bizi lütfen…
Şimdi yine biri çıkar bizi densizlikle suçlayabilir ama bilin ki bunlar asla ve kata kendi akıllarına saygısı olmayan ve bunun yerine kendisi için düşünen tarikat postnişinini kıble edinenlerdir, bunlara gülün geçin ve büyük usta Neyzen Tevfik’in “siz ite kuduz deyin geçin bir öldüren bulunur” dediğini de unutmayın.
Tüm bu kısaca özetlediğim gerekçelerle bu Anayasa düzenlemesi dayatmasına “HAYIR” demek gerekmektedir. Ayrıca; “Hayır” demek CHP ve MHP ye “evet” demek değildir.
“Tarafsızlık ta taraflılıktır” önermesinden hareketle tarafsız kalarak boykot edenlere de bir şeyler demek gerek ama ne diyeyim bilemiyorum ilk aklıma geleni söylesem kesin suç olur, kesin…

Asla unutulmamalıdır ki;
Kanun denetlenmezse ferman olur,
Başbakan denetlenmezse sadrazam olur,
Cumhurbaşkanı denetlenmezse padişah olur,
Hakim denetlenmezse kadı olur,
Polis denetlenmezse mafia olur,
Ordu denetlenmezse gladio, jitem olur,
İktidar denetlenmezse despotizm, diktatörlük olur,
Vs. vs.

“Allahtan başka kimseye hesap vermem” diyen zihniyet iktidarına devam ediyor uyuşturucu olarak kullandığı kömür ile… Durmak yok yola devam…
Özellikle “evetçi” meslektaşlarıma genelde de herkese Texas Üniversitesi, inşaat Mühendisliği Bölümü hocalarından Profesör Phil M. FERGUSON’un hayatını bir ibret örneği olarak okumalarını hassaten tavsiye ederim.

SON SÖZ:
Ne demiş propagandanın üstadı Faşist Göebbels “Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur”

Perşembe, Ağustos 19, 2010

Mustafa Özenç

Mahirlerden Özence selam olsun Dev-Gence

Ülkemizi emperyalizmin emrine sokan ve Ortadoğu’daki jandarmalarından biri haline getiren 12 EYLÜL Faşist Cuntacılarının inanılmaz intikam saldırıları kapsamında, Türkiye Devrimci Yol’unun yiğit evladı Mustafa Özenç; Cunta mahkemelerindeki uyduruk bir yargılama sonucunda 20 Ağustos 1981'de Adana Cezaevinin infaz avlusunda gecenin üçünde idam edilir.

Aşağıda bu yiğit Devrimcinin idamından kısa bir süre önce hücresinde yazdığı şiir ve idam öncesi babasına yazdığı ama asla teslim edilmeyen mektubu bulunmaktadır.

Anısı önünde saygı ile eğiliriz

RMÇ



O büyük gün geldiğinde
ben kimbilir kaç yıldan beri
ebedi yatağımda toprağın derinliklerinde
sonsuz bir uykuda uyuyor olacağım
fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi
uyanıp, sesimi kimse duymadan
o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla
kara toprağın altından, ben de haykıracağım.
Unutup geçmişte kalan acı dünü
kimbilir belki bir kış günü
üzerimi yorgan gibi kaplayan
bembayaz karın soğuğundan....
ya da sonbahar mevsiminde
kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım
ve milyonları saran o doyulmaz sevince
ben de sessizce ortak olacağım.
Mevsim ilkbahar sıcak bir yaz olsa da
gece gündüz farketmez ben her zaman hazırım
adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da
kalmamış ta olsa şu dünyada mezarım
hatırlayıp tek canlı gelmese başucuma
o müjdeyi ben doğadan alacağım
nasırlı ellerce yaratılan o görkemli bayrama
hiç kimse farketmeden ben de katılacağım.

Mustafa Özenç



27 yıl sansür yemiş sakıncalı(!) mektup:

"sevgili babacığım,
Sizlere bu satırları yazmamın en önemli nedeni kendinizi benim için suçlamamanız ve bu konuda soğukkanlı davranmanıza katkıda bulunabilmek istememdir. Sizler elinizden geldiğince bana destek olup iyi bir şekilde yetişmeme çalıştınız. Ancak içinde bulunulan toplumsal şartlar benim ister istemez bir tercih yapmamı gerektirdi.
Bu tercih bir yanda sermaye ve onun uşaklığını yapan faşist güçler, diğer yanda emekten yana olan güçler arasında söz konusu idi. ben de seve seve bugüne kadar uzanan sonuçlarını gördüğüm halde faşizme karşı emekten yana olmayı seçtim. ve doğru bildiğim değerler uğrunda onurluca savaştım. (...)
Hiçbir baskı veya cebir karşısında bir an dahi inandığım değerlere ihaneti düşünmedim. Sizler beni anlamak için her şeyden önce yaşamalısınız. (...) sömürü ve zulüm düzeni sürdüğü müddetçe bu savaş yok edilemez. İnkâr etmek gerçekleri de değiştirmez. er ya da geç bu bozuk düzen tüm pislikleriyle tarihin çöp sepetine atılacaktır. Bu uğurda gelen ölüm de, nereden gelirse gelsin hoş geldi, sefa geldi."

Mustafa Özenç




Salı, Ağustos 17, 2010

ALIN SİZE VESAYETİN SON BULMASINI SAĞLAYACAK PLAN-2

KATLİAMALARIN FAİLLERİNİ YARGILAYIN YA DA DEŞİFRE EDİN

Ne diyor Başbakan Erdoğan "12 Eylül referandumunda gencecik ölümlerle, zamansız vedalarla hesaplaşacağız. 30 yıl sonra milletçe 12 Eylül'le vedalaşacağız"
Ohh ne ala… Necip Türk Milletinin balık hafızasına sığınarak bu lafları etmek kolay ama bu konuda samimi olmak başka bir şey… Peki hadi samimiyseniz ve siyaseti vesayetten kurtarmak istiyorsanız, hani hazır da kozmik odaya girmişken hani istihbarat örgütleri de siyasi otoritenin emrindeyken, bulun şu 12 Eylül öncesi katliamların düzenleyicilerini, ama sakın devlet sırrı, derin devlet vs. gibi uyduruk bahanelerin ardına sığınmayın, sağır sultan bile biliyor bu kontrgerilla organizasyonunu, CIA yönetiminde tüm dünyaya yayılan bu terör örgütünün Türkiye ayağını bulun çıkarın hadi bulamadınız karşı olduğunuzu açıklayın, deşifre edin bu ahlaksız alçakça katliamların düzenleyicilerini, planlayıcılarını lanetleyin ama sözde değil yürekten yapın da görelim samimiyetinizi, ama sakın bunlar bilinmiyor demeyin, çünkü biz biliyoruz ki devlet bunların hepsini biliyor… Çözün şu devletin terör örgütünün şifrelerini de görelim hiç bir şeyden korkmadığınızı… Çözün şu devletin çekirdeğini hani adı derin devlet ya siz de sözde karşısınız ya, ama nerde o samimiyet… Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 2005 yılı başlarında katıldığı bir televizyon programıda "derin devlet, devletin kendisidir, derin devlet, askerdir.." demişti. bir iki ay içinde, yeğeni Yahya Murat Demirel'in Egebank olayı kapsamında, kardeş Demirel'in Isparta'daki fabrikalarına el koyuluverdi. Neden? Demirel uzun siyasi yaşamındaki belki en ve tek doğru lafını etti, cezasını gördü. Bırakın adamcağız başka şeyler de söylecekti belki de niye önünü kesiyorsunuz? Niye cezalandırıyorsunuz? Ya hani gizli kapaklı işlerin üstüne gidecektiniz işte size fırsat ve destek yalandan da olsa…Bulun ve cezalandırın da görelim ve gerçekten hesaplaşacağınıza inanalım.

Hani girdiniz ya kozmik odaya hani istihbarat örgütleri siyasi anlayışınızı benimsiyorlar ve siyasetinizle uyumlu çalışıyorlar ya;

Çözün 16 mart İstanbul Üniversitesi katliamını; 7 ölü, 47 kişi yaralı, Can Dündar’ın yazdığına göre Reşat Altay (AKP Hükümetinin Trabzon eski Emniyet Müdürü- Şimdi merkezde koruma altına alınmış durumda) anlaşılan bu işin içyüzünü en iyi bilen kişi, İstanbul Üniversitesi’nde 16 Mart 1978’de devrimci öğrencilerin üzerine bomba atılması ve silahlarla taranması sonucu 7 devrimci öğrenci öldü, 47 kişi yaralanmış idi. Devrimci Öğrencilerin katillerini yakalamak için peşlerine düşen polislere ise, “geri dön” emri verildi. Polis Memuru Yahya Gergin, 1978’de Sıkıyönetim Mahkemesi’ne verdiği ifadede, “geri dön” emri verenin Reşat Altay olduğunu söyledi. Hadi size samimiyet testinin en kolay sorusu başlayın en kolay sorudan da görelim mertliğinizi…
Çözün; 1 Mayıs 1977 katliamını hani 1 Mayıs 1977’de sular idaresi üstünden, İntercontinental Oteli’nin odalarından ve çatısından, Tarlabaşı girişinden, Beyaz Reno’dan, Pamuk Eczanesi’nin üstünden, Kazancı Yokuşu’nun yanındaki çiçekçiden ve alanın çeşitli çevrelerinden kitleye ateş ediliyordu ya Sular idaresi üstündeki postallı, Askeri giysili grup ateş ediyor ya. Bu grubu yöneten kişinin Uğur GÜR isimli polis şefi olduğunu sağır sultan da duymuş ve bunu o dönemin tanıkları doğruluyor. İlaveten l Mayıs katliamında rol alanların o dönemin ünlü MİT'çilerinden Hıram Abas, Mehmet Eymür, Nuri Gündeş olduğu iddialar arasındadır, Abas sonradan terfien MİT müsteşarı olacaktı. Mehmet Eymür ise 1990 lardaki kayıplar ve faili meçhul cinayetler ile yok etme operasyonlarında ve 96'da ortaya çıkan adı Susurluk Çetesi olan derin devlet operasyonlarının kilit elemanı idi. Gündeş Susurluk sürecinde "gizli Başbakan" Özer Çiller'in danışmanı olacaktı.
Çözün Hamido suikastını ve sonrası çıkan olayları 8 ölü 100 yaralı… HAMİDO lakabıyla tanınan Malatyalı Hamit Fendoğlu, 1946’da DP’nin gençlik kollarında siyasete atıldı; kısa süre sonra adı, “Adnan Menderes’in fedaisi” olarak anılmaya başladı, Yassıada’da Menderes’le yargılandı. 1977’de MSP ve MHP’nin desteğiyle Malatya Belediye Başkanlığı’na seçildi ve Ankara, Emek’teki PTT’den gönderilen bombalı paketin patlaması sonucu 17 Nisan 1978’de, gelini ve iki torunuyla birlikte hayatını kaybetti. Hamido cinayeti bahane edilerek Malatya’da çıkarılan olaylarda 8 kişi öldü; 100’ü aşkın kişi yaralandı. 12 Eylüle giden yola taş koyan bu olayı çözün bakalım nasıl provokasyonlar yaşanmış hep beraber bilelim…
Çözün Sivas katliamını 1978 yılındaki 9 ÖLÜ, 350 YARALI binlerce işyeri tahrip ve talan edilmiş… 4. 9. 1978 günü, saat 10.00 sıralarında Alibaba Mahallesi'nde halk, pazar yerinde bayram alışverişi yapmaktadır. Bu sıralarda mahallenin üst kesiminde bulunan Çukurtarla Semti'nde patlayıcı bir madde atılıyor ve yoldan geçen yurttaşlara saldırılıyor. Önceden hazırlanan plan gereğince aynı anda faşist bir grup da Alibaba pazar yerindeki halka silahla saldırarak "Ey Müslümanlar ne duruyorsunuz, Aleviler, komünistler namazdan çıkan Müslümanlara saldırdı, Müslümanlar katledildi" diyerek saldırılarını ve tahriklerini sürdürürler. Bu sırada yaşlı bir kadın saldırganın açtığı ateş sonucu öldürüldü. Birçok kişi yaralandı. Pazar yerindeki tüm eşyalar, araçlar talan ve tahrip edildi. Kalabalık giderek büyüyor, mahalle aralarına dalarak evleri yakma, yıkma girişimlerini yoğunlaştırıyorlardı. Olay giderek büyüyor ve tüm bölgeye yayılıyordu. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar panik içerisinde sıkılan kurşunlar altında nereye sığınacaklarını şaşırmış, var güçleri ile bağırarak imdat istiyorlardı. Mahalle bir savaş alanına dönmüştü. İşte Kahraman Maraş olaylarının bir idmanı niteliğindeki bu katliamın çözülmesi nasıl bir 12 eylül planlandığını ortaya çıkaracaktır.
Çözün Kahramanmaraş 1978 katliamını 552 ev ve 289 işyeri tahrip edildi, yaklaşık 550 kişi ölmüş, 1000 den fazla yaralı olmuş, şimdi hükümette bakanlık yapmış Abdülkadir Aksu o zaman Kahramanmaraş valisiydi… Faşistler tarafından gerçekleştirilen devrimci katliamı olup katliam öncesi Alevi-Sünni çatışmasını körükleyecek yalan ve provakatif yayınlar yapılmış, Aleviler ve solcular camiye bomba attı gibi aslı astarı olmayan söylentiler yayılmıştır. 19 Aralık 1978 günü ilk olay patlak verdi anti-komünist bir filmin oynatıldığı Çiçek Sineması'nda bir ses bombası patlatıldı ve daha önce sinemaya yerleşmiş faşistler, "solcular sinemayı bombaladı" diyerek, filmi izlemeye gelenleri yönlendirdi ve "Müslüman Türkiye, komünistlere ölüm" sloganlarıyla CHP il binası bombalandı ve yakıldı. Bu sırada, sinemaya bombayı attığı iddia edilen MHP'li Ökkeş Kenger (daha sonra milletvekili oldu) Ankara'ya telefonla "işi başardığı"nın haberini verirken yakalanıyordu. Kahramanmaraş ÜGD başkanı Mehmet Leblebici ile yardımcısı Mustafa Kanlıdere provokasyonu tertiplemiş, Ökkeş Kenger de uygulamıştı iddiaları mahkeme tarafından kabul edilmişti. 20 aralık'ta da faşist saldırılar sürdü, iki devrimci öğretmen katledildi ve MHP'liler cenaze kortejine de saldırdı. Jandarma polis olaylara müdahale etmemişti. 23 Aralık günü ise, günlerdir planlanan büyük katliama başlandı ve Alevi halkın yaşadığı mahallelerde eşi görülmemiş bir vahşet yaşandı, plan gereği polis, asker yoktu ortada. Bebelerin, kadınların karınları deşildi, evler yakıldı, hamile kadınlar şişlendi, "müslüman türkiye", "ordu millet el ele" sloganıyla saldırıya geçen faşist, gerici güruh, ellerinde makineli tüfekler, bombalar, dinamitler, satırlarla 12 Eylüle hazırlık anlamında kendilerine düşen rolu oynamışlardır.
Çözün Çorum katliamını; 60 den fazla ölü, 250 den fazla yaralı; ABD Büyükelçiliği görevlileri, mobil faşistler önderliğinde ikinci bir Kahramanmaraş katliamı hazırlanmış ve 12 Eylüle giden yol parü pak hazırlanmıştır. Yine her yerde olduğu üzere faşistler Alevilere ve devrimcilerin yaşadığı mahallelere saldırarak kendilerine devletin derinliklerinden verilen emirleri yerine getirip katliam, talan ve tahribat yaratmışlardır. Çözün bu alçakça planlanan ve hazırlanan katliamları da görelim kontrgerillanın, Ergenekon’un buradaki görevlerini ve samimiyetinize inanalım.
Çözün 3 temmuz Sivas katliamını; 3 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nin yakılması ve 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanının yanarak ya da dumandan boğularak hayatlarını kaybetmesi ile sonuçlanan olaylardır. Sanıkların avukatlığını milli görüşçü defalarca bakanlık yapmış Şevket Kazan yapmış ve bakanlığı sırasında da bu gerici-şeriatçıya dönüşmüş faşistleri cezaevinde ziyaret etmiştir. Çözün bu olayı da samimiyetinize inanalım…
Çözün faili meçhulleri; 1990 yıllara damgasını vuran ve yaklaşık 17.000 cinayeti kapsayan faili meçhul cinayet olarak duran olayları çözün. Zor mu çözmek peki başlayın bakalım şu olaydan neler çıkacak; 27 Kasım 1996 tarihinde Gebze Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi'nce şüphe üzerine durdurularak aranan bir otomobilde sonradan PKK itirafçısı olduğu söylenen iki kişi ve bu şahıslara ait çeşitli silah ve aletler bulunur. Faili meçhul cinayetlerin odak noktasında yakalanan bu kişiler görevlilere Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı’nda görevli Hanifi Avcı ve İstanbul Emniyet Müdür Muavini Reşat Altay'a (abiler burada da hizmetinizde) bağlı görev yaptıklarını bildirirler. Görevliler bu beyanın doğruluğunu tetkik ettikten sonra kişileri hiç bir işlem yapmadan üstlerinde ele geçen silahlarla birlikte serbest bırakırlar.

Hülasa çözün şu ABD Barış Gönüllülerinin çalışmalarını bu ülkede, çözün ki ABD nin ülkemizin dokusuna işlemiş olan her noktası açığa çıksın…

Çözün; 28 şubat darbe girişiminin arka yüzünü ve yargılayın faillerini (Çevik Bir)
Çözün; 27 nisan darbe girişiminin arka yüzünü ve yargılayın faillerini (Yaşar Büyükanıt)

Biliyorum bunları çözmeniz neredeyse imkânsız ama bu konudaki samimi kanaatlerinizi açıklayın, geçmişinizle yüzleşin MTTB geleneğini, Aydınlar Ocağı geleneğini, Komünizmle mücadele dernekleri geleneğini siyaseten mahkûm edin de görelim niyetinizi…

Pazar, Ağustos 08, 2010

SİYASET DIŞI VESAYETİN SON BULMASINI SAĞLAYACAK PLAN-1



İŞKENCECİLERİ YARGILAYIN YADA DEŞİFRE EDİN

Ne diyor Başbakan Erdoğan "12 Eylül referandumunda gencecik ölümlerle, zamansız vedalarla hesaplaşacağız. 30 yıl sonra milletçe 12 Eylül'le vedalaşacağız"
12 Eylül darbecileri ile birlikte aynı güçler tarafından beslenen AKEPE’ye ne oluyoruz be demek gerekir ancak, geriye dönüp bakıldığında içinden geldikleri siyasal geleneğin TBMM’deki aktörleri bırakın hesaplaşma hayalini idamlara onay verdiler.
Ohh ne ala… Necip Türk Milletinin balık hafızasına sığınarak bu lafları etmek kolay ama bu konuda samimi olmak başka bir şey… Peki, köprülerin altından çok sular aktı değiştiniz diyelim şimdi samimiyseniz ve siyaseti vesayetten kurtarmak istiyorsanız, insanı en fazla siyasetten uzaklaştırma aracı olan ve insanlığa karşı işlenen en önemli suç sayılan işkencenin en önemli hiyerarşisini oluşturan 12 Eylül yönetimini hiyerarşinin 1 numarasından başlayarak işkence malzemesi depocusuna kadar herkesi cezalandıracak yasa yapın da görelim ve gerçekten hesaplaşacağınıza inanalım.
Ama yok tabi. Anayasa değişiklik maddeleri Adalet Komisyonunda görüşülürken bir üyenin ‘’insanlığa karşı işlenen suçlarda zamanaşımı olmaz’’ maddesini önerdiğinde ‘’işi sulandırmayın’’ cevabı ile karşılaştığı üzere AKEPE samimiyetten uzak misyonunu yerine getiriyor.
Tayyip beyin Antalya konuşmasında ‘’AKEPE ANAYASASINA HAYIR pankartı açan Halkevi üyelerine uygulanan linç de 12 Eylül hukuksuzluğunun devam ettirileceğinin bir kanıtı olarak da karşımızda duruyor.
Ne demişti Netekim paşa paşamız? 82 Anayasasının lehinde konuşabilirsiniz, ancak aleyhinde konuşmak yasak.
Var mı bir farkı allahaşkına.
Ülkeyi emperyalistlere peşkeş çekerek ipotek eden; emperyalizmin Ortadoğu’daki tetikçisi haline getirilen TC ordusunu «Çevik Kuvvet» haline getiren Türkiye halklarının onurunu ve kimliğini emperyalizm karşısında yok eden, yürüyüş, toplantı, miting ve gösterilere müdahale ediyorum numarasıyla saldırarak insanları coplayan, döven ve hatta kurşunlayan, katleden, yerlerde sürükleyerek gözaltına alan, binlerce devrimci-ilerici ve yurtseveri işkence hanelerde, zindanlarda, sokaklarda, darağaçlarında katleden, Devrimcilerin-yurtseverlerin idam fermanına imza atan, tüm ülkeyi yarı-açık cezaevine, istisnasız tüm karakolları, emniyet amirliklerini, gözetim yerlerini, MİT binalarını, siyasi şubeleri işkence haneye çeviren; Uluslararası Af Örgütü’nün belirleyebildiği 72 çeşit işkenceyi yüz binlerce kişiye uygulayan ve bu işkencelerde yüzlerce kişiyi katleden, binlercesini sakat bırakan ve tedavisi olanaksız yaralar açan, “Elimizde taş gibi oğlanlar var” diyerek işkence hanelerdeki tecavüzleri, cop sokmaları meşrulaştırmaya çalışan; çocuk-yaşlı, kadın-erkek demeden herkese ve hatta hamile kadınlara dahi işkence yapan ve düşüklere yol açarak katliamları doğmamış çocukların katline kadar vardıran; Cezaevlerinde tutuklulara ve ailelerine eza-cefa, işkence, baskı, yasak ve keyfi yaptırımlar uygulayan, tutukluları kobay olarak kullanan, işkence soruşturmalarının üzerini örten, bu alçak işkencecileri onları koruyan, terfi ettiren, ödül veren;

12 Eylülün 5 li çetesi; Kenan EVREN, Nurettin ERSİN, Tahsin ŞAHİNKAYA, Nejat TÜMER, Sedat CELASUN ve emir komuta zinciri içinde Necdet ÜRUĞ, Necip TORUMTAY, Haydar SALTIK (MGK Genel Sekreteri, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı ve aynı zamanda cuntanın ''akıl hocası'', 12 Eylül operasyon planı olan ''Bayrak Planı''nın hazırlayıcısı) ,Necdet ÖZTORUN, Kemal YAMAK, Burhanettin BİGALI, Osman ÇİTİM (Adana merkez komutanı ve Tunceli Sıkıyönetim Komutan Yardımcısı ve jandarma Tugay Komutanı olarak halka yönelik işkence ve katliamlarda bizzat yer almıştır. Devrimcilerin yakalandığı yerde öldürülmesi emrini vermiştir) Ahmet TURHAN (Kürt halkına yapılan işkence ve katliamların içinde yer almıştır), Suat İLHAN (1983'e kadar Diyarbakır Kolordu Komutanı olarak Kürt halkına yönelik katliam ve asimilasyon politikasının uygulayıcısı olduğu gibi, daha sonra da ''Atatürk Dil, Tarih Yüksek Kurulu'' Başkanı olarak, faşist ideolojiyi ''Atatürkçülük'' adına kitlelere empoze etmeye çalışmıştır), Yusuf HAZNEDAROĞLU (Maraş Sıkıyönetim Komutan Yardımcısı. Maraş'ta işkenceleri yönetmiş, işkencede devrimcilere ''biz sizi beton çukurlara gömmeyi bilirdik ama ah şu dengeler yok mu!'' diyen bir faşist)
başta olmak üzere;
İşkencenin akademisyenleri
MİT’in dillere destan işkencelerinin, MİT merkezleri, şubeleri, sorgu merkezleri ve gizli MİT binalarının ünü 12 Mart'ta ve 1970-80 arasında da kamuoyuna yeterince yansımıştır. 12 Eylül döneminde MİT, CIA, MOSSAD işbirliğiyle yüksek tecrübeler neticesi geliştirilen işkence usul ve yöntemleri, canım ülkemin her bir yanına MİT'in Fuat Doğu gibi işkence uzmanlarınca taşınmış, öğretilmiş ve MİT'in işkence uzmanları karakol karakol gezerek işkencelere katılmışlar, uluslararası istişareler neticesinde edindikleri teorik bilgileri uygulama fırsatını bulmuşlardır. Bu işkencede sınır tanımaz işkenceciler tanınmamak için işkence yaptıkları kişilerin gözlerini bantlar ya da bağlar, birbirlerini kod isimleriyle çağırır, seslerini değiştirir, işkence ile imzalattıkları ifadenin altına isimlerini dahi yazmaktan korkar bu işkenceciler ve işte sırf bu yüzden MİT'in tüm operasyon mensupları işkencelerden dolayı sorumlu tutulabilirler.

12 Eylül'ün Valileri
Olağanüstü yetkilerle donatılan 12 Eylül valileri, vali yardımcıları, sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamalarından, demokratik hakların gaspından, baskı ve işkencelerden, katliamlardan sorumlu tutulmalıdırlar. Bunlardan en ünlü isim ise ANAVATAN hükümetleri döneminden bu yana değişmeyen İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu; Meşhur Kahramanmaraş katliamı dönemi Kahramanmaraş valisidir kendileri, bugünkü Hükümetinde en önemli simalarındandır. Hala en önemli siyasi cinayetler bu muhterem zat’ın İçişleri Bakanlığı döneminde gerçekleştirilmiş ve failler yakalanmadığı gibi deliller de karartılmıştır. Örneğin Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalının parçalanan araçları itfaiye aracının tazyikli suyu ile yıkanmıştır.
İşkenceleri Yaptıran veya Doğrudan Yapan İşkenceci Ordu Mensupları ve İşkenceci, Faşist Cezaevi Müdürleri ve Cezaevi Personeli
12 Eylül dönemini sembolize eden işkencenin en yoğun ve kapsamlı yaşandığı yerler olan cezaevlerindeki işkence, baskı, yasak ve keyfi uygulamalardan sorumlu olan faşist müdürler ve diğer görevliler cezaevlerindeki fiziki ve psikolojik yıpratmadan, işkencede katletmeye, açılık grevindeki, ölüm orucundaki tutukluları imhaya kadar tüm her şeyden sorumlu ve suçludurlar. Bu alçakların elleri, Metris, Sağmalcılar, Diyarbakır, Mamak, Adana başta olmak üzere tüm cezaevlerinde katledilen onlarca devrimci-yurtsever insanın kanına bulaşmıştır. Yüzlerce sakat ve binlerce hastanın yaratıcısı ve sorumlusu bunlardır.
İşkenceleri savunan ya da bizzat katılan Doktorlar
12 Eylül sürecinde meslek onurlarını korumayan ve bu anlamda en kötü sınavı verenler ne yazık ki Hipokrat yemini etmiş doktorlar oldu.
İşkence hiyerarşisine sistemli olarak onbinlerce işkenceci yetiştiren 12 Eylül, doktorlara Doktor olarak önlemesi gerekirken işkencelere katarak gerek merkez, şube ve karakollarda, gerekse de cezaevlerinde işkence dozaj ayarlamalarında rol verdiler, işkenceci olmayan bazı doktorlar ise ''bana dokunmayan yılan bin yaşasın” yaklaşımı ile işkenceyi gördüğü ya da bildiği halde sustu, sırtını döndü.
Kimileri de önüne getirilen işkenceden perişan olmuş insanlardaki işkence izlerini gönüllü ya da polis baskısıyla görmedi, sahte ''sağlam raporları'' tanzim ettiler, işkenceden ölüm nedenlerini gizleyip “normal ölüm” diye açıkladılar, ister bizzat ve doğrudan, isterse dolaylı yoldan işkenceye katılmış olsun, bu suça ortak olan doktorlar da işkence yapan kadar, işkenceyi bilen, gören ama susan, sessiz kalan da suçludur yorumu ile suçlanmalıdırlar.
12 Eylül 'Hukukçuları
12 Eylül döneminde yüzbinlerce ilerici-yurtsever-demokrat ve devrimciyi faşist cuntanın emir ve talimatları ve emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yargılayan ve inanılmaz ağır cezalara çarptıran, savaş hali hükümlerini geçerli kılarak savunma hakkını yok eden; işkencelere, işkencecilere göz yuman ve yüzlerce devrimci hakkında kalem kırarak idam hükmü veren hâkimler, savcılar, başsavcılar, adli müşavirler, hukukçulukla ilgisi olmadığı halde mahkemeleri yönlendirmek için atanmış mahkeme başkanları, askeri yargıtay üyeleri ve savcıları ve diğer tüm görevliler ''12 Eylül Hukuku''nun tüm uygulamalarından sorumlu tutulmalıdırlar.
İnsanlığın en büyük suç olarak kabul ettiği işkenceyi ''emirle yapmış olmak'', suçu hafifleten bir neden olmamalıdır olamaz da. İşkence yapmayı meslek haline getiren ve bundan zevk ve haz alan kişi, bunu ister emirle, isterse gönüllü ya da işsizlik korkusu gibi nedenlerle yapmış olsun suçlu sayılmalıdır. Ve hiçbir şekilde affedilmeyecek bir suçun failidir bu alçak işkenceciler.
Hadi buradan başlayın bağırsakları temizlemeye de görelim bu samimiyet çıkışınızı.
İktidarsınız ve Devletin tüm arşivleri elinizin altında, İşkence merkezlerinde dönemler itibariyle görev yapan en alttaki işkenceci dahil tüm bilgilere ulaşabilirsiniz. Genel Kurmay’ın kozmik odalarına kadar giren bir AKEPE samimi ise Askeri birliklerde yapılan işkencelere dair nöbet defterlerine de ulaşması mümkündür.
Samimiyseniz eğer böyle bir bağırsak temizliği yapabilirsiniz.
Hadi yargılayın, yapamazsanız da hiç olmazsa deşifre edin bu alçakları… İşkenceci polis şefini Koruma Müdürü yapan bir AKEPE den elbette samimiyet beklemiyoruz…
Ve bütün bu olan bitenlere sessiz kalıp “keşke Atatürk ülkeyi kurtarmamış olsaydı da İngilizlerin idaresinde olsaydık ” diyebilen kızlara destek olacaksınız sonrada biz samimiyiz diyeceksiniz ve inanılmasını bekleyeceksiniz.
diyoruz ki;
Hadi ordan… Hadi ordan… Hadi ordan…

Perşembe, Temmuz 22, 2010

YEŞİL DEVRİM

“Emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda 21 YY.da geliştirilen Yeni Sömürgecilik sürecinde yeni ataklar devam ederken para ve din belirleyici enstrüman olmaya devam ediyor”


Ukrayna’da “Turuncu Devrim”,
Gürcistan’da “Gül Devrimi”,
Kırgızistan’da “Lale Devrimi”…


Bir proje: Yeşil Kuşak

Bakıp görmeyenler, dinleyip duymayanlar hariç hatta sağır sultanın bile duyduğu ve bildiği üzere yeşil kuşak projesinin ana yaklaşımı, İslamiyet'i SSCB ve komünizme karşı bir kalkan yaparak, SSCB'nin petrol zengini Ortadoğu’daki olası etkinliğini engellemek ve süreç içinde İslamiyet ile kuşatılan bu coğrafyanın tamamen çökertilmesinden ibarettir.

SSCB'nin Afganistan işgalinde yarattığı staj ortamında CIA ve Pakistan himayesi ve önderliğinde İslami Mücahit güçler örgütlendi ve savaşan ordular yaratıldı. Bu uğurda Afganistan'da ekilen haşhaşın, eroin olarak dünya piyasasına arzına kirli savaşın finansmanı uğruna göz yumuldu ve hatta ön ayak olundu. Bu pazarlamada baba Bush ve Karzai aktif görev aldı. Ve nihai karşı saldırı amacıyla Afgan gruplara yoğun silah bağışı yapıldı. Pakistan'daki CIA kamplarında Afgan mücahitlerine askeri eğitim verildi. Verilen bu eğitimler enternasyonel radikal dinci savaşçı örgütlerin temeli oldu ve proje ürünlerini verdi.

Aynı dönemde İran ve Türkiye’de yapılan operasyonları sıralamaya gerek yoktur sanırım. Çünkü bu konu o kadar yazıldı çizildi ki… Ancak bu iki ülkede de 1 yıl ara ile darbeler gerçekleştirildi. Takip eden yıllarda Sovyet destekli Afgan Komünist Partisi Lideri Necibullah devlet başkanlığını bırakıp sığındığı Kabil’deki ABD Elçiliğinden alınarak elektrik direğine asıldı. CIA destekli darbe ile getirilen Pakistan Devlet Başkanı General Ziya Ül Hak yine bir CIA operasyonu ile 10 Bakanın da içinde bulunduğu askeri uçak düşürülerek öldürüldü.

Tüm bu yaşananlar bir yana bizi ilgilendiren bu projenin yarattığı tusunamiler…
Önce yeşil kuşak projesi nihai düşman görülen SSCB nin çökertilmesine yönelik dönemsel bir proje iken SSCB nin yıkılması neticesinde bunun haz ve tadına doyamayan emperyalistler işbirlikçileri aracılığı ile 1990 sonrası her daim bir yeşil kuşak projesi uydurması ile güzelim memleketimi dizlerinin üstüne çökertmişlerdir. Planlarının sorunsuz yürüdüğünü, çıkarlarının pekiştiğini gören bu alçaklar dahili bedhahlarıyla birlikte güzel memleketimi şimdi de kalıcı olarak yeşile boyamak için yeşil devrimin tehdidi altına almışlar ve buna uygunluk gösteren büyük ölçüde bir biat siyasası yaratışlardır. Kömürün ve yapılan iaşe yardımların uyuşturduğu ortamda ne yazık ki durum necip Türk milleti tarafından pek fark edilememektedir.

Erbakan’ın yeşil devrimini kanlı mı kansız mı gerçekleştireceğinin yarattığı korku ile toplumu radikal İslam yerine ılımlı islamın kucağına oturttular. İşte sıtmaya razı olma durumu budur.
Bence bu radikal İslam ile ılımlı İslam arasında görünen post kavgasının aktörleri “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman”dan “Tek yol İslam” a kadar nasıl evrildiğinin “milli görüş” durağından geçerek sonuçta nasıl “ılımlı İslam”a gelindiğinin izahıdır. Bu durum evrime ayak uyduramayanların ABD ve AB tarafından nasıl tasfiye edildiğinin resmi olup, bugün dünkü destekleyicilerine başkaldırmalarının ve saldırmalarının gerekçesini oluşturmaktadır.

Kurtlar vadisi felsefesi ile konuşarak sokakta taraftar toplayan kabadayı edası ile kasım kasım kasılan muhteris liderler güzelim memleketimi, ne yazık ki Soros’un sınırsız desteği ve harici ve dahili bedhahlarının inanılmaz ve şeytana pabucunu ters giydirecek tezgahları ile yeni bir devrime taşıyor. Bu kabil renkli devrimlerin mimarı-müteahhiti–kontrolörü durumundaki ABD ve AB nin karanlık mahfillerindeki düşünce kuruluşları (en başta da dış ilişkiler konseyi) amaçlarını inanılmaz güzel ve cilalı biçimde örterek malum gerekçelerle ve malum kaynaklardan oluşturdukları fonlar vasıtasıyla özellikle de tercih ettikleri dil ve sorunların teşhisinin doğruluğuyla da yarattıkları iklim neticesinde başta gençlerimizi zehirleyerek siyasi ve ekonomik emellerini gerçekleştirmenin peşindeler.

Peki bugüne kadar bu rolleri kim oynadı güzelim memleketimde; Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi lider ve kadroları oynamadı diyebilir Allah aşkına…

Dünün işbirlikçilerinden ılımlı İslam’a evrilip terfi edemeyenler ya da değişip dönüşemeyenler bugün yeterince güvenilir bulunmadıklarından ya da artık işlerinin ve misyonlarının bittiğine inanıldığından olsa gerek terk edilmişliğin verdiği acı ile dün işbirliği yaptıklarına şimdi esip gürlemektedirler.

Diğer taraftan da milliyetçiliğe giydirilen türban sayesinde oldu sana bir ulusalcılık Allah selamet versin…

Peki, ya sürekli milli siyasetin gereği her Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonrası açıklanan ve genellikle duruma göre 1. ya da 2. sıraya geçen “Kurulumuz irtica ile mücadele” ye devam etme kararı almıştır açıklaması yaparak koca koca laflar eden ve bu kurulun lokomotifi durumundaki Silahlı Kuvvetlere ne demeli. Bu rolün neresinde zannediyorlar kendilerini acaba? Hele şimdi komutanlıktan eskimiş bu kişilerin TV lerde boy boy görünüp kocaman kocaman laflar ettiklerine bakılırsa, ya dün ta İsviçrelere kadar kaçan Yobazbaşını tekrar parti kurup politikaya devam etmesi için davet ettiklerini unutuyorlar ya da bizi ahmak zannediyorlar. DİSK Metal İş Sendikasının Gönen Eğitim Tesisinin mahkeme kararı ile alındığı tarihe kadar geçen dönemde 12 Eylülçü faşist generaller tarafından yatılı Kur’an Kursu yapıldığı hala hafızalarımızdan silinmedi. Bir taraftan “iti ite kırdırma” politikaları ile bu ülkenin 10 yıllarını; diğer taraftan binlerce düşünen ve sahiplenen insanının yok edilmesine diğer taraftan da alımı yapılan silah ve projeler ile deyim yerinde ise gırtlağına kadar borçlanmasına sebep olduklarını unutmamızı beklemesinler. Hele hele yaklaşık 1 milyon insanı gözaltına alan, binlercesini işkencede yok etme pahasına mevcut apoletlerine ilaveten “our boys” apoleti ile ABD den aldıkları aferinleri asla unutmayacağız. Bu güzel ülke insanına zulmeden işbirlikçilerli unutmayacağız ve onlarla barışmayacağız.

Şimdi bakıyorum bazı generaller “onlarda yanlıştı” diyorlar ya sanki gözlerinden çakmak çakmak bugün de doğruyu yapmıyoruz ama ne yapalım rolümüz bu işte dedikleri belli oluyor.

ÖZ DEMOKRASİ
EN ÖZ DEMOKRASİ
ULTRA DEMOKRASİ
diye diye korkarım adım adım gidilen nokta Yeşil devrimdir…

Son söz; umarım bu kez ülke devrimin rengini karıştırır ve halktan yana en geniş kitleleri mutlu kılacak bir renkli devrim oluşur bu güzelim memleketimde ama nerde o günler…

Cuma, Haziran 11, 2010

AĞACA ÇIKARAK YENİLEN DUTUN KARŞILIĞI ANNEDEN DAYAK

Çocukluğumun; her çocuğunki gibi bir sürü şeyin varlığından haberdar hatta duyup ta ulaşamayan ama son derece sağlıklı, güvenli ve duyarlı bir çevrede geçtiğini bugün de çok rahatlıkla söyleyebilirim. Doğup çocukluğumun geçtiği bu güzel ve şirin sahil kasabasını ahh bir Yaşar Kemal ya da bir Balsac olsam da uzun uzun tarifleyebilsem, şimdilerde de çok meşhur olan yerli mandalinini, soğanını, kavununu, kopanisti peynirini ve balığını, Girit’ten başlayan Selanik’e kadar uzanan “ricat coğrafyasının göçmenlerinin” inanılmaz bir ahenk ama aynı zamanda kendi içine dönük yaşamlarını anlatabilsem. Böyle bir meziyet ve kabiliyetimin olmamasına rağmen bu içimde kabaran nostaljik durumu paylaşmak için içimde inanılmaz bir istek var ve bu isteğin yarattığı azim ile başladım bunları yazmaya umarım bu şirin sahil kasabasına layık ya da en azında hakkettiğinden az olmayan bir sonuç çıkar ortaya…

Ne hoş şeyler hatırlıyorum o günlerden; örneğin evlerin çatılarında şişeler olurdu hani evde gelinlik kızların bulunduğunu hatta evdeki gelinlik kız sayısıyla da uyumlu miktarda olmak kaydıyla yerleştirilirdi ki bunlar kızlar gelin gittikten sonra da aynı miktarlarda eksiltilirdi, nasıl bir görenekti, buradan göçen Rumlardan mı yoksa buraya bugünkü Yunanistan’dan göçen Müslüman Türklerden mi intikal etmiştir bilemedim, belki de akraba evliliğinin önüne geçmenin bir yoluydu ama enteresan olduğu tartışılmaz…

Ayakkabı ihtiyacı olunca kunduracı İbrahim abiye gidilir oda sanatının üstadı imajı bırakacak biçimde ayağımızı bir karton üzerine çıplak olarak bastırır ve bunu silinmez kurşun kalemle özenle çizer ve “3 gün sonra gel” ya da “5 gün sonra gel” diye bizi gönderirdi, süre dolunca gider ayakkabılarımızı alırdık ve görürdük ki ayakkabının tamamında ham deri kullanıldığından en çabuk eskiyen yanı olan tabanında bol miktarda kabara var ki uzun süre kullanılabilsin bu ayakkabılar, tabii şimdiki gibi öyle her amaca yönelik ya da her elbise rengine uyum sağlayacak şekilde farklı ayakkabı sahibi olmayı bir kenara bırakın bunun fikri bile akla düşmezdi. Şimdilerde sadece bu yüzden büyük ayakkabı mağazalarına gider o güzelim rengarenk çocuk ayakkabılarını uzun uzun inceler ve keşke bizim dönemimizde de böyle olsaydı diye içimden geçiririm.

Bu şirin kasabamızı; Ülkemizin en önemli 3 şehrinden biri olan İle bağlayan daracık ve şunun tarlasına dokunmasın bununkine özellikle dokunsun siyasi tercihleri neticesinde tüm diğer yollar gibi yılana benzer bir karayolu vardı ve sabah kasabadan erken saatte yola çıkan akşam geç saatte dönen bir rutin seyrüsefer düzeni içinde, burunlu Peugeot marka otobüsü ile kader birlikteliği olan “pejo” lakabı ile maruf bir sahibi vardı oğluda benim ilkokul arkadaşım olan Recep bile babasının bu lakabı ile anılırdı “Pejo Recep” ve ne yazık ki kendisini birkaç yıl önce kaybetmişiz ve maalesef benim haberim yeni oldu… Zaten Kaymakamlık, Jandarma, Polis için birer araç dışında köyler dahil kasabamızda 2 köy minibüsü 2 kamyon 2 traktör ve iki taksi vardı.

Bizim de evimiz bahçeli idi hani bahçeli deyince sakın evin önündeki birkaç yüz m2 bahçe anlaşılmasın; kocaman en azından benim gözümde öyleydi, yaklaşık 6 dönüm bir bahçeydi söz konusu ve içinde her türlü ağaç vardı. Kocaman dolaplı bir kuyusu ve yine içinde yüzlerce balığı bulunan kocaman bir sulama havuzu vardı, bağ evi görünümlü bir evdi ve bahçesindeki ağaçlardan bu yazının yazılmasına vesile olan dut ağacı en görkemlisi idi, beyaz parmak dut diye anılan meyvesi ile de tüm sokağa hizmet verir hatta yoldan geçen köylülerde göz hakkı çerçevesinde yola sarkan dallarındaki dut meyvesinden toplarlardı. Küçük kasabalarda insanlara hitap edilmesi veya insanların anılmasında belki soyadı kanunu öncesinin alışkanlığından olsa gerek lakap kullanılması olmazsa olmaz gibi bir şeydi; Babamın lakabı da gençliğinde hergün giydiği pırıl pırıl parlayan körüklü çizmelerinin benzemesi nedeniyle “Tito Yaşar” imiş ve “Tito Yaşar” bir gün erken saatte bu dutu, olgunlaşan dutların yere düşmesi ile oluşan kendisine göre pislikte bol miktarda sineğin toplandığı gerekçesi ile keser ve uyandığımızda artık dutumuzun olmadığını görünce şok olmuştuk ama artık yapacak bir şey kalmamıştı. Kesilen dut ağacımızın gövdesinden yine anımsadığım kadarı ile dut ağacı gövdesinden iyi eşek semeri yapılır gerekçesi ile bizim ve bir tanıdığımızın eşeğine 2 adet semer yapılmış ve dutumuz uzunca süre de bu eşeklerin sırtında semer olarak yaşamış idi. Ama en sinir bozucu tarafı ise artık üstüne çıkıp saatlerce hatta ishal olana kadar dut yeme zevkimiz sona ermişti ve belki de bu yüzden evimizin bahçesi bana çıplak görünmekte idi.

Evlerin etrafları ise; tütün tarlaları, buğday-arpa-yulaf tarlaları, karpuz kavun tarlaları, anason tarlaları ile incir, sakız, dut, zeytin, narinciye, armut, iğde ağaçları, nar, badem ağaçları ile dolu bahçeler ile çevriliydiler ve az da olsa üzüm bağları bulunmakta idi ve biz bunların kah üstüne çıkarak kah altına saklanarak buradaki “göz hakkımız” olan hırsızlığımızı yapardık.

Atlar, eşekler, keçiler, koyunlar vardı, neredeyse her evde bir keçi bulunurdu hem de çok süt veren cinsi olan “Malta keçisi”, keçiler koyunlara göre daha fazla yer alırdı evlerin ahırlarında hele keçi yavruları, oğlaklar bir güzeldirler yazılarak anlatılamaz bu güzellikler. Keçilere koyunlara yavruladıktan sonra yavrularını sahibinin bilgisi dışında beslemesin diye bezden yapılmış koruma sağlayan çantacıklar asılırdı (bir nevi sütyen) vay be neler hatırlıyorum…

Babam o yıllarda her Türk erkeği gibi inanılmaz sigara içicisi, dönemin önemli sigarası Bafra var filtresiz ve hatırladığım kadarı ile de fiyatı 60 kuruş; ta ki yakalanana kadar babama her sigara almaya gittiğimde Bakkal Mehmet abiye “babama bir paket Bafra sigarası birde 40 kuruş ver hesabına 1 Tl yaz” derdim o da ne bilsin söyleneni yapardı birgün hesap kabarık mı olmuş işte ne olmuşsa benim 40 kuruşu alıp kullandığım ortaya çıkınca, babamdan inanılmaz bir fırça yedim ayrıca da kıssa ve hisse muhabbetleri yapıldı saatlerce…

Herkesin bahçesinde yüzlerce mandalin, portakal ve limon ağacı vardı en azından yine hatırladığım kadarı ile de bizim uzunca sayılabilecek sokağımız limon çiçeği kokusu ile dolu olurdu o zamanlar özellikle de akşam saatlerinde, şimdi ise imara ve yapılaşmaya açılmasını takiben kanalizasyon kokmaktadır. İmarın ve yapılaşmanın yarattığı ekonomik değer artışı belki hepimizi rahatlattı ama bu duygularımızı kaybettirdi bize…

Sokakta oynanan oyunlar hava kararana kadar devam eder ve hatta annelerin “baban seni çağırıyor” demesine kadar da bitmezdi, düşerek kalkarak oynanan bu oyunlar içinde; çikolata ve sakız paketleri içinden çıkan futbolcu resimlerinin duvara dayayarak serbest bırakılması ve diğer oyuncunun attığı bir öncekilerin birine değmesi halinde değdiği resmin alınması, değmemesi halinde ise hamle hakkının diğer oyuncuya geçmesi şeklinde saatlerce süren oyun, kaptan çukuru denilen bilyelerin birbirlerine çarptırılarak oyun alanı içindeki birkaç çukura sokulması oyunu, halen devam ettiğini duyduğum çelik-çomak oyunu vs. gibi bir sürüsü daha… Tozun toprağın içinde oynanırdı hiçbir korku ve kaygı taşımadan tüm bu oyunlar, hele de yağmur yağınca saklambaç oynamak bir başka güzel gelirdi bize, toprağın yağmurda oluşan kokusunu almak için bir kıskançlık gösterisiyle bir kenara saklanıp kokuyu başkaları ile paylaşmamak mı yoksa oyun bahanesiyle yağmurdan az etkilenmeye ve oyunu bırakmadan devam edebilmek kaygısından mı bilemeyeceğim ama, işte öyle… Hele bir de Teksas ve Tommiks çizgi romanlarını okuma zevki yaşanırdı ki sormayın gitsin, hele de okunmuşların arkadaşlar arasındaki değişikliği dönemindeki tartışmalar, pazarlıklar içeren uzun uzun konuşmalar gerçekten hatırlanmaya değer şeyler olup asıl olanın ise tarifsiz bir arkadaşlık, saf, temiz ve karşılıklılık gerektirmeyen yapmacık olmaktan sonsuz uzak ilişkiler olmasıydı…

Hükümet binasının hemen arkasında Kasaba Kalesinin karşısında yaklaşık 20 mt ye 30 mt lik bir boş arsa vardı oranın adı da Ali Sami Yen’di orada kasabımızda ister sonradan ünlü futbolcu olsun isterse de benim gibi sıradan bir futbolsever olsun herkes oynamıştır ve hatırladığım kadarı ile de oynayanların 3 yada 4 katı kadar seyircisi olurdu bu maçların ve tabii ki herkesin burada da birer lakabı vardı bunlardan şu anda aklıma gelen “Sanlı İbo” olup hala daha bu arkadaşımıza 50 yaşların ortalarına gelmemize karşın “Sanlı” diye hitap ederiz, hangi İbo Sanlı İbo gibisinden işte…

Kollarımızda neredeyse herkesin kolunda ve sünnetlerinde takılmış olan büyük gururla taşıdıkları “Nacar” marka kol saatleri, ailece gidilen misafirliklerde “teyzesi çocuğa paşa çayı” muhabbetleri, Turistik kasabamızın yeni ve aykırı yazlık misafirleri Hippiler, Rumeli dondurmacısının ilk hali seyyar satıcıdan sakızlı veya karadutlu dondurma alma muhabbetleri, her kasabada olduğu üzere bizim kasabada da Somalı gazozları vardı, ne güzel tatlardı bunlar tarifsiz…

Yazlık sinemalarda; Yılmaz Güney, Ayhan Işık, Kuzey Vargın filmleri, Radyolarda Zeki Müren, Safiye Ayla, Fecri Ebcioğlu, şarkıları ile meşhur Orhan Boran’lı şovlar ile akşamları “arkası yarın” ile radyo tiyatrosu ve ajanslarda yerli Süleyman Demirel haberleri ile yabancı “Mısır’ın yarı resmi haber ajansı el-ahram” mahreçli haberleri ile sürekli tekrarlanan Kıbrıs başlıklı konuda ise “Denktaş” haberleri ve pikaplarda (plakçalar) Orhan Gencebay, Berkant, Ertan Anapa ve rock’n roll kralı Elvis Presley şarkıları doyumsuz anlar yaşatırdı insanlara…

Hükümet başkanı olarak ta; Süleyman Demirel vardı (hala var ya işte aynısı) tam bir padişah izlenimi vererek iktidara gelmiş de hiç gitmeyecek bir görüntü vererek, gitse bile sanki maç arası olmuş ve bitmiş gibi yeniden gelerek…

Teknolojinin orta halli ailelere hiç yakın olmadığı yıllardır bu yıllar ve radyo dışında buzdolabı hele de telefon bizler için sanki hiç ulaşılmayacakmış gibi duran teknolojik araçlardı…

Rumeli göçmeni olan bir ailenin bir bireyi olarak annemin babamın softa olmadığını hemen belirtmeliyim ama annemin inanılmaz bir şekilde beni kuran kursuna gönderme arzusu vardı tüm reddetmeme karşın kuran kursuna da yazdırıldım ve başladık kursa cami ve kuran kursu için ayrılmış odacık hemen denizin kenarında idi ve biz kursa devam ederken arkadaşların denizde yüzerken bağırış-çağırışları bize kadar gelir ben açıktan diğer arkadaşlar ise gizliden gizliye imrenerek dalar giderlerdi deniz hayaliyle. Aslında kursu veren caminin müezzini aynı zamanda arkadaşımızın babası olan muhterem zat son derece hoşgörülü ve bizlere sevgi ile yaklaşan biri idi, günlerden birgün demek ki onunda eşref saati dışındaki eşek saatine denk geldik oturduğu yerden uzun değneği ile bize vurmaya başladı, işte o anda bende film koptu ve odadan dışarıya fırlayarak asma kilidi olan ve dışarıdan kapanan kapıyı kilitleyerek ortadan kayboldum ve kısa süre önce başlayan kuran kursu macerası nihayetlendi böylece. Annem bu duruma çok üzüldü eksik kalan bu arzusunu torununda denemek istedi ama ne yazık ki onu da başaramadı. Ama annem 1998 yılında hacca gittiğimi duyunca çok sevinmişti. Neden öyle sevindi anlayamadım çünkü kendisi oruç tutmanın dışındaki hiçbir dini vecibeyi yerine getirmemiştir akşamları da teravih namazına da gitmezdi bu yüzden de babamın açlık grevi yapıyorsun takılmalarına muhatap olurdu; babam ise sadece bayram namazlarına gider ve kurban bayramlarında kurban keserdi. İşte böyle bir ortamda çocuğu kuran kursuna gönderme isteği nasıl oluşmuş onu da hiç anlayamadım.

Ve deniz, olmazsa olmazı idi çocukluğumuzun saatlerce süren kızlı erkekli grup olarak bir uçtan ötekine yüzme fasılları, mayo çıkarmalara kadar varan şamatalarla sürerdi.

Fakat yeter mi bize kendi dutumuzu yemek ya da saatlerce denizde yüzmek, mutlaka başka yere gidip karadut yemeliyiz bunun üstüne… İzin almak yok zaten hırsızlık çalmaktır hırsızlık bir kimsenin haberi olmadan malını alıp götürmektir oysa bu dut erik çağla çalınması işi hele de çocuklar tarafından yapılıyorsa babamın deyimiyle bunun adı göz hakkıdır, Karaduta çık, üstüne giydiğin gömlek kan kırmızı olsun eller dirseklerine kadar kırmızı, ishal olana kadar ye, o tarihlerde şimdiki gibi envai çeşit deterjan yok ki temizlensin bunlar, tabii ki annemin tavrı sadece o lekeleri çıkaramamanın kızgınlığı değil ayrıca çok az sayıda olan giyim eşyalarının birini daha kullanım dışı kalmasıdır… Ye dayağı otur...

Anılarım boyunca onları tazeleme adına bugün gittim aynısını yeniden yaptım, gittim dayıoğlunun tarlasına ama artık tarlalar tel örgülerle çevrili ve tarlalar bile özgür değil ya açtık kapıyı girdik içeri önce taze nohut yemenin dayanılmaz keyfini yaşadım, sonra dalından kopardığım acurları afiyetle yedim ve finale de karadutu bıraktım. Ve nihayet çıktım karaduta, başladım yemeye bir taraftan ellerim dirseklerime kadar kan kırmızı oldu tıpkı çocukluğumdaki gibi, diğer taraftan ise giydiğim gömlek kırmızı lekelerle doldu, ama tarifsiz bir mutluluk yaşadım aç kalan ruhumu doyurdum tıka basa… Ama şimdi gittik yedik üstümüzü kirlettik ve geldik eve… Hani dünün ağaca çıkarak karadut yemenin bedeli dayak vardı ya işte konunun tek eksiği bu idi 45 sene önceye göre… Belki annem artık yorgun belki elleri yorgun dimağı yorgun belki yüreği yorgun da belki o yüzden o gün uygun gördüğünü bugün görmüyor gibi, belki hoşgörüsü yaşına uygun olarak arttı…

Salı, Mayıs 25, 2010

EFENDİLERE DİRENEN KÜBA

Kapitalist dünyanın efendi yöneticileri, kendini büyük toprak sahiplerinden, aristokratlardan, bankacılardan ve her türlü sömürgeci ve sömürücüden, demokrasiyi hiçe sayanlardan kurtaran, dünyaya çok önemli bir örnek teşkil eden büyük bir devrim sonucu doğan Küba’yı içlerine sindirmeye hiçbir zaman yanaşmamışlardır, yanaşmamaktadırlar ve de yanaşmayacaklardır bu çok açıktan görülmektedir. Kendileri açısından dünyayı ve kendi sistemlerini tehdit ettiğini düşündükleri bu sisteme dolayısı ile de bu ülkeye karşı hiçbir zaman, (ancak görülebildiği ölçüde) olağan sayılacak ekonomik, siyasi ilişkiler kurulabilecek bir ülke gözüyle bakmamaktadırlar ve bu uğurda yapılan hiçbir davet ve öneriyi olumlu değerlendirmemektedirler. Bu aşağılanan, horlanan ve efendilerine karşı büyük bir üstünlük sağlayan bu ayak takımının yarattığı devrimi boğmak için, her türlü uluslararası zorbalığa varacak ölçüde, ekonomik ve ticari ambargo yanında silahlı saldırılar, planlı-örgütlü sabotajlar, her fırsatta uluslararası çağrıları ile yıkım müteahhitleri edasıyla yaklaşım devam etmektedir ve edecektir taa ki kendilerince nihai maksat hâsıl olana kadar. Kendilerinden olmayanların yıkılması, yaşamaması hülasa örnek teşkil etmemesi açısından, bu efendilere göre her yol mübahtır, hatta maksadın hasıl olması açısından Makyavelizm olmazsa olmazdır.

Küba devrimi destanından sadece Che ve Fidel’i akılda tutarak onları ön plana çıkaranların maksatlarının bu açıklığı karşısında, sanki devrimin ömrü onların ömürleri ile ölçülecektir ve sınırlıdır ince ve hain dayatmaları karşısında bütün uyanıklığını gösteren Kübalıların başarısının daim kılınması ve hatta benzer ülkelerinin sayılarının artması, Kapitalist dünyanın efendilerinin pervasızca ve ahlaksızca saldırıları ve dünyanın tek hâkimi rolünü oynamalarına engel oluşturacağı gerçeğinin dünya halkları tarafından bilinmesi gerekmektedir ve hatta bu uğurda elden ne geliyor ise yapılmalıdır. Elbette Kübalılar, dün sıtmadan kırılır iken, doktor bulamamazlığın ilaç bulamamazlığın bulsa da alamamazlığın, nüfusun çok önemli bir bölümünün okur-yazarlığının olmamasını ve bu yüzden sömürünün katmerleştiği dönemi unutmayacak ve bugünün kadrini bilecek kadar bilinç açıklığı ve uyanıklığı gösterecek gibi görünse de; unutmayalım ki karşılarında ki “tek dişi kalmış canavar” “su uyur düşman uyumaz” şiarı ile kendi disiplini içerisinde hamle sırasının kendisine tekrar gelmesini avuçlarını ovuştura ovuştura beklemektedir.

Sonuç olarak; insanlığın konuya “ya siyah ya beyaz” yargısı ile bakabilmesi ve toptancı bir yaklaşım temini amacı ile Dünyanın şu an ki efendileri tarafından yapılan büyük propagandalara rağmen Küba’nın siyahları olmasına rağmen beyazlarının sayısının önemli miktarda olduğu gerçeğini de yadsımadan, Küba pratiğinin dünyamıza ve insanlığa kazandırdıklarını göz ve kulak ardı etmeksizin yaklaşım göstermek her insanın her şeyden önce en temel insanlık görevidir. Büyük nefretlerin ve suçlamaların hedefi haline getirilmeye çalışılan bu ülkenin bu anlamda bir nişan tahtası olmasına izin verilmemelidir. Verilmemelidir ki; demir yumruklu diktatörlerin ülkelerinde uluslararası sömürünün, tüyler ürperten cinayetlerin, tenkilin, işkencenin, soygunun ve insanı haklarının ihlalinin ve insanın yok sayılmasının ve bu uğurda da kapitalist dünyanın efendilerinin değirmenine su taşınmasının önüne geçilebilmesinin bayrağı yükseltilebilsin. Yine uygarlığın temsilcisi unvanı kendinden menkul bu efendiler; yaygın bir biçimde Küba devriminin saygın önderlerini dünyanın en kanlı diktatörleri olarak simgeleşen bazı kişilerle birbirlerine yakın uygulamaların insanı olarak göstermek konusunda hiçbir utanmazlığa ve aymazlığa düşmeden çaba göstermektedirler ve bu benzeştirme çabalarının ki bunlar artık saldırıların birinci sırasında tutulmaya çalışılıyor ve bu hileli ve defolu yaklaşımla kişiler üstünden de sistemleri lekelemeye çaba göstermektedirler. Belli ki bu çabalar neticesinde her yerde ve her koşulda; demokrasiyi, insan haklarını, özgürlüğü sağlayacak en iyi sistemin kendi sistemleri olduğunu beyinlere yerleştirmeye çalışıyorlar ama unutuyorlar bizim unutmadığımızı daha yeni komşumuz Irak’ta yaptıklarını, nerede ise 1.000.000 dan fazla insanı öldürdüklerini veya ölümlerine neden olduklarını, nasıl bu kadar açıktan yalan söyleyebilirler ama biz biliyoruz ki bunlar propagandanın babası sayılan Göbells’in torunlarıdırlar ve onlara göre “yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur” her zaman tek ve geçerli yoldur ve yine biz biliriz ki her sistemde olduğu üzere teorik öngörüler ile pratik sonuçlar arasındaki makas açıktır ne yazık ki…

Kapitalist dünyanın efendilerinin olağanüstü önlemlerine rağmen varolma savaşı verilen bu ada ülkesinde yine kapitalist dünyanın efendilerinin bir tek karşı çıkmadığı hatta el altından da olsa desteklediği ekonomik faaliyet var o da turizm. Bu efendiler turizmin nasıl bir mikrop ve virüs olduğunu iyi bilirler ve bilirler ki bu yolla bir ülkeyi içten en kalıcı biçimde yok etmenin en etkili yoludur ve işte bu yüzden bu konuda niyet gösteren her ülkeyi sonuna kadar desteklerler ve bunu yaparken de hiç bir şeyden imtina etmezler. Örneğin Türkiye’de 24 ocak kararlarının siyasi lokomotifi 12 Eylül faşist cuntası ise sosyal lokomotifi de uluslararası entegrasyon adına turizm olmuş ve uluslararası efendiler ile yerli işbirlikçileri başta Turgut Özal olmak üzere ilgili sektörü hiçbir destekten azade tutmamışlardır. Ama biz yine biliriz ki; uluslar arası her kurum ve kuruluş ne yazık ki bu efendilerin himayesi altındadır hatta bunlardan karşıt olduğu izlenimi verenler bile öyledir ki örneğin Unesco kültür mirasına Trinidatın girmesi Havana’nın girmemesi bile sadece değerlendirme neticesi değil, ayrıca bir ayıp değil nasıl bir şartlanmışlık olduğunun ve dünyanın efendilerinin kontrolü altında olan her kurum ve kuruluşun nasıl hinlik ve cinlik ve ince düşmanlıklarının da merkezi olduğunun çok açık bir göstergesidir. Böyle iddialı iddialı biz biliriz diyorum ama bunları bilenlerin sayısı mı azdır yoksa bilip ses çıkarmayanlar mı çoktur işte bu ciddi kaygı unsuru olup bilmeyenlere öğretmenin kolay olduğunu bilerek ses çıkarmayanlara ise yapılacak bir şeyin olmadığını da iyi biliriz.