Pazar, Nisan 07, 2013

SÜRGÜNLER (TEHCİR) BEŞİĞİ ANADOLU

Canım yurdum, bilinen tarihlerden bu yana, Karamanoğulları’nın Yunanistan’a sürülmesi ile başlayan, Kızılbaş sürgünleri, Ermeni tehciri, Mübadele adı altında Ortodoks ve Müslüman nüfusun göç ettirilmesi, Dersim sürgünleri başta olmak üzere devam eden sürekli bir gönüllü ya da zorunlu göçlere tabi tutulmuş bir coğrafya olup, nerdeyse canım Yurdumun tarihi de sürülen kavimlerin acıları, sefaletleri ve yok oluşlarının bir tarihidir adeta… Muktedirlerin siyasal çizgisine ve oluşturdukları sisteme ve bunların beklentilerine uygun olarak, her birisinde de tabii ki sürülenleri sürekli suçlu bulacak uygun bir bahane ve makul bir açıklama uydurularak, kendi beklentilerine uygun kitlesel ıslahın gerçekleşmediği gerekçesiyle bu rezalet uygulamaları gerçekleştirmişlerdir.
Siz bakmayın, başta Süleyman Demirel olmak üzere, devletin önemli makamlarında görev yapmış mühim zevatın, kendilerinden kırmızı plakalar ile donatılmış yetkileri ellerinden alınmış ve artık devletin gücünü kullanamaz hale geldikleri dönemlerde hukuka uygun işlemlerin yapılmadığı iddialarına, kendilerinin hükümranlığı altındaki dönemler için her şey hukuka uygundu iddialarına, bunlar sadece bizi aptal yerine koydukları, hafızalarımızın balık hafızası olduğunun tespitini iyi yaptıkları için bu kabil gudubet lafları etmektedirler.
Canım Yurdum ne yazık ki hiçbir zaman normal hukuk kurallarıyla yönetilemedi, İstiklal Mahkemeleri, 27 Mayıs Mahkemeleri, Devlet güvenlik mahkemeleri, sıkıyönetim mahkemeleri, özel yetkili mahkemeler vs. vs. hep muktedirler adına ve onların uluslar arası müstevlilerinin çıkarları uğruna işler yapmaktan çekinmediler, çekinmemekteler… Tek dert sürekli kendi amaçlarına uygun hukuk kurguları yaratarak, bu rezalete uyum göstermeyenleri, itiraz edenleri ya da direnenleri yok ederek toplumsal zapt-u rapt… Toplu sürgünler, tek tek sürgünler, Kalebentlikler, neler yaşandı neler, bu zapt-u rapt adına… Canım Yurdumun insanı tarihinin öğrendikçe faşizmi anlatırken örnek olarak Avrupalara gitme ihtiyacı duymamaktadır artık, öz be öz yerli faşist diktatörleri vardı, çok şükür…
Normal zaman denilen dönemlerde; işkenceden ölenlere yönelik bir soruşturma açılmıyor olması bir yana işkencede ölen yüzlerce insanı hangi normal hukuk sistemi normal karşılıyor olabilir, Allahaşıkına. Peki, Doğan Öz adlı savcı ile başlayan, bilim adamları, Mühendisler, Avukatlar, Sendikacılar, Öğretmenler başta olmak üzere yüzlerce katliam için ne yaptı bu normal hukuk düzeni, sadece bahane üretmenin dışında Allahaşkına… Bu ulu Türk büyüklerinin hezeyan içinde parmak kaldırmaları ile Deniz, Hüseyin, Yusuf idam edilmedi mi? Sadece onlar yapınca normal hukuk düzeni oluyor, kendilerine yapılırsa anormal hukuk düzeni, tam bir kepazelik işte… Bu normal hukuk düzeni ne yaptı Kahramanmaraş katliamı için, Çorum katliamı için 70 li yıllarda, peki aynı normal hukuk düzeni Sivas’ta yakılan insanlar için ne yaptı, hikâye bunlar hikâye, geçin bunları… İnsanların canları alınırken, malları gasp edilirken hukuk hukuk diyerek inanılmaz boyutta kara propagandaya başvurdular, her biri faşist Almanya’nın “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Göebbells” oldular, bizde yedikçe pişirdiler pişirdiler koydular önümüze…
Eskiden de her şey ama her şey; bir aşağı, bir yukarı hukuksuz idi sonrada her şey aynı şekilde hukuksuzdur, tek fark zamana ve ihtiyaca bağlı uygulamanın şiddeti olmaktadır, öncede yargısız infazlar diz boyuydu, sonrası da diz boyuydu. Ahir ömrümüzde çağdaş hukuk kurallarının uygulanacağını görme umudumu yitirdim gayri…
Yazımızın konusunu bu uygulamalardan sadece bir tanesi oluşturacaktır; Sıkıyönetim komutanlarının emirleri ile kendilerinden şüphelenilen (aslında kendileri gibi düşünmeyen) kişilerin sürgünleri ve komutanlık sınırları dışına gönderilme kararları…
Padişah yetkisinin, kuralsızlıklar manzumesi halinde sıradan insanlara verilmesi, hayatın tanzimi, iyi öğretim görmemiş demiyorum aslında iyi okullarda öğretim görmüş olmalarına rağmen eğitilmemiş bu zevatın 2 dudağının arasından çıkacak kelama terk edilirse, neler olabileceğini çok fazlaca anlatmaya gerek yoktur sanırım. Mezkûr yetki için, hiçbir siyasi, yok ben vermedim yok şöyle yok böyle demesin, bu yasa ile tanınmış bir durumdur, istemiyorsan ya da uygun görmüyorsan iptal edersin gider ama nerde, gelin misali hem ağlar hem gider hesabı işte…
Bizler Canım Yurdumun sıkıyönetim mahkemeleri (cunta dönemi demiyorum) uygulamaları içinde, işkenceci güvenlik kuvvetleri için hiçbir işlem yapmayan ama müvekkillerinin doktor raporu ile tespit edilmiş olmasına istinaden gördükleri işkenceler için suç duyurusunda bulunan avukatların güvenlik kuvvetlerine hakaretten ve güvenlik kuvvetlerini görev yapamaz hale getirmekten cezalandırıldığına tanık olduk. Fazla savunma yapıldı, gereksiz uzunlukta savunma yapıldı gibi abukluklarla avukatların tutuklandığına ya da sıkıyönetim bölgesi dışına çıkarılmalarına tanık olduk… Savunma yaptı diye avukat tutuklamak ta çağdaş hukuktan sayıldı yukarıda pozisyonları zikredilen zevat tarafından… Sıkıyönetim bölgesi sınırları dışına adam sürme diye “çağdaş hukuk” normunu da yeniden keşfetmişti, tıpkı Dersim’de olduğu üzere, sıkıyönetimin apoletli karar vericileri, hani normaldi bu hukuk düzeni, adam şüphelendiği adamı alıyor sıkıyönetim sınırları dışına çıkarma kararı veriyor üstelik bu kararın temyizi de yok gidiyorsun sana uygun görülen ile ya da ilçeye, sabah akşam karakola imzaya gidiyorsun, yahu sen orada nerede kalırsın, ne yer ne içersin kararı veren gestapo subayı kılıklı herifin ne umuruna, istersen orada geber… Sıkıyönetim komutanlarına kanun dilediği ve istediği insanları kendi sorumluluk bölgesine sürme yetkisi verdi, bu damı normal hukuktu ey zalimler ve destekçileri… Bu ülke öylesine garabet kararlara tanık ve alışkandır ki, sıkıyönetim komutanı talimatı ile avukatlık yetkisi bile kaldıran barolar oldu, ne diyelim bunlar normal hukuk düzeni (!!!) işleri tabii ki… Kamu görevlilerine işten el çektirme yine sıkıyönetim yasasının komutanlara verdiği bir yetkiydi, tam rezalet bir uygulama… Yeter ki komutan, emniyet ve asayiş bakımından gerek görsün, fertleri, aileleri, ya da grupları istediği yere sürmeye, ya da kendi sorumluluk sınırları içinde ikamet etmekten men etmeye kanunen yetkilidir, hadi siz şimdi kalkın bize o dönemde adalet daha adaletli dağıtılıyordu deyin, biz de size inanalım. Ha birde sakın şöyleydi böyleydi diye gak guk etmeyin, deyin evet ayıptı ama korktuk, imkânlarımızı kaybetmek istemedik vs. vs… Sakın ola o gün lazımdı bugün lazım değil gibi garabet savunmalarda yapmayın, sizin muhaliflerinizde çıkar, o gün lazım değildi bugün lazım der, konu tıkanır gider, bu olağanüstülük hiçbir zaman lazım değildir, lazım olmamalıdır…
Görüldüğü üzere, üzerinde muhalifleri ya da muvafıkları açısından “doğrudur” ya da “yanlıştır” değerlendirmesiyle çok tartışılan bu kabil bireysel ya da kitlesel sürgünler, Dersim sürgünlerinde de “kanun” marifetiyle kendisini göstermekte, peki, Dersim öncesinde ya da sonrasında yok mu, olmaz olur mu, durmak yok yola devam. Sür gitsin baba sür gitsin…
Doğal olmayan onlarca çeşit mahkemeler kuracaksınız, sonra bizim dönemimizde normal hukuk uygulandı diyeceksiniz, bu iddialara kargalar bile güler, hem de karakargalar bilesiniz… Bu aynı zevat, sıkıyönetim mahkemelerini kaldırdı yerine devlet güvenlik mahkemelerini kurdu, devlet güvenlik mahkemelerini kaldırdı yerine özel yetkili mahkemeleri kurdu, kolayca görüleceği üzere, muktedirlerin yürütmeleri nasıl ki isim olarak değişiyordu, hukukun müşahhas yüzü mahkemelerde sadece isim olarak değişiyordu,
Sonuç olarak; şimdilerde konjonktüre uygun düşmediği tespit edilen dün bizzat destek verenlerin bugün köstek vermesi ile, “28 Şubat” 1000 yıl sür(e)medi ama, istibdat ya da 12 Mart ya da 12 Eylülün, görünen o ki, insanlık var oldukça var edilmesi konusunda muktedirlerin gizli bir andının olduğu her halinden anlaşılmaktadır.
İşte değiştiği söylenen, iddia edilen hukukun durumu budur ve hiciv üstad-ı azamı Neyzen Tevfik’in Mustafa Kemal ile sohbetlerinden birinde, kendisine “Eee, Neyzen sen Osmanlı istibdadını da gördün, yaşadın, şimdi Cumhuriyeti de yaşıyorsun, sence değişikliler var mı” diye sorulması üzerine,“Olmaz mı Paşam, Olmaz mı” deyince paşa da çok sevinir ama Neyzen “eskiden sormadan asarlardı, şimdi ise sorarak asıyorlar” deyince buz gibi bir ortam oluşmuştur ve sanki bizim hikâyenin tespitini yapmıştır üstad-ı azam…

Hiç yorum yok: