Cumartesi, Eylül 06, 2008

Mehmet Tekelioğlu – Bir Eylülist Profesör portresi


AKP İzmir Milletvekili olan, Mehmet Sayım Tekelioğlu; özel olarak konuyu takip etmeyenler için pek de bilinen bir şahsiyet değil iken, mensubiyetinden ötürü öğündüğü partisinde ve Millet Meclisi’nde kendisine verilen görevleri her ne kadar da aldığı teyyare mühendisliği öğretimi ile bağdaşmasa da aklının erdiğince kabiliyeti ve mahareti ölçüsünde yapıyor iken, ne zaman ki Ankara’nın Çukurambar semtindeki evinde kayınbiraderi ve başkanı olan kişileri, eşinin yaptığı Kayseri mantısını yemeğe davet etti; siyasi hayatımız kıymet-i harbiyesi artan bu necm-üd din’i yakından tanıma fırsatı bularak, tanınmakta geç kalınmış bu softa-i siyaset erbabı sahne almıştır. 12 eylül Faşist çetecilerinin ve asla onların yolunu terk etmeyen ardıllarının; özellikle 1960 ve 1970 li yıllarda kendilerine destek verenlere, yaratılmak istenen kaos ortamını hazırlayabilecekleri derneklere yada vakıflara katılma çağrılarına icabet edenlere ve atlantik ötesi amaçlara hizmet edecek teşkilatlara katılanlara, ülkeyi baştan başa yeniden şekillendirmek adına hazırlanan anayasa ve tüm yasalara “bravo nidaları” ile katılmış, “komünizm ile mücadele dernekleri” başta olmak üzere benzeri dernek kökenli bu kişileri unutmayacağı da aşıkardı ve unutmadılar da. Bunların bir kısmı uyduruk akademisyen, bir kısmı uyduruk bakan, bir kısmı uyduruk parti başkanı, bir kısmı uyduruk milletvekili, bir kısmı uyduruk bu durumlarına uygun uyduruk kamu görevlisi, bir kısmı ise de uyduruk şirket sahibi yapılarak ödüllendirildiler, bu zevatın derdi ülke ve sorunları olmadığı ne yazık ki bugün anlaşılmaktadır.
Bu meşhur günde bir araya gelen; Abdullah Cumhur Gül ve Recep Tayyip Erdoğan acaba neden bu evde bir araya geldiler sorusu üzerine Türkiye’de herkes kafa yordu, soru sordu kendileri cevap verdi, inanılmaz senaryolar ortaya atıldı; hani tarafsız olması gereken Çankaya Mukimi plansız olarak; hemde helikopterle yapılan uzun Kayseri seyahatinin yorgunluğunu üzerinden atamadan apar topar sanki başka yerde konuşsalar olmayacakmış gibisinden, Subayevleri mukimi ile Enişte’nin Çukurambar’daki kar apartmanındaki 22 nolu dairesinde buluşarak Kayseri’den gelirken; Subayevleri mukimi ve kızkardeşe verilmek üzere getirilen pastırma-sucuk, Subayevleri Mukiminden de Çankaya Mukimine verilmek üzere İstanbul’dan gelen “allah ne verdiyse kabilinden” hediyeler ile teati edildi, Anayasa Mahkemesi Başkanı yoldaşları ve sırdaşları Haşim Kılıç kendilerinden küçük olduğu için kendisi için düşünülen hediyelerin takdimi için huzura çağrıldı ve takdim i hediye yapıldı, şüphesiz ki bu hediyelerden ötürü kimsenin kimseden bir beklentisi yoktu, yarım elma gönül alma kabilinden yapılan işlerdi sadece... (yazı ile de üç nokta) Ayrıca yine anlaşıldığı kadarı ile; karşılıklı olarak eş-dost ziyaretleri üzerine edinilen izlenimler teati edilmiştir.
Bunun kuvvetle muhtemelen böyle olduğunu nereden mi anlıyoruz, tabii ki, 12 eylülün yetiştirdiği hormonlu akademisyenlerden biri olan somun pehlivanı Mehmet Sayım Tekelioğlu enişte beyimizden, çünkü, durum tespit edilince de, “Sayın Cumhurbaşkanımız bildiğiniz üzere eşimin ağabeyi. Bu nedenle her zaman görüşüyoruz. Bu görüşmelerde hiçbir olağanüstü durum yok. Sayın Başbakan da parti genel başkanım. Dolayısıyla evimizi ziyaret etmeleri normal karşılanmalı” diyerek gayet inandırıcı bir yalan uydurmuştur hatta utanmasa yukarıda şaka kabilinden yazdığım pastırma-sucuk hikayesini bize anlatacak ya; ama işte yüce rabbimin taktiri olduğu üzere, “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” uygunluğundan herşey kısa sürede anlaşılmıştır. Meğerse toplantıya; sadece Haşim Kılıç değil, yine enişte beyimiz gibi hormonlu ve intihalci akademisyen İstanbul Milletvekili Ömer Dinçer, Konya Milletvekili bir başka hormonlu akademisyen Sami Güçlü ve önemli 2 bakan bey daha ayrı ayrı ve sıra ile katılıyorlar... Tabii katılımcılar da bunlar olunca, yukarıda şaka yollu yazdığım pastırma-sucuk teatileri de sadece hoş birer şaka olarak kalmaya mahkum oluyorlar, konular, AKP nin kapatılması ve Yeni kurulan Hormonlu Üniversitelere atanacak rektörlerin tespiti şeklinde başlıyor, Hariri ailesinden gelen hediyelerin nasıl değerlendirilmesi konusuna kadar varan geniş ajandalı görüşmeler yürüyor. Özellikle Hariri ailesi ile ilgili görüşmelerin burada yapılması konusu bizzat Subayevleri mukimi tarafından istenmektedir, çünkü Hükümetleri adına tüm Türkiye’yi kelimesi kelimesine elektronik olarak izleyen F hücresi kulaklara sürekli olarak istihbaratçılıktaki altın kuralı fısıldıyor “izlenen mutlaka izlenir” tabii ki düstur da bu olunca gözlerden ırak olmak yetmiyor elektronik kulaklardan da ırak olmak gerekiyor. Peki bunlar burada konuşuluyor, görüşülüyor ve karara bağlanıyor ama enişte beyimiz neden böyle bir açıklama yapıyor dersiniz; acaba alemi kör ve sersem mi zannediyor dersiniz? Acaba bu hormonlu akademisyenin aklına ancak bu kadar basit bir yalan mı geliyor dersiniz? Acaba gerçekten kendisinin bilgisi yok ve kendisine ancak kapıda erkete görevi mi düşüyor dersiniz? Acaba kendisinin yüksek mevkilerdeki vazifelerle alakalı olarak bilgisinin olmadığını bilen misafirleri kendisine bir şey danışmıyorlar mı dersiniz? Ne derseniz deyin bu durmu izah etmek adına uygun görülebilir zannederim...
Aslında bu konu üzerine daha fazla yazmanın da bir anlamı yok çünkü artık düştükleri durum da ortada, tıpkı mahalle çocuklarının düştüğü durumdur bu... Mehmet Sayım Tekelioğlu üzerine yazı yazmak tama nalamı ile zamanı heba etmek diye düşünebilirsiniz, haklısınız ona gelinceye kadar ne kadar çok uyduruk ve hormonlu akademisyen var diyebilirsiniz... Ta ki; Ankara’nın ve İzmir’in su sorunu üzerine 2 belediye başkanı laf yarıştırırken, bir de ne göreyim uyduruk ve hormonlu akademisyen eniştemiz Gavur İzmir Milletvekili olarak sahne alıyor, aldığı formasyonun gereği olan teyyare mühendisliğini bile becermekten azade durum arzederken su mühendisliği konusunda şecaat arzetmeye çalışıyor, tabii ki tam bir felaket ama her ne hikmetse sürekli karşısına kendisinden daha az bilgi sahibi CHP li milletvekilleri çıkarılarak TV kanalları yöneticileri tarafından yapılan açık şike ile durum idare edilmeye çalışılmaktadır. İşte bu TV deki abuk subuk su tartışmaları sırasında; Partisinin Başkanından yarım yamalak ta olsa anlayabildiği kadarı ile ilk hedefin Gavur İzmir’in yerel yönetim seçimlerinde İzmir Büyükşehir Belediye başkanlığını kazanması olunca; hücum, önemli olan karambol yaratmak nasıl olsa biri gol atar klasik AKP düşüncesi ile nasıl olsa millet anlamıyor ya onlar için sadece skor önemli salla dur işkembe-i kübradan, ama karşısındaki de şike olduğunu anlamış ve yenileceği psikolojisi ile tüm savunması çökmüş gariban CHP milletvekili sormuyor; “be hey yalancı, bizim içmesuyu amaçlı yapımı devam barajımızı ödenek ayırmayarak durdurup, aynı zamanda senin hükümetin baraj alanına altın arama ruhsatı vermedi mi?” diye sormuyor, “be hey yalancı, belediyemize genel bütçeden aktarılması gereken parayı neden sözlü talimatlarla engelleyen hükümetinize karşı sesiniz çıkmıyor?” diye sormuyor, “be hey yalancı 3 yıldır arsenik oranlarının yeni duruma uygun hale getirilmediği halde neden sesiniz çıkmıyordu da tam yerel seçimler öncesi konu gündeme bu harareti ile geldi?” diye sormuyor, “be hey yalancı sizin hükümetiniz neden diğer AKP li belediyelerin iktidarda olduğu ama arsenikli suyun hala içildiği ve kullanıldığı merkezler ile ilgili açıklamaları 15 gün sonra yaptı?” diye sormuyor, “ be hey yalancı, Hükümetinizce sağlık bakanlığı personelinde tarikatçı egemenliğinin kurulması, tüm çalışmaların tarikatın istediği doğrultuda ve zamanda yapılmasından ötürü tüm Türkiye’nin sadece su değil tüm yiyecek ve içeceklerinde kritik noktaya gelinmiş olmasına neden ses çıkarmıyorsun?” diye sormuyor, “ be hey yalancı sağlık bakanlığının bu tarikatçı kadroları sonuçların bir kısmı ile oynamışmıdır? diye sormuyor... Bu soruları uzatmak çok mümkün ama gerek yok...

Mehmet Sayım Tekelioğlu; madem ki ülke sorunları ile ilgili bir milletvekilisiniz, neden acaba; yardım dernekleri adı altında mensubu olduğunuz partinin/partilerin himayeleri ile kurulmuş saadet zinciri konusunda sesiniz çıkmıyor? Neden acaba AKP li belediyelerin imar rantlarından; hem de Türkiyenin tüm iç ve dış borcunu birkaç defa katlayacak kadar, oluşan hortumlar için sesiniz çıkmıyor? Neden acaba, hükümetiniz eli ile özelleştirilen KİT lerin değerlerinden birkaç kat az bedelle satıldığına sesiniz çıkmıyor? Neden acaba; Sabah-ATV nin uyduruk bir ihale ile satılmasına sesiniz çıkmıyor? Neden acaba; Başkanınız için “bu adamı kullanın tuvalet deliğine süpürmeyin” gibi abuk subuk laf eden kişilere sesiniz çıkmıyor? Bakın Mehmet Sayım Tekelioğlu bu konuda hormonlu bir akademisyen olmakla kalın isterseniz siz, bırakın başka konulara karışmayın yoksa tarihe aynı zamanda Gavur İzmir’in hormonlu milletvekili, AKP nin sıradan evetçibaşısı olarak anılırsınız... ( yazı ile üç nokta)

Bu tür tartışmalarda, tartışmacıların mahalle karılarını aratmayan tartışmacı üslupları ve beklentileri ile amaçları aşikar iken, bu şike ortamında gidilen yerel seçimlerde bakalım Gavur İzmir’in mukinleri ne yapacaklar, işte asıl soru bu galiba. Bakalım onlarda kendileri adına ve kendilerinden vergi adı altında toplanan paralarla yürütülen bu abuk subuk propaganda çalışmalarına ne kadar inanacaklar, hep birlikte göreceğiz...Bakalım Gavur İzmir sözünden ne anladıklarını oyları ile önümüzdeki mart ayında bize de açıklayacaklardır...

Çarşamba, Ağustos 27, 2008

MAHALLE BASKISI MI? GÜLDÜRMEYİN...

Keçiören'de içki satışına dayak” haberin başlığı böyle...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Keçiören’deki evine 500 metre mesafede büfe işleten Metin Şahin, AKP’li Keçiören Belediyesi’nin zabıta ekipleri tarafından saat 23:00 ten sonra alkollü içki satıyor diye hastahanelik edene kadar dövülmüş ve büfesi tahrip edilmiş; ve içki satışının devam etmesi halinde ise daha fazla dayak ve tahrip edilme tehdidi ile konu şimdilik sonuçlandırılmıştır. Ancak adım gibi eminim ki bu yobaz grup bu işin peşini bırakmayacak ve izlemede kalacak ve yeni boyutta ise daha geniş kapsamlı terör estirecektir. AKP’li Turgut Altınok’un Belediye Başkanı olduğu ilçede büyük siyasi ve hukuksal baskılar sonucunda yalnızca birkaç içkili restoran’ın ancak bulunuyor olması da ayrıca nasıl bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzun kanıtını oluşturmakla birlikte; asıl olarak ta Türkiye’nin en büyük ilçelerinden biri olan Keçiören’de uzunca bir süredir hatta şimdiki Büyükşehir Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek döneminde temeli atılmış olan; parklarda kız-erkek arkadaşların birlikte dolaşamaması, yaygın olarak esnafın alkollü içki satamaması, ramazanda oruç tutulmaması, namaz saatlerinde cami yerine kahvehanelerde oturulamaması vb. gibi çağdışı ve Afganistanımsı uygulamalar bir kez daha hatırlanarak gündeme gelmiştir.
AKP’li Turgut Altınok’un yönetimindeki Keçiören Belediyesi hukuksuzlukları savunma komitesi görünümündeki hukukçular hemen; “Mahkeme kararları ile de işletmenin 23:00'den sonra çalışamayacağı gerçeği hüküm altına alınmıştır. İşletmenin kapatma sebebinin işletmecinin alevi olması ve içki satması olduğu şeklindeki bilgiler gerçek dışıdır” gibi sade suya tirit misali bir savunma ve açıklama yaparak; nerede ise dövülerek ve dükkanı/büfesi tahrip edilerek mağdur edilmiş Metin Şahin’in; her konuda benzer taktikler ile tipik AKP propagandalarını tekrarlayan bir biçimde; buna rağmen suçlu olduğu açıklanmıştır. Sanki; bu büfe/dükkan işletmecisi güvenlik kuvvetlerine yada mahkeme kararlarına aykırı davranmış gibi gösterilerek, üstüne üstlük sanki burası şeri hükümlerin geçerli olduğu bir memleketmişçesine bir görüntü de verilmek üzere; hemen ve derhal yargılamaksızın infaz gerçekleştirilmiş ve işte bu konuyu tiksindirici ve ürkütücü kılmaktadır. Yoksa bu memlekette; bu esnaf ile kamu görevlisi arasındaki kavga ne ilktir ne de son olacaktır, misal oluşturması için yapılan bu infaz niteliğindeki kavga elbette bizim konumuz olmalıdır. İşte tamda bu nedenle bu konu kesinlikle takipsiz bırakılmamalıdır.

Hatırlanacağı üzere bir süre önce; Vatan Gazetesinden Ruşen Çakır ile yaptığı bir söyleşide, sözde bilim adamlığının yanında nurculuğu kutsamak ve gönendirmek gibi görevleri de olan, Bediüzaman Saidi Nursi hakkında bir bilimadamına yakışmayacak şekilde araştırmalar yapan ve bu yüzden de Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) alınmayan, ve misyonunun hep nurculuğu yüceltmek olduğu bilinci ile hareket eden sosyolog Prof. Dr. Şerif Mardin bile gelinen noktadan rahatsız olarak “Mahalle baskısı diyerek önemli bir sosyal olguya ilk adımı atmış oluyorum. Sosyal bilimciler bu kavramın neleri kapsadığını, nerelere kadar gittiğini araştırırlarsa çok isabetli olur. Türkiye’de mahalle baskısı diye bir şey var. Jön Türklerin en çok korktuğu şeylerden biri de buydu. Aynı korku Mehmet Akif’te de karşıma çıktı. Mahalle baskısı bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir havadır.” gibi herkesin tüylerini diken diken etmesi gereken bir açıklama yapmıştır.

Üniversitelerin ancak % 1 ini ilgilendiren ve maalesef başta ekonomik krizi örtmeye yarayan ve tamda bu yüzden iktidar tarafından gündeme getirilen Türban konusunda ortalığı birbirine katan, ama Irak’ta ağababaları tarafından yaklaşık 1.000.000 dan fazla (yazı ile bir milyondan fazla) müslümanın uçaklardan atılan bombalarla ve ABD’nin paralı askerleri tarafından öldürülmesine seyirci kalan mazlum-der gibi besleme ve sarı sözde insan hakları savunucusu derneklerinden bu konuda da ses çıkmaz tabii ki. Hadi bunları anladık, bunların görevi ve misyonu bu, ABD başta olmak üzere tüm uluslararası jandarma-katil birliklerinin temizlikçiliklerini (çakıldakçılıklarını) yapacaklar; peki diğer insan hakları koruyucularına ve savunucularına ne oldu dersiniz; insan haklarını; gökkuşağı rengi ile temsil edilen herkesi ve kesimi kapsayan (çevrecilerden– eşcinsellere kadar) muhalefet partilerine ne demeli ki... Acaba; bu olayda (ki bu olay öz itibari ile; Sivas kalkışmasından farklı değildir) mağdur edilen kişi hakları savunulmayacak kadar önemsiz mi ki onlara göre...

“Henüz on altı, on yedi yaşında büyükçe bir salonun önündeki sahneye, “Öğretmenler Günü” için yapılan kompozisyon yarışmasını kazandığı için, ödülünü almak üzere davet edilmiş, tam ödülünü alacağı sırada, aşağıda oturan kaymakamla binbaşı “İndirin onu oradan” demiş ve herkesin önünde, “bu ödülü almaya layık birisi olmadığı” yüzüne vurularak aşağıya indirilmiş böylesine aşağılanmasının, herkesin önünde utandırılmasının nedenini öğrenmek istemiş, kendini bir an o kızın yerine koyacak kadar duygu ve zeka sahibi biri, o kızın orada nasıl bir acı hissettiğini anlayacak kadar “Neden bu kadar insafsız, bu kadar vahşi, bu kadar barbarsınız?” gibi hollwood senaristlerine taş çıkartacak kadar dramatize edilmiş bu olayda “duyguları incinen çocuğu” telefonla arama inceliğini ve şövalyeliğini göstermiş başbakan acaba bu dövülerek hem duyguları hemde bedeni incitilmiş kişiyi neden aramamıştır dersiniz.

Artık; Türkiyedeki bu gerici kalkışmanın mahalle baskısı evresi taktik açıdan sona ermiştir de ondan. Bundan sonra ki; taktik evre “MAHALLE DAYAĞI” evresidir .

MAHALLE BASKISI MI? GÜLDÜRMEYİN...

Keçiören'de içki satışına dayak” haberin başlığı böyle...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Keçiören’deki evine 500 metre mesafede büfe işleten Metin Şahin, AKP’li Keçiören Belediyesi’nin zabıta ekipleri tarafından saat 23:00 ten sonra alkollü içki satıyor diye hastahanelik edene kadar dövülmüş ve büfesi tahrip edilmiş; ve içki satışının devam etmesi halinde ise daha fazla dayak ve tahrip edilme tehdidi ile konu şimdilik sonuçlandırılmıştır. Ancak adım gibi eminim ki bu yobaz grup bu işin peşini bırakmayacak ve izlemede kalacak ve yeni boyutta ise daha geniş kapsamlı terör estirecektir. AKP’li Turgut Altınok’un Belediye Başkanı olduğu ilçede büyük siyasi ve hukuksal baskılar sonucunda yalnızca birkaç içkili restoran’ın ancak bulunuyor olması da ayrıca nasıl bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzun kanıtını oluşturmakla birlikte; asıl olarak ta Türkiye’nin en büyük ilçelerinden biri olan Keçiören’de uzunca bir süredir hatta şimdiki Büyükşehir Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek döneminde temeli atılmış olan; parklarda kız-erkek arkadaşların birlikte dolaşamaması, yaygın olarak esnafın alkollü içki satamaması, ramazanda oruç tutulmaması, namaz saatlerinde cami yerine kahvehanelerde oturulamaması vb. gibi çağdışı ve Afganistanımsı uygulamalar bir kez daha hatırlanarak gündeme gelmiştir.
AKP’li Turgut Altınok’un yönetimindeki Keçiören Belediyesi hukuksuzlukları savunma komitesi görünümündeki hukukçular hemen; “Mahkeme kararları ile de işletmenin 23:00'den sonra çalışamayacağı gerçeği hüküm altına alınmıştır. İşletmenin kapatma sebebinin işletmecinin alevi olması ve içki satması olduğu şeklindeki bilgiler gerçek dışıdır” gibi sade suya tirit misali bir savunma ve açıklama yaparak; nerede ise dövülerek ve dükkanı/büfesi tahrip edilerek mağdur edilmiş Metin Şahin’in; her konuda benzer taktikler ile tipik AKP propagandalarını tekrarlayan bir biçimde; buna rağmen suçlu olduğu açıklanmıştır. Sanki; bu büfe/dükkan işletmecisi güvenlik kuvvetlerine yada mahkeme kararlarına aykırı davranmış gibi gösterilerek, üstüne üstlük sanki burası şeri hükümlerin geçerli olduğu bir memleketmişçesine bir görüntü de verilmek üzere; hemen ve derhal yargılamaksızın infaz gerçekleştirilmiş ve işte bu konuyu tiksindirici ve ürkütücü kılmaktadır. Yoksa bu memlekette; bu esnaf ile kamu görevlisi arasındaki kavga ne ilktir ne de son olacaktır, misal oluşturması için yapılan bu infaz niteliğindeki kavga elbette bizim konumuz olmalıdır. İşte tamda bu nedenle bu konu kesinlikle takipsiz bırakılmamalıdır.

Hatırlanacağı üzere bir süre önce; Vatan Gazetesinden Ruşen Çakır ile yaptığı bir söyleşide, sözde bilim adamlığının yanında nurculuğu kutsamak ve gönendirmek gibi görevleri de olan, Bediüzaman Saidi Nursi hakkında bir bilimadamına yakışmayacak şekilde araştırmalar yapan ve bu yüzden de Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) alınmayan, ve misyonunun hep nurculuğu yüceltmek olduğu bilinci ile hareket eden sosyolog Prof. Dr. Şerif Mardin bile gelinen noktadan rahatsız olarak “Mahalle baskısı diyerek önemli bir sosyal olguya ilk adımı atmış oluyorum. Sosyal bilimciler bu kavramın neleri kapsadığını, nerelere kadar gittiğini araştırırlarsa çok isabetli olur. Türkiye’de mahalle baskısı diye bir şey var. Jön Türklerin en çok korktuğu şeylerden biri de buydu. Aynı korku Mehmet Akif’te de karşıma çıktı. Mahalle baskısı bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir havadır.” gibi herkesin tüylerini diken diken etmesi gereken bir açıklama yapmıştır.

Üniversitelerin ancak % 1 ini ilgilendiren ve maalesef başta ekonomik krizi örtmeye yarayan ve tamda bu yüzden iktidar tarafından gündeme getirilen Türban konusunda ortalığı birbirine katan, ama Irak’ta ağababaları tarafından yaklaşık 1.000.000 dan fazla (yazı ile bir milyondan fazla) müslümanın uçaklardan atılan bombalarla ve ABD’nin paralı askerleri tarafından öldürülmesine seyirci kalan mazlum-der gibi besleme ve sarı sözde insan hakları savunucusu derneklerinden bu konuda da ses çıkmaz tabii ki. Hadi bunları anladık, bunların görevi ve misyonu bu, ABD başta olmak üzere tüm uluslararası jandarma-katil birliklerinin temizlikçiliklerini (çakıldakçılıklarını) yapacaklar; peki diğer insan hakları koruyucularına ve savunucularına ne oldu dersiniz; insan haklarını; gökkuşağı rengi ile temsil edilen herkesi ve kesimi kapsayan (çevrecilerden– eşcinsellere kadar) muhalefet partilerine ne demeli ki... Acaba; bu olayda (ki bu olay öz itibari ile; Sivas kalkışmasından farklı değildir) mağdur edilen kişi hakları savunulmayacak kadar önemsiz mi ki onlara göre...

“Henüz on altı, on yedi yaşında büyükçe bir salonun önündeki sahneye, “Öğretmenler Günü” için yapılan kompozisyon yarışmasını kazandığı için, ödülünü almak üzere davet edilmiş, tam ödülünü alacağı sırada, aşağıda oturan kaymakamla binbaşı “İndirin onu oradan” demiş ve herkesin önünde, “bu ödülü almaya layık birisi olmadığı” yüzüne vurularak aşağıya indirilmiş böylesine aşağılanmasının, herkesin önünde utandırılmasının nedenini öğrenmek istemiş, kendini bir an o kızın yerine koyacak kadar duygu ve zeka sahibi biri, o kızın orada nasıl bir acı hissettiğini anlayacak kadar “Neden bu kadar insafsız, bu kadar vahşi, bu kadar barbarsınız?” gibi hollwood senaristlerine taş çıkartacak kadar dramatize edilmiş bu olayda “duyguları incinen çocuğu” telefonla arama inceliğini ve şövalyeliğini göstermiş başbakan acaba bu dövülerek hem duyguları hemde bedeni incitilmiş kişiyi neden aramamıştır dersiniz.

Artık; Türkiyedeki bu gerici kalkışmanın mahalle baskısı evresi taktik açıdan sona ermiştir de ondan. Bundan sonra ki; taktik evre “MAHALLE DAYAĞI” evresidir .

Pazar, Ağustos 10, 2008

ÇAKILDAK ve ÇAKILDAKÇILAR

Anadolu’da bir söz vardır : “Çakıldakçı”; bu koyunların kuyrukları altında, koyunun pislemeyi yaparken tüm gayreti ile kuyruğunu kaldırma çabasına rağmen yine de tüylere/kıllara yapışıp kuruyan ve oradan da kendi kendine asla düşmeyen pisliklerin (bokların); ki bunlara “çakıldak” denir, temizlenmesi işlemini gerçekleştiren kişiye verilen isimdir ve genellikle bu görev çoban yardımcıları tarafından yerine getirilir. Çakıldakların temizlenmemesi, kırkma denilen koyunun yününün alınması işlemi sırasında yünün/yapağının kalitesinin düşmesi anlamına gelmekte olup mutlaka en azından bahse konu kırkma döneminden önce bile olsa bir kez temizlenmek durumundadır, aksi taktirde yünün/yapağının işlenmesi zorlukları yanında kalite düşmesine de neden olmaktadır. Bu “çakıldakçıların” durumları, sayıları ise de işletmenin büyüklüğüne yani beslenilen koyun miktarına bağlı olup, eğer ailece yapılan bir işlemse çakıldakçılık görevi de ailede genellikle de çocuklara düşen bir görevdir, işletme büyüdükçe de görevler görece profesyoneller tarafından yerine getirilmektedir. Anlaşılacağı üzere; koyunun yününün/yapağısının kalitesinin ve işleme kolaylığının artması için koyunların çakıldaklarının (boklarının) yün kırkma dönemlerinde temizlenmesi gerekmektedir, çakıldakçıların sayıları ve sosyal statüleride koyun sayısına bağlı olup; yukarıdaki yazılan tüm bu işlemleri yerine getiren çakıldakçıların durumunu muzip ve bilge kişiler Anadolu’da; eğer birileri önem vehmedilenlerin arkalarını temizliyorlar ve etraflarında yağcılık yapmak için dolanıp duruyorlar ise, bu kişiler için “çakıldakçı” demişler ve uzun yıllardır bu laf kullanıla gelmiştir.
Bu söz; Yurdumuzun çeşitli yörelerinde, böğrülce ve fındık tazesi gibi meyva-sebzelerden, değirmenlerde bazı uyarıcı görevleri olan ses düzeneklerine kadar çeşitli anlamlarda da kullanılmaktadır. Biz konumuz gereği yukarıda genişçe anlatılan ve yağcı, yardakçı ve erkete rolü için kullanıp, toplumumuzda da bu görevi yerine getiren bazı erbap kişileri tanımlamak için kullanacağız.

ÜLKEMİZDEN 2 PORTRE ve 2 CENAZE TÖRENİ
Ersin Faralyalı,
1966-1991 tarihleri arasında 25 yıl boyunca Ege Bölgesi Sanayi Odası’nda (EBSO) önce Meclis Üyesi, sonra da 1981-1989 arası sekiz yıl boyunca EBSO Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yaptı. 1985-1986 arası iki dönem Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı olarak görev yaptı. Faralyalı ayrıca 18 yıl İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) Yönetim Kurulu üyeliği ve iki yıl Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Yönetim Kurulu Üyeliği görevini yürüttü. Ersin Faralyalı, Dış Ekonomik İşler Konseyi (DEİK) kurucusu ve DEİK Türk-Amerikan İş Konseyi kurucusu ve iki yıl başkanı olarak da görev yaptı. 20 Ekim 1991 seçimlerinde Doğru Yol Partisi (DYP) İzmir milletvekili seçilen Faralyalı, Süleyman Demirel’in başbakanlığı döneminde 49’uncu Cumhuriyet Hükümeti’nde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak görev yaptı.
Hasan Doğan,
Türk iş adamı ve spor yöneticisi. İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul'da yaptı. 1979 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümünden mezun oldu. 1981-1988 arası Koç Holding bünyesindeki Beldesan firmasında pazarlama koordinatörlüğü yaptı.
1988 yılında kurucusu olduğu Ramsey'in genel müdürü oldu. Ramsey Giyim, Gürmen Giyim, Kip-Teks Konfeksiyon ve Star Medya Yayıncılık yönetim kurulu üyesiydi. Ayrıca, İstanbul Sanayi Odası Meclisi, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği sanayi konseyi ve Beşiktaş Kulübü kongre üyesiydi.
Evli ve 2 çocuk babası olan Hasan Doğan,
Levent Bıçakçı'nın Futbol Federasyonu başkanı olduğu dönemde federasyonda başkan vekilliği yaptı. 14 Şubat 2008 tarihinde yapılan Futbol Federasyonu Olağanüstü Genel Kurulunda inanılmaz bir gerici-yobaz dayatma ve bu dayatmacıların erketeleri sayesinde, Haluk Ulusoy yerine başkan seçildi.

ERSİN FARALYALI CENAZE TÖRENİ
Tedavi gördüğü hastanede önceki gün vefat eden eski Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Ersin Faralyalı 'nın cenazesi, İzmir 'de toprağa verildi.
Ersin Faralyalı 'nın cenaze namazı, Bostanlı Beşikçioğlu Camisi 'nde kılındı. İkindi namazının ardından kılınan cenaze namazı öncesi, Faralyalı 'nın oğulları Serdar ve Ahmet Faralyalı taziyeleri kabul etti.
Cenaze törenine, Ersin Faralyalı 'nın yakınlarının yanı sıra İzmir Valisi Cahit Kıraç , Büyükşehir Belediyesi Başkanı Aziz Kocaoğlu , Karşıyaka Belediye Başkanı Cevat Durak ,
Emniyet Müdürü Halil Çapkın, eski bakanlardan Işın Çelebi , Ekrem Pakdemirli , Hasan Denizkurdu , Işılay Saygın ve Faralyalı 'nın dünürü iş adamı Aydın Doğan ile Mehmet Ali Bayar , Mehmet Ali Yalçındağ , Ertuğrul Özkök , Ali Sabancı gibi isimler de katıldı. İzmir iş dünyasının yoğun katılım gösterdiği törende gazetecilerin sorularını yanıtlayan Faralyalı 'nın eşi Elif Faralyalı , "Dünya ve Türkiye bir değerini kaybetti. Üzüntümü anlatacak kelime bulamıyorum. Yanımızda olanlar bize kuvvet veriyor" dedi. Faralyalı 'nın cenazesi daha sonra , Soğukkuyu Mezarlığı'ndaki aile kabristanında defnedildi. Cenaze töreni sırasında, eski Çiğli Belediye Başkanı Tevfik Alyanak baygınlık geçirdi.

HASAN DOĞAN CENAZE TÖRENİ
Kalp krizi sonucu hayata veda eden Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan (52), devletin zirvesi, ailesi, spor dünyası ve sevenlerinin katıldığı cenaze töreninde gözyaşları arasında son yolculuğuna uğurlandı.
Doğan, Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan'ın da aralarında bulunduğu sevenlerinin omuzlarında cenaze arabasına kadar taşındı, başta eşi ve kızı olmak üzere, gözyaşları arasında toprağa verildi.
Bodrum'da pazar günü geçirdiği kalp krizi sonucu 52 yaşında vefat eden Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Başkanı Hasan Doğan, dün devlet zirvesinin de katıldığı cenaze töreniyle son yolculuğuna uğurlandı. Cenaze törenine katılanlar arasında milli takım forması giyenlerin de olduğu görüldü. Hasan Doğan için, önce, 143 gün süreyle başkanlık yaptığı TFF'nin İstanbul 4. Levent'teki merkez binasında tören düzenlendi. Fatih Camii'ndeki cenaze törenine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Köksal Toptan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, çok sayıda bakan, milletvekili ve siyaset adamıyla, spor, iş ve sanat çevresinden birçok kişi katıldı.

2 yaşam, 2 kariyer, 2 devlet hizmeti, bir tarafta beğensekte beğenmesek te önemli bir kariyer diğer tarafta ise fasulye gibi sırık olmaksızın tırmanamayan bir kariyer... Her iki şahsiyet bir gün ara ile vefat ediyor ve cenazeler aynı gün kaldırılıyor ama biri için basında inanılmaz bir faaliyet diğeri için kıyıda 2 cümle...
Hasan Doğan bügünkü iktidarda bulunanlar yerine herhangi başka birileri olsa asla ve kata bu bilinmişlik düzeyine kendisini getiren Türkiye Futbol Federasyon başkanı olamayacak çünkü futbolun içinde yine bugünkü başbakanın sayesinde ve ancak İstanbul Büyükşehir Belediyesi futbol klübünde çok istediği için kendisi kırılmayarak o da ayıp olmasın kabilinden kendisine tevdi edilen yöneticilik sayesinde... Haa Beşiktaş genel kurul üyeliği de maalesef her Koç Holding bu düzeyde çalışanının nerede ise mecburiyetten oluşmuştur. Gelelim Levent Bıçakçı federasyonundaki asbaşkanlığına onuda yine bahse konu ilişkileri neticesinde ve AKP hükümetinin hayatının her alanı AKP’lileşmelidir görüşünden başka birşey değildir. Türkiye onu önce ve asıl başbakan Erdoğan'ın yakın arkadaşı olarak tanıdı, Başbakan Erdoğan ve ailesi Ekinlik adasındaki tatillerinde Hasan Doğan'ın eniştesi aynı zamanda Ramsey firmasından ortağı Remzi Gür'ün villasında kalıyorlar. Remzi Gür ile daha önce denedikleri elektronik işinde de dayanak ve destek olmadığı için çuvallamışlardı, Remzi Gür başbakan'ın çocuklarına yurtdışındaki okul masrafları için burs veren kişi olup Dışişleri bakanı Ali Babacan`ın baldızı Didem Yurter, oğlu Ömer Gür ile evli ve görüleceği üzere ilişki sadece din-tarikat ortaklığı değildir.

Her ikisine de siyasi ve sosyal olarak çok mesafeli olmam bir kenara; tanınmışlıkları ve kariyerleri ölçüsünde basında yer almamalarıdır konu ve asla; vefat etmiş her iki kişinin arkasından saygısızlık olarak algılanabilecek şekilde konuyu uzatmak istemiyorum ama; birisi sadece Başbakan’ın arkadaşı olması hasebiyle buralara gelebilmiş kişinin cenazesi için bu kadar büyük şamata koparan basın; bugüne kadar kendilerine herşey denilmiş olan önemi kendilerinden menkul basın mensupları için ilave bir sıfat verebilmek adına tüm bu detaylar verilmiştir. Bugüne kadar; mütareke basını, Ali Kemal’in güncelleri, Batılı otoritelerin erketeleri, basın yoluyla nemalanlar vb. gibi daha yüzlerce olumsuz sıfata muhatap olanlara yeni bir sıfat eklemek içindir.
Buradan ilan ediyorum; basının çok önemli bir bölümü bir kez daha bu olay nedeni ve vesilesi ile anlaşılmıştır ki; Anadolu’da bu kabil insanlar için kullanılan “çakıldakçılar” sıfatını da almalılar. Bu konuda çakıldak kim gibi sorduğunu duyuyorum ama kusura bakmayın onuda siz anlayıverin gayri...

Salı, Temmuz 29, 2008

BİR ŞEHİR ANCAK BU KADAR KÖTÜ YÖNETİLEBİLİR

Türkiye’nin en liyakatsız, en basiretsiz ve maalesef tüm en olumsuz sıfatlarını hakeden kadrolarını işbaşına getiren iktidar olarak tarihteki yerini çoktan almıştır AKP...
İşte bu kadroların en önde gelenlerinden birisidir: İ. Melih Gökçek ve bu öncenin bozkurtu şimdinin akkurtu “mangalda kül bırakmayan”* yalancı somun pehlivanı zat için söylenebilecek o kadar çok şey vardır ki; gündemin dayatması ve konunun önemine binaen oluşturulan özet aşağıdadır. Eksik kalanlar içinde bu yalancı somun pehlivanından da özür dilerim...

Üniversiteye saldırıların arttığı ve YÖK Başkanı olarak da malum zatın YÖK’ün başına otumasını takiben; başlatılan topyekün Üniversite saldırısı kapsamından bir cüz sayılmak üzere ODTÜ’nün imar durumu bahanesiyle; ceza ve yıkım uygulaması ile korkutarak ne koparırsam tarzı alışkanlığından gelen bir uygulama başlatmak istedi ancak bu sefer “baltayı taşa mı vurdu” dersiniz, yoksa “caminin duvarına mı siğdi” dersiniz; her sıkıştığında yaptığı üzere thames-trader kamyon şöförlüğünü (bu marka kamyonlar direksiyon büyüklükleri ile ünlüdür) yeniden göstererek değme dansözlere taş çıkartırcasına kıvırarak çark etmiştir. ODTÜ arazisinden koparacağı araziler üzerine yapılacak konut-alışveriş merkezleri gibi büyük projelerin ve buradan kendisine ve biat ettiği vakfa gelecek büyük nemaların hayali ile yanıp tutuşurken bir anda inanılmaz bir direnç ve tepki görünce de muhtemelen korkarak taktik değiştirmiş ve yıkmayacağız demeye başlamıştır. Sonuç olarak ODTÜ’ yü yıkma konusunda “biz ODTÜ’yü yıkmayacağız” açıklaması yapan İ. M. Gökçek efendinin; Güven’i, Özveri’si, Tecrübe’si yememiştir bu saldırıyı devam ettirmeye ve ricat etmiştir. Ben şimdi kendisine sesleniyorum “hadi yiğitsen yık da görelim” hodri meydan Melih efendi hodri meydan..
Başkentin su sorunu;
Geçen yıl ASKİ’de çalışan liyakatlı AKP kadrolarından yalancı somun pehlivanları; yaptıkları su rezervi öngörüleri ve hesaplarını yanlış yaptıkları için yanlış su vermeler yada su kesmeler yapılarak; inanılmaz şekilde şebeke hasarlarına ve sel baskınlarına neden olunmuştur. Ve bu somun pehlivanları İ. Melih Gökçek’in arkalarında olduklarını düşünerek her türlü sallamaya devam ettiler ama maalesef mezkur zatın arkalarında olmadığını, tüm suçun kendilerinde olduğu beyanı ile, işlerinden atıldıklarında anladılar.
Kızılırmak suyu maalesef her türlü ağır metal ile Ankaralıların kullanımında; gerçi bu konular İ. Melih Gökçek için sıradan konulardır, dün gibi hatırlanacağı üzere aynı siyasi geleneğin temsilcisi bir bakan’da daha önce “bak içiyorum birşey olmuyor” diye TV lerde bardak bardak çay içerek Çernobil nÜkleer santralı etkilerini küçük göstermeğe çalışmıştır, ama ne yazık ki; özellikle Karadeniz Bölgesinde bu palavraların bedeli çok ağır ödenmektedir Karadenizliler tarafından.
"Bu 2-3 ay içinde vatandaşlarımız diğer şehirlere giderek anne ve babalarını ziyaret etseler iyi olur. Ankara boşalır. Böylece su tasarrufu yapılır" gibi bir takım lafa benzer şeyler ederek; “mektepler olmasa maarifi ne güzel yönetirim” diyerek tarihe de altın harflerle geçen paşanın hemen dizinin dibinde yer almayı becermiştir.
İ. Melih Gökçek su tasarrufu konusunda bir leğen içerisinde banyo yapılarak su tasarrufu nasıl yapılırı da Ankara’lılara tüm ısrarlara rağmen uygulamalı göstermemiş olsa da; Çağdaş ve Avrupa başkenti Belediye Başkanı nasıl olunur, dosta düşmana göstermiş oldu.
İ. Melih Gökçek baktı ki insanlar şehir dışındaki aile büyüklerini ziyarete gitmiyorlar yeni bir yöntem ihdas ederek ve de ağırlıklı muhaliflerinin ikamet ettiği özel olarak su satılmayacak apartmanlar ve siteler tespit ederek Ankara’nın su sorununa çözüm aramış ve sonuçta da bu ilginç yöntemle tarihteki yerini garantilemiştir.
500 milyon usd karşılığında, AKP Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığını aldığı yolunda iddialar olmasına rağmen konu ile ilgili tüm ısrarlara rağmen ne İ. Melih Gökçek ne de AKP yöneticileri açıklama yapmamıştır.
Ekibindeki Şehir ve Bölge plancılarının diplomalarını tüm iddialara rağmen kasaptan aldıkları kesinleşmemiş olsa bile, en azından bir kez yaşamları boyunca bilgisayar oyunu olan simcity’i hiç oynamamış oldukları açık ve kesindir, çünkü bu oyunda bile yol yaptıkça artan cazibeye bağlı olarak trafik sıkışıklığının daha da artacağını görmüş olurlar ve tedbirli davranırlar idi; bunu bir kenara bırakın çağdaş şehircilik ancak insan ağırlıklı tercihlerin yapılmasına dayalıdır anlayışını bile düşünemeyecek kadar hırsları akılları önüne geçmiş ve toplu taşıma yerine Ankara’nın içini tam bir otoyola çevirecek yollar yapılmıştır.
İ.Melih Gokcek'in süper çalışmalarından birisi de "pembe andezit (Ankara taşı) ile kaldırım döşetiyorum" diye böbürlenip; bu taşları kısmen İspanya'dan ithal ettirmesi konusundaki dedikoduların önüne bir türlü geçilememektedir. Bu taşlar Ankara'nın otuz kilometre ötesinde, Gölbaşı’nda ki ocaklarda bol miktarda üretilmekte iken, İspanya'dan getirtilmesi iddialarının doğru olmadığı konusunda maalesef bugüne kadar herhangi bir açıklama olmamış ve hiç kimse buna akıl sır erdirememiştir.
Ağaçlandırma çalışmalarında İtalya artık Türkiye’de İ. Melih Gökçek sayesinde bir marka bir bayrak oldu, aslında memleketin her yerinden her çeşit ağaç bulunma ihtimali varken, ağaç tihal edilmesi de, hırsın ne büyük olduğunun göstergesidir, ayrıca bu ağaçlar Ankara iklimine uymadığı ve bol miktarda kuruduğu için, tekrar yurt içi kaynaklara dönüldüğünü beyan etmesi ise; tam anlamı ile bir İ. Melih Gökçek uygulaması/fiyaskosu olarak anılacaktır.
Ankara’nın havası; uzun yıllarca verilen mücadele sonucunda tam düzeldi herşey yoluna girdi denildiği bir anda; kaçak kömüre göz yumulması yada yakalanan kaçak kömürün Anakara’lılara dağıtılarak yeniden havanın kötüleşmesi ise tamamen konuşulmaz bir konu haline gelmiştir maalesef... Nerede ise tüm basının kendisine muhalif olduğunu ilan eden İ. Melih Gökçek ise basının bu konuda herhangi birşey yazmamasını bir türlü izah edememektedir.
Çayyolu metrosu için müthiş bir para harcanmasına ve 2004 ten itibaren en az 5 defa açılış tarihi vermesine rağmen çalışmaların nerede ise tamamen durması konusunda; yetimin hakkını kimseye yedirmeyeceği iddiasında bulunanların, nedense İ. Melih Gökçek’e madem elektro-mekanik aksamı satın almayarak Metroyu çalışır hale getirmeyecektin neden bu büyüklükte bir meblağ parayı kredi olarak kullandın ve kıt kaynakları israf ederek bu ülkenin parasını faiz ödemeye harcıyorsun diye sormamsı da ayrıca öenmli bir tuhaflıktır. Ama yer yer kaçamak savunmalarında sürekli kendisine açılan davalardan şikayetçi olan bu yalancı somun pehlivanına ise kimse “yahu gerçekten neden herkes seninle mahkemelik oluyor acaba” diye sormaz bilinmemektedir. Oysa sorunun cevabı son derece basit ve kısadır; “çünkü AKP ve İ. Melih Gökçek sürekli yasal yollar dışına tevessül etmiştir yada yaptıkları herşeyin yasal sayılması beklemişlerdir”.
Eskişehir yolunda 4 yılda 5 kez istinat duvarı ve kaldırım sökülerek yeniden yapıldı; ve ne yazık ki kimse ne sivil toplum kuruluşları nede ilgili anayasal ve yasal kuruluşlardan “Ankara’lının parasını neden plansız ve programsız çalışarak çarçur ediyorsun” itirazı yada soruşturması gelmemesi de merak konusu olup olup ayrıca manidardır da haklarında iyi düşünülebilmesi açısından. Hani bu işlerin parasını İ. Melih Gökçek kendi cebinden ödüyor ise sorun oluşturmaz tabii ki...
Eskişehir yolunda; yanlış projelendirmeden daha doğrusu projesiz çalışmaktan ötürü defaatle çökmeler oldu ,ama kimse bu kadrolar nasıl liyakatlı ve ehliyetli kadrolardır diyen olmadı....
EGO için otobüs alımlarında; MAN ve Mercedes firmaları arasındaki tercihte; gerek firmalardan gerekse de vatandaşlardan ve diğer politikacılardan önemli iddialar gündeme geldi ise de kimse layıkı ile konunun üstüne gitmemiştir, hani yetimin hakkını yedirmediğini iddia eden merkezi iktidar sahipleri ve necip Türk milletinin bağımsız basınının temsilcileri neredesiniz, yoksa erketedemisiniz.
Ankaraspor’a kamunun parasını aktaran ve bu konuda da hiç bir eleştiriye uğramayan İ.Melih Gökçek ve ona bu konuda herhangi bir eleştiride bulunmayan necip Türk basınının ahfadları için artık laf söyleyip te lafı da zay etmemek gerekmektedir herhalde... “Efendim bu güne kadar hiç değerlendirilmemiş bir takım uygulamaları yarattık ve oradan kulube para aktarıyoruz” diye savunmalarına alkış tutan avanaklara da ayrıca sözümüz kalmamıştır. Yahu bu ne aymazlıktır diyen de yok maalesef...
İ. Melih Gökçek ve liyakatlı kadroları başta Mithatpaşa ve Meşrutiyet caddelerini boydan boya gereksiz ve zevksiz şehir estetiğinden yoksun; bir sürü yaya üst geçidi ile donatarak paraları inanılmaz şekilde çarçur etmiş olmanın yanında, kullanmanın pratik olmadığı, yada niyetlenip de bu geçiti kullanmak isterseniz de, sizin bu zorlu tırmanışınızı "aa adama bak, köprüyü kullanıyor, bakalım karşıya geçebilecek mi?" sözleri ile geçitin etrafında meraklı bir kalabalık birikecektir buna inanın. önce boş bulduğu her yere çeşmeler ve havuzlar ve fıskiyelerle donattı, sonra yol kenarlarına, refüj etraflarına siyah babalar dikilerek aralarına demirden prangalar çekilmiş ve şehrin dekoru tamamlanmış ve belli ki yurdum insanının her türlü engeli canı pahasına aşma azmi gözardı edilmiş. Neyse uzatmayalım darısı; 30-40 metre arayla sıra sıra köprülerin başına diyelim... Vallahi danışmanı yada gaz vericisi de Erman Toroğlu gibi hıyardan anlayanlarda olursa deyme keyfine Başkanın artık...
Kızılayda; Kızılay’ı tamamen taşıtlara tahsis etmek için yaya üst geçitlerini kapatıp, konu ile ilgili uyduruk oylama yaptırıp; oylamaya zorla, tehditle; esnaf ve şöförler seferber edilerek; bu deli saçması İ. Melih Gökçek oyununa alet olmuşlardır, hatta hatta 7 yaşında oy nedir bilmeyen çocuklar, Kızılayı ilk defa gören teyzeler, oylamayı Belediye Başkanlığı seçimi sanan dedelerin oylamaya otobüslerle bedava taşınarak getirilmesindeki ve hangi sandıkta hangi esnafın, hangi şöförlerin oy kullanacağının belirlenerek katılım ve başarının ölçümü konusundaki uygulama ayrıca taktire şayan bulunmuştur. İnşallah İ. Melih Gökçek seçilmeye devam eder de benzer uygulamaları ulus ve diğer meydanlarda da görürüz.
İstimlakler doğru düzgün ve plan ve proğram çerçevesinde yapılmadığı için trilyonlar harcanarak 4 yada 5 şeritli yollar bu yüzden yer yer 2 şeride düşüyor,ama ne gam ne keder İ. Melih Gökçek böbürlenmeye devam ediyor.
Havaalanı yolu neresinden tutarsan tut tam bir uyduruk iş ve fiyasko ama ne gam ne tasa; gelsin pirinç gelsin kömür her şey yolunda olsun necip Türk milleti için memleket elden gidyormuş kimim umrunda...
İ. Melih Gökçek alt geçit rezaletleri sayesinde şehir diye birşey bırakmadı, şehri otobanlar ile donatarak Ankara’nın yerleşim karakterini öldürmüş ve haklı olarak da yakınları tarafından Köprülü İ. Melih Gökçek ünvanına layık görülmüş ve bir yıl içinde en çok köprülü kavşak yaparak ta; mezkur konuda “Guinness rekorlar kitabı”na girmeyi hak ettiğini de beyan etmiştir bir TV proğramında.
Şimdi Avrupa başkenti diye övünen İ. Melih Gökçek; maalesef Ankara’yı tankercilerin başkenti yapmış durumdadır. Nerede ise tankerlerin tamamının 63 (Urfa)– 02 (Adıyaman)- 03(Afyon) plakalı olması tesadüf mü acaba? Yoksa derin yada sığ tarikat ilişkilerinin sonucumudur bütün bu istihdamlar? Üstüne üstlük bu ihaleden nemalanma konusunda da ciddi ciddi dedikodular kulaktan kulağa yayılmaktadır.
Gerek Büyükşehir Belediyesi gerekse de Büyükşehir Belediyesine bağlı tüm BİT’ler (Belediye İktisadi Teşebbüsleri) tarafından ihalesi yapılan bütün işler için Malum Vakfa uğranılması maalesef bir zorunluluk haline gelmiştir, mezkur vakıftan vize almaksızın ihalenin uhdenizde kalması bir yana ihaleye katılmak için bile girişimde bulunamazsınız, ama daha da tuhaf olan bu konuda herkesin bilgi sahibi olmasına rağmen sessiz kalmayı tercih etmesidir.
AKP’nin liyakatlı kadrolarından BELPA genel müdürü Yalçın Beyaz konusunda ortaya çıkan Ankara’nın İSKİ’si diye söz edilen, zimmet ve yolsuzluklardan sonra; özellikle de Mekke’de aldığı yüzbinlerce dolarlık devre mülkten sonra, yine bu mangalda kül bırakmayan yalancı somun pehlivanı İ. Melih Gökçek, kendisine erketelik yapan basının da yardımı ile “o zaten babadan zengindir” diye abuk subuk açıklamalar yaparak konuyu kapatmıştır. Oysa sonradan ortaya çıktığı üzere bu muhteremin, gece bekçisi olarak THA da çalıştığıda ortaya çıkınca iş işten geçmiş maalesef herkes konuyu unutmuş basın da erketeliğe devam ederek konuyu bir daha kesinlikle yazmamıştır. İşte İ. Melih Gökçek böyle bir adama sahip çıkmıştır ve kimse de çıkıp yahu bir üçkağıtçıya “o zaten babadan zengindir” diyerek neden sahip çıktın dememiştir.
SHÇEK’daki çalışmaları sırasındaki polis raporlarına bağlanmış olan herkes için yüzkızartıcı suç sayılan dedikodularıda şimdilik yazmak istemiyorum.
Bir tarihlerde İ. Melih Gökçek’in pavyon işletmecisi olduğu yönünde çok ciddi dedikodular olduğunuda tarihe not olarak düşmeliyiz.
Vakti zamanında tükürüğüyle meşhur olan heykel eleştirmenide (katliamcısı) olan İ. Melih Gökçek; kendi sanatını icra ederek Ankarayı lacivert-turuncu-yeşil renk kombinasyonuyla donatırken, kendi inanışına göre heykeller günah olduğundan her tarafa havuz yapalım diyerek; hatta köprülerin altına bile yaptırmayı ihmal etmedi. Ankaralılar artık içine tükürülen heykellerin değil, havuzlarında çırılçıplak insanların olduğu bir şehir göreceklerdir. İ. Melih Gökçek havuz, fıskiye ve jakuzi fantazisi sayesinde Ankaralıların hayal gücünü Amerikan playboylarından bir adım daha öteye taşımayı beceren birisi olarakta tarihte yerini şimdiden almıştır.
İ.Melih Gökçek politikaya MHP’ de başlayan, ANAP’ta devam eden, sonra tekrar MHP’ye dönen, REFAH ve FAZİLET’le yükselen ve kendi kurmaya çalıştığı (doğrusu ele geçirmeye çalıştığı) DP deneyinden sonra da AKP’de politik yaşamını taçlandırılması olan tüy dikme ritüelinin ise sonuçlanması/nihayetlenmesi ise (not: parti değiştirme ile ilgili yarışmada meşhur Fırıldak Kubi 2. olabilmiştir) Ankara’nın kurtuluş günü olarak ilan edilecektir. Aksi taktirde bir daha seçilirse Ankara diye bir sehrinin kalmayacağı aşikardır.
Ankara'nın göbeğine, Sıhhıye'ye dünyanın en abuk köprüsünü yaptırarak köprücülük tarihine "u köprü" olarak geçmesine neden olarak özelde Ankara Belediyecilik genelde de Dünya Belediyecilik tarihi literatüründe haklı olarak anılması ve yer almayı haketmiş olan İ. Melih Gökçek, bu müstesna yapıyı görmemiş olanlar için de mutlaka geziler düzenlenmeli ve gezenlerin izlenimlerinden oluşan kitaplar yazdırmalı ve gezilerden mahrum kalanlara zorla okutulmalıdır ki yurdum insanının köprü kültürü gelişsin ve bir yapı bu kadar mı çirkin bu kadar mı fonksiyonluktan uzak olur diye düşünenlere de ciddi bir ders vermiş olsun. Ayrıca köprünün yapılması sırasında köprünün testlerini yapmak için müşavirlik sözleşmesi imzalayan firmanın test neticelerini olumlu bulmamasından ve imalatların yenilenmesi talebinden ötürü de sözleşmesinin feshedlmesini müteakip müşavir firma yetkililerinin hala köprünün, bu test sonuçları nedeni ile; altından ve üstünden ne yaya ne de araçla geçmediklerini de tarihe ben not olarak düşmüş olayım ki anlayın siz ne önemli bir eser kazanmış Başkent...
Öksuz çocuklara yardım için gittiği bir açık arttırmada (müzayedede) bir yağlıboya tablo alan, ancak en yüksek fiyatı veridkten sonra bir türlü teklif ettiği bedeli ödemeyen (parayi vermeyen) ve tabloyu alırken alkış yağmuruna tutulan gösterişsever, bir somun pehlivanı olarak ta ayrıca anılmayı haketmiştir İ. Melih Gökçek...

Vallahi daha yazılacak çok şey var ama yayınlayacak yer bulmak çok zor olduğundan diğer başarı, beceri ve ehliyetleri başka yazıların konusu yapmak üzere şimdilik sonuçlandırıyoru ve;
Kendisinden bir daha seçilmesi halinde ise de;
1. Ankara’lıların evlerinden sokağa çıkışlarını ücretlendirebilmek için apartman, ev ve işyerlerinin kapılarına turnike koymasını beklemekteyiz ve yanlız tarifelerde özellikle de kendisine oy verenleri gözetmesi hassasiyetinide göstereceğinden emin olmalıyız.. Hatta günün farklı saatlerine uygun olmak üzere de tarife düzenlemesi de baklentimizdir. Belki de ev numaraları çift sayıyla bitenler sokağa ayın çift günlerinde tek sayıyla bitenler de ayın tek günlerinde çıkabilirler sokağa. böylelikle de otoyollarda arabaların hareketlerini engellememiş olurlar ve kentte yaşamanın araçların da hakkı.olduğu anlaşılır böylece...
2. Artık ekmeklerin eczanelerde satılmasını da kendisinden bekler iken nöbetçi eczane düzenlemesinde oluşacak hassasiyetleride gözönüne almasını salık veririz, İ. Melih Gökçek’e...

İşte “bu mangalda kül bırakmayan”* bu polemikçibaşına (tartışma tarzı, kenar mahalle karısı modeli ve düzeyi olan) belli ki ancak kendisi düzeyinde olan polemikçiler ile karşı çıkılabilir.


* Çok ünlü bir Osmanlı sözü ve yeniçerilerin askerliğe elverişli olup olmadığının tespiti için kullanılmış bir uygulamadır.

Pazartesi, Temmuz 14, 2008

UFUK URAS İLE DAYANIŞMA


Ufuk Uras Secmenlerinden Yeni Kampanya adı altında bana aşağıdaki yazı yada duyuru gelmiştir.

“22 Temmuz secimlerinde yaptiklari imeceyle Ufuk Uras’i meclise gondermeyi basaran secmenleri yeni bir kampanya baslatti. “Bizim televizyonlarimiz, radyolarimiz, gazetelerimiz, dergilerimiz yok. Sesimizi duyuracak kanallarimiz cok az,” diyen secmenleri Ufuk Uras'in aciklamalarini, haberlerini ve meclis calismalarini merak edenleri Ufuk Uras E-posta Iletisim Grubu’na katilmaya davet ediyorlar. 1670 uyeye ulasan Ufuk Uras Iletisim Grubuna uye olmak isteyenlerin e-posta adreslerinin ufukmoderator@ yahoo.com adresine iletilmesi yeterli.
Ufuk Uras Secmen Koordinasyonu Iletisim Calisma Grubu cagrisini su sozlerle bitiriyor: “Katılın sesimiz cogalsın. Katilin esitligin, ozgurlugun, demokrasinin, sosyal haklarin, kadinlarin, cevrenin, barisin ve kardesligin sesini hep birlikte yayalim...”

Umayorum ki bu konuda bu girişim “bizi daha da enayi yerine koyma” girişimi değil de ciddi bir girişim olsun ve bu güne kadar Sn. Vekil (kimin vekili ise artık-pek bizimkine benzetemiyorum ya) eline yüzüne bulaştırdıklarını silme fırsatı bulsun, sonrasına da biz bakarız yeniden.

Yani kalkacaksınız; “ORTAK AKIL HAREKETİ” adı altında sanki “KUVVAYI İNZİBATİYE”nin sivil örgütlenmesi gibi örgütlenen yobaz ve gericilerle birlikte eylemler düzenleyeceksiniz, sürekli Sn. Vekil’i davet eden TV kanallarının TV7, Samanyolu TV, TV 24, Kanal A ve Ülke TV olmasından hiç kuşku duymadan hatta hiçbir sakınca görmeden “elinde tuzluk her elimdeki salatalık diyene koşmak” türü yerinizde duramayacaksınız, sözde “darbelere ve cuntalara karşıyız” diye darbecilerin değirmenine su taşıyacaksınız, sözde demokrasi talep ediyoruz diye “türbanın kadını özgürleştireceğini” savunacaksınız, yarım ağızla ama korkarak “ne refahyol ne de postal” diye mitingler düzenledik diye övünerek size iktidar tarafından tanınan özgürlük çerçevesinde konuşacaksınız, darbeye karşıyız diyerek 12 eylülcülerle kolkola girerek sözde ve def i bela kabilinden sayılmak kaydı ile “demokrasi” mitingleri düzenleyeceksiniz, Cumhurbaşkanını halk seçmeli diyerek “DİNDAR BİR CUMHURBAŞKANINI” içinize sindirebileceğinizi de aldığınız çağrıya 1 (yazıyla da bir) dakika bile düşünmeden icabet edeceksiniz, “Hürriyet halk için değil, aydınlar için lüzumludur” ve “1974 affıyla anarşistleri sokağa salıvermiş. 12 Mart’ın Türün Paşasına, Elverdi Paşasına faşist damgası vurulmuş, kontrgerilla iddiaları ile etraf bulandırılmış, (…) İşte 12 Eylül, Türk milletinin meşru müdafaaya geçtiği gündür. İdamlar bu meşru müdafaanın bir neticesidir. (…) 1972’de Deniz Gezmiş’e, Yusuf Aslan’a, Hüseyin İnan’a Meclis’te oylarıyla sahip çıkanların Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesini ‘devlet terörü’ olarak vasıflandıranların artık sesi soluğu kesilmiştir.”diye bağıran Nazlı Ilıcak, Abdurrahman Dilipak gibi sahibinin sesi gerici-faşist ve yobazların peşine gitmekten beis duymayacaksınız, AKP nin sol kanat hucümcusu olmaktan bir nebze yüzünüzün kızarmasını bir kenara koyun karşı sahada hucum pres yapmanın erdeminden dem vuracaksınız, AKP nin ne kadar AB ci ve ne kadar ABD ci olduğunu sanki görmezden gelerek demokrasi talebinin varolması gibi bir sanının Sn. Vekilde olmasının ne kadar güç izah edilebileceği açıkken bile Fettullah Gülen’in Yargıtay Genel Kurulunda beraat kararının onanması ardından “Yargının kararı. Bir şey diyemeyeceğim. Hayırlısı neyse o olsun” diyerek konunun bir yargı kararrı olduğuna vurgu yaparken “AKP nin kapatılması davası açan Yargıtay Cumhuriyet Bassavcısının girişimi” karşısında adeta bir kaplan edası ile saldırmasına ses çıkarmayacaksınız,

Bir de üstüne üstlük çıkıp “Bizim televizyonlarimiz, radyolarimiz, gazetelerimiz, dergilerimiz yok. Sesimizi duyuracak kanallarimiz cok az,” diyeceksiniz ki bu “MART KEDİSİ” tavırlı politika yapılmasına insanları davet ederek ve hatta bu günlerde gerici-yobaz cemaatlerin ve tarikatların değirmenine ihtiyaçları olan suyu “komünizm ile mücadele dernekleri” kökenli hasımlarımıza yardım olsun diye bize taşıttıracaksınız.

Size ayrıca da bir tavsiye; hani meşhur “aslı varken kimse kopyesine meyletmez” sözünden hareketle, “SİZE O TARAFTAN OY VE DESTEK GELMEZ” ya iyi biliirsiniz , size oradan oy gelmeyeceği aşikarken; sahi, bu yaklaşımınızla da karşı taraftan ne bekliyorsunuz siz...

Sn. Vekil; sanki CHP ve Kemalizm bugünün konusunu oluşturuyormuş gibi bütün siyasi stratejinizi bunlara saldırmak üzerine kurmuş ve kesinlikle AKP, MHP için ise sadece ayıp olmasın ve def i bela kabilinden bir iki kelime döktürüyorsun.... Şimdi CHP ve Kemalizm konusundaki görüşlerinin yanlış olduğunu ispat etmek gibi beyhude bir çaba göstermeyeceğim; aksine büyük ölçüde hemfikir olmamıza rağmen Marksizmin temel önermelerinden " zaman, mekan ve teknik terakki" mütalaası ile "somut durumların somut analizi" gibi önemli faktörleri gözönünde bulurdurmama gibi fahiş bir hata içinde bulunduğundan da iddialarının geçerliliği en azından bugün için tarafınca sarfedilen beyhude bir çabadır. Oysaki sizden beklenen günlük politikadaki kayıkçı kavgalarına taraf olmamanız iken tam da içine bodozlama daldınız hadi daldınız diyelim ve kabullenelim de madem böyle yaptınız yahu insaf allahaşkına yaşınız da, analiz yeteneğinin de; müsait olmasına rağmen İran’dan TUDEH’ten de mi ders almadın da yerli mollaların değirmenine su taşıyorsun... Daha detaylı yazmak mümkün ama gerek yok gerekli mesajı aldığınızı düşünüyorum. Ve bilin ki sizi bu ülkenin devrimcileri desteklemeyeceklerdir; sizi ve sizin gibileri destekçileriniz "yeni mürteciler", " yeni şafak" ve "Vakit" gazetesi yazar ve finansörleri ile başbaşa bırakacaktır . Öyle kendinize "hakiki solcu" yada "özsolcu" yaftaları asmakla yada demekle ve dedirtmekle de solcu olunmaz ayrıca.

YOK ARTIK SN. UFUK URAS O KADAR DA DEĞİL

Hani biliyorsunuz; Sn. Aziz NESİN’in ifadesi ile nüfusumuzun önemli bir kısmı aptal, ama o aptallar genellikle bizim cenahta değil. Başka kapıya lütfen... Ve yine lütfen sadece top oynadığınız takımı değil aynı zamanda top oynadığınız sahayı da değiştirin... Olsa olsa yarattığınız bu romantik ortamda ancak küçük bir öğrenci kitlesi peşinizden gelebilir zannederim, oysa sizi iyi bilen ve en önemlisi düşmanı iyi bilen (komünizmle mücadele dernekleri geleneğinden gelen herkes), 12 mart ve 12 eylül tezgahlarından geçen ve sırtımızdan hala atamadığımız gerçek deli gömleği (sizin tariflediğiniz ama hedeflediğiniz değil) ile dolaşanlar sizin adınızı artık pek ağızlarına almazlar sanıyorum. Olsa olsa “AKP'ye övgüler düzmüş; Onların iktidarı nimettir, at gözlüğüyle bakmayan tek partidir' demiş olan Baskın Oran gibiler arkanızdan gelebilir yada siz o gibilerin peşinden gidersiniz...
Hayırlı yolculuklar size...
İlişmeyin başkalarına lütfen....

Çarşamba, Temmuz 09, 2008

OYUNA DALMAK

Futbolda “oyuna dalmak” diye bir deyim vardır ve genellikle bu söz oyun içerisinde bir futbolcunun oyunun akışına kapılarak; maçın genel gidişinde kendisinin taktik ve teknik görev pozisyonunu yitirmesi ve oyunu oyuncu olarak değil de oyunun içindeki seyirci gibi seyretmesi halini tariflemek üzere kullanılır. “Oyuna dalan” oyuncu artık oyunun aktif bir parçası olmanın ötesine geçmiş, oynanan oyunun büyüsüne kapılmış, oyuna katkı sunmaktan düşmüştür. Bu nedenle de; “oyuna dalan” oyuncu, kenarda bulunan teknik direktör tarafından; yerini kaybeden yada hamle üstünlüğünü kaybeden yada fizik ve güç ayarlama üstünlüğünü kaybeden yada rakip olarak eşleştiği oyuncuyu, oyuna dalmasından ötürü kaybettiği için; sık sık uyarılır. Peki oyuncular “oyuna dalınca” ne olur da teknik direktörler, sık sık futbolcularına bağırarak bu konuda en büyük yırtınmayı ve çırpınmayı göstererek; tespit edilen veya verilen taktiğe uygun oynaması konusunda uyarıda bulunurlar; bilindiği üzere her teknik direktörün bir oyun planı vardır ve, bu plan 90 dakika, bazen de 120 dakika hatta penaltılar ile sonuç tayin edilecekse penaltı atışlarını da kapsamakta olup, maçın skorunun bütün sevap yada vebalinin teknik direktöre kalmasının en büyük nedeni olmaktadır. Her teknik direktör bu plan içerisinde; sahip olunan uyuncu kalite ve seviyesine bağlı olarak ta; top kontrolu, adam kontrolu, alan kontrolu gibi uygulamaları ayrı ayrı yada oyun içerisinde belli dönemlerde hepsini birden futbolcularından isteyebilir, bu şekilde de taktik ve staretejisini sahaya yansıtmaya çalışır.
Teknik direktörler; 21. yüzyılda, futbolcularındaki oyun ve taktik zekayı, plan uygulama soğukkanlılığını ve profesyonelliğinin seviyesini; iletişimin, bilgi erişiminin-paylaşımının ve bilimin ilgili birimlerine hızlı ulaşabilme konusunda katedilen müthiş gelişmeyide kullanarak arttırmaya çalışırlar. Tabii ki bu futbolun sadece saha içinde sonuç alınmasının mümkün olabileceği durumlarda önem arzeder ve geçerlidir, aksi taktirde bunun dışında oluşan gelişmeler bütün bu tarifleri geçersiz kılar ve bu dış müdahalelere uygun sonuçlar oluşur. Ancak konumuz gereği sonuç almanın sadece saha içi tarafını oluşturan ve oyuncular ile oyun planı ve bu plan uygulamalarının başarısı yada başarısızlığı ile sınırlı olan tarafını kapsamaktadır. Peki doğru taktik plan yapabilen teknik direktörler; neden, bu planı sahaya tam layığı ile yansıtabilecek, tüm evrelerini sahada uygulayabilecek futbolcuları olsa bile, başarılı sonuçlar alamazlar ve bu olumsuz sonucu, futbolcuların plan uygulama zaaflarına ve başarısızlıklarına, hakeme, federasyona, karşı takımın yönetimine, karşı takımın iyi niyetli olmamasına, sahaya ve havaya vs. vs. gibi nedenlere bağlarda neden asla kendilerinin planının yürümemesine yada planın işleyebilmesi için oyun içerisinde ufak tefek yada köklü değişiklikleri yapamayarak, literatürde oyun okuma denen becerilerinin olmamasına bağlamazlar işte bu anşalılabilir değildir. Oyunu okuma konusunda yeterince başarı gösterememiş bu insanlar, oyuna gerekli müdahaleleri yapamamaları onların beceriksizliklerini mi gösterir ki acaba? Yoksa yukarıda bahsedildiği biçimde nasıl ki futbolcular oyuna dalarlar ve planlanan görevlerini yapamazlar ise; teknik direktörlerde mi oyuna dalarlar ve tribündeki seyirci gibi oyunu seyretmeye başlarlar. Herkes futbolcuların oyuna dalmamaları, oyun disiplini denen plan uygulama profesyonelliğine bakarak diğer taraftan da teknik direktörlerin oyuna dalmamaları konusunda makine düzeni içinde oyun planları var diyerek Almanya’yı örnek göstermektedirler. Oyun oynamada soğukkanlılığı yitirmemek, sinirlere hakim olabilmek hülasa planı disiplinli uygulama konusunda başarılı olabilmenin en önemli yanının ise oyuna dalmadan bir adım geride kalarak olayı dışından izleyerek planın uygulanmasının denetlenmesinini temin etmekten geçtiği aşikardır. Dolayısı ile oyuna dalan futbolcuyu teknik direktör uyandırabilir ve yönlendirebilir de eğer teknik direktör oyuna dalarsa ne yapılabilir işte bu muamma.

Acaba şirket yönetimleri, dernek yönetimleri, vakıf yönetimleri ve ülke yönetimleri de böyle birşey midir? “Oyuna dalan” izleyici konuma düşen yöneticiler, bakanlar yada başbakanlar olabilir mi? Anlık yangın söndürme derdi ve telaşına düşerek, soğukkanlılığı yitirip yangın çıkmasının önüne geçilmesi çalışmalarından uzaklaşabilirler mi?

Peki teknik direktörler; futbolcuların, bırakın planın bir parçası olmayı becermek için çaba sarfetmeyi tam tersi bir durumda ne yaparlar? Bu futbolcuları nasıl tanımlarlar? Bu futbolcular şikeci durumuna düşmezler mi? Teknik direktörler bir sonraki maçta artık bu çaba sarfetmeyen hatta şikeci izlenimi veren bu futbolculara kadrolarında yer verirlermi? Eğer bu tür futbolculara kadrolarında tekrar yer verirlerse; şike şüphesine ortak olurlar mı? Peki bu durumdaki takımların maç kazanabilme ihtimalleri varmıdır? Eee vardır tabiiki, futbol tıpkı diğer faaliyetler gibi; şans faktörleri ve saha dışı oyunları da bol miktarda yürütülen bir oyundur. FİFA ve UEFA gibi kurumlarda gözardı edilmemelidir ayrıca...
Falan filan...

Yoksa ülkemiz böyle bir süreçten mi geçiyor? Ülkemizde kim teknik direktör, kimler antrenör, kimler futbolcu, kimler yönetici ve en önemlisi kimler şikeci belli değil mi? Belli ise niye bu “melekler dişi mi erkek mi?” geyiklerini aratmayan TV tartışmaları? Niye bu köşe yazıları?

Salı, Temmuz 08, 2008

AKHİSARIN YUNANLILARCA İŞGALİ


11 HAZİRAN 1919

Kayışlar köyü yunan jandarma karakol komutanı ve bir grup askerin, davet üzerine Akhisar’ı işgal etmeleri sinirleri çok bozmuştur.Çerkez Ethem burnundan solumaktadır, hükümet konağının önüne öyle bir hışımla gelirler ki, toz bulutundan göz gözü görmez olur...
Ortam çok gerilmiştir; Çerkez Ethem adamlarına emir verir:
“Kaymakamı alın!...”
Kaymakam merdivenlerden indirilirken Çerkez Ethem atından inmeden bekliyor, hırsından şaplağını çizmelerine vurarak çizmelerinde şaklatıyordu; sonra arkasına dönerek üç adamını görevlendirdi:
Şu kopil gavur komutanı “halaskar gibi...” karşılamaya giden Müslüman gavurlarını da getirin...
“Bir masa üç tanede sandalye bulun...” bulundu. Sonra atından indi...
Kaymakamlık binasının önünde, çınar ağacının gölgesindeki taş sekinin üzerine divan kuruldu. Karşılama kafilesine katılan on beş müslim kişi yakalanarak getirildi, içlerinde Akhisar Müftüsü de vardı. Rumların hepsi ortalıktan çekilmişti. Yanlız Rum!un biri fotoğraf çektirmek için getirildi. Oldukça kalabalık Müslüman ahali ise izleyici olarak toplanmıştı...
Çerkez Ethem masanın üzerine çizgisiz, sarı yapraklı tozlu bir defter koydu...
Bizi de harp divanına almasınmı(!)
Ethem Ağanın boyu iki metre, önde Akhisar Kaymakamı!nı sorguladı?
Ona tepeden bakıyordu, eliyle çenesinin ucundan kaldırarak gözlerine baktı:
“ Kaymakam... Sen hangi milletin kaymakamısın?...
Kaymakam titriyordu:
“Osmanlı... Osmanlı tabii, ne diyeyim? E...”
“Osmanlı kaymakamı ha... Hizmetin Yunan’a...”
... Kaymakam asıldı(.) Halktan bir alkış koptu...
Eşraftan bir başefendi:
“sen ne iş yaparsın efendi?”
“Ticaretle iştigal ederim...”
“Ticaretinde vatan satmak da varmıdır?”
“Ben onlara uydum... ne bileyim?...”
...Eşraftan başefendi asıldı ve halktan çok alkış geldi...
Müftü Efendi’ye sıra gelince:
“Biz hiçbir papaz görmedik ki Müslüman!a müftü’ye temenna etsin...”
“Sen papazlara niçin temenna ettin?...”
Müftü Efendi başını hiç kaldırmadı; yere bakıyordu, hiç cevap vermedi... O suçlu bulundu; asıldı; fakat bir sessizlik oldu...
Bu idam için alkış olmadı...
Çerkez Ethem, sırada korkuyla bekleyenlere dönerek baktı; onlara sordu:
“Bir daha yaparmısınız?...”
hayıııır!...
“ İyi ... hadi gidin...” dedi.
Parti pehlivan sonra şöyle demişti:
“Bu millet dün bu meydan da Yunan’ı alkışlıyordu, bugün bizi... Yarın kimi alkışlayacaktır kim bilir?...”


Yukarıdaki satırlar; A. Nedim Çakmak’ın “İşgal günlerindeki işbirlikçiler – Hüsnüyadis hortladı” adlı kitabından alınmış ve Dedesi Parti Pehlivan’ın anılarına dayalı bu kitabın tarihsel eksenini 1919 – 2008 dönemi, sosyolojik eksenini ise “egemenliğimizin paylaşılmasında beis yoktur” oluşturmaktadır. Ayrıca “Necip Türk Millet’inin” kişisel tecrübelerimizden de hareketle “güçlüden yana olma” şiarının dünyadaki en önemli ve nadide örneği olduğunuda göstermektedir ve umarız tüm güç sahipleri buradaki bu önemli detayı yakalayabilirler.

Perşembe, Temmuz 03, 2008

BİZ SİZİN KİMLERİN DEVAMI OLDUĞUNUZU İYİ BİLİYORUZ-2

BİRİLERİNİN CEMAZIYEL- EVVELİ
DP - 2
“Bugünkü Hükümetin büyük bir marifetmiş gibi göstermiş olduğu; DP Lideri Adnan Menderes döneminin örnek alınarak devamı varsayıldığı ve aslında ne kadar anti demokratik tercihlerin kullanıldığının sadece bir kısmı olan özet, 1. bölümünü oluşturmaktadır.” Diyerek yazımızın 1. bölümünü sonlandırmış idik. Aslında bugünkü hükümet edenlerin liyakatlarının en temel karinesini oluşturan DP Adnan Menderes döneminin 2. bölümünü sıcak gündem dolayısı ile fazlaca anlaşılamayacağından bir süre sonra yazmayı planlamış idim, yine de bunların cemazıyel-evveli bugünlerde çok önem arzettiğinden ve belki de bindirilmiş kıtaların dikkatini çeker diye yazdım.

30 Mayıs 1954: Ateşli Muhalefet lideri ve bugünkü MHP milletvekili Deniz Bölükbaşının da babası Osman Bölükbaşı’yı seçen Kırşehir ili, ceza olarak il olmaktan çıkarılarak ilçe yapıldı ve bununla da yetinilmedi bölünerek eski ilçelerinden bir kısmı ile Nevşehir ili kuruldu. Bu konuda hep rakiplerine saldırı malzemesi olarak kullandıkları “halkı cezalandırma” uygulamalarının prototipini oluşturmuşlardır;
14 Haziran 1954: Yapılan genel seçimlerde muhalefet partisi CHP’ye siz oy mu verirsiniz diyerek, Malatya halkını da cezalandırma amacı güderek Malatya’yı bölerek Adıyaman ilini oluşturmuşlardır. DURMAK YOK KİNE DEVAM misali, ne diyorlardı “bu kin bizim politikamızı şekillendiriyor” İŞTE KİN İŞTE POLİTİKA ve İŞTE ÖRNEK;
1955 yılında TBMM parti meclis grubunda yaptığı bir konuşmada Başbakan Menderes, DP Meclis grubunda arkadaşlarına şöyle sesleniyor : “Siz öyle güçlüsünüz ki, şu anda Anayasa’yı bile değiştirebilir ve Hilafeti getirebilirsiniz” Bu yobaz zihniyetin bugünkü versiyonu ne demektedir “tabii ki değişecek ulan, milletin temsilcileri isterse değişir” diyerek ne kadar liyakat ehli olduklarını ispat etmekte ve cumhuriyet ile kavgalarının itilaf fırkasından beri hiç tavissiz devam etmekte olduğunu hiç çekinmeden de beyan etmektedirler.
8 Nisan 1955: İstanbul'da hane başına 100 gram kahve dağıtımına başlandı ve Kahve alanlar, mahalle muhtarlarının hazırladıkları karneleri imzalamışlardır. Hani karne CHP nin işi idi, gözün aydın CHP işte size DP karneleri haydi kullanın gerçi kullanmamanız bilmediğinizden değil ama neyse konu siz değilsiniz.
Ağustos 1956: Karadeniz gezisine çıkmış olan CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, Rize'de dükkân sahiplerinin ellerini sıkınca, bu durum derhal bağımsız yargı(!!!) tarafından yasadışı gösteri yürüyüşü sayılarak 6 ay hapse mahkûm olacaktır. Nasıl bir demokrasi ise bu, işte bindirilmiş kıtaların peşine takılan yurdum insanı bunu bir görse, acaba görmediğinden mi ondan da ben pek emin olamıyorum ya, neyse...
5 Eylül 1955: Daha sonraki yıllarda Demokrat Parti’nin bir tertibi olduğu ortaya çıktığı üzere; İstanbul Ekspress Gazetesi’nde Atatürk’ün Selanik’deki evine bomba atıldığı haberi yayınlanarak bugünkü mütareke basınının öncülleri olarak tarihteki yerleri almaya hak kazanmışlardır.
6-7 Eylül 1955: Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberi üzerine, gerici-yobaz ve faşistlerin ağırlıklı bulunduğu “Kıbrıs Türktür” cemiyetinin İstanbul Taksim Meydanı’nda düzenlediği mitingi, 6-7 Eylül olaylarını başlattı ve çok önceden planlanan gösteriler, kısa zamanda Rum vatandaşların işyeri ve evlerine yönelik yağmaya dönüştü. İstanbul, Ankara, İzmir’de sıkıyönetim ilan edildi. Olaylar diğer kentlere de sıçrayınca TBMM olağanüstü toplanarak methedile methedile bitirilemeyen DP Hükümeti kendi tertibi olan olayları muhaliflerinin üzerine yıkmak, bir taşta iki kuş vurarak onlardan da kurtulmak amacıyla yeni bir planı uygulamaya koymuştur. Emniyet Amirlikleri’nce komünist olarak bilinen 48 kişi, tahrik ve tahrip suçlamasıyla tutuklanıp Harbiye’ye getirildi. İdam talebiyle yargılanması öngörülen bu kişiler arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Dr. Can Boratav, Asım Besirci, Hasan İzzettin Dinamo da bulunuyordu. Bugünlerde nefretle hatırladığımız ama bu sefer içimizdekileri hedef alan SİVAS KATLİAMInı planlanlayanlarda öncüllerini hiç aratmayacak organizasyonlara imza atabileceklerini kanıtlamışlardır.
10 Eylül 1955: Ama bütün bu olumsuzluklara rağmen yinede İçişleri Bakanı Namık Gedik ile İstanbul Emniyet Müdürü Alaaddin Eriş görevlerinden istifa etmelerine rağmen bugünkü ardılları bu örnek almamaktadırlar.
15 Ekim 1955: Demokrat Parti’de muhalefet yaptığı gerekçesiyle 9 milletvekili partiden ihrac edildi. Onları destekleyen 10 milletvekili de kendi isteği ile partiden ayrıldı. “Onbirler Hareketi” diye anılan bu milletvekilleri, bakanlar hakkındaki iddialarda, “ispat hakkını yasaklayan kanunun” kaldırılmasını sağlayacak bir fıkranın anayasaya eklenmesini istiyorlardı. Gençler mantıkları almayacağı için konuyu anlamakta zorlanabilirler ama o günleri yaşayanlar yada o günlerin olaylarını okuyanlara ne demeli... Ama biz yinede hatırlatalım siyasiler hakkında özelde de iktidardakiler için bir iddia ileri sürenler hakaret suçuyla yargılanıp mahkum olmakta ve yargılanan kişiye iddiasını ispat hakkı tanınmamaktaydı. Reddedilen, bu hakkın tanınması isteğiydi.
24 Ekim 1955: Nazlı Ilıcak ile Ömer Çavuşoğlu’nun babası olan Bayındırlık Bakanı Muammer Çavuşoğlu, 6/7 Eylül olaylarında uğradıkları zararlar dolayısıyla, İzmir'deki Yunan Konsolosluğu'na, adeta kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırarak suçluluk psikozu içerisindeki hükümet adına resmi özür yerine geçmek üzere Yunan Bayrağı çekti ve uluslarası düzeyde özel ve güzel bir yalakalık yapmıştır. Tıpkı bugün çocuklarının yaptığı gibi yalakalıkgibi.. İşte cemazıyel-evveliniz bay iktidardakiler ...
8 Nisan 1956: Başbakan Adnan Menderes , muhalefeti, "Siyasi sapıklık, sahte ihtilalcilik, inkarcılık, adi ve alçak iftiracılık, sahte hürriyetçilik ve tedhişçilik"le suçladı. Bakınız bunu güzel örnek almışlar ve gerçekten de DP nin devamı olduklarını kanıtlamışlardır.
31 Mayıs 1957: Bakırköy Derbi Lastik Fabrikası hammadde yokluğundan kapanmış, 720 işçi işsiz kalmış ama bunlar bunu örnek saymadıklarından belki de kendi kusurları saymadıklarından olsa gerek hiç sözünü etmeden geçiştirirler.
20 Ekim 1957: DP’nin din istismarı hızlanıyor. Menderes Adana’da yaptığı seçim konuşmasında “ İstanbul’u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camiini de ikinci bir kâbe yapacağız” dedi.
27 Ekim 1957: Genel Seçimler yapıldı. Oyların % 47,9’unu alan DP 419, % 41,1’ini alan CHP: 173, % 7,1’ini alan CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi) 4, % 3,8’ini alan HP (Hürriyet Partisi) 2 ve bağımsızlar 2 milletvekili çıkardı.
1 Kasım 1957: Yeni meclisin toplanacağı bugün halkın tepkisinden çekinen iktidar başta meclisin çevresini tanklarla çevirmek dahil kentin tüm önemli noktalarına askerî birlikler yerleştirdi.
30 Nisan 1958: Et sıkıntısını gidermek için Yeni Zelanda'dan koyun eti dışalımı yapıldı.
2 Haziran 1958: İnönü'nün, İstanbul CHP Merkezi'nde yaptığı basın toplantısındaki demecine yayın yasağı konuldu.
16 Temmuz 1958: Ortadoğu'daki muhtemel karışıklıklara müdahale etmek amacıyla 11 bin ABD askerinin İncirlik üssüne indirilmesine başlandı. Bugünkü hükümet edici AKP ve yandaşları gerçekten DP ve Adnan Menderes takipçisi imişler bu bir kez daha bu konuda kendini gösteriyor.
19 Temmuz 1958: Nükleer silah taşıyan ABD uçakları İncirlik üssüne indi. Sıkışınca muhaliflere çatanlar buna çok dikket etmeliler işte bakın nasıl katıksız bir takip var.
2 Agustos 1958: Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) baskısıyla, Cumhuriyet tarihinin en yuksek orandaki devalüasyonu yapilarak 1 dolar 2,80 TL’den 9 TL’ye çıkarıldı. Devalüasyon orani yüzde 221 oldu. Bugün yere göğe sığdıramadıkları DP ve Adnan Menderes’ten böyle miras aldılar işte...
6 Eylül 1958: Başbakan Adnan Menderes, "İdam sehpalarında can verenlerden ders alsalar ya…" diyerek muhalefeti tehdit etti.
21 Eylül 1958: Başbakan Menderes, CHP'nin parti olmadığını, İsmet İnönü'nün siyaseti bırakması gerektiğini, basının istediğini yazamayacağını söyleyerek sanki 2007 deki ardıllarının nasıl taklitçi olduklarının daha o günden ipuçlarını vermişler.
19 Ekim 1958: Başbakan Menderes, Said-i Nursî’nin yaşadığı Afyon-Emirdağ’da Nurcular tarafından hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açılarak karşılanarak, Menderes özel bir destek vermek istemiştir Said-i Nursî’ye. Ayrıca Menderes Risale-i Nurların ilk kez serbestçe basılması için 1956’da gerekli yerlere pervasızca talimat vererek kağıt tahsisi yapmıştı.
13 Temmuz 1959: Trabzon'da bu yere göğe sığdırılamayan DP ve Adnan Menderes hükümeti kararı ile, bir Amerikan üssü kuruldu.
10 Ocak 1960: Said-i Nursî’nin doğu illeri valilerine yazdığı bir mektup CHP’liler tarafından ele geçirilince basında yer aldı. Said-i Kürdî mektupta şunları söylemekteydi : “Şark bölgesinde komünistliği 60 bin Nursî sayesinde önlemekteyim. Bu 60 bin talebenin içinde bir iki ahlaksız da çıkabilir. Bunları kitlemize mal etmek doğru değildir. Bu yüzden bölgenizde risale-i Nurlar toplattırılmamalıdır. Nasıl ki Arapça ezan okutturduk ve bu sayede Müslümanları Demokrat Parti cephesinde topladığımız malumunuzdur. Şimdi de dağıttığımız bu Risale-i Nurlarla komünizmle ve masonlukla savaşacağız. Müslüman Demokratların göstereceği yardıma güveniyorum. Bundan ötürü birkaç defa Ankara’ya gittim,Müslüman vekillerle görüştüm.. Bilhassa başvekil sayın Adnan Bey ve (Milli Eğitim Vekili)Tevfik ileri ve sayın (İçişleri Vekili) Namık Gedik’ten bu neticeyi tayin ettim…. Saidi Nursî “ Ama ne takip ne örnek alış değil mi? Bu kadar katıksızını ve insafsızını ancak bunlar yapar
12 Nisan 1960: DP Grubu yayımladığı bir bildiri ile CHP'yi "silahlı ve tertipli ayaklanmalar hazırlamakla", bir kısım basını da bunu yalan ve çarpıtılmış haberlerle desteklemekle suçladı ve bunların üstesinden gelmeyi amaçlayan ve üç ayda işini bitirecek bir Tahkikat Komisyonunu kurulması yönünde kararın alındığını açıklıyor ve derhal yaklaşık 500 Halkevi ve 4500 Halkodası bir taşınmaz ve taşınır mal yığını şeklinde Hazine’ye geçer. Milli Korunma Kanunu’nun polis ve mahkeme önlemlerine, fiyat denetimlerine başvurulur. Tıpkı bugünkü maliye Bakanı ardıllarının yaptığı gibi. Çalışma yaşamlarında 25 yılı dolduran memurlar “görülen lüzum üzerine“ Bakanlık emrine alınarak emekliye sevk edilirler. İşte AKP ve Tayyip Erdoğan hükümeti kadrolaşma konusunda kimden ilim irfan feyz almıştır açıkça ortada...
27 Nisan 1960: Meclis bünyesinde kurulan 15 üyeli Tahkikat Komisyonuna ek yetkiler veren kanun, uzun ve çetin münakaşalardan sonra kabul edilirken; tartışmalardan ötürü de 12 CHP Milletvekili 3 ve 6 , İnönü ise 12 oturum Meclis’ten çıkarılma cezası aldı. İnönü’nün konuşmasının tutanaklardan silinmesi kararı alınarak oturumdan çıkarılma cezası alan CHP’liler direnince de genel kurul salonundan polis zoruyla çıkarıldılar. Komisyonun ilk icraatı, ülkedeki tüm siyasal etkinliklerin ve Meclis görüşmelerinin yayınlanmasını yasaklamak oldu. Kurulan komisyon; sivil ve askerî savcılarla yargıçların tüm yetkilerine sahip olacak, istediği ev ve kuruluşu basabilecek, öngördüğü evrak, belge ve eşyalara el koyabilecek, gazeteleri toplatabilecek ve matbaalarıyla birlikte kapatabilecekti. Komisyon kararlarına karşı gelmenin veya savsaklamanın cezası üç yıla kadar hapis olacaktı. DP’nin yargı yetkisini özel bir heyete veren bu kararı açık bir anayasa ihlaliydi ve iktidardan düşüp yargılandıklarında sorumlu tutuldukları en ağır suçu oluşturdu. Demek ki bugünkü tüm anti demokratik uygulamaların prototipini DP ve Adnan Menderes hükümeti oluşturuyormuş, tıpkı ABD deki Mc Carthy örneği gibi, tabii ki de bu konuda durmak yok yola devam edilmeli...
28 Nisan 1960: TBMM görüşmelerini haber yapmaya kalkışan tüm gazeteler toplatıldı. Tabii o zaman bu kadar paraları olmadığından satın alma yerine kapama işlemine tabi tutuyorlardı şimdi ise satın alarak susturuyorlar, eeeeeee devir finas oyunları devri yaa. Babalar gibi alıyorlar işte...
22 Mayıs 1960: Haberleşmeye sansür koyan Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, beş kişinin bir araya gelerek dolaşmasını yasakladı. Yani hani asker ve TSK hep bunların karşısında idi, tam bir büyük yalana dayalı propaganda...

Ama ne demişti propagandanın babası Faşist Hitler’in Faşist bakanı Göbels: “ Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur”

Bugün tüm yobaz-gerici, hurafe-safsatacı, bağnaz ve hanedanlık özentisi güruhun organize oldukları; başta HAK-İŞ, MEMUR-SEN, MÜSİAD, MAZLUM-DER, İLİM YAYMA CEMİYETİ, GAZETECİLER VE YAZARLAR VAKFI ve HUKUKÇULAR BİRLİĞİ olmak üzere bu iktidar öncesi sürekli olarak ve de özellikle Cuma namazları çıkışında batı dünyasının müslümanlar üzerinde yaptıkları zulmü yalandan olduğu şimdi çok net anlaşılan cami önlerinde gösteriler yaparak protesto ederlerdi, şimdi nerde bu kuruluşun adamları sayıları artmasına karşın sesleri çıkmaz oldu, acaba nema konusu mu var, yoksa özellikle IRAK’ta en büyük destekçileri ABD bombaları ile öldürülen 1.000.000 dan fazla müslüman insan onları ilgilendirmiyormu yoksa? Gerçi bunların öncülleri ve itibarlı abilerinden olan Mehmet Şevki Eygi ne demişti kanlı Pazar öncesi yazısında “ABD Müslümanların 2. kabesidir” ve sonrasında commerzbank ta hesabına 350.000 $ yatırıldığınıda unutmadık hatırlıyoruz.
İşte AKP nin kıymeti kendinden menkul yöneticileri siz ve cemazıyel- evveliniz budur. Liyakatınızın temelini oluşturan, 31 mart kafası, itilaf Partisi kafası, Said-i Nursi kafası ve günümüzdeki takipçisi Fettullah Gülen kafası sizin cemazıyel-evvelinizi oluşturur. Ama nedendir bunları görmezden gelerek; keçinin koyunu davrandığı gibi davranmaya devam ediyorsunuz.

Salı, Haziran 24, 2008

BİZ SİZİN KİMLERİN DEVAMI OLDUĞUNUZU İYİ BİLİYORUZ

BİRİLERİNİN CEMAZIYEL- EVVELİ
DP - 1

22 Temmuz 2007 tarihinde iktidar partisi AKP, Recep Tayyip Erdoğan’ı 1950-1960 döneminin DP iktidarının başbakanı Adnan Menderes ile özdeşleştirerek, AKP nin de DP nin devamı olduğunu ima ederek seçimlere girmeyi önemli bir seçim kozu olarak tespit etmiş ve bunu yaygın olarakta kullanmıştır. Bu tespit ve tercihin temelinde, toplumun hafıza kısalığına, toplumsal belleğin kısıtlılığına yada sık sık silinerek yeniden güncellendiğine, yalanın büyüklüğünden kaynaklanan yoğun propaganda altında doğruları yitirdiğine ve değer ölçüleri altüst olmuş olmasına duyulan büyük ve sarsılmaz güven bulunmaktadır.

Aşağıda çokta imrenerek, ama maalesefte yalanın büyüklüğünün yarattığı etkinin sonucu olarak toplumun önemli bir kısmınıda buna inandırdıkları Demokrat Parti tarihinden kısa bir özet bulunmaktadır. O dönemi yaşamamış, yaşamışta hatırlamayan, yaşamışta hatırlamak istemeyen, yaşamamış ama okumayan, okuyupta kafası karışanlar için, kısa bir hatırlatma yapıp bugün karşı karşıya kalınan, Türkiye’nin ortaçağ karanlığına sürüklenme çabalarının tarihsel kökenlerinin nerelerde saklı olduğunu özetleyelim dedik.

29 Mayıs 1950: Başbakan Menderes “sadece millete malolmuş inkilâpları saklı tutacağız” diyerek 50 yıl sonra yobazizm adına olacakların temelini atmıştır
6 Haziran 1950: DP hükümeti; Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve diğer bazı generalleri görevlerinden alarak 50 yıl sonrada hedeflerinin neler olması gerektiğini haleflerine göstermekte tereddür etmemiştir.
25 Eylül 1950: 4500 kişilik bir tabur, tüm masraflar Türkiye’ye ait olmak üzere ve TBMM kararı olmaksızın Kore Savaşı’na gönderilerek, başta ABD olmak üzere Batı’nın gözünde makbul olabilmek için ve gerektiğinde onların desteğini alabilmek için, onlar için en geçerli ihraç malımız kabul edilen Mehmetçik’in uluslar arası düzeyde ilk pazarlanışıdır, sonrası 50 yıllık dönemde halefleri tarafından sürekli gündeme getirilmiştir.
3 Aralık 1950: Arap harfleriyle eğitim yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 gün ve 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırılarak sonradan sürekli tartışılan kuran kurslarına imama hatiplere yol açılarak sadece ve sadece bugünlerin temeli sayılacak adımlar atılmıştır.
12 Aralık 1950: Büyük bir öykünme ile sahip çıkılan DP Hükümeti herhangi bir yargı kararı olmaksızın CHP Genel Merkez Binası’na el koyarak Hazine’ye irat kaydederek haleflerine başta CHP olmak üzere Atatürk’ün mirasına nasıl saldırılması gerektiğinin ipuçlarını vermiştir.
13 Mart 1951: DP’nin İzmir Belediye Başkanı Rauf Onursal, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'nün Halife Abdülmecit gibi sınır dışı edilmesini talep ederek saldırıların ne kadar cüretkar olması gerektiğine dair müthiş ve unutulmaz örnekler vermiştir.
25 Mart 1951: Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, solcu öğretmenlerin tasfiyesinin sürdüğünü açıklayarak, ABD ye nasıl sadakatle bağlı olduklarının kendi disiplini içerisinde ne kadar acımasız olunması gerektiğini günümüzün ilgili bakanına uygulamaları ile miras bırakmıştır. Allah için günümüzün bakanıda öncüllerinin bıraktığı bu bayrağı daha da yukarıya taşıyarak yobazizm takipçiliğinin ne kadar yılmaz bir savunucusu olduğunu göstermiştir.
22 Haziran 1950: İktidar olmanın köredici sarhoşluğu ile DP iktidarı; öncülü İtilaf partisinin mirası olan cumhuriyet düşmanlığını, cumhuriyetin yaşayan ardıllarından adı bir stadyuma verilen İsmet İnönü’nün adının zikredilmemesi için İstanbul İnönü Stadı'nın adı Mithatpaşa Stadı olarak değiştirilerek bir kez daha göstermiş ve bu düşmanlığının boyutunu ve hiç bitmeyeceğini bu konuda da insan hakları ve demokrasinin de engel olamayacağını bir kez daha ilan etmişlerdir.
1 Ağustos 1951: Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu çıkararak bugünkü ardıllarına bu memleketin babalar gibi satılabileceğinin mirasını bırakmışlar ve ardılları da bu utanç abidesi uygulamaları bugünde artan en hafif deyimi ile aymazlıkla devam ettirmektedirler.
9 Ekim 1951: Yere göğe sığdırılmayan ve sürekli mevcut iktidar ve benzerleri tarafından öykülenilen DP iktidarı iktidara gelişlerinin üstünden henüz 1 yıl yeni geçmiş iken nerede ise 0(sıfır) olan Devlet iç borçlarını kısa bir sürede 2 milyar 565 milyon liraya yükselterek, bugünkü ardıllarına inanılmaz bir güç ve cesaret mirası bırakmışlardır.
4 Kasım 1951: İlkokulların ders programlarına din dersi konularak toplumun tamamen imamlardan oluşturulmasının yolu açılmış oldu.
21 Ocak 1952 :
Yere göre sığdıramadıkları ve ne yazık ki matah bir dönemmiş gibi de sürekli olarak; Dinci-Zorba partiler tarafından örnek gösterilen ve devamı olmakla övünülen bu DP hükümeti, ABD ye sadakat ve belki de müstevlileri ile tehvit olunan ikballerinin garantisi için, Türkiye’yi ne askeri ne de siyasi olarak hiçte ilgilendirmediği halde girilen Kore savaşında; 34 subay, 46 astsubay ve 1252 erin şehit olduğu Milli Savunma Bakanlığı tarafından açıklanmıştır. Ve maalesef bugünkü ardıllarda zırt-pırt şuraya yada buraya asker göndeririz fiyakası içinde ikbal garantileri açısından ABD ye sadakat gösterilerinde bulunmaktadırlar.
5 Haziran 1952: Fener Rum Patrikhanesi’nin başındaki kişinin Lozan Antlaşmasına göre Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması gerekmektedir. Antlaşma hükmü böyle olmasına rağmen; yere göğe sığdırılamayan ve sürekli öykülenilen DP hükümeti ve başı Adnan Menderes ilk kez ABD’den özel bir uçakla gönderilen ve bugünkü sonuçlarına bakılınca da amacın ne olduğu orta karar zeka sahibi herkes tarafından anlaşılabilecek olan; Athenagoras’ın Türkiye’ye sokulması ve Başbakan Adnan Menderes tarafından ziyaret edilerek elinin öpülmesi ise tam anlamı ile müstevliler ile ikbal tevhididir; tek kelime ile herhalde ve bugün yapılan yasal düzenleme girişimleride ardıllarınında ikbal konusunda nasıl iştah sahibi olduklarının açık göstergesi olsa gerektir.
24 Aralık 1952: “Anayasayı Yaşayan Dile Çevirmek” şeklindeki gerekçesi ile yapılan yasa önerisi sayesinde 1945 yılında türkçeleştirilmiş olan anayasa metni, yürürlükten kaldırılarak, 24 Nisan 1924’te kabul edilmiş olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yeniden uygulamaya konulmuş ve anayasadaki öztürkçe kelimeler tamamen ayıklanmış ve “bakanlıklar”, “vekalet” , Genelkurmay Başkanlığı” ise “Erkan-ı Harbiye-yi Umumi Reisliği” şeklinde değiştirilerek öncülleri İtilaf Partisinin beklentilerine ne kadar uygun çalıştıklarının ve devir aldıkları mirasın nasıl tavizsiz takip edildiğinin bir kanıtı olmuştur.
9 Nisan 1953: Yere göğe sığdırılamayan herkesin de öykündüğü DP hükümetinin Maliye Bakanı Hasan Polatkan, döviz açığının 553 milyon dolar olduğunu açıkladı. Bizde kendisini bugünkü ardılları nezdinde kutluyoruz, çünkü memleketi borç batağı içine sokmalarına rağmen bu mızrağı bu çuvala sokabildikleri için.
14 Aralık 1953: DP Hükümeti, hiçbir mahkeme kararı olmaksızın, CHP’nin menkul ve gayrı menkullerinin Hazineye devredilmesine yönelik yasayı çıkarır ve ardılları bu hareketide demokratik bulduklarından memleketi ortaçağ karanlığına sürekleme cesareti gösteren partilerinin kapanması davasına feveran ederler haklı olarak. Ama bu sefer ardılları inanılmaz şekilde yabancı destek alırlar sadece sadece bu destekçilerin ülke içindeki ikballaerine karşılık.
7 Mart 1954: Petrol işletmeciliğini yabancı sermayeye açan ve Max Ball adlı bir yabancının hazırladığı Petrol Yasası Meclis'te kabul edilerek bugün iktidarda bulunan ardıllarının da hazırladıkları yasaların meclisten önce ABD ve AB yetkililerine göstererek onay almalarının müthiş bir örneğini oluşturmaktadırlar.
8 Mart 1954: Basını sıkı kontrol altına alan ve özünde kendilerinden olmayan basını hedef alan basın suçlarına yönelik cezaları yükselten Basın Kanunu kabul edildi. Hakaret suçuyla yargılananlara iddialarını mahkemede ispat hakkı tanınması isteği reddedilerek bugünkü iktidardaki ardıllarının dayattığı üzere bunlar ne beyan ederlerse o kanun olur beklentisinin öncülü olmuşlardır.
14 Mart 1954: Kendilerinden olmayana kin o kadar büyüktür ki; DP’den istifa ederek CHP’ye geçen Adnan Menderes’in yeğeni Özdemir Evliyazade, Cumhurbaşkanı Calal Bayar'a hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklanarak bugünde basındaki aracıları ve muhbirleri aracılığı ile yaptıklarına güzel bir örnek oluşturmaktadır bu davranışlar; ama hafızaları sıfırlanan ve cesaretleri kırılan vatandaşlara bunun demokrasi olduğu yalanı büyük bir ustalıkla anlatılmaktadır.
2 Mayıs 1954: Genel seçimler yapılır ve oyların %57,6’sını alan DP 503 milletvekilini TBMM ye gönderirken, %35,4 oy alan CHP sadece 31 milletvekili çıkarabilmiştir.

Bugünkü Hükümetin büyük bir marifetmiş gibi göstermiş olduğu; DP Lideri Adnan Menderes döneminin örnek alındığı ve aslında ne kadar anti demokratik tercihlerin kullanıldığının sadece bir kısmı olan yukarıdaki özet, mezkur partinin iktidarda kaldığı 10 yıllık sürecin 1. bölümünü oluşturmaktadır.

Aslında bügün hükümet eden partinin 2. adamı Mehmet Mir Dangır Fırat “Devrimler nedeniyle travma yaşandı dedim. Yalan mı, yanlış mı? Ben kötü niyetle o sözleri kullanmadım. Devrimler kötü demedim ama bir gecede tekke ve zaviyeler kapanmadı mı? Şeyhülislamlık sona ermedi mi? diyerek AKP nin gerçek niyetinin Şeyhülislamlığı geriye getirmek, fiiliyatta uygulamada olan tekke ve zaviyeleri de yasal bir duruma kavuşturmak istediğinin açık kanıtı değilmidir.

İşte AKP nin kıymeti kendinden menkul yöneticileri siz ve cemazıyel- evveliniz budur. Ve bunula ister övünün ister yerinin taktir sizin.

Liyakatınızın temelini oluşturan, 31 mart kafası, itilaf Partisi kafası, Said-i Nursi kafası ve günümüzdeki takipçisi Fettullah Gülen kafası sizin cemazıyel-evvelinizi oluşturur ve ben de bunu yazmaya sonraki yazılarda da devam edeceğim.

Perşembe, Haziran 12, 2008

VAN GÖLÜ’nün incisi İNCİ KEFALI







Uzun zaman önce muhtemelen de; İZTV’de izlediğim bir belgesel de, dünyada bir başka örneği olmadığını öğrendiğim inci kefalı hakkında ve özellikle de üreme sürecini gerçekleştirdiği müthiş nehir sularına çıkma macerası hakkında geniş sayılabilecek bilgi sahibi olmuş ve işte tamda o günden beri aşağıda izlenimlerimi aktaracağım seyahati gerçekleştirme fırsatı arar hale gelmiştim.
Ve nihayet birkaç yıldır planladığım, bu büyüleyici serüveni canlı olarak izleme şansına sahip olabildim.
Van Gölü; deniz seviyesinden 1.646 metre yüksekte ve 3.700 km2 lik alanı kaplayan, en derin yeri 450 mt olan bir içdeniz sayılabilecek, lav seti gölü olup suyu sodalı ve tuzludur. Erek, Nemrut ve Süphan Dağı ile çevrelenen göl harika manzaralar oluşturmaktadır. Van Gölü'nün sodalı suyunda sadece bir doğa harikası olarak nitelenebilecek bol yumurtalı bir balık türü olan inci kefalı yaşayabilmekte ve bunun dışında da herhangi bir canlı yaşayamamakta, Van; inci kefalının ana vatanı olup ayrıca bölge ekonomisine de bir hayli katkı sunmaktadır. Çeşitli zamanlarda ve kaynaklarda özellikle de bazı nitelikli tartışma programlarından adını öğrendiğim Sn. Prof. Dr. Mustafa Sarı hoca’nın önderliğinde; bu nesli maalesef ölçüsüz ve sınırsız avlanma nedeni ile tükenme noktasına gelen inci kefalı, başta Doğa Gözcüleri Derneği olmak üzere ve bilahare de ilgili Jandarma Komutanlığı, Van Valiliği, Erciş Kaymakamlığı, Çelebibağı Belediye Başkanlıklarının destek ve katılımları ve uygulamaları ile bugün tekrar korunarak kullanılmaya hazır önemli bir ekonomik değer oluşturmaktadır. Bütün bu değerli bilgileri orada bulunduğum sürede Van İli Kültür Turizm Müdürlüğüne vekalet eden Sn. Salih Tatlı’dan alırken de; aslında türkçe dil uyumuna uygun olmasına rağmen tekrarla hatalı olarak söylediğim “inci kefali” biçiminden “inci kefalı” biçimine dönüştürmekte de zorlandım açıkçası. İnci kefalının
ekonomik ve besin değeri üzerine, anatomik yapısına yönelik bir sürü daha bilgi aktarmak mümkün ama bunlara hiç gerek olmadığı kanaatindeyim.
Bu ömrü en fazla 7 yıl olan, 3 yaşından da itibaren üreme faaliyetlerine başlayan inci kefalı; yılın büyük bölümünü Van Gölünün uygun bölgelerinde geçirmekte olup, göl suyunun sıcaklığının 13 C yi geçtiği zaman ki, bu yaklaşık olarak yılın nisan ayı ortalarından itibaren gerçekleşmektedir, görece soğuk ve kar sularının beslediği derelerin ağızlarına gelerek tatlı su ortamına alıştıktan sonra da yumurtlamanın gerçekleşmesi için derelerin memba taraflarına büyük, zor ve meşakkatli bir yolculuk başlatmaktadırlar. Derelerin su akımlarının görece yavaşladığı, hafif çakıllı ve kumlu bölgelerine; çakıllara veya kumlara sürtünerek, yumurtlarını bırakarak, artık görevini tamamlamanın rahatlığı içinde, buraya gelmek için harcadığı çabayı da bu sefer de tam tersi istikamette göstererek tekrar Van Gölünün uygun ortamına dönmektedirler.
Buraya kadar aktardığım bu bilgileri, herhangi bir şekilde yazılı ve görsel basında bulmak mümkündür ama konunun asıl tılsımlı, büyülü ve muhteşem tarafı ise bu sürecin önemli bir bölümünü oluşturan; tatlı suya alışmak için bekledikleri ve yeterince de bekledikten sonra harekete geçmeleri, karşılaştıkları doğal engelleri aşarken de kimi zaman sıçrayarak kimi zaman yer yer de 30 dereceye varan ve suyun nispeten çok az derin olduğu bölgelerdeki kayalara sürtünerek çıkmaları muhteşem ve izlemeye doyulamayan bir keyif vermektedir insana. Tam bir gün boyunca bu harika doğa olayını izlemek için, büyülenmişcesine ve nerede ise gözümü ayırmaksızın; beklemekte olan onbinlerce balığı ve yeterince bekleyip te harekete geçen diğer binlercesini Van İli Erciş İlçesi yakınlarındaki Balıkbendi bölgesinde; Erciş açık cezaevi infaz kurumu iş yurdu tarafından işletilen “endemik Van Gölü inci kefalı izleme noktasında”, geçirmenin inanılmaz mutluluğunu yaşamış bulunmaktayım. İnci kefalının; defalarca sıçrayıp başaramadığı ama asla vazgeçmediği hatta bu uğurda harcanan çabanın fazlalığı nedeni ile de ölümle sonuçlanmasını
yada kısa ama çok ve inanılmaz emek harcanarak katedilen bir mesafeden sonra bir kayanın duldasında dinlenmesini, ve tekrar yola koyulmasının dayanılmaz büyüsünü yazıya maalesef bu kadar aktarabiliyorum. Ve diyorum ki; bu doğa olayı birinin yazısından yada film ve videolarından takip edilerek yeterince keyif alınması mümkün olmayan bir olaydır; ve her doğa severin, hatta herkesin yaşamı boyunca en az bir kez izlemesi gereklidir. Bu nedenle tatil yada gezi planı yapan herkesin; genellikle Mayıs başı ve haziran sonu için bu harika ve müthiş olaya tanıklık etmeleri gereklidir.
Bu müthiş doğa olayına tanık olmanın mutluluğu yanında orada yaşadığım birkaç ironi dolu ama eğitimde durumumuzun ve bu kabil olaylar karşısında nasıl davrandığımızın tespiti sayılabilecek birkaç gözlemimden bahsetmem kaçınılmaz olmuştur..
Van insanının ve özellikle de yabancılara gösterdiği, cana yakın tutum örneklerinden olmak üzere; yanıma gelerek, gerek İnci kefalı ile ilgili bilgiler vermek gerekse de yöresel sıkıntılar merkezli yakınmalarda bulunan ve emekli bir devlet memuru olduğunu öğrendiğim vatandaşımız; yöre insanının asla kurallara uymadığı avlanmanın yasak olduğu sürede de inci kefalını avlamaya hatta bekledikleri yerden torbalarla toplamaya devam ettiklerinden dem vurarak piknik yapmakta oldukları yere beni davet edip çay ikramında bulundukları sırada ailenin en küçüğü olduğunu tahmin ettiğim 12 – 13 yaşlarında bir delikanlının gelerek beni çay içmeye davet edene; belli ki aile reisi, “ baba, baba, tam bir torba balık toplamıştım ki jandarma elimden aldı ve imha etti” demesi de tam bir komedi idi açıkçası.
Ayrıca; yine beni yabancı görmelerinden ve merak etmelerinden olsa gerek, yanıma gelen ve müthiş doğa olayını izlerken de yaklaşık 1,5 yada 2 saat konuştuğumuz vatandaşımız ise; inci kefalının bu üreme amaçlı serüvenini izlemeye, hatta kendi deyimi ile de “taaaa Ankara’dan” gelmiş olmamı pek inandırıcı bulmadığından olsa gerek yada “yahu bir balık izlemeye de oradan da gelinirmiymiş” yaklaşımı ile bu konuştuğumuz süre
içinde “abi sen gerçekten inci kefalini izlemeye mi geldin” sorusunu en az 10 defa tekrarlayıp durdu. Belli ki içinde bulunduğu ortam kendisi için olabildiğince sıradan ve kanıksanmış bir durumdur.
Diğer taraftan; inci kefalının bu müthiş serüveni süresince avlanma yasağı konusunda tedbir almak ve koruma yapma görevini üstlenen jandarma ise; belli ki üst kademelerin konunun ciddiyetini kavradığı kadar sahada görev yapanlara kavratamamış, çünkü izlediğim noktanın ve nehrin tam karşısında gencin birinin torba torba balık toplamasını jandarmaya göstermemim üzerine jandarma eri hemen koştu, bağırdı çağırdı ama nafile genc avlanmakdan vazgeçmedi ne yazık ki er onu durdurmaktan vazgeçti, bunun üzerine bende jandarma erine biraz sert tarzda konuşunca “işimiz gücümüz bitti balıkla uğraşıyoruz artık” gibi birşeyler dedi, bende buna mukabil “dua et ki, böyle yararlı bir faaliyette bulunuyorsun” deyince, sonradan Ankara’lı olduğunu öğrendiğim bu sempatik er yanıma geldi ve askerlikten ve özellikle inci kefalinden konuşunca, maalesef jandarma eri de “yahu bir balık izlemeye de oradan da gelinirmiymiş” yaklaşımını gösterdi ama konuşmamızın sonunda en azından nezaketen da olsa, bu müthiş doğa olayının çok önemli olduğunu kabul etti.

Cumartesi, Mayıs 31, 2008

BAZI ŞEYLER ADAMIN AYAĞINA DOLANIR İŞTE

ETME BULMA DÜNYASI

22 temmuz seçimlerinden sonra; 60. hükümetin kurulmasını müteakip Başbakan Recep Tayyip Erdoğaneylem planı” nı ıklamış ve bu planın yazımıza da konu olan tarafını, yani Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) ve halen Devlete ait bulunan Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Vakıflar Bankası’nın İstanbul’a taşınacaklarını ilan etmiş idi.

T.C. Merkez Bankasının İstanbul’a taşınması konusunda en önemli ve büyük gerekçeyi ise, birlikte çalışmakta olduğu bankaların tamamının merkezlerinin İstanbul'da bulunması ve İstanbul’un adeta bir finans merkezi olması nedeni ile de sadece T.C. Merkez Bankasının değil; Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Vakıflar Bankası gibi devlete ait bulunan bankaların da T.C. Merkez Bankası ile birlikte hareket etmesi, oluşturmakta idi bu ıklamaya göre. Gerçi bu ıklamalardaki gerekçe de kimselere pek inandırıcı gelmemişti doğrusu.

Aslında son günlerde çok tartışılan T.C. Merkez Bankasının İstanbul’a taşınması niyeti ve isteği yeni bir konu değil. Bu niyet ve istek ilk defa; 1987-1993 yılları arasında T.C. Merkez Bankasının başkanlığını yürüten Rüştü Saracoğlu tarafından gündeme getirilmiş ve sonradan yerine gelen Bülent Gültekin ve Yaman Törüner döneminde de konu ile ilgili bir hayli detay çalışma ve plan da yapılmıştı ve bilindiği kadarı ile de, dönemin Hükümet ve Belediye yetkilileri ile varılan sözlü mutabakat gereği Leventteki arsa satın alınmıştı. Hatta o günlerde Merkez Bankasında çalışan bir dostumdan öğrendiğim kadarı ile de; yapılması planlanan Genel Merkez binası önce 36 kata göre düzenlenmiş olup, bilahare Silahlı Kuvvetlerin burada İstanbul için kendi savunma sistem ve planları neticesinde kat sayısının 30 ile sınırlı olmasının uygun olacağı beyanı üzerine de, 30 kata kadar azaltılarak yeniden düzenlenmiş idi.

TCMB 11 Haziran 1930 tarih ve 1715 sayılı Kanun ile "Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası" adı altında özel hukuk tüzel kişiliğine sahip ve özel sermayenin de katılması ile bir anonim ortaklık şeklinde kurulmuştur. Buradan da anlaşılıyor ki; daha en başında kuruluş aşamasında, bile Bankanın bağımsızlığına ve özerkliğine özen göstermiş kurucuları; ve, bu titizlik adına bile yansımıştır, başka bir deyişle T.C. Merkez Bankasının sıradan ve diğer bankalar gibi bir banka olmadığı ık olup kar amacı gütmeyen ve devletin milli parayı ve para politikasını yönetme yetkisi verdiği bir kuruluş olması nedeni ile de devletin temel organlarından biri olmuştur. Bu nedenle kamuoyunun ortak görüşü olarakta T.C. Merkez Bankası devletin başkentinde olması yönündedir ve diğer bankalarlayaslanarak ta Onlar İstanbul’a taşındı biz de T.C. Merkez Bankasını İstanbul’a taşımalıyız” gibi bir yaklaşım; mevduat bankacılığı yapmayan, ülkenin parasına ve para politikasına yön veren ve en temel amacı da para piyasasını ve paranın dolaşımını düzenlemek, hazine işlemlerini yerine getirmek, Türk parasının değerini korumak olan bankanın bu ödevleri yerine getirirken de, Hükümet ve diğer devlet kurumları ile eşgüdüm içinde çalışması gerekmekte olduğundan, çok kolay izah edilebilmekten uzak kalmaktadır.

Bunların yanında tali olarak değerlendirilebilecek olan; Çalışanların; ki yaklaşık 20.000 civarında olduğu bilinmektedir, mevcut kurulu düzenlerini bir anda bozacak olmaları toplumsal sorunlara yol açacağı gibi ve bilindiği üzere büyük çoğunluğunun İstanbul’a taşınmak istememesi nedeni ile de ciddi anlamda banka ısından uzman eleman sorununa yol açacağı kesindir. Hiç bir şekilde ekonomik ve sosyal gerekçelerle ıklanamayacak bu inadın dayatması taşınma isteği; aileleri ile birlikte yaklaşık 80.000 kişinin bir anda yerinden ve yurdundan oynatılması anlamına geldiği gibi, Megakent İstanbul’a da yaratacağı sorunlar ve olumsuzluklar da hiç te küçümsenecek gibi değildir.

T.C.Merkez Bankasının İstanbul’a taşınması; T.C. Merkez Bankasının başkanlığını yürüten Rüştü Saraçoğlu ve halefleri tarafından gündeme getirilmesine hatta konu ile ilgili bir hayli de detay çalışma, plan da yapılmasına ve bilindiği kadarı ile de, dönemin Hükümet ve Belediye yetkilileri ile varılan sözlü mutabakatlara dayalı olarakta yukarıda bahsedildiği biçimi ile de plan düzenlemeleri yapılmasına rağmen, acaba neden Leventte satın alınan arsaya gerekli inşaatların yapılmasına; Belediyenin de onayını alma aşamasında bizzat Recep Tayyip Erdoğan karşı çıkmıştır, diye sorulacak olursa; başta Levent olmak üzere bu taşınmanın İstanbul’a yaratacağı olumsuz etkilerden ötürü bir belediye başkanı olması nedeni ıklanmıştır o dönemde.

Geçmişte Recep Tayyip Erdoğan’ın Belediye başkanlığı döneminde T.C. Merkez Bankasının bu boyutu ile taşınmasına karşı çıkması ve bugün de T.C. Merkez Bankasının taşınmasını “Bu konuda kararımızı verdik, hatta yerleri de belirlenmiştir. Kanunsa kanun çıkartırız” biçimi ile savunması, o günlerde İstanbul’a göç edenlerden ve taşınanlardan vize istenmesine kadar geliştirdiği radikal tavrının tekzibi anlamına gelen bu uygulamanın izahı nedir acaba? O gün radikal biçimde insanların iş vebulmak adına Megakente gelmesine karşı çıkan Recep Tayyip Erdoğan; kendi deyimi ile de değişmedi ise, acaba kendi özgür iradesi dışında bir takım dayatmalar ile mi karşı karşıya yoksa bizzatihi kendisi başta olmak üzere bir tarafta Osmanlıcı özlemli diğer tarafta ise de Malezyadan İran’a kadar bir sürü ülkeyi kendisine model seçmiş ve Türkiye Cumhuriyetine savaş açmış bazı tarikat ve cemaetlerin Ankara’nın başkent olmasını hala içine sindirememiş olmuş olması ve son tahlilde İstanbul’u başkent ilan etme hesaplarının bir parçasımı dır bu eylem?

İşte bazı şeyler böylesa süreli düşünülür ise; birgün insanın ayağına dolanır o şeyler. Etme bulma dünyası işte.