Salı, Kasım 24, 2009

BİR KİTAP: SÖZDE ERMENİ TRAJEDİSİ

BİR KİTAP:
SÖZDE ERMENİ TRAJEDİSİ
YAZAR: GEORGES de MALEVILLE


Yazar bir Avukattır; karşılıklı iddiaları bir hukukçu olarak araştırdığı iddiasıyla; 1915 Osmanlı - Rus - Ermeni savaşı neticesinde ortaya çıkan Ermeni trajedisini Türk tezine uygun ve Kamuran Gürün'ün kitabını kılavuz alarak yazar …
Ermenilerin kurdukları Taşnak ve Hınçak örgütleri ile 1915 trajedisinin arkasındaki Batılı büyük devletlere dikkat çekmek ister Georges de Maleville ama ne yazık ki göründüğü kadarıyla da bir türlü “ee canım onlarda bir tekin durmadılar ki” tekrarı ve ısrarından kurtaramaz kendini. O zamanki İttihat ve Terakki’ci Osmanlı yöneticilerinin; Osmanlı Doğu Ordu Cephesinin arkasında sivil halka karşı saldırılar düzenleyen ve katliamlar uygulayan, aynı zamanda Osmanlıya karşı Çarlık Rusya ordularıyla işbirliği yapan hatta yer yer Rusya ordu elbiseleri bile giyerek savaşan bu Ermeni örgütlerine ya da ipin ucunu kaçırarak Ermenilere karşı toptan uygulanan zorunlu göçün yasal olduğundan bahisle bu tehcirin soykırım olarak tanımlanmasının büyük haksızlık olduğunu, hatta hukuksal olmadığını, Ermeniler kadar Türklerin de can kaybına uğradığının altını çizerek durumu açıklamaya çalışır. Bu sözde soykırım iddialarının birçok Batılı parlamento tarafından kabul edilmesinin de Türkiye’ye karşı bazı baskı gruplarının çıkar peşinde olmalarına bağlar, Türkiye’nin bu yöndeki baskılara asla boyun eğmemesi ve geri adım atmaması gerektiğini öne çıkarır.

Ne oldu da; Osmanlı'nın "millet-i sadıka" (sadık millet) diye nitelediği Ermeniler, bu iddiaya göre tehcir sırasında kıyıma uğradılar, bunu anlamaya okuyarak devam edeceğiz. Ama sonunda anlayınca ne olacak diye sorabilirsiniz yani anladık ya da anlamadık; tehcir ya da kıyım hangisinin doğru olduğunun nasıl bir önemi var allahaşkına, kimilerine göre 394.000 kimilerine göre 1.000.000 Ermeni diğer dünyaya gönderilmiş işte, gerçek bu.

Bu son okuduğum kitaptan bir takım pasajları da aşağıya çıkarıyorum.

Saygılarımla


RMÇ


Kitaptan pasajlar:

Ama bu cinayetler ne denli acı olurlarsa olsunlar, kamuoyunun büyük çoğunluğunun dikkatini yeterince çekmemek tehlikesini taşıdıklarından kısa sürede sistemli bir terörizmle katmerleştirildiler. Körlemeden suikastlar, ticari binalara bomba koymalar, rehin almalar, havalimanlarında kalabalıkların kurşunlanması… İddia edildiğine göre, herkesin önünde tanımadıkları masum insanların kanını akıtmak, Ermenilerin adaletinin uygulanmasıydı. Çünkü kendilerine teslim edilmesi gereken bir hakları vardı (ve bize denildiğine göre) tarihin en büyük soykırımlarından birinin kurbanı olmuş olduklarına göre bu hak da cinayetler gerektiriyordu.
Bu iddia, sonunda kendini kamuya işte bu yolla kabul ettirdi ve kamuoyunda hemen hemen tam bir apaçık gerçek oldu. Böylece de Fransız Hükümeti, Türklerin hiçbir ilgisi olmayan nedenlerle, Alfortville’deki “Kin anıtı” nın dikilmesini onayladı. Bu, Ermenilerin tümünün Türklere karşı kendiliklerinden duyacakları ve sonsuza kadar sürmesi gerektiğine inanacakları bir kindi. (sayfa 11)

1375 de ikinci Memlük seferi Kozan’ın ele geçirilmesine, Kilikya’nın fethine ve Ermeni nüfusunun büyük bölümü demek olan 40.000 kişinin Halep’e sürülmesine yol açtı (ülkeye o zaman gelen bu göçmenler, bugün yayılmak istenen bir söylentinin tersine, Suriye’ye Filistin’deki günümüzdeki nüfusun çekirdeğini oluşturmaktadır.) (sayfa 23)

İlkin bu olaylar Ermeni azınlığın nüfusu yüksek olan bölgelerde ayaklanmanın 1915 başında hangi noktada ve Ruslarla savaşan Osmanlı orduları için ne derecede tehdit edici olduğunu kavramayı sağlamaktır. Burada sözkonusu olan (açıkça) düşman karşısında hiyanet olaylarıdır. Ermenilerin bu davranışları bugün onların savlarından yana yazarlar tarafından sistemli bir biçimde önemsiz olarak gösterilmekte ve hatta açıkça inkar edilmektedir. Doğrular onları rahatsız etmektedir.(sayfa 30)

Gerçekten, Lozan antlaşmasının 31. maddesinde, Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmayla ortaya çıkmış olan yeni devletlerin yurttaşlarına Türk yurttaşlığını seçerek eski ülkelerine dönebilmelerini sağlayan iki yıl süreli bir seçme hakkı tanınıyordu. Bu haktan, Türkiye dışında kalmış olan Ermenilerden pek azı yararlandı. Oysa, bu hak onlara tanınmıştı. Bugün Doğu Anadolu’da artık Ermeni yoksa, bunun nedeni oraya dönmelerinin onlara yasaklanmış olması değildir.(sayfa 37)

Aynı 26 mayıs günü ve anlaşılan, yukarıdaki notun alınması üzerine, İçişleri bakanı (Talat), Başbakanlık’a (sadrazama) alınan önlemleri yorumlayan bir muhtıra gönderiyordu.
Bu muhtıra methi şöyledir;
“Hareket alanı yakınında oturan Ermenilerden bir kısmı ordumuzun harekâtını güçleştirmekte, düşmanla anlaşmalı olarak davranmakta ve özellikle de düşmanın saflarına katılmaktadır.”
“Ülkenin içinde, silahlı kuvvetlere ve halka silahlı saldırıda bulunmaktadırlar. Müslüman kentler ve kasabalarla köylerde insanları toptan öldürmekte ve dehşet havası estirmektedir. Bu gibi karışıklık öğelerini harekât alanından uzak tutmak amacıyla “bazı önlemler alınmıştır. Bu nedenle, Bitlis, Van, Erzurum illerinde oturan Ermenilerle, Adana, Kozan ve Mersin Ermenileri dışta kalmak üzere, Beylan, Cizre ve Antakya Ermenilerinin güney illerine yöneltilmesine başlanmıştır.” (sayfa 48)

Aynı sifreli yönergelerle daha o zamandan, ilerde tüm hükümet tarafından alınacak olan koruma önlemlerinin emri veriliyordu. 23 Mayıs tarihli aynı yazıda şöyle bir belirleme var: “Ermenilerin kendilerinin ve mallarının korunması, yol boyunca beslenme ve direnmelerini sağlamak idarecilerin görevidir.” (sayfa 49)

Örneğin, Haziran 1915 tarihli bir kararnamede şunlara rastlıyoruz; “ (madde 21) “Şayet, göç edenler, toplanma yerlerinde ya da yolculuk sırasında saldırıya uğrarlarsa, saldırganlar hemen tutuklanarak askeri mahkeme önüne çıkarılacaktır” (gerçekten, bu gerekçeyle yüzlerce ölüm cezası verilmiştir) (sayfa 51)

1918 e kadar, Doğu Anadolunun 12 kadar valilik ya da mutasarrıflında göç ettirilen Ermenilere karşı işlenen cürümlerin suçlularına (çoğu ölüm cezası olmak üzere) 1397 mahkumiyet verildi.(648 i Sivas, 233 ü Elaziz de) Sadece bu kovuşturmaların varlığı bile, gizlice hazırlanmış cinayet komplosu savını çürütmektedir. Nazi Almanya’sında, hiç, Yahudileri toptan öldürmek suçuyla hüküm giymiş toplama kampı yöneticileri görüldü mü? Bir soykırım yapmış olanlar, suç ortaklarını kovuşturmazlar. Talat hükümetine –ve genel olarak Türkiye’ye- yöneltilmiş bu çeşitten bir propaganda, işte bu nedenle asılsız olduğu kadar da iğrençtir. (sayfa 73)

Bu kimseler dağınık olarak yer yer ve nakledilen Ermenilere rastladıkları yerlerde saldırganca davranmışlardır. Bunlar, Kürtler miydi? Yol kesici eşkıya mıydılar? Yakınlarının öcünü almak amacını güden Müslüman Türkler miydiler? Kuşkusuz, her birinden bir miktar. Fakat, yineleyelim, rastlantısal olarak,. Çünkü bu yıkımda hiçbir zaman hiçbir genel tasarı sözkonusu değildi. (sayfa74?

Ama yine de, sürekli yineleme ve kamuoyunun sürekli işlenmesi istenilen sonuca varılmasını sağlar. Voltaire, “ Yalan söyleyin, yalan söyleyin; söylediklerinizden, mutlaka bir şey kalacaktır” diyordu. (sayfa 76)

Birçok kez alıntıladığımız bir Türk tarihçinin çok doğru olarak söylediği gibi, “ katil katildir, mazur görülmez. Biz Ermenilerin, Türkleri katletmiş olmalarını nasıl maruz görmüyorsak, Türklerin, Ermenileri katletmelerini de maruz görmemekteyiz”. Ölü sayısı, halkı heyecanlandırmak amacını güden bir Ermeni propagandasının inandırmaya çalıştığı gibi bizim öne sürdüğümüzün beş katı mı-yoksa, tersine, ondan on kat az mı? Bu korkunç olaylar konusunda tarihsel, ahlaki ve hukuki bakımdan verilecek hüküm bakımından hiçbir şey değiştirmez. (sayfa 77)

Düşmanları, iktidar partisi tarafından Ermenileri toptan öldürmekle de suçlanan İttihatçıların davası başladı. Mahkeme heyeti, bu dava için özellikle ve sanıkların siyasi düşmanlarından oluşturulmuştu.
Aynı mahkeme, birkaç gün önce, 8 nisan günü Ermenilere kötü davranmakla suçlanan Kemal bey adında birini mahkum ederek astırdığını, hem e bunu, üç ay önce Talat Paşa tarafından çıkarılan yasalara dayanarak yaptıına göre, bu hiç de göstermelik bir yargılama değildi. (sayfa 83)

İngiltere bu konuda sözünü tuttu ve 1919 da politikası Doğu Anadolu’da Sovyet yayılmasına karşı tampon oluşturarak güçlü bir Ermeni devleti kurulmasını amaçladığı için de, “ Ermenistan katliamları” suçluları avını kendisi üstüne aldı. (sayfa 84)

8 şubat 1921 günü, İngiliz mahkemesi elde kanıt bulunmadığı için dava açılamayacağını bildiren bir rapor düzenledi. 1Haziran günü, İngiliz Dışişleri Bakanlığı, A.B.D. hükümetinden bu konuda yardım istedi ve bu başvurusuna şu resmi yanıtı aldı; “ Burada, Malta’da tutuklu Türklere karşı kullanılabilecek nitelikte hiçbir şey bulunmamıştır”
Sonunda 29 temmuz 1921 günü İngiliz mahkemesi savcısı şu sözlerle men’i mahkeme kararı aldı: “ Şu ana kadar tutuklulara yöneltilen suçlamaların doğruluğunu kanıtlayan hiçbir yazılı tanıklık elde edilememiştir ve bu çeşitten tanıklıklar elde edilmesi de kesin değildir” (sayfa 85)

Ve işte o sırada tam diplomatik görüşmeler yapılırken İstanbul Ermeni Patriği Varjabedyan, Ermenilerin çektikleri “acıları” anlatmak üzere, Rus başkomutanı Grandük Nikola’yı karargâhında ziyaret etti. Böylece, Ermeniler, bir hamlede, uluslar arası tarihe girmiş oluyorlardı. 3 mart 1878 günü Rusya’ya, doğu Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı toprakların en büyük bölümünü verdiğine, Osmanlı yönetiminde kalmayı sürdürecek olan küçük bir bölümünde ise, Çarlık Rusya’sına, bir denetim ve müdahale hakkı tanıdığına göre, bu girişim başarıyla sonuçlanmıştı. (sayfa 90)

Kaynağı kesinlikle hiçte kuşkulu olmayan bir belge Ermenilerin nasıl çoğunluğu Müslümanlardan oluşan topluluklar arasında dağılmış durumda bulunduklarını göstermeye yeter. Bu, 19 kasım 1918 tarihli Osmanlı İmparatorluğu’nun teslim olmasından sonra Fransız Dışişleri Bakanlığı tarafından Başbakan için yazılmış bir rapordur. Bu raporda şöyle deniliyor: “Daha şimdiden, bir Ermeni ulusunun sınırlarını belirlemenin olanağı yoktur” (burada sözkonusu olan, galip ittifak devletlerinin kurmak istedikleri Ermeni cumhuriyetidir) (sayfa 99)

Daha birkaç hafta önce Erzurum’da yapılan genel kurul toplantısında alınan karara aykırı olarak Ermeni devrimci federasyonu (taşnak) bu çetelerin kuruluşuna ve Türkiye’ye karşı gelecekteki eylemine etkinlikle katıldı.
“Bugün bu gönüllü çetelerin savaşa girmeleri gerekip gerekmediğini tartışmanın bir yararı yoktur. Tarihi olayların kendi çürütülemez mantıkları vardır. Dolayısıyla, 1914 güzünde bazı Ermeni gönüllü çeteleri kendiliklerinden örgütlenerek Türklere karşı savaşmaya başladılar, çünkü bu gönüllüler kendilerini savaşmaktan alıkoymak gücünden yoksundular. Bu, Ermeni halkının tüm bir kuşak boyunca içinde yaşadığı ruhsal durumun kaçınılmaz bir sonucuydu. Bu anlayış kendini ortaya koymaksızın kalamazdı ve nitekim koydu da. (sayfa 101)

Amacımız iyi anlaşılsın. Böyle bir tutumu hiç de doğru bulmuyoruz. Sözkonusu olan; ister Ermeniler, ister Türkler olsun ortak sorumluluk diye bir şey yoktur. Kimi Osmanlı devlet memurlarının Ermenilere Suriye’deki tutumu, bağışlanamaz, hoşgörülemez olmayı bugün de sürdürmektedir. Bunlar cürümdür ve zaten bazıları da cezalandırılmıştır. Ama, tarihi bir durumu yargılayabilmek için ilkin durumu anlamak ve sorunun tüm öğelerini de anlamak gerekir. Ermenilerin yol açtığı “antipati”, kulkusuz, bu öğelerden biriydi. Yazık ki, Anadolu’da profesyonel devrimciler tarafından işlenmiş olan cinayetlerin bedelini, kendi halinde ve kesinlikle masum kimseler olan ve nakledilen Ermeniler ödedi. (sayfa 103)

Ağustos 1914 te, Türklerin savaş ilanından önce bir İttihat ve Terakki kurulu, Taşnak Kongresi’ne savaş patlarsa ilerde, Ermenilerin yaşadıkları toprakların tümünü Osmanlı İmparatorluğu’na bağlamak amacıyla Rus hatlarının gerisinde bir Ermeni partizanları ağı kurmayı önerdi. Bu öneri reddedildi, fakat yine de bu öneriyi yapanların gerçekten böylesine tümüyle uzak bulunmaları karşısında şaşkınlığa düşmemek imkansızdır. İttihat veTerakki’nin Taşşnak kongresindeki bu girişimi, elde aydınlatıcı bilgi bulunmaması nedeniyle kesin değildir. (sayfa 107)

Aynı savruklukla, aynı lojistik destek yokluğuyla, Çanakkale savaşında da karşılaşılacaktır. Savaş sırasında Türkiye’deki Alman askeri heyetinin başı olan General Liman von Sanders bunu Tayleryan davası sırasında şu sözlerle anlatacaktır. “Gelibolu savaşından sonra sadece benim ordumda binlerce kişi eksik beslenme nedeniyle açlıktan öldü”. Dolayısıyla, demek ki, Osmanlı İmparatorluğunun yaşamını sürdürebilmesi bakımından başta gelen bir önemi olan, başkente iki yüz km uzaklıktaki bir harekat alanında ister karadan ister denizden ikmal edilebilecek bir yerde, İstanbul’u savunan Türk ordusu ikmal yetersizliği nedeniyle ölüme mahkum edilmiş oluyordu. (sayfa 111-112)

Bundan elli yıl sonra bir başka Fransız tarihçi, Jean-Paul Roux birinci dünya savaşından sonra gerçekten bağımsız bir devlet kurmaya dayanan Ermeni düşü konusunda şunları yazmaktadır.
“Böylesine büyük bir felaketten (Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması) yalnız onların, yararlanmamış olmaları nedeniyle acı duymalarının anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Gerçekleşmesi olanaksız düşleri de öylesine kanlı olmasaydı belki gülümsemeyle karşılanabilirdi” (sayfa 113)

Aynı gözlemler, kendini Ermenistan konusunda, sadece, kimi zaman yanıltmak amacını güden ağır bir adli formalizme başvuran, belirli bir ideolojinin hizmetindeki bir araç olarak ortaya koyan sözde “halklar mahkemesi” için de geçerlidir. (sayfa 119)

İngiliz Welsh ise, buna çok haklı olarak şunları ekliyor: “Yıllarca önce, Roma antlaşmasından çok önce cereyan etmiş olaylar için yüklenilmiş sorumlulukları belirlemek Avrupa Parlamentosu’nun görevi değildir. Biz Avrupa Topluluğunun parlamentosuyuz. Salt yetkili bir mahkeme gibi davranmamız ya da kendimizi tarihsel olayların yargıcı ilan emdeyiz” (sayfa 126)

Oysa, Ermenilerin yandaşları, sürekli yineleme ve abartma yoluyla kurban sayısını arttırma sonucu halkı ürkütecek ve eski bir doğu atasözünü değerlendirerek, en yüksekte yer almayı başarırlar. Bu atasözü şudur: “ Bir yalana 24 saatlik bir öncelik tanıyın, onu alt etmek için yüz yıl gerekecektir. (sayfa 132)

Hiç yorum yok: