Cuma, Nisan 28, 2023

MECBURİYETİMİZİN MÜTECAVİZLERİ

 

Daha önce bu lafı sarf etme gerekçemi tafsilatı ile https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2017/12/mecburiyetimize-kus-kondurmak.html adresindeki bir haftalık yazımda anlatmış idim… Ve öyle zannediyorum ki, her siyasi görüşten insanın bir şekilde yaşadığı bir duygudur. Yani ve anlaşılacağı üzere, Canım Yurdumda siyaset yapıcıların ve ikna olmaya dayalı onların noterliğini yapan halkımızın hal-i pür melali aynısıyla böyle vakidir. Aman aman, bu zinhar bir siyasi parti ile sınırlı tebarüz ettirme yazısıdır diye düşünülmesin… Maalesef, sol da ve sağ da hatta ve dahi altta ve üstte de durum böyledir. Peki, siyaset yapıcılar, “mobil fikriyatı” yani durumun icabı kabilinden “öyle de olur böyle de olur” umdesi mucibince hareket ederken tercih yapıcılar açısından durum nedir diye bakınca, maalesef pek farkı bulunmuyor. Canım Yurdumun insanının yarattığı, benim de çok sevdiğim ve sık kullandığım “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olmalıdır” sözü bir türlü güzel bir söylem olmaktan öteye gidemiyor. Yani ve özetle, biz söyleyeni deli tayin ederiz de kendimizi bir türlü akıllı saflara geçiremeyiz.  Cem Karaca’nın çok ünlü “Namus belası” adlı parçasında belirttiği üzere, “toplasam o öğütleri burdan köye yol olur” derken öğütlerin çokluğunu ve yol göstericiliğini umde edinmekten bahisle ilerler iken birden vitesi boşa alıp “Hep bir hallı Turhallıyız yüzbin kere tövbe eder yine şarap içeriz” moduna geçer, aslına rücu eder ve umurumda mı dünya, nerde kalmıştık nidaları ile ilk öğrendiğimiz şeyleri yapmaya devam ederiz. İlk duyduğumuz, ilk öğrendiğimiz, ilk bildiğimizi zannettiğimiz ne ise asla ve kat’a değiştirmeden, onun peşinden gideriz… Bakın bakalım dünyaya ya da yakın çevrenize durum bundan farklı mıdır? İnsanın bireysel ve toplumsal tercih ve davranışları maalesef böyle şekillenmektedir.   Okuyanlar bileceklerdir, daha önceleri detaylarını  https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2014/03/karar-kolay-degismez.html adresinde yazdığım “Karar kolay değişmez” başlıklı yazımda anlatmış idim.

Mezkûr yazıdan bir kesit; İnsan karar oluşturma sürecinde, ilk verdiği kararı tekzip etmeye yönelik ilave olarak kaç veri değişirse değişsin, asla değiştirmediğine tanık olunan bir konuda; semineri veren kişinin “bir şirkette bir bölüm şefinin iş akdinin feshi” üzerine, iş akdinin feshini gerçekleştiren yetkilinin kararını açıklayan ve;

Bölüm şefi, tüm uyarılara rağmen iş disiplinini bir türlü tesis edememiş olup birlikte çalıştığı kişilere liderlik yapamadığı, yapılan çalışmaların değerlendirmeleri sonucunda kendisinden beklenen performansı bir türlü gösteremediği tespit edildiğinden iş akdi feshedilmiştir” biçimiyle özeti verilebilecek uzun bir gerekçe yazısı okur.

Bilahare; saha mühendislerinden Genel Müdür Yardımcılarına kadar değişik yetkililerden oluşan 21 kişilik katılımcı grubundan, “a-karar doğru, b-karar yanlış ve c-çekimser” cevap şıklarından uygun görülen birini oylamalarını ister, cevaplar “a–17, b–1 ve c–3” şeklinde oluşur.

Çalışmanın ilerleyen bölümünde de; semineri veren kişi iş akdi fesh edilen bölüm şefinin birlikte çalıştığı personelden birkaç kişinin konuyla ilgili görüşünü aktaran;

Bölüm Şefimiz, son derece başarılı idi, mesai başlama saatinden önce mutlaka işinin başında olur, bir gün önceden yapılan günlük planın detaylarını bizler gelmeden bir kez daha gözden geçirir, bizler işe başlayınca güncellenmiş plan bilgisi, bizleri müşfik ve pozitif enerji dağıtan görünüşü ile işe dört elle sarılma konusunda teşvik ederdi. Bir önceki döneme göre bölümün üretimi artmış olmasına rağmen iş akdinin fesh edilmiş olmasını kesinlikle anlayamadık” biçiminde kaleme alınmış yazılı metinler okur ve yeniden aynı şıklar kapsamında bir oylama yapılır.

“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; Şirketin ölçme, değerlendirme bölümünden gelen ve iş akdi fesh edilen kişinin bölümünü değerlendiren; mezkûr bölüm bir önceki döneme göre üretim performansını master planda %20 lik bir artış planlanmasına rağmen %35 lik bir artışla tamamlamıştır. Ayrıca bölümler arası ilişkilerde ve bilgi akışında bir önceki döneme göre ciddi bir hız ve kalite temin edilmiştir.” mealinde bir raporu okuyarak, aslında iş feshi kararını veren kişiyi tekzip eden bir tespit gerçekleştirir. Yine bir ara oylama; sonuç;

“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; iş akdi fesh edilen bölüm şefinin işe alınmasında aracılık yapan insan kaynakları şirketinin mezkûr kişi ile ilgili işe alınması aşamasında hazırladığı sunumu da; “münhal kadro için yapılan başvuruların değerlendirilmesi sırasında tarafınızca verilen tüm kriterler açısından bakıldığında en uygun başvurunun bu olduğu kanaatindeyiz. Geçmiş çalışmalarının performans değerlendirmeleri ile başarılı plan uygulamalarının ve iş disiplininin gereklerine göre sıralamada en önde değerlendirilmesi gerekmektedir” gibi bir özeti içermektedir. Yine bir ara oylama; sonuç;

“a–17, b–3 ve c–1”

Görüldüğü üzere, yer ve fikir değiştirme %10 düzeyinde ve etki alanı dar bir bölgede oluyor ve sabitleniyor, sonuçta da “değişmeyen yegâne şey” fikren değişmemektir, değişememektir.

Hani bir de bizde yaygın olan bir söz vardır, yeni geline atfen söylenen, “hem ağlarım hem giderim”, durum aynıyla vaki… Gidiyorum diye ağlıyorum numarasıyla esasen gittiğine sevinme hali… Noter vazifesi yapan halklar tarafından, “kararlar” yaşanılan hayatı gözleyerek verilmiş olsa idi, dünyamız bu hallere asla ve kat’a gelmezdi fikrine canı gönülden katılıyorum. Aksi takdirde İsmet İnönü’yü kast ederek “bu zat, askerlik yapmaktan bile imtina etmiştir” sözü ile 10 Kasım’ın “hayvanları koruma günü” ilan edilmesi asla unutulmaz olurdu… Dünyayı kana bulayan Naziler ve faşistler asla destekçi bulamazlar idi, değil mi? Bunlar gerçekleştiğine göre rahatlıkla söyleyebiliriz ki; “insanlar ilk öğrendikleri ile tercih yapmayı asla terk etmiyorlar”… Unutanlar çoğunluk netekim…

Şimdi yine bir seçim dönemi; birkaç dönemdir yaptığım üzere, hep bir bahanesi bulunarak ön seçimsiz bize dayatılan “kim seçilmeli” tercihinden ziyade “kim seçilmemeli” sıralaması yapacağım ve listenin en sonundakine “mecburiyetimize kuş kondurulması” gönül rahatlığı ya da rahatsızlığı ile oyumu vereceğim. Diğer taraftan da seçilenlerde seçilemeyenlerde de aynı kelam dile pelesenk olacak, “Aziz Milletimiz bize bu mesajı verdi”, oysa Milletin bir mesajı yok ki versin demeyecek kimse… Her şey kaldığı yerden devam, belki sazlar ve sazendeler değişecek, hepsi o kadar…

Son söz; Emma Goldman’dan olsun “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı.” dese de, siz yine de oy verin derim…

Cumartesi, Nisan 22, 2023

KAHROLSUN SAVAŞ


Adı bile okumak için insana heyecan yükleyen, değerli büyüğümüz gazeteci, yazar ve şair Yaşar Aksoy abimizin, “Barış yolunda emeklerimiz helal olsun” notu ile adıma imzalayıp lütfedip hediye ettiği kıymetli kitabını okuyorum. “Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü” kurucusu Andreas Politakis’in hayatı, hayali ve realize ettikleri ile başlanan günlük ve dizi yazılar, konferanslar ve araştırmalar şeklinde farklı tarihlerde kaleme alınmış yazılar toplu geçidi… 80’li yılların ortaları ile 90’lı yılların sonu arasındaki süreçte kaleme alınmış yazılar, varsa yoksa “barışa atıf”, “savaşa lanet” merkezinde konular adeta ansiklopedik tarzda bir araya getirilmiş. Kitabın kapak düzenlemesinde, büyük edebiyatçı Yunanlı yazar Dido Sotiriyu’nun bir resminin de kullanılmış olması eseri daha da anlamlı ve değerli kılıyor, benim için… Bu değerli yazarın “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adını taşıyan ve 80’li yılların başında okuduğum ve çok etkilendiğim mezkûr eser için kitabın içinde müstesna atıflar ve değinmeler de bulunmaktadır. Kitabın 12 Eylül döneminde yasaklanmış olması ise özgürlükler tarihindeki yerini koca bir kara leke olarak almıştır. Kitap esasen suyun iki yakasındaki halkların kardeşliğine katkı sunacak düzeyde lakin sorgulayıcı ve tespit edici hepsinden önemlisi tarihsel gerçeklere dokunucu bir tarzda kaleme alındığından olsa gerek 12 Eylül’ün gazabına uğramıştır. Osmanlı döneminde “Kırkıca” bilahare kısa bir dönem “Çirkince” nihayetinde de “Şirince” adı ile maruf İzmir’in Selçuk ilçesine bağlı köyün yerlilerinden Manoli Aksiyotin ve ailesi üzerinden hareketle Anadolu’daki sosyolojik durum tespitini ve toplumsal dönüşümü lakin ve esasen de Osmanlı’nın büyük ricatı ile başlayan, Cumhuriyetin 9 Eylül 1922 ile nihayetlenen zaferini emperyalizmin süngüsü rolündeki Yunanistan’ın ise tarihlerine “Küçük Asya Felaketi” olarak kayıt edilen hüsranı arasındaki yaklaşık 15-20 yıllık sürecin fulu bir röntgeni niteliğindedir. 

“Smyrni mana regete” başlıklı yazıda Yaşar Aksoy abimiz “Ve Küçük Asya seferi 9 Eylül 1922’de Türk ordusunun İzmir’e girmesiyle sonuçlanır. Bu iki tarih arasında işgal vardır, acı vardır, kan ve gözyaşı vardır. Bozgun vardır, denize dökülmek vardır, önce birisi için işgal, öteki için “gurur”, ama sonra, birisi için “bağımsızlık”, öteki için “felaket” vardır, “katliam” vardır ve “yangın” vardır.”

“Sonra en acısı göçmenlik vardır, daha acısı sığınılan Yunanistan’da “ikinci sınıf çingene muamelesi” görerek acılar içinde bir kez daha kıvranmak vardır. “Anadolu bozgunun yaratıcıları, yani kral Konstantin’in hempaları Gounaris, Stratos, Propatakis, Baltazzis, Theotakis, Hacıanesti gibi savaş aygıtları, 28 Kasım 1922 günü Atina'da savaş divanı tarafından “vatana ihanet”ten ölüm cezasına çarptırılıp bu hükümler yağmur altında sabaha karşı icra edilirken, kimse bozgunun en büyük sillesini yiyen garip Anadolu göçmenlerine “kusura bakmayın” veya “affedin” demeyecektir” diye sürecin kısa, hüzünlü ve ağır sonuçları olan tespitini yapar.

Sonraları Emperyal batının koçbaşı Faşist Almanya ve önderi Hitler’in ordularının Yunanistan’ı işgali üzerine direnişe geçenleri ise; “önce bu “Anadolu göçmenleri” ayaklanır. İtalyan faşistlerine ve Alman nazileri’ne karşı dağlarda ve kentlerde çarpışan ELAS’ın ön saflarında hep Anadolu göçmenlerinin çocukları vardır, sonra İç Savaş’ta solun ileri safında çarpışırlar.

Onlar İzmirlidirler, Ayvalıklı, Aydınlı, Manisalı, Muğlalı, Foçalı, Menemenli, Karamanlıdırlar… Ölüm, sürgün, savaş ve direniş bu halkın alınyazısıdır sanki…

Belki bu yüzden “Rembetiko”lar hüzün yüklüdür. Ağlar bu şarkılar, ağlar şarkıcılar, ağlar dinleyenler…

İmbat özlemiyle, bardacık ve pilakiyle, kahvelerde ortaklaşa nargile içerek pişpirik oynamanın ve Türk komşularla birlikte balık ağlarını çekmenin zevki yoktur artık… Ama özlemi vardır, ince ince süzülen gözyaşlarında…

Artık Pire limanının izbelerinde, Atina’nın Nea Smyrna semtinde, Yeni Foça’da, Yeni Menemen gibi kasabalarda, Selanik’in varoşlarında Anadolu özlemiyle iç çekerek çocuklarını yetiştireceklerdi. 1922 Eylül ayında aç, perişan dökülmüşlerdi binlerce yaralı kuş gibi Pire limanına… Hiçbir zaman da “Anadolu bozgunu”nun gerçek hesabını soramadılar Yunanlı egemenlerden… Çünkü hemen ardından, boynu bükük ekmek kavgasına kapılacaklardı. Anadolu’da “Rum gavuru” diye horlanırlardı, burada ise “Türkopol” (Türk tohumu) olarak itilip kakıldılar.

Acı bir filmdir, Manoliniler’in, Didolar’ın öyküsü…

Emperyalizm halkları birbirleriyle savaştırmış, işgalleri başlatmış, orduları kapıştırmış sonra karşılarına geçip keyifle izlemiştir.

İzmir yanarken, denize atlayıp batılı zengin ulusların gemilerine çıkmak isteyen İzmirli Rumların güverteye uzanan bileklerinin İngiliz ve Fransız kılıçlarıyla kesildiği birçok hatıratta yazılıdır.

O esnada İzmir yanmaktadır.

Ve eli, bileği kesilen bir halkın kanlı dudaklarından şöyle bir inilti yükselir dumanla kaplı simsiyah göğe:

“Smyrni mana regete” (İzmir yanıyor anam).

Yanan sadece İzmir midir? Sadece İzmir olsa geri getirmek çok zor olsa da telafi edilebilir lakin yanan komşuluk, dostluk, kardeşlik ve hemşehriliktir gayri asla ve kat’a geri gelmez, gelmeyecektir de… Sürekli olarak emperyalizmin suflesi, stratejisi ve planları dâhilinde ve dahi delaletiyle yerel iktidar tayinleri neticesinde bu nazik alan sürekli kaşınıp, sürekli ve kesintisiz kriz ya da savaş gerginliği yaşanacaktır, artık. Karşılıklı “bir gece ansızın gelebilirim” nidaları atılan Ege Denizi de artık bıkmış vaziyette bu teyakkuz, bu tevettür, bu tevekkül vaziyetinden lakin sonuç şimdiye kadar değişmemiştir.

Yaşar Aksoy abimiz; Ege Denizinin bir barış denizi olabilmesi adına her daim çaba göstermiş ve göstermeye de devam eden birisi olarak, emperyalizmin sürekli canlı ve sıcak tutmaya çalıştığı savaş gerginliği karşısında “tüm bu çağdışı düşünenleri aza indirip, iki güzel halkı, birbirinden şüphelenmeden ve ürkmeden gerçek barışa götürmek zorundayız” diyerek Dido Sotiriyu’nun, Theodorakis’in, Faranduru’nin, Livaneli’nin, Ekrem Akurgal’ın izinden gidilmesi gerektiğini kitap boyunca vurgulayarak kendi ifadesi ile barış duvarına bir tuğla da kendisi koymaya çalışmıştır ve tam da bu yüzden kitabına “Kato Polemos!.. Kahrolsun Savaş” adını vermiştir.

 

Cumartesi, Nisan 15, 2023

GÖRMEK İSTERSEN DENİZİ

 “Görmek istersen denizi

Yukarıya çevir yüzü

Deniz gibidir gökyüzü

Aldırma gönül aldırma”

Yukarıdaki dizeler Canım yurdumuzun yüz akı insanlarından biri Sabahattin Ali’nin “Aldırma gönül aldırma” şiirine aittir. Sinop’a yol düşürdüm bir vade önce, şehrin kendisinin ve tarihinin önüne geçen “Cezaevi” ilk ziyaret edilecek yerlerdendir, şüphesiz. Bilindiği üzere, “Stalin'e gönderdiği dilekçe ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir. Kendisi, Bulgaristan sınırından, “usulü dairesinde ve kimseye gösterilmeden” sınır dışı edilecektir.” şeklinde tanzim edilmiş bir mektup ile tesellüm ve bilahare de usulü dairesince “hayat dışı” edilmiş olan, Türkçe’nin mükemmel kullanıcısı büyük usta Büyük Yazar ve Şair Sabahattin Ali’nin bu hazin hikâyesini 12 Eylül’ün güçlü generali Nevzat Bölügiray’ın “Geçmişten Geleceğe” adlı kitabındaki anılarında anlattığını daha önce de yazmış idim. Ki; Büyük Yazar ve Şair, Sinop Cezaevinin çok önemli “konuklarından” biridir. Sabahattin Ali; mezkûr şiirinde cezaevinin duvarlarını döven Karadeniz dalgalarının azamet ve ceharetini ise, “dışarıda deli dalgalar, gelir duvarları yalar” diye aktarır ve bu kadar yakın iken denizi görememenin özlemini yerine gökyüzünü ikame ederek çözmeyi önerir.

Evet, Sinop Cezaevi bugün artık müzedir ve müzenin duvarları Büyük Şairin şiirleri ile donatılmış vaziyettedir. Bu yazıyı 2 Nisan’da yazmaya çalışıyorum, Sabahattin Ali’nin doğum gününde yani. Lakin ne zaman biter ve yayınlayabilirim bilemiyorum. Bu güne yetiştiremediğim için Şairin ruhu ve tarih beni affetsin…

“Duvar” adlı öyküsünde “Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı.” şeklinde mükemmel bir girişle anlattığı tarihi Sinop Kalesi’ni ve Cezaevini geziyoruz, ibretle. Aslında burası şimdilerde cezaevi olarak anılmakta ise de ciddi kaynaklarda ve halk dilinde ve de özellikle yazmayı enternasyonal düzeyde becerenlerin dilinde “zindan” olmanın ötesine geçememiştir. Müzeye tahvil düzenlemesi def’i bela kabilinden, gelene de hoş zaman geçirme alanı olarak gerçekleşmiş gibi, zindan sertliğine turizm yumuşaklığı katma becerisi yüksek kaçmış… Oysaki Evliya Çelebi Seyahatnamesinde; “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar” diye yazarak zindan’ın geçmişini çok daha eskilere taşımaktadır.

Müze olarak kullanılmaya başlanmıştır, dedim ya. Evlere şenlik, zannedersiniz ki, oraya konulan insanlar günün şart ve icapları dairesinde son derece ehven mekânda ehven bir hayat sürdürmüşler. Sabahattin Ali’nin kaldığı “koğuş” güzel bir ahşap sehpa, bir aynalı ve çekmeceli dolap duvarda da asılı “bağlaması” ile döşenmiş, hatta zaman zaman gelme ihtimali bulunan misafiri için bir yedek yer yatağı bile düşünülmüş, inanılır gibi değil. Tüm bunları düşünen kafa Şair ve Yazar için bir çalışma masası akıl edememiş… Bir çalışma masası ve yere duvardan duvara bir halı olsa, emin olun ki dönemin Hilton’u… Daha düne kadar Anadolu’nun bir sürü kentinde Başbakanların bile kaldığı otelleri bilen biri olarak söylüyorum hatta iddia ediyorum, kıyaslanınca Hilton’un bile Avrupalısı demek lazım gelir. Benzer yanlış uygulamalar “Ankara Ulucanlar Cezaevi” için de söylenebilir. İnsanın böyle yapacaksanız yapmayın diyesi geliyor. Allah muhafaza insanlar bende bu lüks ortamdan faydalanayım bari diyebilirler… Oysa oraları, “kurdun kuzuya boğdurulduğu yerler” olarak müseccel markalardır.

Yenilerde okuduğum “Bir Dinozorun Gezileri” adlı kitabında, Yazar Mina Urgan San Francisco gezisinde dünyaca meşhur ve kaçılamaz diye adlandırılan cezaevi “Alcatraz’ı” gezerken ne kadar çok hüzünlendiğini anlatıyor… Ben de “Anadolu’nun Alcatraz’ı” diye adlandırılan Sinop Cezaevini gezerken benzer hüzünlere kapılmış idim. Esasen, hapishaneler benim zihnimde, hep özgürlüğü elinden alınmış insanların hoyratça ezildikleri ve serbest kaldıklarında ise artık tabirimi mazur görün posası çıkarılmış vaziyete getirildikleri mekânlar olarak canlanır. Her şeye rağmen kişiliksizleştirilemeyenler olmuş mudur, evet, bunların başında da “Devrimciler” gelir. Gardiyandan tahvilen infaz koruma memurları haline dönüştürülse de mesleki unvanları, bizatihi insanların kendileri değişmedikçe bu durumun da korunacağını görüyorum. Esasen adı üstünde “cezaevi” mealen de cezalandırma alanı, daha ne olsun ki… Bir de enteresan bir şey var, eskiden yönetimler, kolay geldiği için mi, yüksek güvenlikli olduğu için midir bilemem, kaleleri, hisarları, hisar kulelerini hep cezaevi olarak kullanmayı tercih etmiş. Mesela, Selanik’teki “Beyaz Kuleyi” de gezer iken aynı amaçla kullanılmış olarak görünce aynı duygulara kapılmış idim.

Terbiye ediyoruz numarası ile davrananlara bakınca ne manada kullanıldığını anlıyorsun yoksa bizim standart “Talim ve Terbiye” sözünden anlaşılacak olanın anlaşılması ne yaparsan yap imkânsız. Öyle “mahkûm’u” tutuklu ya da hükümlüye, “Mapushaneyi” cezaevine, “Gardiyan’ı” infaz memuruna, “kalebentliği” sürgüne, tahvil etmekle bu işler olabilse idi, şimdiye kadar olurdu… Olmadı ise tam da bu yüzden olmadı ve de olamaz… İzleyin; Uruguay eski devlet başkanı Jose Mujika’nın hapis yıllarının filmleştirildiği gerçek olaylara dayalı “A twelve year night” filmini bakın dediklerimin eksiği var fazlası yok, göreceksiniz… Sonradan özür dilense de böyle bir film çekilmiş olmasına yönelik, izleyin “Geceyarısı ekspresi” filmini, göreceksiniz, neler eksik neler fazla… İzleyin İrlanda’da yaşananların gerçek olaylara dayalı “hungry” filmini göreceksiniz, neler yaşanıyor Enternasyonal düzeyde de… Lakin bilinen o ki cezaevleri uygulamaları da ABD’nin pentagon marifeti ile dünya tedrisatının bir cüzü lüzumu ve durumundadır.  Filmleştirilir iken abartmalar, azaltmalar ya da kısaltmalar yapılıyor mu, şüphesiz evet… Orada yaşanmış 12 yılı, zulüm yılını, 2 saate indirmenin başka yolu da yoktur ki… Mapushane öyle bir yerdir ki, sadece havalandırma saatlerinde olmak kaydı ile gökyüzünü görmek için başı yukarıya çevirmek gerekir. O da koğuşta iseniz eğer hücrede iseniz de uyuyabilirseniz rüyanızda görürsünüz… Dışarıda ise ufka bakmak yeterlidir…

Sonuçta, eziyorlar, işkence ediyorlar, dövüyorlar, sövüyorlar, hülasa kişiliksizleştirmek adına şeytanın bile aklına gelmez uygulamalar yapıyorlar ama “Allah var” nefes almak düzeyinde de olsa hayata devam etmene izin veriyorlar… Maazallah, “ya bu cezaevleri de artık bütçeye çok yük oluyor, masrafları karşılamak imkânsız” mütalaası ile “zaten bunlar suçlu, ne yaparsak yapalım düzelmezler” kararı mucibince yakaladıkları yerde infaz etseler, nasıl olur. Gerçi böyle davranıldığına dair dünya genelinde haddinden fazla örnek bulunmaktadır. Bir anda adalet bakanlığı ve tüm organlarına ihtiyaç kalmaz…

Cumartesi, Nisan 08, 2023

ÇEŞME’DE ORTAOKUL YILLARIMIZ

Çeşmelilerin hatıralarında çok önemli bir yer tutar, Çeşme Kelami ve Sıdıka Ertan Ortaokulu… Evrimi, gelişimi, öğretmenleri, kütüphanesi, spor salonu ve barakalardaki el işi atölyeleri ile hatırladıkça müthiş keyif aldığım ve nadiren de bazı yaşanmışlıklardan ötürü öfkelendiğim zamanlarım oluyor şüphesiz… Yokluklar ve yoksunluklar içinde bir fiziki çevre lakin olabildiğince öğrenmeye ve öğretmeye odaklanmış bir yönetim ve öğrenciler zaman zaman da eğitim ve öğretim anlayışı “dayak cennetten çıkmadır” anlayışına istinaden yaşanan abukluklar, tekmili birden lakin yine de toplamda güzel günler, en azından bugünlerden o günlere bakınca… “Dayak cennetten çıkmadır” fikriyatının önemli temsilcileri benim dönemim itibari ile şüphesiz, Kostarika lakaplı müdür muavini ve coğrafya öğretmeni Ahmet Uğur, Çapik lakaplı beden eğitimi öğretmeni Zekeriya Örnek, lakabını hatırlamadığım ordudan tasfiye matematik öğretmeni Ali İhsan (soyadını hatırlayamadım ama üzgün değilim) isimli öğretmenler idi. Mezkûr lakapların verilmesi ile ilgili herhangi bir dahlim zinhar yoktur mezkûr öğretmenler kendi çabaları ile edinmiş olmalılar. Bunlar için öğrenci dövmek için sebep aramaya ihtiyaç olmaz idi, yerli yersiz ve hepsinden önemlisi orantısız cezalandırma fikriyatı… Diğer öğretmenler de cezalandırma yöntemlerine başvururlardı lakin ders vermeye ve tekrarlanmamasına yönelik olmak üzere ve kontrollü ve de ölçülü ve orantılı… Örneğin Ahmet Uğur hafta sonları bisikletine biner sokak aralarında top oynayanları takip ve tespit eder ve pazartesi “yer misin yemez misin faslından” kendisi ile özdeşleşmiş tahta cetveli ile başta el parmakları kırılacak şekilde, mum endüstrisi, taaa “eşek sudan gelene kadar”… Bu üç öğretmenin öğretmenlik dışı davranışı yüzünden okuldan atılan ya da okuldan ayrılmak zorunda kalan onlarca öğrenci sayabilirim… Öğretme çabası gösteren diğer öğretmenlere olan tüm saygı ve sevgimizi mezkûr öğretmenlere de esirgemeden vermek isterdim lakin zor, vermek isteyenlere de zinhar itiraz etmem, takdir kendilerinin… Neyse bu abukluklar dışında hatırlayacağımız “çok güzel hareketlerde” gördük, şüphesiz ki çok şükür…

Geçenlerde Ovacık Köyümüzden (şimdiki statüsü Mahalle) değerli Öğretmen Ahmet Akgül ile hatıraları ve bir kısmını yazıya döktüğü kitabı üzerine, Yeni Çeşme Gazetemize yaptığı ziyaret esnasında muhabbet ederken zaman zaman gerilere mezkûr senelere “flashback” kabilinden gittim… Babamın Ortaokul için İzmir’e gittiğini dinlemiştim birkaç kez, ne zorluklar, ne yokluklar, ne çileler yaşanarak tahsile adanan hayatlar… Tabii ki, dönem itibari ile sadece merkezde 5 köylerde ise 3 yıllık ilkokul var, ortaokul ise yok ve ortaokula gitmek isteyen herkes İzmir’e gitmek zorunda…

Sıkıntının büyüklüğü karşısında “eğitime gönül vermiş eşraftan” Vafir Ertan oğulları Kelami, Muammer, Rıdvan ve Rıza Ertan önderliğinde, bugün Çeşme Sahilde bulunan “Kız Sanat Mektebi” yerinde bulunan iki katlı ahşap kâgir bina Milli Eğitim Bakanlığına bağışlanır. Yıllar içinde, birinci sınıf ihdası ile başlayan ortaokul diğer sınıflarında ikmal edilmesi ile döneme uygun teşekküllü hale gelir. Bağıştan ötürü de okulun adı “Ertan Ortaokulu” olarak kayıtlara geçer. Zaman içerisinde kurulan ve gelişen “Ortaokul Yaptırma Derneği“ tarafından daha uygun ve yeterli bir okul arayışı başlar. 

Bugün üzerinde lise binasının da bulunduğu arazi satın alma yolu ile edinilmiş olup Milli Eğitim Bakanlığının aynı dönemde temin ettiği 2 adet barakanın mezkûr araziye tesis edilmesi ile de 2 yıl sürecek öğretim süreci barakalarda sürdürülmüştür. Asıl binanın bilahare inşa edilmesini müteakip de barakalar atölye ve işlik olarak kullanılmaya devam etmiştir. Ana binanın tamamlanmasını müteakip 1965 yılından itibaren de Ortaokulumuz “Ertan Ortaokulu” adı ile işlevine uzun yıllar devam etmiştir.

Ortaokul döneminde sınıf arkadaşım maalesef şimdilerde aramızda olamayan Sadık Gören ile “Okul Spor Kolu Yönetiminde” bulunmamız hasebi ile spor salonu içindeki spor malzemeleri odasının anahtarı tek bizde bulunurdu. Gerçi sporun hiçbir dalında hiçbir başarısı daha da önemlisi ciddi hiç bir çabası da olmayan biri olarak niye orada idim şimdilerde hatırlamıyorum. Mezkûr odanın dili olsa da, kaykıla kaykıla rahat rahat nasıl sigara içtiğimizi anlatsa, düşünün sadece sizin tasarruf kullandığınız bir oda var okulun en korunaklı bölgesinde ve sigara içiyorsunuz. Mezkûr dönem okulların temsiliyete haiz sportif faaliyet yürütenlerin spor kıyafet ve malzemelerini temin ve tahsis ettiği bir dönemdir. Benim de herhangi bir faaliyetim olmamasına rağmen envanterde kayıtlı “converse” ayakkabıları azıcık da olsa giymek gibi bir keyfim vardı, nedendir bilmiyorum.

Spor salonunda hatırladığım yine bir mavi renkli yer minderi ve bir de atlama kasası vardı. Şüphesiz “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” fikrinin tezahürüdür bu spor yapma aşkı ve spor aletleri tercihleri. Beden eğitimi dersi her daim kısa bir düz koşu ve minder üstünde 2 adet düz takla atarak başlar ve diğerleri ile devam ederdi. Minderde bir gün yılan çıktı, Ali Bahar arkadaşımız yılanı tuttu kuyruğundan salladı ve attı bizler kâh donmuş kâh korkmuş yüz ifadeleri ile bakakalmış idik.

Yine hatırladığım çok hararetli masa tenisi (Pinpon) maçlarının yapıldığıdır. Okulun sahip olduğu tek pinpon masasında öğlen aralarında sınıf arkadaşım Veliddin Yıldırım ile Haydar Cihangir öğretmenin karşılaşmalarını büyük bir hayranlıkla izlerdik. Veliddin o kısa boyuna rağmen müthiş çevikliği ve çabukluğu ile çok başarılı idi. Haydar Öğretmen ise klasik raket tutuşun dışında değişik raket tutuşu ile halen hatırımdadır.

Bir taraftan öğrencilere “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” diye öğretmeye çalışacaksın diğer taraftan da top oynuyorlar diye döveceksin. Mesela Ahmet Uğur top oynayanlara karşı tam bir dayakçı iken belki de eşek sudan gelene kadar dövdüğü öğrenciler ile voleybol oynayacak, spor eğitimi öğretmeni olup hiçbir oyunda rol almayacaksın tıpkı Zekeriya Örnek gibi… O yıllarda Canım Yurdumda adı yeni yeni dillendirilen yeni bir spor dalı daha vardı, handball… Okulun hemen yanında, tüm Belediye Başkan adaylarının ama otopark ama pazaryeri ama çok katlı ve çok amaçlı yapı yapmak için göz diktiği, Çeşme’nin bir diğer karakter yapısı adeta gözbebeği olan “Şehir Stadı” bulunmaktadır. Spor Eğitim Öğretmeni Zekeriya Örnek mezkûr sahada hem de tam saha hatta aynı futbol kalelerini kullanmak suretiyle üstelik de voleybol topu ile bizlere “Handball” oynatmaya da çok çabalamıştı. Kendi bilmiyor lakin biliyormuş pozları ile kafasındaki kurallara göre şimdilerde detaylarını hatırlamadığım bir şekilde bir süre devam ettirildi. Lakin esas fecaat ise “futbol” düşmanlığı idi basketbol var, voleybol var, handball var, masa tenisi var lakin futbol zinhar yasak… Bugün bile hala bu yasakçı kafanın lehine olabilecek bir izahat bulmaya çalışıyorum lakin ve maalesef yok… Tek gerekçe kalıyor geriye o da olsa olsa yöntemi ile gelebildiğim; “şeytan oyunu futbol, Hz. İbrahim’in kafasını kesmek ve top olarak kullanmak suretiyle kefere takımının aktivitesidir”. Gerçi öğretmenlerin bize bu manada çaktırdığı herhangi bir şey de yok idi, ama…


Perşembe, Mart 30, 2023

KÖSTE

 

Şehir, köy, mahalle, sokak ve cadde isimleri neden değiştirilir, ne menem bir iştir bunu bir türlü anlayamam… Şüphesiz yetki sahiplerinin bir muradı ve meramı vardır bu kabil yetki kullanımlarından.

Şimdi şöyle düşünelim, bir “yerleşim yeri” kuruluyor yüzlerce yıl önce burası sadece bir mimari öge iken onu kuran yaşatan ve parçalarını tanımlayan ve tamamlayan “yerin” coğrafik, topoğrafik doğal halinin esas belirleyici olması yanında, eklenen her yapı ve imalat kısacası her öge kimlik ve ruh oluşumda son derece tesir edicidir lakin illaki “insan” olmazsa olmazdır. İnsan, orayı isimlendirir, orayı korur ve geliştirir, değerini artırır, hülasa tüm mezkûr fiziksel mekânlar insanın izafi tarifi ile karakterize edilir. Coğrafyanın insanı şekillendirdiği kadar insanın da doğa üzerindeki tesirleri yadsınamaz. Bu karşılıklılığın dengesi içerisinde “mekânlar” oluşur ve “kentlere” dönüşür.  Bu tasarım, gelişim ve dönüşüm süreçlerinde kentsel kimlik ve nihayetinde de insanlar açısından oluşan en önemli insani miras kabul edilebilecek “anılar” buradan da toplumsal hafıza oluşur, tüm bu toplumsal hafızaların kayıtlı kuyutlu bilgiler, çizimler, master ve kati planlar, vakalar ve doğal hareketler olarak kayıt altına alınması da tarihi oluşturur ve ceman kent kimliği ve kültürü denilen “kentsel hafıza” ortaya çıkar. Bu bütüncül tanımlamanın her bir nüvesi “mütemmim cüz” kabul edilerek itina ile kullanılmalı ve korunmalıdır, bana göre…

Esasen, değişikliklerin bugün bu yoğunluk ile karşımıza çıkması ya da hayatımıza dayatılması yetki sahiplerinin ne kadar tavizsiz, katı ve hoşgörüsüz bir değerlendirme yaptığı ile ilgilidir, bana göre… “Yetki bende” çocukluğu ile kentsel objeler yıkılabiliyor ya da yer değiştirebiliyor, sokak isimleri değiştirilebiliyor, sokakları genişletiyorum numarası ile korunması gereken sınıflandırma ve derecelendirmeden azade tutulan ögeler külliyen yok ediliyor, yapıların çok uzun yıllara dayalı kullanım özellikleri değiştiriliyor ya da külliyen iptal ediliyor, bu listeyi bu manada uzatmak mümkün lakin tek mümkün olmayan muktedirlerin değişmezliğinin tespitidir. Kabiliyet ve mahareti “tükürürüm böyle sanatın içine” cehaletini, rezaletini, hoyratlığını ve nobranlığını aşamayınca kendisinden önce tercihi yapılmış hiçbir şeyin önemi kalmamaktadır, katli vaciptir, yıkın yakın gitsin… Belki de tıpkı gâvurdan ele geçirilen kentlerin 3 gün, 5 gün yağmaya bırakılması zihinsel alt yapısı ile bakılmakta tüm bunlara, netice-i kebir… 

Bugünlerde okuduğum “Bir Dinozorun Gezileri” kitabında Bodrum’daki Müskebi, Kefaluka, Farilya, Salmakiz adlarının terk edilip yerine Ortakent, Akyarlar, Gündoğan, Bardakçı adlarının verilmesine denk gelince hüzünlendim… Bu değişikliği önerenler ve gerçekleştirenlerin başı göğe ermiştir gayri… Tıpkı, ne çağrıştırdığından ziyade, kentsel kimliğinin “Cumaovası” olmasından ötürü bildiğimiz kentin bir gecede “Menderes”e dönüştürülmesi, üstelikte “Cuma’yı” kutsallayan bir zihniyetin temsilcisi muhterem tarafından bir anda gerçekleşmiş olmasından ötürü hüzünlendiğim gibi. Dini bütün bir zat olduğunu sabah-akşam bulduğu her fırsatta adeta kafamıza vurarak beyan edip Osmanlı’nın çok önemli bir savaşı öncesi yerel orduların merkez ordusu ile buluşup hareket öncesi hep beraber “Cuma namazı” eda ettikleri yer manasında bilinen yeri, ne sabık başbakan ne de coğrafi manadaki Menderes ile hiçbir alakası olmamasına rağmen aynen ve hemen dönüştürüverdiler… Benim bugün eski havasından, görüntüsünden ve estetik zenginliğinden çok uzaklarda olan ve şu anda yaşadığım sokak, ahir ömrümde; Sü El Maksud Efendioğlu Sokağı, Nazmi Keskin Sokağı, Şehit Teğmen Ali Rıza Sağırbay Cad., 1034 sokak vs. vs. gibi bir dolu isim ve numarayla anıldı, ama benim gönlümde hala kendisi ile ilgili kısıtlı bilgilere sahip olmama rağmen burayı yansıtan en güzel ve dolu görünen isim ise; Sü El Maksud Efendioğlu Sokağı’dır. Üstelik sokağa ismi verilen kaymakamı ne tanırım, ne de akrabalığım vardır, adamcağız burada görev yapmış ve görevi döneminde bir trafik kazasında vefat etmiş nihayetinde adı sokağa verilmiş, hepsi bu… Mesele bundan ibaret…

Suudi Arabistan da çalıştığım dönemde gözlemlemiş idim, Cidde ve Riyad gibi büyük ve önemli kentler dışında adresleme yapılmadığına... Kimliksiz ve kişiliksiz meydanlar, caddeler, sokaklar ve evler… Esasen mimari de buradan nasiplenmiş farklılıkları bile anlaşılamaz durumda güdükleşmiş ve tekleşmiş vaziyette donmuş kalmış, bana göre… Suud’lara göre ise ben doğru düşünmüyordum, takdir kendilerinin şüphesiz lakin ben hala aynı şekilde düşünmeye devam ediyorum… Biliyorum ve inanıyorum ki; isimlerin, cisimler üzerinden algı ve imge yaratmadaki tesir ve bellek oluşumuna katkısı hiç düşünülmez bu değişiklikler yapılırken…

Evet, tüm bunlardan mülhem, güzelim “Köste” adı ile maruf köyümüzün bir anda “Dalyan’a” dönüşmesi beni tüm diğer değişiklikler gibi oldum olası olumsuz etkilemiştir. Mezkûr Köyün ad değişiklikleri ile ilgili “Tarih Boyunca Çeşme” adlı kitabında İsmail Gezgin Hoca nasıl kaleme almış. “Osmanlı döneminde Köste olarak bilinen Dalyan, bölgede en çok isim değiştiren yerleşim olmuştur. Bu yerleşime Rumlar tarafından verilen en eski isimlerden birisi Hagia Paraskevi olup Paskalya öncesindeki son Cuma günü anlamına gelmekteydi. Dalyan’ın Osmanlı belgelerinde Köste olarak anılmasına rağmen, Rumların gidişinden sonra buraya yerleştirilen Müslüman nüfusun bu isimden rahatsız duymaya başladığı halen anlatılmaktadır. Bu nedenle tam olarak tarihi tespit edilmese de 1960’lı yıllarda Köste’nin ismi köyün etrafında yoğun biçimde bulunan bir taş cinsi nedeniyle Demirtaş olarak değiştirilmiştir. Ancak deniz kenarında ve denizin içeriye girmesiyle oluşan muhteşem doğaya uymadığını gören Köste sakinleri bu ismi hiç benimsememişlerdi. Bu nedenle birkaç yıl sonra köye daha yakışan bir isim olan Dalyan denilmişti.” Hoca yine aynı eserinde bugün Dalyan olarak bilinen köyün antik adının “Embaton” olduğunun tespit edildiğini beyan etmektedir. Hoca bir başka yerde ise; Hacıbeis’in yayınlanmamış bir eserinden bahisle ve ona istinaden, “Köste halkı hayatlarını daha ziyade uzun deniz seferleri yapmakla kazanırlar, dağlık, taşlık bir yerde kurulmuş olan Köste’de bıraktıkları aileleri efradını, böylece dışarıda kazanıp getirdikleri para ile geçindirirlerdi” şeklinde nakletmektedir. İsmail Gezgin aynı kitabında yine Hacıbeis’ten alıntılayarak, “Çeşme’ye 3 km mesafede tümü balıkçı 5.000 nüfuslu bir kasaba olan Aya Paraskevi bulunmaktaydı. Yunan balıkçılığı bugünkü büyük gelişimini büyük ölçüde Çeşmeli balıkçıların büyük yeteneğine borçludur.” diye aktararak lokasyon ve maişet tarifi de yapmaktadır. Sonrasında mübadele için de bir destinasyon olan Köste için yine aynı eserinde konu ile ilgili enteresan bir şey aktarmaktadır, “Yerleşecekleri yerlere gelen muhacirlere iskân edecekleri evler gösteriliyor ve buralara yerleştiriliyorlardı. İlk ev ücretsiz veriliyordu; ancak isteyen ikinci bir ev daha alma hakkına sahipti. 5-10 lira karşılığında eve sahip olanlar, yerel yönetimin teşviki ile bu evleri yıkmak zorundaydılar. Köste’ye yerleştirilen nüfusun ikinci evleri hızla yıkması nedeniyle, şirin bir yerleşim olan Köste, kısa sürede kimliğini değiştirmeye başlamıştı. Rum göçünden önce 950 hane olan köy kısa süre sonra, 1940’larda, 54 haneye düşmüştü.”

Geçmiş ile tüm bağların koparılması arzusu mudur, toplum mühendisliğinin yeni bir boyutu mudur, tüm bu değişiklikler bilemiyorum… Bir de bu manadaki isim değişikliklerinin kamuoyu nezdinde “beğenilmek-beğenilmemek” ya da “kabullenmek-kabullenmemek” ikilemleri arasına sıkıştırılıp istatistiki değer haline getirilme çabası yok mu, evlere şenlik… Ya kardeşim, nesiller değişiyor, resmi makam ve otorite dayatması devam ediyor hepsinden daha mühimi “sınırsız tekrarlayarak” alıştırılıyor ademoğlu, ne gam, ne keder… Ver mehteri gitsin durumu yapmayın Allahaşkına… Sadece isimler mi değişiyor, değişiklik başlamış iken hemen her şey değişiyor, idari bölünme değişiyor, fonksiyon değişiyor. Haydi, güzelim “Köste Köy” oldu, Dalyan Mahallesi, mesut oldunuz mu? Mesela “Alaçatı Nahiyesi, Belediyeliği” oldu Alaçatı Mahallesi… Memnun musunuz? Mutlu musunuz? Başınız göğe erdi mi? Gerçi her ne kadar isimler değiştirilse de halk birkaç kuşak boyunca yerleşim yerini eski adıyla anmaya devam ediyor lakin resmi gerekler bu süreyi kısaltıyor galiba da diğer taraftan…

 

Cumartesi, Mart 25, 2023

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Hayal dünyasının gerçekçi anlatımına saat ve onun manası zaman kavramı üzerinden başrollerini Hayri İrdal ve Halit Ayarcı adlı kahramanların üstlendiği, bir tarafı ile metafizik eğilimleri diğer tarafı ile Canım Yurdumun değişim ve dönüşümünün aritmetik ortalamalarına dayalı bir roman “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”…Ziyadesiyle beğenenleri olduğu kadar zor okunan ve zaman kaybı olarak değerlendirenlerin de olduğunu biliyorum. Ben ise ziyadesiyle beğenenler safında yer alıyorum. Mecaz-ı mürsel ahfadından mekânın “saat”, saatin ilerleyişinin “zaman”, saatin ve zamanın ayarının da “insan” ve de insanın da metafizik ve diyalektik boyutu olduğunun tebarüzü mezkûr roman ironik anlatımın önemli bir örneğidir. Halit Ayarcı ismi üzerinden modernleşmeye koşut gelişen üfürükoloji ve üçkağıtizm ve de parlak aynı zamanda sitayişkâr toplumsal karşılıklarının zirve yaptığı bu roman günümüze de bir boyut açıyor sanki hayalin büyüklüğü ve pazarlanması teknikleri açısından… Romanın edebi, kültürel, tarihsel, sanatsal eleştirisini konunun uzmanlarına bırakarak bendeki etkisi ve mirası üstüne geçmek istiyorum.

Deyim yerinde ise, hayatı boyunca “bir kazmaya sap olamamış” ve hayat rüzgârının oradan oraya sürüklediği nispeten silik ve geride duran kahramanın, hayatın bir başka tarafını temsilen de girişken ve hayalleri büyük ve sınırsız temsilcisinin birbirlerinin mütemmim cüzü misali gerçekleştirdikleri “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” ve debdebeli hayat ve gölgeleri, günümüz dünyasındaki silik çoğunluk ve uyanık azınlık organize işleri, hem de karşılarında ciddi ve ahlaklı eleştiriye rağmen aldıkları alkış… “Parmağım kör gözüne” misali yaşananlar karşısında insanların yalana mütemayil halleri ile gerçekler karşısında dilsiz şeytan halleri takınmasının dayanılmaz ve yakıcı vaziyeti dün de bugün de var ve maalesef gelecekte de âdemoğlunun başının belası olmaya devam edecek gibi görünüyor. Kurgulanan planın şöyle ya da böyle bir öznesi ve aşaması için pazarlama misali babından mezkûr baltaya sap olamamış muhteremin takdimini bir diğer başrol oyuncusu Doktor Ramiz şöyle yapıyor; “İlm-i menafiü’l-aza, ilm-i sima, ilm-i simya, ilm-i havas, ilm-i cifr, ilm-i sihr, ilm-i huruf… Elinden her şey gelir… Eski tababet bile. Geçen günü bir teşhis koydu, ben bile şaşırdım!” El cevap ise; “Doğru idi, beş senedir, Seyit Lütfullah repertuarını tekrarlayarak, insanları aldatmakla geçiniyordum.”

Toplumsal gelişmeyi ve modern hayatı hedefleyen yönetimlerin ve ona direnen unsurların karşıtlığı üstünden, inanılmasa dahi ali menfaatler uğruna “ver mehteri” tarzında geniş çaplı ve destekli inandırma kampanyaları neticesinde gelişim ve modernleşmeye katkıları asla ve kat’a tartışılamayacak kadar manasız kurumların bile ne kadar mühim ve elzem olduğuna kani olmanın sergüzeştidir, aynı zamanda tüm bu anlatılanlar… Kendisine buyurulan lüzumsuz ve manasız görevleri tereddütsüz yerine getirmek, yerine getiriyor iken sorguluyor gibi yapmak, yaşanılan duygu ve mantık bulanıklığı sürecine rağmen sadece kendi durum ve vaziyetini önemli görmek ve “dilsiz kör şeytan’a” yatmak davranışının tezahürü de aynen bugünküne benzer surette Tanzimat’tan Cumhuriyete intikalinin de portrelerinin resmi geçididir adeta… Umarsızlığın, çaresizliğin, yalnızlığın, itilmişliğin, savrulmuşluğun, kakılmışlığın hatta tedaviye muhtaçlığın mezkûr ahval ve şerâiti içinde birden önüne çıkan fırsatı belki de çaresizlikten lakin ıskalamadan fırsat içinde önerilen role münhasıran, devamlı suflelerle ilerleyen Hayri İrdal ile “bir hiç’ten bir başka hiç’in” nasıl yaratılabileceğinin muhteşem örneğini veren Halit Ayarcı’nın sembolize ettiği toplumun mazisinden istikbaline uzanan manzara-i umumiyesidir yaşananlar… Bir tarafı ile Cumhuriyetin hedeflediği yeni profilin fikriyatı, ahlakı, sosyal görüşleri, sanat ve kültür anlayışı, politik görüşleri ve tercihi, ticari teşebbüs ve çabaları sonuçları itibari ile tüm bu dünyevi faaliyetlerindeki isabeti ya da isabetsizliğinin başka bir deyişle başarısı ya da başarısızlığının uhrevi dünyasına yansımalarının kişisellikten toplumsallığa tahvilinin de bir tahlilidir anlatılanlar. Tüm bu ahval ve şeraitten mütevellit okunmadı ise eğer bu kitap mutlaka okunmalıdır.

“Bu gece fena olmayacak gibiye benziyor. Vaatkar, demek istiyorum. Bakın Hayri Bey, ben karar verdim, beraber çalışacağız bundan sonra. Onun için anlaşmamız lazım. Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir manası ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? İstediğin kadar uzatabileceğin bir eksikler ve ihtiyaçlar listesinden başka ne yapabilirsin? Bir şey değiştirir mi bu? Bilakis yolundan alıkor bu seni… Kötümser olursun, apışır kalırsın, ezilirsin. Hakikati olduğu gibi görmek… Yani bozguncu olmak… Evet, bozgunculuk denen şey budur, bundan doğar. Siz kelimelerle zehirlenen adamsınız, onun için siz eskisiniz, dedim. Yeni adamın realizmi başkadır. Elinde bulunan bu mal, bu nesne ile, onun bu vasıflarıyla ben ne yapabilirim? İşte sorulacak sual…”

İşte realizme yönelik tarif ve kapsam ve dolayısıyla bakış… Realisti eski olmakla itham edersin, olur biter… Hatta bu ithamı artan şekilde sık ve mümkün olduğunca abartarak tekrarlarsan, sonuç büyük yığınların inanacağı hale gelir… Diğer taraftan bugünde olabildiğince yaygın tartışılan intihal ve algı oluşturma ve yönetme romanın bir diğer eksenidir. “Ayar saniyenin peşinde koşmaktır” sloganı metaforundan hareketle yaratılan ve yaşatılan “sloganizm” sayesinde bir şey bildiği varsayılan zevatın, “Hayri Bey siz bir harikasınız. Öyle bir şey buldunuz ki… Tam çalar saat gibi konuşup susacak insanlar, değil mi? Plak insan… Harika!” alkış ve tezahüratları ile taçlandırılmış hale dönüştürülmesidir, elhamdülillah… Gerçeklerin sanal, sanalların gerçek kabul edildiği dünya… Yalan ne kadar sık tekrarlanırsa ve büyük olursa o kadar çok inanan olur umdesinin tezahürü…

Esasen de; “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” memleketin tüm saatlerinin aynı ayarda teminini mucip, “toplum mühendisliğinin” emekleme çağının bir tezahürü olup bugün aynı uğraşta gelinen nokta bir ordinaryüslük seviyesidir, maşallah… Fonksiyon açısından gereksizliğin zirvesi kabul edilebilecek “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün bizatihi kendisi dururken ilaveten yanına “saatleme Bankası”, “Saat Sevenler Cemiyeti” vs. gibi metaforlar ile sanki taa bugünlere fokuslanıp gereksizin diğer gereksizlerle gereksiz bir şekilde desteklenmesi gereksizliği, muktedirlerin bekasının terekesidir.

Hayal satmak bir başka uzmanlık alanıdır, şüphesiz… Peki, adam satıyor da sen niye satın alıyorsun derler adama, evet, adama… Devekuşu Kabare Tiyatrosunun bir klasiği sayılacak “Geceler” oyunundan bir replik ile bitirelim; “insanların rüya görmesini engellersen maazallah gerçekleri görmeye başlarlar”.

Cuma, Mart 17, 2023

NİYAZİ BERKES, FAY KIRBY ve UNUTULAN YILLAR

“Kanadalı Kadın” namı ile maruf, Fay Kırby Çeşme Çiftlikköy’de yaşamış ve etrafına ciddi manada faydalı olmuş “Köy Enstitüleri” üzerine yurt dışında yayınlanmış ciddi çalışma yürütmüş birisidir. Şüphesiz ki, Köy Enstitüleri üzerine yurt içi ve yurt dışı bildiğimiz ve bilmediğimiz çok yayın bulunabilir lakin okuduklarım hatta bildiklerim içerisinde duygusal ve ideolojik bir didiklemeye tabi tutulmadan son derece bilimsel kriterlere müstenit önemli bir doktora tezi olarak hazırlanmış bilahare de genişletilerek kitaplaştırılmış önemli bir kitaptır, Fay Kırby’nin yazdığı “Türkiye’de Köy Enstitüleri” kitabı…

Fay Kırby’yi tanıdığım dönemde Çiftlikköy’e gelmiş bir “Kanadalı Kadın” olarak bilirdim, o kadarını biliyordum… Kendisini, en belirgin özelliği kurşuni saçları, kalın camlı gözlükleri ve yine yanlış hatırlamıyorsam gördüğüm araba süren ilk kadın olarak Volkswagen minibüsünü kullanışı ile dün gibi hatırlıyorum. Kanadalı Kadın, bugünden baktığımda, sanki yalnızdı ya da kendisini yalnız hissediyordu ya da fazlaca temkinli idi, şüphesiz kolay değil ülkesinden uzakta olması insanın ama görebildiğim bu ruh halini, yaşama cesareti ve paylaşımcı ruhu ve de etrafına faydalı olabilme isteği ile fazlası ile kapatıyordu. O tarihlerde çok fazla bilemediğim ama sonradan okumalar ile edindiğim bilgilere göre kendisi, tüm dünyada olduğu üzere Canım Yurduma da Marshall planı çerçevesinde gönderilen, özel eğitimli, toplumsal hareketleri ve gelişmeleri izlemek ve sosyolojik ve tarihsel araştırmalarda bulunmak gibi görevleri olanlardan birisi imiş. Gerçi, “Köy Enstitülerinin deneysel başarısını” tezinde detayları ile anlatan Fay Kirby, hem kendisini donatıp ve formatlayıp ulvi görev ile gönderen uluslararası kurum ya da kuruluşları, hem de onların canım yurdumdaki dâhili bedhahlarını büyük hayal kırıklığına uğratır ve tam da bu yüzden de siyaseten ve sosyal olarak aforoz edilmiştir gayri… Tüm yalnız görüntüsü ve kırgınlığına rağmen, hayata bağlılığı ve enerjisi müthişti diye hatırlarım. İlerleyen zaman içerisinde kendisine verilen görevin gereğini yerine getirmeyince, olanlar olur, artık harici ve dâhili bedhahlar, devreye iyi saatte olsunları sokar, duruma göre bazen CIA, bazen de KGB ajanlığı ithamları ile sürekli bir rahatsız etme, sorgulama ve araştırma fasılları açılır, tıpkı benzerlerine olduğu gibi… Pek tabii ki, itaat edip görev yapsa rahat edecek ama bu kelamın daha icat edilmediği günlerdir ve kerametinden kendisi de hiç faydalanamamıştır. Yazdığı kitabı KGB sufleleri ile yazdığı, olmadı o zamanki eşi Niyazi Berkes’in yazdığı gibi uyduruk tevatürlere inanılmaması gerektiği sonraki çalışma ve ilişkilerden de anlaşılmış görünmektedir, hatta daha da abuk olarak kitap CIA tarafından yazılmıştır gibi iddialar da duymuştum… At çamuru kalsın izi, nasıl olsa bu fani dünyada kimin söylediğine bağlı her türlü yalanı en doğru gibi yutturma kabiliyeti ve becerisine sahip muktedirler de var… Oysaki çok sevdiğim ve sık kullandığım, Anadolu’da “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olmalı” diye bir söz vardır ama nerdeeee…

Çok sonraları canım yurdumun yetiştirdiği ve uluslararası üne de sahip sosyolog ve bilim insanı Niyazi Berkes’in bir dönem eşi olduğunu da öğrendim. Yine sonradan Niyazi Berkes’in “Unutulan Yıllar” adlı kitabını okurken fazla uzun tutulmamakla beraber Kırby’in izine rastladım. Bir mektuptan yapılan alıntı ile Niyazi Berkes’in yaşanılanların bir küçük boyutunu; “İzmir’deki bomba olayı esnasında milliyetçilerden ve komünizmle mücadelecilerden biri savcılığa bir ihbar yapmış. Eski komünist ve memleketten kaçak N.B. bu işin arkasındadır. İrtibatı Çeşme’deki karısı kuruyor diye. (o zamanki eşi Fay Kırby ile ilerde yerleşmek maksadıyla Çeşme’de bir çiftlik kurmaya çalışıyorlardı R.S.) Savcı yemeden içmeden harekete geçiyor, sabaha karşı Fay’in yerini polisler basıyor, evrakları alıyorlar… Gönderdiğim birkaç paket vardı… Bunları almışlar… Neticede savcı Fay hakkında adem-i takip kararı veriyor, iftira olduğu anlaşılıyor, fakat benim evrakımı iade etmiyor, takibat açacakmış aleyhime… Vesile arıyorlar demek!” şeklinde anlatarak, Çiftlikköy’deki çiftlik temellerinin nasıl atıldığının kaydını düşüyor. 

Niyazi Berkes’i yıllar önce “200 yıldır neden bocalıyoruz” adlı kitabını okuduğumda tanımış idim bilahare her adının geçtiği yerde özellikle okudum ve dikkat ettim, kıymet verdim kendimce, haddime ise… “İttihat ve Terakki” etkisinin çok kesif yaşandığı bir evde doğmanın neticesi, öncelikle kendisine Resneli olana istinaden Niyazi ve kardeşine ise Enver adının verilmesinin idraki ile de “hürriyet ve inkılap” arayışlarının kesafeti içinde özellikle de “Osmanlı-modern Türkiye” üzerine dönüşüm, devamlılık ve kopuşları layığı ile tespit ve tahlil edebilmek için hukuk eğitimini bırakıp sosyoloji ve felsefe bölümüne devam etmiştir. Son dönemde okuduğum “Unutulan Yıllar” adlı kitabının tanıtımında “yaşadığı olayları çocukluk yıllarından başlayarak dile getiriyor. Bunu yaparken, dönemin toplumsal ve siyasal panoramasını da çizen Berkes, bir toplumbilimci olarak yorumlarda bulunup; çizdiği tablonun içine o yılların siyasetçilerini, bürokratlarını, gazeteci, şair ve yazarlarını da yerleştiriyor... İkinci Dünya Savaşı'nın atmosferi içinde bastırılmak istenen demokrasi ve insan hakları mücadelesini, Milli Şef döneminin totaliter yöntemlerini, faşist eğilimlerin, ırkçı-turancı akımların kol gezdiği çevreleri, tek parti rejiminin kuklalaşmış bürokrat ve siyasetçilerinin yanısıra az da olsa ayakta kalabilen namuslu ve demokrat bilim adamlarının ve yazarların öyküsünü bulacaksınız.” denilmektedir. Sıralanan başlıkların tamamı kendi üslubunca mütekâmilen aktarılmış, Berkes’in gözünden, akıl süzgecinden ve dünya realitesi ile kıyaslayarak anlattığı bu çok değerli anılarını okumanın, dönemi ve gelişmeleri anlamak adına insana katkısı çok olur kanaatindeyim.

Hıristiyanlığın üniversal bir din olduğu kanısı, Batı Uluslarının Hıristiyan olmayan uluslar üzerine egemenliğini kurma aracı olan bir inançtır. Batı historiografisinde Hıristiyan bencilliğinin yanında Avrupa’nın beyaz ırk bencilliği de kaybolmamıştır. Dünya tarihinin merkezi hala Avrupa ırkları ve Hıristiyanlık dinidir. Batı historiografisi bu ikisine aykırı herhangi bir tarih açısını (mesela, bu arada Marksçı tarih açısını) asla benimsememiştir. Bütün diğer harslar veya uygarlıklar tarihte hep bu merkezin etrafında ona ya bir şey katan bir hizmetçi veya ona karşı gelen bir düşman olarak görülür.

Batılılar Atatürk dönemini batıcılık düşmanlığı, Menderes dönemini ise batıcılık sevgisi dönemi olarak anlarlar. Onun için gericilik düşünüşünün mutlaka batıcılık karşıtı ve Batılaşma düşmanı olduğunu sanmak nasıl yanlışsa, Atatürkçülüğü de sırf batıcılık ve Batılaşma sanmak yanlıştır.” tespitini yaparak kavram ve anlama karışıklığına ya da billurlaşmasına dikkati çeker Niyazi Berkes… Peki, ne zaman yazar bu görüşlerini Niyazi Berkes, 1965’te yayınlanan “Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler” kitabında, bugüne ne kadar var hala, nerdeyse 60 yıl değil mi? Değişen bir şey var mı? Yok, batılılar kendilerini hala yeryüzünün şahı zannediyor ve öyle davranıyor diğerleri ise hala kendilerini onların yardımcısı, yardakçısı ve yalakası olarak görmekteler. Evet, Neyzen Tevfik’in bir “ikiliği” ile bitirelim;

Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti,

Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti!

 

.

 

 

Perşembe, Mart 09, 2023

SOSYAL DEVLET ve SOSYAL KONUT

Sosyal devlet, kapitalist düzen ile eşzamanlı seslendirilmeye başlanmış esasen de yine artı-değer yaratılması ve aktarılmasına erketelik delaleti ile nizamın devamı tesis edilmiş lakin ortaya çıkan ve büyük toplumsal tepkilere neden olmuş kötü sonuçları yumuşatmak, makyajlamak, muhataplarına şirin göstermek adına süreç içinde ihtiyaca binaen miktar ve şekil tayini ile organize edilmiş bir olgudur. Bu konudaki makyajlama çabaları özellikle kapitalizmin alternatifi sosyalizmin de vücut bulması ile de daha hız, seviye ve yoğunluk kazanmıştır. Ülkelerin kapitalistleşme seviyelerine mütenasip bir şekilde toplumlar bu sosyalleşme çabaları ve karşılıklarını kademeli olarak görmüşlerdir. Bu manada İsveç ile İspanya aynı miktarda sosyalleşememiştir mesela, kapitalistleşme seviyeleri başat etki olmakla birlikte, dinden başlayıp toplumsal tercih ve seçimlere kadar çok çeşitli gerekçeleri var bu yaşanılanların arkasında şüphesiz. Bu olgunun detaylı analiz ve sonuçlarının tespit edilmesini ben konunun uzmanlarına bırakarak ilerlemek istiyorum.

Kapitalizmin, “sosyal devlet” anlayışı özellikle de 2. paylaşım savaşı (2. Dünya savaşı) sonrası daha sık konuşulur ve nerdeyse her ülkede anayasal ve yasal düzenlemelere tabi tutulur. Model ve düzenlemeler hatta güzellemeler korkunun tezahürüne binaen tesis edilmiştir. Korku büyüktür, kendi sistemleri dâhilinde huzursuzluk gizliden ya da açıktan “düşman” sisteme davettir adeta, işte bu yüzden iyileştirmeler, kolaylaştırmalar ve nemalandırmalar devam açısından kaçınılmazdır. Bakın şimdilerde “sosyal devletin” şahı görünümündeki özellikle kuzey ülkelerindeki sosyal devlet adına kısıtlamalara, sınırlamalara hatta iptal ve değişiklere, ne oldu da değiştiriyorlar çünkü “tehdit” ortadan kalkmıştır kendilerince. Esasen “sosyal devlet” deyim yerinde ise toplumun “en alttakiler” açısından şikâyet edilir, hedef gösterilir konumdan uzaklaştırılması adına görece ve suni bir refah tevzi makamıdır, bu tezlere ve savunucularına göre. Bunlara göre “sosyal devlet” nizam ve tanzim adına müdahale, teşebbüs ve müvezzi vazifesi ile tesis ve teçhiz edilmiştir. Tüm bu teçhizat da nizamın bekası adına icra edilir. Peki, sebep nedir acaba? Bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıf üstündeki tahakkümünün mükemmel dengesinin selametidir galiba…

“Sosyal devletin” hayatımızdaki tezahürü nedir, yani muhtaçlara temas nasıl olacaktır? Yurttaşlara asgari bir gelir elde edebilecekleri bir işte çalışma garantisi verilmesi, asgari ihtiyaçların karşılanmasının tespitinin standartize edilmesi, herkesin yeterli sağlık hizmetine kolayca erişebilmesi, herkesin eşit eğitim imkânlarına sahip olması, adalet karşısında mutlak eşitlik, barınma ve çevre hakkından eşit faydalanma, sosyal güvenlik ve güvence, sosyal adaletinin tesisi, sosyal koruma temini, temel hak özgürlüklerin sosyal, ekonomik ve siyasi hak ve özgürlüklerle güçlendirme vs gibi başlıklar başta olmak üzere insanca yaşayabilmenin şartlarının temin ve tesis edilmesi ile değil mi?

Bunların her birinin birer yazı başlığı yaparak incelemek mümkün… Her başlık altında kitaplar dolusu yazılar yazılmış, kitaplar yayınlanmıştır da… Lakin bunların tamamının mütekâmilen temin edilmesinin yegâne şartı “tedarikçilerin” ekonomik, sosyal ve siyasi ehven şartlara haiz olmalarıdır. Yine kolayca anlaşılacağı üzere “sosyal devlet” uygulamalarının kantite ve kalitesi tamamen muktedirlerin kese bolluğu ile ve siyasi huzurları ile direk ilgilidir. Yani ve hülasa “ne kadar ekmek o kadar köfte” dir. Mesela; bu başlıklar altında dünyada sürekli “mühim numune” olarak gösterilen İskandinav Ülkelerinin, SSCB’nin var olduğu dönem ile yok olduğu dönem arasındaki fahiş farklı davranışlarına bakılırsa bir önceki cümlenin gerçek manası anlaşılacaktır. Mesela SSCB hayatta iken mezkûr ülkelerdeki “işsizlik maaş” miktar ve ödeme süreleri ile SSCB sonrası ile kıyaslanınca artık ihtiyacının eskisi kadar olmadığını görürüz.

Kapitalistleşme düzeyi ve onun mali göstergesi sermaye temerküzü “sosyal devlet” olmanın şekli üstünde de direk etkilidir. Yani kapitalistleşme düzeyi üst seviyede olan ülkelerde yoksulluk, yoksunluk görünürde de olsa artık “yaşanmasın” diye bir çaba söz konusu iken alt düzeydekilerde de pansuman tedbir kabilinden yoksulu ve yoksunu biate zorlayan iaşe ve ibate tevzi ve tanzimi söz konusudur. Bu da olsa olsa kapitalizmin has yüzüdür işte… Özünde de, özenme ve öykünme def olursa eğer, tanzim ve tevzi de böyle olur işte…

Şimdi elimize alacağız sosyal devlet seviye tespit taşını yani mihenk taşını bakacağız ülkelerdeki sosyalleşme seviyelerine… Deprem nedeni ile yakından ilgili yeniden yoğun şekilde konuşulmaya başlayan, konut sorununa bu bakımdan bakalım bir de… Sosyal konut işini TOKİ’ye bırakıp ev yapıp ucuz satıyoruz faaliyetlerine… Kooperatifler ile sosyal devletin sosyalliğinin karıştırılması ise bir başka garabet.  

Şimdi; mademki “sosyal devletsin”, mademki yurttaşının konut fiyat ve kira bedelleri üstünden vicdansız ev sahipleri tarafından sömürüldüğüne kanisin yapılacak iş çok basittir, her konuda çekinmeden kopyaladığın “gelişmiş ülke” uygulamalarını behemehâl tatbike başla… Ekonomiden futboluna her şeyi öykünerek gururla taklit ediyorsun ya… De haydi yap bu işleri de, alkışımı al… Mesela, behemehâl her kentte ne kadar kiralık ev ihtiyacı olduğunu bilgilerine ziyadesiyle güvenilen istatistik kurumuna sor. Aldığın cevaba istinaden her kentte mezkûr miktar kadar yaşanabilir konut stoku oluştur… İhtiyaç sahiplerine, ihtiyaçlarına binaen hem de yardım niyetine ve ilgilinin bütçesine münasip gerekirse de meccanen, kimsenin ahını almadan, kimsenin hakkını gasp etmeden, kimseye hotzot etmeden maliyetlerini de “bey’tül mal’dan” karşılamak kaydıyla istenilen süreler için tahsisler yapılabilir ve buna da “sosyal devlet” denirse emin olun alkışlarım. İlaveten de bu “sömürücü ev sahiplerine” mütekamilen dersini vermiş, gariban kiracıların yanında aslanlar gibi yer almış olursun, fena mı olur… Lakin kurumların envanterlerindeki lojman stoklarını eritenlerden bunların beklenmesi de nasıl bir şey olacaksa, gayri. Yani eski sosyali tasfiye edip yeni sosyali ihdas ediyorum haline de inanmamı kimse beklemesin.  

Bir de sosyal devlet kavramı esasen yangın önleme ve söndürme konusunda uzmanlık icraatıdır ki, yangın çıkma ihtimalini azaltan yönetim anlayışıdır yoksa çıkan yangını söndürme olursa maazallah tuzluk elinde, elimde hıyar var diyene koşar durursunuz ortalıkta. Lakin hastalık önleme yerine hastalık tımarı tercihini cilalar sosyal diye ortalığa salar dururuz, yine maazallah… Pansuman tedbirler pansuman…

  

Perşembe, Mart 02, 2023

MUSTAFA SADIÇ

Kayıplar maalesef devam ediyor ve sanki görünen o ki sıklaştı ya da biz yaşımız gereği “kulağımız kirişte” yaşamaya başladık esasen de daha gerçekçi yaklaşımla iletişim imkânları ziyadesiyle gelişti… Çocukluk arkadaşım, ilkokul arkadaşım, lise arkadaşım Mustafa Sadıç’ı da yitirdik… Son dönemde sık görüşememekle birlikte yaklaşık 60 yıllık bir arkadaşlığımız söz konusudur. 

Baba Ali Sadıç, bizim sokağın kravatlı iki kişisinden biri idi, diğeri ise yakınlarda kaybettiğimiz Fevzi Ergun büyüğümüzdü. Bidayette dönemin en önemli işlerinden “arzuhalcilik” ile başlayan çalışma hayatı Çeşme’de bir anda gözde iş haline gelen “emlak” sektörüne geçiş ile devam eden babanın çocukları olarak kararsız piyasanın dayattığı iyi ve kötü günlerin yaşanması ile geçen güzel ve manalı bir hayat tanıklığıdır bizim için komşumuz Mustafa Sadıç’ınki… Yine kaybettiğimiz ve sokağımızın değerli büyüğü Şerif Soma’nın evinde geçen uzun kiracılık dönemi, Ali Sadıç, Havva Sadıç ve çocukları Sevim, Zihniye, Mustafa ve Adem ailesi adına… Akranım olan Mustafa ile aynı yıl İlkokula başladık, şimdilerde yıkım kampanyasından nasibini alan, ilk önce Namık Kemal İlkokulu ve bilahare 16 Eylül ilkokulundaki ilk yıllar nerdeyse her anımız birlikte geçmiştir. Ali Sadıç, benzetme yerinde olacak ise dönemin Yeşilçam filmlerindeki önemli ve zengin aile reisi rolündeki Hulusi Kentmen idi en azından benim için… Sevimli, güler yüzlü, sevecen, babacan lakin Kentmen’in bıyıksız hali gibi biri idi benim için, düzenli ve disiplinli giyim ve kuşam ve de sinekkaydı traşı ve hep hatırlarım, nurlarda olsun… Mesleği ile ilgili çok çeşitli tevatürler üretilmiş ve yayılmış olmakla birlikte Çeşme’nin ilk emlakçısı olarak ve gerek davranış gerekse de yaşayış üzerinden “mister”e ulaşmış lakabı ile çok uzun yıllar faaliyetine devam etmiştir. Piyasanın kararsızlığı ve çalkantıları ailenin de hayatına direk yansımış ve dışarıdan da gözlemlenmiştir.   

Meslek ve bağlı yerleşim uzaklıkları nedeniyle Mustafa ile uzun yıllar yollarımız kesişmemiş olmakla birlikte birbirimizi uzaktan da olsa takip etmiş idik ve yıllar sonra Çeşme’de karşılaşmaya başlamış ve uyarına geldiğinde “Kilise önü” muhabbetlerinde zaman zaman eskileri yâd eder olmuştuk. Zinde, kendine güvenli ve bakımlı hali ile hatırladığım Mustafa’nın vefat haberinin paylaşımını görünce gözlerime inanamadım, bu işleri büyük duyarlılık ve disiplin ile yürüten arkadaşımız Fahrettinpaşa Mahallesi Muhtarı Rasim Özgül’ü telefon ile arayıp bilgiyi teyit ettim ve maalesef… Çok üzüldüm…

Şimdilerde en az beş apartmanın olduğu evlerimizin karşısındaki tarlada oyunlarımız, okula birlikte gidiş gelişlerimiz, top oynamalarımız, çocukluk hallerinden gelecek ve geleceği şekillendirme muhabbetlerine kadar çok şeyler gözümün önünden geçti. Babadan bakiye beyefendi, nezaket timsali, centilmen, güleç yüzlü arkadaşımı artık ışıklara uğurlamış bulunuyoruz. Yapacak bir şey yok… Varsa da zaten kâmilen ve külliyen yapılmıştır. Yaz aylarında babaanne ziyaretine gelen yakınlarda yitirdiğimiz Tayfun Öztin ve Bahadır Öztin gibi arkadaşların da katılımı ile genişleyen arkadaş kadrosu daima Nadir Ergun ve Danış Sağırbay ve Mustafa ile sokak arkadaşlığı şeklinde sürerdi.

Mustafa Sadıç ile 16 Eylül ilkokuluna da birlikte okula gittik geldik aynı sınıflarda bulunduk. Neşe öğretmen ile başlayan Huriye öğretmen ile devam eden ilkokul hayatı… Dönem itibari ile hem aileler, hem Okul yönetimi, hem de biz öğrenciler için “milli bayramlarda” resmigeçit törenlerine katılmak ziyadesiyle önemsenen bir olaydır. Her okulun bir bando takımı vardır müzik ve enstrüman çalma kabiliyeti olan öğrenciler bu takımda bulunur ve okullarını mezkur resmigeçitlerde temsil ederlerdi, hele bir de “bando majörü” iseniz havanızın seviyesine diyecek yoktur. Bir de okul flaması ya da bayrak taşınması gibi prestijli bir ödev daha yapılırdı, Mustafa’nın birkaç kez bayrak taşıdığını hatırlıyorum ve de ona bir arkadaşım olarak gıpta ile baktığımı da dün gibi hatırlıyorum. Güzel anılar idi tüm bunlar…

Sonradan İzmir’de aynı liseye gittik, ben yatılı o ise gündüzcüydü, aynı sınıfta olmamakla birlikte sürekli bir muhabbet bağımız vardı. Dönem itibariyle okulda “sigara içilmemesi” için yoğun disiplin uygulanır deyim yerinde ise tüm kurum ve kuralları ile istibdat vardır ve istibdatın başı ise müdür muavini Özkan Hocadır. Özkan Hocadan yatakhanede sigara içmekten yakalandığım bir akşam “eşek sudan gelene kadar yediğim dayağı” asla unutmadım ve de unutmayacağım. Hatta yakalanma vakası tam 1. sömestri sonuna doğru olduğu için bu okula devam etmek istemediğimi tatilde duyan babamın benim haberim olmaksızın okula gidip Özkan’a gereğini yapınca babamın ısrarı üzerine devam etmiştim. Bu öğretmen postuna bürünmüş işkenceci öğretmene sigara içtiğimi babamın da bildiğini hatta izin verdiğini söylememe rağmen yaşanmış idi bu trajedi. İşte bu istibdatın karanlığı içinde gündüzcü arkadaşım Mustafa Sadıç’ın dayanışma içinde bana günlük sigara ihtiyacımı dışarıdan tek tek getirerek çözmüş olmasını da asla ve kat’a unutamam. O dönemde hafta sonları okula gelirken bir hafta yetecek kadar sigarayı getirip dolabımızın zulasında tutar iken zula patlayınca ve de yeni bir zula oluşturamadığım için ihtiyacı günlük karşılamamda böyle bir yöntem tercih etmiştim. Kendisi sigara içmemesine rağmen bu kadar baskı nedeniyle yakalanması halinde başı belaya girmesi kaçınılmaz iken derdi aşmak adına büyük riski göze almış idi bu güzel arkadaşım…

Mustafa Sadıç sayesinde hayatımda ilk kez “Mercedes” marka ve hatırladığım kadarı ile de “manda kasa” bir otomobile binmiştim. Vay be, o güne kadar Almancı arkadaşlarım sayesinde değişik marka ve model otomobillere binmiş idim ama Mercedes ilk kez… Hatırladığım kadarıyla “bal rengi” bir otomobil idi ve ben de yine hatırladığım kadarı ile Altın Yunus’tan Çeşme’ye kadar ya da tam tersi bir güzergâhta otomobilin önünde hem de “konsolos” edasıyla oturduğumu hatırlıyorum.

Ali Sadıç ve eşi Havva Sadıç büyüklerimizi ve oğulları Mustafa Sadıç’ı saygı ve özlemle anar iken yine hatırladığım artık aramızda olamayan Şerif Soma büyüğümüzü ve diğer arkadaşım Tayfun Öztin’i de aynı duygularla anmak istiyorum. Yattıkları yer nur, anıları daim olsun.


Cumartesi, Şubat 25, 2023

KÖY ENSTİTÜLÜ KOMÜNİST KEMAL

Yazar Alev Çukurkavaklı’nın Babası Kemal Bayram Çukurkavaklı’nın hayat hikâyesini yazdığı kitabı “Komünist Kemal”i okudum. Genel manada bilinenlerin bir kez daha tekrarlandığı lakin tamamen Komünist Kemal özelinde olan özgünlükler babında… Kitabı benim nezdimde çekici kılan tanıtımının şu şekilde olması idi; “Yıl 1954, Amerika dönemin siyasi iktidarına baskı yaparak SOVYET TARZI eğitim verdiği gerekçesiyle Köy Enstitüleri’ni kapattırmak ister… İktidar ve yandaşları on yedi yaşındaki bu çocuğu bulur. Ana dili gibi Rusça bildiğini, imzasının orak-çekiç olduğunu Rusya ve Orhan Kemal ile telsizle konuştuğunu iddia ettikleri çocuğu beş yüz öğrenciyi linç ettirir. Ve böylece yoksul Anadolu’nun umudu Köy Enstitüleri iğdiş edilir!”…

ABD Emperyalizmi ve yüzde yüz yerli ve milli iştirakleri tarafından hedefe konulan Köy Enstitüleri arka plana almış müthiş bir kitap, geniş spektrumlu anlatım ve özelde de Kemal Çukurkavaklı’nın çileli hayatı aktarılmış. Şiir ile düşüp kalktığı günlerde yazdığı, okuduğu ve yayınladığı şiirler üzerine adı komüniste çıkar bir daha da inmez aşağıya… İvriz Köy Enstitüsünden sürüldüğü Düziçi Enstitüsünde okul idaresinin de içlerindeki nefreti Enstitü üstünden 17 yaşındaki bu öğrenciye yöneltmelerinin tezahürü linç girişimi… Behzat Ay’ın kitabın girişinde verilen bir yazısından bir dehşet anı; “Elleri, kolları, başı gövdesinden koparılmalı” Bu da neydi? Korkarak ve çekinerek yakınımızda duran bir öğrenciye sorduğumuzda; “İvriz Köy Enstitüsü’nden sürgün gelen Kemal Bayram’ın leşidir sürüklenen” dedi.

Kanları donduracak cinsten eylemler denir ya, tam da bu kabil bir saldırı organize edilir, Kemal Bayram Çukurkavaklı için… “Tatilde köylerine gitmeyip okulda kalan çocuklara idare yaz öğle sonlarında çayda yıkanma izni verirdi. Bu olağandı. Fakat olağan olmayan nisan ayında üç beş öğrencinin izin alarak çaya gitmesiydi. Enstitü müdürü A. G. Öğrencileri S. Ö., M. A., ve N. Y.’e nedense izin vermişti. Oklu yönetiminden icazetli(!) bu üç köy çocuğu yanlarına Kemal Bayram’ı da –Çukurkavaklı- alıp Sabun Çayı’nın kıyısına indi. Konuşulacaklar yol boyunca ve daha önce dersliklerde konuşulmuş, Kemal Bayram’ın sorgusu yapılmıştı. Ağaç gölgesine oturulduğunda özellikle geride kalan S. Ö. eline geçirdiği sopayı arkasından Kemal’in başına vurdu. İvriz Köy Enstitüsünden “komünist” olduğu gerekçesiyle Düziçi’ne sürgüne gönderilen bu on yedi yaşındaki çocuk, çeşitli dergilerde yayınlanan şiirlerinde BAYÇU, Bayram Çukurkavaklı ve Saraycıklı adlarını kullanıyordu. Ardından M. Ve N., sopaları çıkarıp Bayçu’nun kafasına, kollarına, bacaklarına kırarcasına, dehşetli bir öfkeyle, hınçla indirmeye başladı. Bir gün önce hafta sonlarında okulun bahçesindeki direğe çekilen Türk Bayrağı yırtılmış, üzerine orak çekiç şekilleri çizildikten sonra atılmıştı. İdarenin kumandasındaki öğrenciler bu bayrak olayından Konya, İvriz’den geleli ikinci haftası yeni dolmuş olan, sicilinde KOMÜNİST yazan Kemal’i sorumlu tutuyordu. Önceden planlandığı gibi yüzlerce öğrenci çaya getirildi taş ve sopa darbelerinden ağır yaralanıp bayılan Bayçu’yu suya attılar…” Neyseki hedeflenen gerçekleşmez Kemal Bayram soğuk suyun kendisini hızlıca ayıltmasını müteakip daha çocukluğundan itibaren her köylü çocuğu gibi derelerde iyi yüzme öğrenmesinin karşılığında hayatını kurtarır. Lakin hayat buradan itibaren çok meşakkatli geçeceği işaretini vermiştir ve de aynen öyle olur…

Sonraki tüm yaşamı, yargılamaları, okul idaresinin tutumu, siyasi otoritenin tutumu, “AYIN-PE”nin acımasız takipleri ve uygulamaları ve ekmek parası kazanmasının engellenmesi adına patronlara yapılan işsiz bırakma baskıları, vs. vs. Bu nedenle de sürekli değişik isimler adı altında şiirler yazdı, yazılar yayınladı… B. Pakgönül, Kemal Bayçu, Memduh Rıfkı, Abdullah Kozlu, Ali Fakı, Kaptan, Saraycıklı başta olmak üzere çok çeşitli takma isimler kullanmış… Dönem itibari ile tıpkı kendisi gibi AYIN-PE’nin takibinde olan Yılmaz Güney, Yaşar Kemal, Turgut Kazan, Müşir Kaya Canpolat, Ömer Nida, Fevzi Yetiker gibi insanlarla bir arada olur, dost olur, hasbıhal eder…

Kitabın bir diğer konularından birisi de, Köy Enstitülerinin kapatılması sürecini dikkatle ve detaylı incelemek olmuş. Oysaki Milli Şef İsmet İnönü; “Köy Enstitüleri’ni Cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi, en sevgilisi sayıyorum. Köy Enstitüleri’nden yetişen çocuklarımızı muvaffakiyetlerini ömrüm boyunca yakından ve candan takip edeceğim” diyerek kuruluşuna, gelişimine katkı sunmuş A’dan Z’ye herkese gayret ve kudret ihsan eylemiştir. Lakin sonradan, dünya çapında çok organize bir hareketin girdabına kapılarak, bir yanı ile komünizm umacısı, diğer yanı ile SSCB’nin toprak talebi köpürtmeleri gibi uluslararası kumpas diğer yanı ile “din elden gidiyor” ve “maazallah köylü uyanırsa” dürtüsü ile ulusal çapta kampanyaların etkisi altında kalarak Hasan Ali Yücel’i Milli Eğitim Bakanlığından alarak yerine yaratılan vasata uygun Şemsettin Sirer’i atar ve olanlar olur. Artık konu yokuş aşağı giden kamyonun freninin de iptal olması benzeri son derece hızlı ve kendileri lehine sonuç alıcı ilerler. “Marshall yardımının” en önemli şartı Köy Enstitülerinin kapatılması olunca maalesef, önce içi boşaltılır ve sonradan yeni iktidar DP tarafından sonsuza kadar kapatılır. Oysa o günlerin tozu dumanı içinde birkaç aklı başında insanın, yahu bir durun, “sizin dediğiniz SSCB bize tehdit olması bir kenara, yeni çıktığı savaştan yaklaşık 20 milyon insanını kaybetmiş, yer altı ve yer üstü kaynaklarını büyük ölçüde yitirmiş, yaralarını sarmaktan başka bir planı olmayan bir ülkedir” itirazlarını kimsecikler duymamış…

Diğer taraftan artık dünyada ve Canım Yurdumda farklı dengeler oluşmuştur ve giderek de katmerleşmektedir. DP, Canım Yurdumun insanının büyük bir şevk ve heyecan ile desteklendiği bu dönemde, maalesef tüm kurumlar içerik değiştirmeye tıpkı Köy Enstitüleri gibi… Toprak ağalarının en önemli unsurları olan DP de rota bellidir, şahsi menfaatlerin müstevlilerin siyasi emellerine tevhidi söz konudur ve önceliklidir. Sonraları siyasi hayatımızın önemli insanlarından biri olan Kinyas Kartal’ın bu konuda açıklamaları çok aydınlatıcıdır. Esasen Çarlık Rusya doğumlu hatta Troçki komutasındaki SSCB Kızıl Ordusunda görev yapmış, 1921 de Türkiye’ye göç etmiş ve sonradan da toprak ağası olmuş, bu nedenlerle 2 kez zorunlu göçe tabi tutulmuş, sonradan, TBMM’ye AP Milletvekili olarak seçilmiş ve dahi Meclis Başkanlığı bile yapmıştır. Onun verdiği bir beyanatta bile durum ortadadır.  “Köy Enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi. Doğuda en yüksek eğitim gören insan benim. Üstelik Rus ordusunda görev yapmış biriyim. Köy Enstitüleri, bizim devlet üzerindeki gücümüzü kaldırmaya yönelikti. Bunu içimize sindiremedik. Benim Van yöresinde 258 köyüm var. Bunlar devletten çok bana bağlıdırlar. Ben ne dersem onu yaparlar. Ama köylere öğretmenler gidince benim gücümden başka güçler olduğunu öğrendiler. Bölgede ağaları örgütledim... Örgütlü olarak Demokrat Parti ile pazarlığa girdik, kapattık.”

Sürece de bakınca yaşananların yegâne sorumlusu olarak sadece DP’yi görmek abesle iştigal vaziyetidir. O günlerin “yetmez ama evetçilerini” ve avenelerini de ıska geçmemek gerektir. Sonuç itibari ile mezkûr kitap okunması halinde insanın nisyan ile malul durumunun ret edilmesine ciddi bir katkıdır. Kendinize bu katkıyı yapmayı esirgemeyin lütfen… Okumaya devam… Okumak sevdadır… Okumak tazelenmektir, güncellenmektir, güncel kalabilmektir…