Cumartesi, Mayıs 13, 2023

YAŞAR AKSOY ve BENDEN SELAM SÖYLE ANADOLU’YA

Yaşar Aksoy Abimizin “Kahrolsun Savaş – Kato Polemos” adlı yakınlarda okuduğum kitabında, Yunanlı yazar ve barışsever Dido Sotiriyu ve canım yurdumda 12 Eylül’cüler tarafından yasaklanmış da olan “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabına ziyadesiyle yer ayırmış. Şöyle yazmış Yaşar Abi; “Dido Sotiriyu, Türkiye’de en sevilen ve tanınan çağdaş Yunan yazarlarından biridir.  1922-23 arasında Küçük Asya’da (Anadolu) geçen karşılıklı kanlı olayları hikâye eden “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” isimli yapıtı ise, Yunan edebiyatının en görkemli klasiklerinden biridir. Yunan Harp ve Sulh’udur aslında”.

Yaşar Abi, kitabının ilerleyen bölümünde, “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabın konusunu oluşturan süreci de sanki bir savaş filminin izlenmesi tadında aktarıyor. Kitabın yazarı Dido Sotiriyu ile mezkûr kitabın kahramanı Manoli Aksiyotis’in tanışması, anıların aktarılması, Yunanistan’ın Nazi Almanya’sı tarafından işgaline ELAS öncülüğünde müthiş direniş sürecinde gerçekleşir. Nazi SS birlikleri ve Gestapo’nun direnişçilere yönelttiği sürek avının bir anında, Manoli Aksiyotis girilen bir çatışma anında yaralanır lakin büyük bir çaba ve başarı ile bu tuzaktan kurtulur. Sığınıp yaralarının bakımın yapıldığı bir sığınakta, bakımı üstlenen 30 yaşlarında bir genç kadın vardır, o da ELAS önderliğindeki direniş örgütünün bir elemanıdır adı da Dido Sotiriyu’dur. Esasen de bir gazeteci olan Sotiriyu, dönem itibariyle direniş örgütünün “gizli yayınlanan gazetesini” çıkaran birisidir. Yaralı direnişçinin ağır yaralarının tedavisi sürecinde “Kırkıca, Kırkıca” diye sayıklamalarından aslında direnişçinin de tıpkı kendisi gibi Anadolu’dan göç etmiş biri olduğunu öğrenir. Bilindiği üzere Dido Sotiriyu Aydın doğumlu olup bilahare doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalmıştır, esasen de bu iki kişi hemşeridirler. Diğer taraftan, “Kırkıca, bugünkü “Şirince” adlı köy olup yine Sabahattin Ali’nin bahsettiği üzere bir vakit “Çirkince” adını da alır. Şirince adı ile mütenasip bir hayat ve doğaya sahiptir, tarafların anlattıklarına göre… Yine Sotiriyu’nun tanımı ile “cennetten parça olan bir dağ köyü olup oradan denize kadar göz alabildiğince uzanan Efes Ovası, son derece verimli, hayat dolu topraklarındır ve inciri, üzümü, zeytini ile birlikte anılır. Adeta masal ülkesidir tarif edilmektedir.  

Bu arada mezkur kitabı okur okumaz, yolumu hemen Şirince’ye düşürdüm,  iyi ki de gitmişim, o güzel ve doğal halini görmüşüm yoksa bu gün trend olmuş hali ile görseydim, tüm bu yazılanlar bana hiçbir şey ifade etmeyebilirdi, bu manadaki kültürden muaf eğlenceye tabi turizm maalesef her yeri olduğu gibi Şirince’yi de yok etmiştir.

Dido Sotiriyu bir öğretim görevlisi ve yazar olmasının yanında işgal yıllarının yılmaz bir direnişçisidir, bir barış aktivistidir. 1986 yılında Zülfü Livaneli ve Mikis Teodorakis‘in girişim ve önderliği ile kurulan Türk-Yunan Dostluk Derneği kurucuları arasında da yer almıştır, Sotiriyu…  “1982 Abdi İpekçi Türk-Yunan Barış ve Dostluk Ödülü”nü de alır… Yazara göre; “Bir tek düşman vardır: Düşman, ne Türklerdir, ne de Yunanlılar! Düşman, savaştır. Savaş ve onu körükleyen çıkarlardır”. Yazar, mezkûr romanı boyunca dönemin emperyalist güçlerinin Anadolu‘nun zenginliklerinden pay kapma savaşını anlatıyor.  

Peki, neler olmuştu? 1914 yılında Yunanistan, Fransa-İngiliz emperyalistlerinin müttefiki olmayı tercih ediyor; Osmanlı İmparatorluğu ve ittifakları Almanya ve Avusturya’ya karşı savaşa katılıyor ve kendilerine de mükâfat olarak Anadolu‘yu işgal etme hakkı veriliyor. İşgal büyük bir direnişle karşılaşıyor karşılıklı çatışmalar neticesinde uzun yıllardır birlikte dostluk ve barış içinde yaşamış bu insanlar birbirlerine düşman hale getiriliyor. Düşmanlığın körüklenmesi mezkûr kitapta şöyle aktarılıyor. Manoli’nin çocukluk arkadaşı Şevket, bir gece Manoli’nin evlerine gizlice gelir, başlarını “Girit’ten, Makedonya’dan, Epir’den atılma mültecilerle Jön Türkler’in dervişleri ve öteki sarıklılar, ‘vebadan bin beter pis gavur köpeklerine karşı’ kin saçmaktaymışlar” diye başlayarak, Manoli’nin annesine “Anacığım” diye sarılarak, Türk köylerinde Rumlara karşı yürütülen karşı propagandayı Manoli‘nin annesine şöyle anlatıyor: “Başlangıçta, demiş Şevket, kimseyi zehirleyemediler. ‘Haydi canım diyordu köylüler, bunlara mı inanacağız, kendi gözlerimize mi? Rumlarla yıllardan beri dostluk içinde yaşadık biz. Aramıza niye kin sokalım?‘ Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır amma, yalan söz de kuzuyu kurda döndürür. İnsan dediğin zayıf mahluk. Köye gelenler de bizim menfaatimizin sizleri ortadan kaldırmakta olduğunu söylüyorlardı. ‘Gavurlar ortadan kalkınca, arazileriyle malları bizim olacak’ diyorlardı. Hadi bakalım”

“Zaman kötü gerçekten, oysa ne vardı eski günlerdeki gibi geçip gitseydi hayat. Ölüme değil türkü söyleyerek çalıştıkları tarlalara gitseydi gençler, anne babalar için endişe dolu bir alaca karanlığa dönmeseydi günler, tek endişe yağmur olsaydı, dolu olsaydı. Ama olmuyor işte, emir gelmiş bir kere. Hayat bir cehennem gibi yaşanıyor artık. Ama daha kötüsü de var, daha kötü günler de gelecek. Rumlar neredeyse ölümlerden ölüm beğenecek bir duruma geliyorlar. Amele taburlarından sağ çıkmak çok zor. Kaçıp yakalanırlarsa bu da mutlak bir ölüm demek. Rum kaçakların en büyük korkusu Türk asker kaçakları oluyor. Öldürdükleri Hıristiyanlar bu kaçakların diyeti oluyor, bağışlanıyorlar. Amele Taburundan kaçan Rumlar saklanmak için baba ocağına gelince bu sefer de anaların işkencesi başlıyor. Hava kararır kararmaz koca bir kadınlar ordusu savaşa hazırlanıyor, o dağ gibi evlatlarını, kocalarını nerelere koyacaklarını bilemiyorlar, “Dört yıl boyunca bu kadınlardan hiçbirisi uykusuna doyamadı, şöyle rahat bir yemek yemedi hiçbiri”

Meslektaşım ve efsane Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven bir panelde Dido Sotiriyu ile ilgili bir anısını anlatıyor ki, bir taraftan tarihe not düşer, diğer taraftan tarihi bir ders verir lakin anlayana şüphesiz… “1980’li yıllarda Atina’da düzenlenen bir panelde konuşuyordum. Konuşma sırasında Bir ara salona giren bir grup sözümü kesti, bana sataştı. Saldırganlara yanıt vermeye hazırlanırken Dido eliyle ağzımı kapatarak, ‘sen Türkiye’ye geri döneceksin. Ben onlara yanıt veririm’ dedi. Ve topluluğa dönerek ‘küçük faşistler çabuk burayı terk edin’ diye bağırdı. Bir sessizlik oldu ve topluluk arkasına bakmadan salondan çıktı gitti. O an Dido’nun büyüklüğünü anladım. O Türk-Yunan dostluğu için büyük çabalar saf sarf etmiş bir yazardır.”

İşte böyledir, suyun iki tarafının da “barışperverleri”, esasen de onlar; anayurdunun ataları tarafından işgal edilmesine karşı dururken sonradan yurdu olan Yunanistan’ın da Nazi Almanya’sının işgaline de karşı durur, direnir ve savaşır… Emperyalist çıkarların bölgeyi ve dünyayı nasıl bir felakete sürüklediğini gören ve buna direnen gerçek aydınlardan biri olmayı becerebilmiştir. Bakmayın siz güce tapanların abuk subuk eleştirilerine, onlar haksızlığa yılmadan direnen insanlar olup, her türlü saygıyı sonuna kadar hak etmektedirler.

Yaşar Abinin mezkûr kitabından ve Dido Sotiriyu referansı ile aktarılan; “Romanın kahramanı Manoli, çocukluk arkadaşı Kör Mehmet’in damadına şöyle seslenir. ‘bütün bu çekilen acı kötü bir rüya olsaydı ah… Ve yan yana, omuz omuza verip yürüseydik tarlalara yeniden. Saka kuşlarının türküsüyle şenlenen ormanlara doğru yürüyebilseydik. Ve her birimizin sevdiceği kendi kolunda, çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp, yan yana eğlenmek üzere şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik. Anayurduma benden selam söyle Kör Mehmet’in damadı. Benden selam söyle Anadolu’ya… Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin. Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin.” yaklaşımı, çok doğru lakin çok geç… Tam tamına bir “Bade Harabül Basra” geç kalmışlığı ve pişmanlığı terennümü…


1 yorum:

Adsız dedi ki...

⁸Ülkeyi ve ülkeleri kan gölüne çevirenler yıllar sonra itirafta bulundu sa bile kötülük tohumları hemen yok olmuyor.Seçim arefesinde ülkeye kötülük tohumları edenler, güzellik isteyenleri yenmiş gibi gözükse de umut la direnenler tarihi süreçte haklı lar.