Cumartesi, Aralık 04, 2021

İMREN LOKANTASI

“Hurmalık Caddesi”; en son verilen adı ile “İnkılap Caddesi” Çeşme ticaretinin 2 kalbinden biridir, yaş grubu bizimle ya da bizden eski olanlar bilir, biri “Aşağı Çarşı” ve diğeri “İnkılap Caddesi’dir. İnkılap Caddesinin 60’lı ve 70’li yıllardaki aktif bölümü, bugünkünün yarısı kadar olup deniz tarafıdır, en fazla eski Köste (Dalyan) yoluna kadar aktif ticaret yürütülmektedir. Cadde, ben hatırlamıyor olsam da Hurma ağaçları ile donatılmış, bilahare bunu beğenmeyen yöneticiler Dut ağacına çevirir bu donatıyı, sonrakiler bunu da beğenmez Turunç ağacı ile donatılır. Her yönetici, benden önce güzeli ve doğrusu seçilmemiştir ya da yapılmamıştır duygusu ile doludur ve bu nedenle ben de bunu değiştiriyorum, sonra ki onu da beğenmez değiştirir, değiştirir, değiştirir, bu böyle bitmeyen bir “kısır döngü” oluşturur… Caddenin kaplaması ise hatırladığım kadarı ile doğal taş ile kaplı yani gerçek bir Arnavut kaldırımı kaplaması idi, sonra Canım Yurdumda aniden asfalt kaplama moda oldu ve bu modaya caddenin kaplaması da katıldı, asfalt kaplama çok toz kalkmasına ve dağılmasına neden olduğu için güneşli havalarda günde en az 2 defa olmak üzere sulanır idi, sonra betona geçildi, o da tutmadı, sonra karışım ve kompozit bir malzeme “beton asfalta” dönüldü, o da tutmadı kesme taşlarla Arnavut kaldırımı, o da olmadı yolun altını da düzenleyeceğiz iddiası ile birkaç defa daha inşaat kuruldu… O zaman taşıt trafiğine 2 yönlü açık olup Çeşme - İzmir arası çalışan otobüslerde buradan gider gelirlerdi. Esasen de Cadde bugünkü kadar geniş değil lakin karşılıklı 2 araç nasıl yol verirdi birbirine onu hatırlamıyorum şimdi, “ya yol yeter geniş idi ya da otobüsler dar idi”, tipik bir Vizontele replikası…

Bu caddenin; en azından benim açımdan kadim esnafları vardı, bu esnaflardan biri de “İmren Lokantası” idi. Çok emin değilim lakin ismi Fadıl Kadıgan Abimizin kızının adına ithâfen 1960 yılında kurulduğunu zannediyorum. İmren Lokantası o tarihte Caddeye sıfır örülen taş imalat bir bahçe duvarı ile cepheleniyor idi. Ön bahçeye demir profil bir kapıdan giriliyor ve fazlaca geniş olmayan bahçeden sonra da ana binaya giriliyor idi. Dönem itibari ile hemen yakınlarındaki muadil, Esat Kadayıfçı ve Destan kadayıfçı büyüklerimizin lokantaları arasında İmren farklı özellikleri ve hedef kitle tayini ile hemen öne geçmiş idi. Arkada ise görece güzel bir bahçe bulunur ve yaz aylarında hizmet verirdi. İmren Lokantası, mutfakta ve genel yönetimde bulunan Abdürrahim Kadıgan Abimiz-büyüğümüz önderliğinde ve sayesinde gerçekten çok güzel ev yemekleri hazırlamış ve servis etmişlerdir. Izgaraların ustası ise Kont Nuri idi ve balığın pişer iken suyunun korunması gereğini ilk kez kendisinden dinleyince artık balığın tavında pişirilmesi konusunun sıkı takipçisi olmuştuk. Daha sonraları yazma planım içinde bulunan “Kolova İbrahim”in kahvehanesi ve dönüştüğü “Bazaar 33” döneminde orada çalıştığım günlerde İmren Lokantasına uğrayan çok önemli devlet büyüklerini tanıma ve muhabbet etme şansı da elde etmiştim. Enteresan anılar var bu tanışmalardan… Eski Milli Eğitim Bakanı Necdet Uğur’dan, Senatör Sırrı Atalay’a kadar… Belki de daha Mehmet Kemal “Öğle rakıları” kitabını yayınlamamıştır, bihaberiz yani, ama bizler öğlen rakıları içme keyfini muazzam sürdürüyoruz o dönem. İmren Lokantasının asude arka bahçesinde bir öğlen rakıları dönemi yine o tarihteki Senato Başkanı Sırrı Atalay da öğlen rakı muhabbetine katılmış, çevremin ilk kez tanık olduğu rakı yanı ayran içimi konusunda, fazlaca kafa yapmaz gerekçesi ile gelen teklife, yahu kafa yapmayacaksa neden rakı içilecek deyip, üstüne kahkahalarla uzunca bir süre muhabbet etmiş idik…. Şüphesiz daha o dönem rakı içilmesi kelamının ifade edilmesinin, kimseyi rahatsız etmediği dönemdi. Şimdilerde alkollü içecekten bahsedilince “sağlığa zararlıdır” ifadesinin mutlaka söylenmesi gerekmekte imiş… Tabii şimdiki rakılar zararlı, ben rakının zararsız olduğu ya da fazlasının iyi olmadığının söylendiği dönemlerden bahsediyorum. İlaveten ve sanki ilaçların fazlası zararlı değilmiş gibi…   

Şüphesiz Lokantalar deyince şimdilik eksik bıraktığımız, Saffet Bey’in (Dinçalp) meşhur “Sahil Restoranı” ile Mahmur Bağcı’nın “Gül Restoran”ı konsept ve mevki itibari ile farklı idi. Ayrıca yine Çarşı İçinde (Old Bazaar) birkaç yer değiştirerek açılan Hasan Bağcı’nın Meyhanesi yine kendine has özellikleri olan bir yer idi… Bu üç mekânında ayrı ayrı yazılması Çeşme Kent Kültürü açısından bana göre bir zorunluluktur ve bir gün umarım yazabileceğim.

O dönem çalıştığım “Bazaar 33” bitişiğindeki balıkçı Arap Mehmet büyüğümüzün, dükkân önündeki balık tezgahından, Mehmet Abimiz içeride çalışırken, hep bir ağızdan “pissstttt” deyip kedileri kovalıyormuş ketenperesi ile çaldığımız balıkları, İmren Lokantasında hazırlatıp, üstüne de Mehmet Abiyi davet edişimiz ve her gün nakarata dönüşen “lan yine benim balıkları mı yürüttünüz” serzenişi… Üstüne üstlük balıklar bizden ya, rakılar da Mehmet Abiden olurdu… Ne iyi kalpli bir abimiz idi… Daha önce yazmaya çalıştığım Ahmet Sinan ve Kaporo Kemal abilerimiz ile uzun yıllar balıkçılık yaptığı bu dükkânı da bir gün anlatmak istiyorum. Bakalım…

O dönem, askerlik için Çeşme’ye gelip sonradan yerleşik düzene geçen kişilerden biri de, çok sonraları adı yaptığı işe istinaden “Çiçekçi Mustafa”ya dönüşen lakin Çeşme’nin ilk balık lotaryosunu düzenleyen bir abimiz vardı. Her gün ama istisnasız her gün aldığı büyükçe bir sinarit’i, çarşıda bir aşağı bir yukarı gezdirip genellikle de esnafın katıldığı bir çekiliş düzenlerdi. Çekiliş marifeti ile lotoya dahil ettiği kişiler arasında ve onların gözcülüğünde tespit edilen kişiye “loto sana çıktı” spotuyla muhteşem sinariti takdim ederdi. Dönem itibari ile yüksek ilgi gösterdiğimiz bu aktivite sayesinde, şansımızın da çok sık yaver gitmesi nedeni ile akşamları İmren Lokantasında büyükçe bir arkadaş grubu ile masalar kurulur ve bizde bu masalara kurulur idik. Yani anlaşılacağı üzere her fırsatta masalar kuruluyor, ister balık tezgâhtan kedi götürüyor numarası ile çaktırmadan alınsın ister kura tayini ile temin edilsin… Hele de bir keresinde şimdi adını vermeyeceğim bir arkadaşın iddiası üzerine “bu sinaritin kafası” ile bile bir 70’lik içerim iddiasını kanıtlamasının yarattığı tuhaflıklar ve kahkahalar bugün bile aklımdadır. O zamanlar, daha ticari zekâ, ancak 35’lik ve 70’lik şişelenmiş rakı düzeyindedir. Şimdi öylemi, 20’lik, 35’lik, 50’lik, 70’lik, 100’lük, 150’lik ve 200’lük gelişen ticari zekanın muhteşem başarısıdır. Hatta bir firma kazık babından 450’lik bile çıkarmıştır ki maksat tüketilsin de tüketilsin, açınca nasıl olsa fren tutmuyor…


 

Hiç yorum yok: