Perşembe, Aralık 30, 2021

GÜLHİSARLI TERZİLER

Canım Yurdumun; şüphesiz ki bana göre, sanat ve müzik çıtasını yükselten insanlarından biri olarak mütevazi, abartısız, sade lakin umut dolu, mutlu geleceğin müjdecisi duruş ve ses verişi ile tanıdığımız Hüsnü Arkan’ı bir süredir de yazar olarak takip etmekteyim. Müzisyen olarak takip ederken kadim dostum Mehmet Tekin’in önermesi ile kitaplarının da olduğunu öğrendim ve tüm hayatı gibi onurlu duruş, sakin ve sade yaşam önermesi, isabetli tespit ve tercihler yapması halinin yazın sanatına da yansıdığını büyük bir gururla gördüm. Bu sefer de, “Mino’nun siyah gülü”nden sonra “Gülhisarlı Terziler” kitabını okudum. Sıradan insanların büyük umutları, büyük aşkları,  büyük hayalleri, büyük beklentileri, büyük planları, evet hepsi büyük ve içten ve de samimi lakin hepsi doğal ve hepsi sıradan ve de imkan dahilinde… Roman kahramanlarından Ayhan Demir’in Almanya macera ve arayışları ile diğer başrol oyuncusu Celal Karanlık’ın girişim ve fırıldakları haricinde hemen her şey mezkur dönemlerin benzer büyüklükte kasabalarında yaşamış insanların günlük tanıklıklarına münasip… Az da olsa Celal Karanlık gibi büyük hayal satıcıları, “dürülüleri” bulunmaktadır bu hayatı çekilmez ve katlanılmaz eden… Bu tip benzeri muhteşem muhteremleri de tespit etmek adına ayrı bir yazıda kitabın yazarının kaleminden aktarmak istiyorum.

“Benim adım Nedim; Gülhisar’da terziyim. Sabahleyin dükkânı açarım, akşam da kapatırım. Arada ne oluyor derseniz, bir şey anlatamam. Çünkü pek bir şey olmuyor.”   Sadeliği ve sıradanlığı içinde bir Kasaba, bir esnaf… Evet, Romanın 34. sayfasında zaman için tarif ve teşbih yapılmış, çok hoşuma gitti… Çırak dükkâna gelen yaklaşık benzer yaşlarda genç bir kızın ustası ile muhabbeti üstüne, zamanın gerçekte var olduğunun farkına vardığını yazıyor; “Daha önce zamanı fark etmezdim. Hiç geçmiyormuş ya da yokmuş gibime gelirdi. Duvar saatinin kutusunda birikiyormuş da, bir gün açıp baktıklarında ahşap kokusundan başka hiçbir şey bulamayacaklarmış gibi.

Hep böyle olurdu. Oturduğum yerden dışarıyı seyrederken, attığım teyelleri sayarken, düğme kutularını raflardan alırken, raflara yerleştirirken, zaman kendiliğinden ortadan kaybolurdu. Zaman kaybolduğunda düşüncelerim de kaybolurdu. Her şey bir saat zembereğinin yayında yaşamaya başlardı. Kendinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadan dönüp duran, kendine duyduğu ihtiyacın da farkında olmayan bir yaradılış hali; yokluğun ve varlığın garip bir çeşidi. Belki de aynı şeyliği. Zemberek!”

Evet, Hüsnü Arkan; o gün dükkâna gelen genç kızın, kendisini ateşlere atan büyük platonik aşkın üstüne, ustanın ağzından, yıllar sonra; “Gönlümün bir köşesinde elli yıldır o var. Sarsıyorum, silkeliyorum, kovuyorum gitmiyor. Geniş bir mindere uzanır gibi yayılmış. Köşesi gitgide büyüyor. Bana yer kalmıyor, düşüncelerime, şahsiyetime yer kalmıyor. Başka bir köşeye çekilip siniyorum. Sıkışıyorum. Her doğan güne onu unutmak fikriyle başlıyorum. Ama her batan gün içime aydınlığı çöküyor. Baktığım ufukta o var. Gecenin bekçisi bütün kilitleri açıp ortaya karanlığı döktüğünde, kayıp gölgeler onun adını fısıldıyor. Baykuşun şarkısı onu söylüyor. Sırlarımın kapısı hep ona açılıyor. Ne yapacağımı ne bildim ne de artık bilmek isterim. Karasevda nedir diyenlere verecek hiçbir cevabım yok. Onu sevmekten başka bir şey öğrenemedim. Bu öğrendiğim şey de benden başka kimsenin işine yaramaz herhalde.” diyerek, muhteşem bir karşılıksızlık tanım ve tarifi yapar…

Ayrıca, “Gülhisarlı Terziler”de Hüsnü Arkan terzihaneyi adeta bir kütüphane imiş gibi anlatıyor ve Nedim Usta ağzından da; “kitaplarda yazılanların bir hazine haritası” olduğunu söyleyerek, “Her satır, her kelime birer ipucuydu. İpuçları biriktikçe harita okunabilir hale geliyordu. Şifre çözülüyordu.” ve diğer kahraman Ayhan Demir ağzından ise; “Yaşadığım dünya çok fakirdi. Okuduğum dünyaysa çok zengindi. Zenginlikten parayı kastetmiyorum. İnsanların içleri çok zengindi. Aklımdan geçirdiğim ama bir türlü konuşamadığım şeyleri açıkça konuşabiliyorlardı. Benim yaşadığım dünyada insanlar bir şey yaparlarken niye yaptıklarını kendilerine pek sormuyorlardı. Okuduğum kitaplardaysa herkes soru soruyordu. Soru sordukça içleri ortaya dökülüyordu.” yazarak, okumak ve sorgulamak üstünden tarif yaparak sıradanlığın örtüsünü atmayı ya da attırmayı, “Büyük adamların hayat hikayelerini okumak, ansiklopedi okumak çok hoşuma gidiyordu. Onların yaşadığı zamanlarda, onların yaşadıklarına benzer şeyler yaşamak istiyordum. Ama Gülhisar’da bu olamazdı. Burada dünya küçüktü.” diyerek de coğrafyanın kader olduğuna zımnen tebarüz ediyor gibi…

Okumak ve yazmak üstüne kalem yazmaya devam ediyor; “İnsan, dünyaya, hakikatlere tahammül edebilmek için değişik yollar buluyor. Benimki de bu; okumak! Kimi işine sarılır, kimi paraya sarılır, kimi sevgiye, kimi de nefrete. Ben bunlara sarıldım. Bazılarına bu da kifayet etmiyor, okuduğumuz bu kitapları yazıyorlar. Ademoğlunun dertlerine ortak olmak için, o dertlere tahammül edebilmek için yazıyorlar.” Ne de güzel tarifler çıkıyor ortaya… Evet, Hüsnü Arkan, büyük bir sadeliğin engininden yarattığı tarifin zirvesinde diziyor kelimeleri, abartısız, mütevazi. Ne de güzel yapıyor, sağ olsun…

“Gecenin bütün hikmetlerini bilirim. Avluya bakan bir pencerem var. Orada, ağaçların arasında ışıklar oynar, gölgeler tepişir. Çeşitli biçimler ve hayaller görürüm. Renksiz siluetler, rüzgârda dans eden dallar, yapraklar. Asma çardağının sabaha kadar çıtırdayışı, gül kokusu, yağmur tıpırtısı. Bütün bunların içindeyim ve bütün bunlar bana bir şey demiyor… Yalnızlık koyu bir renktir. Ama boş kalabalıklardan daha koyu değildir.” diyerek de; kasabanın sıradan insanlarının halet-i ruhiyesini aktarmış oluyor. Sıradan insanların sıradan kasabasını da; “Gülhisar boşalmış, kar altında bir kasaba ölüsü. Titreyen sokak köpeklerine kalmış. Eskiden beri böyle aslında; hep böyle. Doğduğundan beri hiç büyümemiş, yaşlı bir çocuk. Güdük, kuru bir ağaç. Yüzyıllardır can çekişiyor, inliyor, sesini duyuramıyor. Geceleri birkaç kilometre yakınlaşmadan ışıklar bile görünmez. Dağların arasında sıkışmış. Gençliğimde haftada iki gün gazete gelirdi.” şeklinde anlatıyor.

Sıradan kasabanın sıradan insanlarının sıradan hayatlarının sıradan olmayan anlatımı işte. Aslında bir kasaba hikayesi gibi duruyor olmakla birlikte; koca bir 20. yüzyıl Türkiye’nin bir küçük panoraması adeta. Üç kuşak terzi üzerinden sıradan insanların, beklentileri, yaşadıkları kısacası umdukları ve bulduklarının bir küçük özeti.

Nedim Usta’nın ağzından bir tarif ile noktalayalım yazıyı. “Lütfü ustamın her sabah tazelenen umudu bende yok. Niye yok? Çünkü o mücadele etmişti. İnsan savaşmadan savaşın kötülüğünü anlayamıyor ki!”

 

Hiç yorum yok: