Çarşamba, Ocak 19, 2022

GLADYATÖR - METİN KURT

 

Bir zamanlar Galatasaray’da futbol oynamış, Metin Kurt’un ağzından yazılan anılarından bir demet, daha nice benzer anıları okumak için bu kitabın kesinlikle okunması gerekir.

RMÇ


“Kırklareli’ndeyken ağabeyim Rıfat’la birlikte Beşiktaş taraftarıydık. Kırklareli’ndeki mahallemizde bir Ali Ağabeyimiz vardı. Bakkaldı Al ağabey ve koyu bir Beşiktaş taraftarı idi. Mahallenin çocuklarına siyah-beyaz forma almış, bir takım kurmuş idi. Bakkal Ali’yi sabahları alışverişe gittiğimde, arada bir dükkanında kahvaltı yaparken görürdüm. Onun sadece beyazpeynir ve siyah zeytin yediğini unutmadım. Belki de bugün konuşulan bu hikaye o bakkal Ali’den kaldı. Bunu kim bilebilir? İşte öylesine Beşiktaş’a bağlı, koyu bir taraftardı Bakkal Ali. O yüzden mahallenin tüm çocukları gibi bende Beşiktaş taraftarıydım.” (sayfa 16)

Ankara’da otele gidip, aynı odaya yerleştik Ender’le. Otelde hayatımızda ilk kez bir küvet gördük. Hemen sıcak suyla doldurup sırayla içine girdik. Bütün adalelerimiz gevşemişti. Ertesi gün seçmede tel tel döküldük! Bu konularda bir bilgiye sahip değildik ve genç sporculara yol yordam gösteren, söyleyen, öğreten yoktu… Her sporcu el yordamıyla önce başını duvara bir kere vuruyor, doğruyu sonra kendi kendine öğreniyordu. (sayfa 37)

Altay’da unutamadığım futbolcu Varol Ürkmez’dir. Zamparalık konusunda hakikaten soyadı gibi, ürkmez bir insan olduğu kadar sporculuğu da tam bir gladyatörün hayatıydı. Ürkmeyen bir gladyatör… Bambaşka bir yetenek ve insandı. Anlatmakla bitmez ama anlatacağım anım onun hakkında yeterli bilgiyi verecektir sanırım. İstanbul’a Beşiktaş ile yapacağımız deplasman maçına gemiyle gidiyoruz. Vapurun hareket saatine göre takımın tüm futbolcu ve idarecileri hazırlanmış, bir tek Varol Ağabey ortada yok. Hareket saatine doğru idarecileri bir telaş aldı. Bir süre sonra bir pavyonda sabahladığı haberi alındı. Oraya giden idareciler resmen hasta taşınansedyeyle arabadan indirdikleri Varol ağabeyi vapurdaki kamarasına yerleştirdiler. O sarhoştuki, yürüyecek hali yoktu. Öğle saatlerine kadar uyudu. Eşofmanlarını giyerek güverteye çıktı ve tek başına idman yapmaya başladı. Atlıyor, kalkıyor, jimnastik hareketleri yapıyori ters, düz saltolar atıyor… Velhasıl, tek başına yapılması gereken tüm hareketleri yapıyordu. Vapurda onu gören turistler alkışlamağa başladılar. Karşılarındaki sanki bir animatördü. Varol ağabey duşun altından çıkmış gibi terden sırılsıklam kamarasına gitti ve dinlenmeye çekildi. Aldığı bütün alkolü güvertede güneşin altında falasıyla atmıştı. Ertesi gün Beşiktaş’tan tek puan aldık. 0-0 berabere kalmamız Varol ağabeyin tek başına Beşiktaş’a karşı verdiği savaşla oldu. İşte öylesine bir gladyatördü. ( sayfa 51-52)

O sezon benimle birlikte Tomislav Tavşan adında Yugoslav bir kaleci de transfer olmuştu PTT ye. Tomislav, futbolculara göre çok âlem bir adamdı. İki ayda Türkçe öğrenip Türk futbolculardan daha iyi Türkçe konuşmaya başlamıştı. Konuşmaları teybe kaydedip öyle öğrenmiş Türkçe’yi. Teybin karşısında kendi kendine konuşuyormuş… Çok güçlü ve görenlerin inanamayacakları irilikte elleri vardı. Top neredeyse avcunun içinde kaybolurdu. Bir gün karşı takım oyuncularından biri onu elindeki topu çıkaramaması, degaj yapamaması için perdelemeye kalktı. Tomislav, topu atar gibi yaptı. Rakip oyuncu arkasını dönüp topu aramaya başladı. Tomislav durmuş, rakibe bakıyordu. Hakem ve diğer futbolcularda onlara bakıyorlardı. Tomislav rakibinin omzuna dokunup topu göstererek “bak” dedi. “Aradığın burada” (sayfa 57)

Polonyanın Chorzov kentinde Silezya stadında 60 bin seyircinin önünde o tarihi hezimeti yaşamıştık. Lubanski adlı futbolcuları Milli takımımızı hallaç pamuğu gibi attı. Kalecimiz Ali Altuner Polonya akınlarını durdurmak için insan üstü çaba sarf ediyordu ama birini kurtarıyor, ikincisi gol oluyordu. İlk on dakikada 2 gol yemiştik. Sonra gerisi geldi. Doksan dakikada sadece bir akın yapabildik Polonya yarı sahasında. Sanlı Sarıalioğlu götürdü, Ayhan Elmastaşoğlu’na verdi. Onon şutu hakeme çarparak kaleyi bulmadan dışarı çıktı ve ilk yarı şeref sayımızı atamadık. İlk yarı 2-0 mağlup bitirdik ki, buna şükrediyorduk. İkinci yarı goller arka arkaya yağmaya başladı. 4-0 dan sonrası ne tuhaftır belleğimde değil. Sanlı sakatlanıp çıktı,  yerine Eskişehirsporlu İsmail Arca girdi. Sanlı ağabey, yüzündeki acıyla maçtan sonra soyunma odasında “sakatlandım. Yürüyordum, tabela 4-0 dı. Saha kenarına kulubeye geldim 5-0 oldu. İçeri girdim, duş alıp geldiğimde skor 7-0 olmuştu” dedi. (sayfa 59-60)

Güneşspor’un başında, o zamanlar meşhur Avni B. Vardı. Takımın her şeyi oydu. Türkiye’de tanınmış sima idi. Avni B. Bir dönem Güneşspor’a servet harcamış, sonrasında Güneşspor üzerinden servet yapmış bir adamdı. Avni B. Türk futboluna sporcu kazandırdığı söylemleri altında bir simsardı, futbolcu simsarı. Bulur, yetiştirir, satar ve bu işten para kazanırdı. Onu en iyi tanıyanlardan biri de bulup yetiştirdiği, ki o zamanlar diğer takımların beğenmediği, ama Avni B.’un bir eşofman ve bir çift futbol ayakkabısına transfer ettiği, Erman Toroğlu’dur. Toroğlu onun futbolcusuydu. Burada önemli olan konuyu bir anımla açıklamaya çalışayım. Avni B. Devre arasında futbolcusuna bağırıyor. “Ulan” diyor, “ulan bilmem nenin çocuğu!... Bugüne kadar yedektin. Ben seni neden oynattım. Sana kaleye şut mu at dedim. Ben seni bunun için mi oynattım? Dedim mi ulan, sana şut at diye?! Ya top direğe çarpmasaydı da gol olsaydı? Avni B. Buluyordu cevherleri… Toros dağı yaylalarının kartalı Toroğlu Erman beydir. İşte burada kendisini Ankara’nın kurak arsalarından futbolcu olarak yetiştiren Erman Toroğlu’nun, bu gün şikenin kökenini çıkıp televizyon programlarında bunları anlatması gerekir. (sayfa 86)

1970 yılına girerken Zeki Temizler’in transferi yılın bombasıydı ve ayrıca bir futbolcunun transfer ayında mal gibi alınıp satılmasının çarpıcı bir örneğiydi. Transferin ilk günü, Fenerbahçe’nin de peşinde olduğu Zeki ağabey Bursaspor’la 200 bin Tl ye anlaşmış, bu parayı cebe atmış, eski kulübünün kasasına da 240 bin TL göndermişti… Zeki ağabey, gazetelere verdiği demeçte, “Fenerbahçe uyuttu, Bursasporlu oldum” diyordu. Bir gün, “Galatasaraylıyım”, diğer gün “Fenerbahçeliyim” başka bir gün “Beşiktaşlıyım” diyen krampon, bir de baktık ki Bursasporlu oluverdi… Fenerbahçe’nin o yıllarda bir Semai ağabeyi vardı ki, aman Allahım. Futbolcu gaspı nedeni ile kendisine “hırsız” deniliyordu. Bursasporlu yöneticiler Ulucamii yakınındaki bankaya parayı yatırmışlardı ki, o, punduna getirip Pontiac’ıyla İstanbu!a çoktan uçurmuştu bile. Zeki ağabey iki sene Fenerbahçe’de futbol oynadı. Başarılı olamadı. İkinci senenin sonunda Mersin idmanyurdunda parlayan, Osman Arpacıoğlu için Mersin’e üzerine 200 Tl verilerek transfer edildi… Yıllar su gibi aktı. Karların epey yüklü yağdığı bir kış günüydü. İstanbul’u bilenler bilir; yağmur, kar yağınca taksilere bir şeyle rolur. Taksiler vızır vızır geçiyor ve müşteri almıyorlardı. Epey bir süre geçtikten sonra bir taksi durdu önümde, sevindim… Evin önüne geldik. Parayı uzattım. Şöför, “utanmıyor musun? Baksana, tanımadın mı beni Metin? Biraz dikkatli baktım Zeki ağabeydi…( sayfa 98-99-100-101-102)

A milli takımın hocası Sabri Kirazdı. Batı Almanya milli maçı geldi çattı. Meşhur 1-1 lik maç. Maçta bir pozisyon oldu. Aldığım topu götürdüm ve Eskişehirspor’lu Kamuran’a aktardım. Almanların Sieloff adında bir liberosu vardı. Kesmek istedi ama ondan önce hamle yapan Kamuran oldu ve topu aldı. Vücut çalımı ile geçti ve karşısında put gibi hareketsiz ve ne yapacağını şaşırmış kalecileri Sepp Maier’in altından uzanamayacağı köşeye topu bıraktı. 1-0 öndeydik. Maçtan önce, Alman kalecisi Maier “gol yersem saçlarımı kazıtırım” demişti. Gol yemişti ama sözünü tutmamış, saçlarının kazıtmamıştı… Golden sonra Cemil çıktı sahneye. Şutlarını atıyor, Maier zar zor çeliyor, gole izin vermiyordu. Almanlar şaşırmıştı ama Maltalı hakem şaşırmamıştı. Bu kez o çıktı sahneye. Muzaffer’in Müller’e yaptığı hareketi penaltı ile ödüllendirdi. 1-1 maç sona erdi. (sayfa 113-114)

Futbolda taktik; taktik uygulayana uygulanır. (sayfa 114)

Futbolcularımızın futbol arenalarında kullandıkları en büyük silahı olan ayakkabıları, Beykoz yapımı Dinyakos marka kösele tabanlı, çiviyle kabaraları çakılı yerli malı kunduralardı. Adını Rum ustasından alan Dinyakos futbol ayakkabılarının sahibi Beykozlu bri rum kunduracı ustasıydı. O zamana kadar postaldan bozma kalçın futbol ayakkabıları kullanılıyordu. Dinakos usta, o zamanlar kullanılan atlet ayakkabılarını ladı ve tabanındaki uzun çivileri sökerek, yerine meşin kabaralar çaktı. Eskisinden çok hafif olan bu yeni futbol ayakkabılarının mucidi olmuştu. Kramponların dilinde, mavi bir kumaş parçası üzerinde adı yazıyordu. (sayfa 115)

13 aralık 1970, Arnavutluk ile yaptığımız Avrupa Kupası eleme maçının devre arasında, hatalı gol yiyen kaleciyi takım kaptanı evire çevire dövmüştü koridorda. Kaleci değil hareket, elini bile kaldıramamıştı. Htalı bir çıkış yaptı, boşta kaldı ve arkasında Cemil (Turan), belki de hayatının en rahat golünü kafasını topa dokunarak attı. Kaleci hata yaptı, hatalıydı ama bunun cezası herkesin trasında dayak yemek olmamalıydı. Aklıma bu olay geldiğinde, reel sosyalizmi hep sorgularım. (sayfa 120-121)

25 nisan 1971, Avrupa kupası eleme maçı. Almanya’da 1-1 berabere biten maçın rövanşında 3-0 yenildik Batı Almanya’ya İstanbul’da. Maç günü geldi çattı. Kampta kadro açıklandı. Ben ilk onbirde yokum. Yedeğim. Yerime B. Mehmet kadroda. Cihat Arman’a haber gönderdim, “yedek soyunmuyorum” diye . Zaten B. Mehmet forvet değil, ortasaha oyuncusu o zamanlar. Daha sonra forvette oynadı. Burada bir dümen daha döndü. Sol görüşlü olmam gündemdeydi yine.(sayfa 122-123)

6 aralık 1971 de Polonya ölüm-kalım milli maçı İzmir Atatürk stadında yetmiş bin kişi karşısında oynadık. 1-0 . Maçın hakemi Bulgar Nikolayev “böyle oynayacağınızı tahmin etmiyordum” diyerek maç topunun beyaz kısımlarını bizlere imzalatmıştı. O maçta enteresan bir olay oldu... Maçın sonuna doğru Zekeriya sakatlanır gibi oldu. Coşkun Hoca, Bursasporlu Vahit’e (Doğan) “git bakalım Zekeriya oynayacak mı, oynamayacak mı?” demiş. Vahit, Zekeriya’nın yanına gidiyor ve, “sen çık ben oynuyorum” diyor. Bir baktık Vahit içeride, ısınmadan çoktan maça girmiş bile. (sayfa 127)

Yıldo, yani gerçek adı Yıldırım Benayyat, müthiş bir gladyatördü. Türkiye doping kontrol merkezi başkanı Prof. Dr. Aytekin Temizer’in TBMM Şike komisyonunda gündeme getirdiği ve bir gazetenin manşetten duyurduğu 1971-74 yılları arasında Galatasaray’da forma giyen futbolculara doping ilacı verildiği iddiası, Türk futbol dünyasını karıştırmıştır. O dönemde Galatasaray’da oynayan “Yıldo” lakaplı Yıldırım Benayyat, teknik direktör Brian Birch’ün kendilerine ilaç verdiğini doğrulayarak, “bize verilen ilacın doping mi, vitamin mi olduğunu bilmiyorum” dedi. Birch’ün teknik direktörlüğünde döneminde ilk onbirde fazla yer bulamadığını anlatan Yıldo, “Aradan bunca yıl geçmiş. Şimdi yeniden niye gündeme getiriliyor? En iyisi susmak gerekir. Şimdi yeniden gündem oluşturulmak isteniyor. Bence bu yanlış” diye konuşmuştur… Aslında gerçek gladyatör Yıldo’dur. Şimdi kendini hacı, hocaya vermiş ama oradan da pasaportu almış galiba… Tek tük maçta ikinci yarıda forma giydi. Gladyatör olarak aklıma ilk gelen odur. Brian birch, Yıldo ve bazı arkadaşları antrenman futbolcusu olarak kullanırdı, kalecileri çalıştırmak için. Vur, kır gibisinden antrenmanlarda boksörler gibi kullanırdı… Bir gün Spor yazarları kupasıydı galiba, Beşiktaşla oynuyorduk. Brian Birch onu son on beş dakikada maça aldı. Saha çim. Yıldı topu aldı. Gitti, sürdü ve orta için vurdu. Top, kaleci kontripiyede kaldığı için ters taraftan içeri girdi ve gol oldu. (sayfa 141-142-143)

Spartak Moskova maçını oynuyoruz. Muzaffer (Sipahi) ile A Milli takım kadrosundan gelip Galatasaray kafilesine katılmıştık. Hava sıcaklığı Moskova’da eksi otuz ile otuz beş derece arasında. Maça çıkacağız. Sağ olsun, rakip takım bize külotlu yün çorap gönderdi. Biz delikanlıyız ya! Reddettik. Biz hiç külotlu çorap giyermiyiz? Sahaya çıktık. Aman Allahım. O ne soğuk? Soğuğu biliyoruz ama bir şort bir fanilayla çıkmışsın o soğuğa. Bir bakıma seni o soğukta çıplak sokağa koymuşlar! Doğru koştuk çoraplara. Öyle bir giysimiz var ki, anlatamam. Hem gülüyor, hem de alelacele giyiyoruz. Neredeyse iki çorabı üst üste giyeceğiz. Anlamamız gerekirdi. Soyunma odalarında sahayı gösteren ve sadece o stadyum için kurulu kapalı devre televizyon vardı. Yedek kulübesi yok. İçerden, seyrediyorsun maçı. Dışarıda oturmanın imkânı yok… öyle bir havada sahada buzdan eser yok. Tabandan ısıtma sahaya ilk kez orada şahit oldum… O şartların takımı Spartak Moskova’ya 3-0 gibi küçük bir skorla yenilerek bu macerayı kapamış olduk. Küçük skor diyorum, zira skor daha kabarık olabilirdi ama bizim Aydın (Güleş) sağ olsun, bizi farklı yenilgiden kurtardı! Sahada ayakta duracak halimiz yok. Adamlar başladı golleri bir bir sıralamaya. Aydın gitti, önünde oynayan açığa el kol hareketleri ile, “siz sosyalist, biz sosyalist, yeter artık üzerimize gelmeyin” gibisinden uyuşmuş dudaklarıyla bir şeyler anlatmaya çabaladı. Aydın’ı anladı mı karşısındaki futbolcu, kimdi bilmiyorum ama gerçekten Ruslar üzerimize gelmedi. (sayfa 150-151)

Tarihin 13 ocak 1973 ü gösterdiği maçımızı deplasmanda, İtalya’nın Napoli kentinde oynayacaktık. Biz milli futbolcuları, Avrupa futbolunun güçlü ekiplerinden İtalya karabasanı adeta bir canavar gibi ağzını açmış, öylece beklerken, milli takım futbolcularını hedef alan ve kendilerini spor basını olarak tanıtan bazı şarlatanlar bu maçın falına çoktan bakmışlar, sonucu kendilerince çoktan açıklamışlardı. “Hezimet” … Sonunda patladım ve “spor basını kınıyoruz” başlığı altında bir bildiri kaleme aldım. Sonra da milli futbolculara imzalatarak, Türk Haberler Ajansı aracılığıyla tepkimizi tüm Türkiye’ye duyurdum. Ajansın o zamanki şefi Veysel Serçe beni telefonla arayarak bildiri yasağı olduğunu iletti ve bildiriyi arkadaşlarım adına kişisel demecim olarak geçip geçemeyeceğimi sordu. Olumlu yanıtladım. Onbeş dakika geçmedi ki otel karıştı. Otelde birden buz gibi bir hava esti. Ben önce bir anlam veremedim. Bütün futbolcuların suratları asıktı, tedirgindiler. Ziya (Şengül) geldi. Takım kaptanıydı. “İmzamı silebilir misin bildiriden” dedi. O zaman anladım ki, bildiri otele yansımış, basının tavrı yüzünden. Gazeteciler aramış futbolcuları. Ziya’ya “al senin gözünün önünde yırtıyorum bildiriyi. Bu bildiriyi ben yayınladım tek başıma. Neden korkuyorsun?” dedim ve olayı bütünüyle üstlendim. Ziya’dan tavır öyle gelince diğer futbolcu arkadaşlarım da onu destekledi. Yazdığım bildiri de spor basınını dar görüşlü ve yıkıcı olmakla suçladıktan sonra, dönemim ünlü kalemşörlerine, “yalnızca İtalya ile mücadele etmek istiyoruz” sözleriyle açıkça meydan okumuştum. “İtalya’ya gitmeden çizmeyi aştılar” tepkisi geldi… Doğrusu masumane futbolcu tepkisinin anlı şanlı spor medyasını bu denli ürküteceğini hiç ama hiç hesaba katmamıştım. O dönemim yüksek tirajlı gazetelerinden Hürriyet, Milliyet, Tercüman yazdığım bildiriye çok ağır yanıtlar vererek, İtalya’ya gitmeden çizmeyi aştığımı ve İtalya’da boğulacağımı öne sürmüşlerdi. Yazılanların özünde, yenileceğimize dair “peşin mazeret aradığımız” belirtiliyordu... Uçak kalkışa hazırlanırken, yanımda iki kişi belirdi. Bu kişiler adımın Metin Kurt olduğunu öğrendikten sonra, konuşacaklarını söyleyerek, uçaktan inmeme yardımcı oldular! Yetkilerle birkaç oda dolaştıktan sonra, bir sürü dosya incelendikten sonra, uçağa geri dönebileceğim söylenmişti. Uçaktan neden alındığımı sorduğumda, biniş kartı doldurmadığım içim yanıtını almıştım… Hasan Polat, dediğim gibi dürüst adamdı. Federasyon benim kellemi isterken, o, başkan olarak beni hep kolladı. Trabzonluydu ve eski milletvekili idi. Eskiler anlatırlardı, futboluda müthişmiş… Maçı kaybedersek benim Türkiye’ye dönmeme mümkün bile değildi… Milliyet’te, “Metin Kurt… biz senin komünist olduğunu bilmiyormuyuz?” gibisinden söylemlerle… Ben bir kere çıktım. Maçın en rahat adamı olan İtalyan kaleci Dino Zoff’u kale direğini yalayan bir karış mesafeden auta giden topla elimden kaçırdım… Maçta adeta savaştık. Arkadaşlarımın o maçtaki savaşını ve kalecimiz Sabri Dino’yu unutmam imkânsız. Ertesi gün İtalyan gazeteleri, “Türkler, kaleci ve defanslarının hayret verici oyunlarıyla berabere kaldılar” diye yazdı… Maçtan sonra medya ne düşündüğümü sordu. Şu açıklamayı yaptım: “İtalya karşılaşması öncesinde kalemlerine mürekkep yerine zehir dolduran akrepler, bu sonuç karşısında hemen şimdi kalemlerini münasip bir yerlerine itina ile sokup saklasınlar”. Bu sözlerimi duyanlar oldu, ama okuyan olmadı… Kalemşörlerden biri de Talay Erker denilen gazetecidir. Kendisi, geçmişte Galatasaray’da verdiğim gerek alacaklarım, gerekse sendika mücadelemde bana en yakın duran, destek veren ya da öyle görünen basın elemanlarından biriydi. Sürekli, Milli takım ve Galatasaray kamplarında haber yapmak, yazı çıkarmak ve söyleşiler yapmak için yanımızdan ayrılmazdı… Ama ibre egemenlerden yana dönünce, onun da ibresi o yöne kaydı… Galatasaray takımında süresiz kadro dışı kaldığımda, eski eşimi aleyhimde konuşturarak yazı yazmaya çalıştı… O dönem Alp Yalman’ın dizinin dibinden ayrılmayan, onun işlerini kovalayan kalemşördü Talay Erker… Eskilere gidelim. Alp Yalman bana Tatko’nun bayiliklerinden birini verecekti. Ben de, bir zamanlar benimle aynı evde kalan Ergun Gürsoy, Galatasaray’dan futbolcu arkadaşım Aydın Güleş ve Metin Sözgeçen’le birlikte bir şirket kurup, onlarla bu bayiliği ortak işletecektim. Alp Yalman aldığı karardan korkmuş ya da bir şekilde caymış olmalı ki, bugün yarın gibisinden laflarla bizi oyalıyor… Benim bu konudaki bazı sözlerimi hakaret kabul etmiş olsa gerek, dostu Talay Erker’i kullanarak Hürriyet gazetesinde yalan bir haberi manşetten yayınladı: “Metin Kurt sokağa düştü, Fatih Parkında şarapçılarla yatıp kalkıyor” … ( sayfa 162-163-164-165-166-167-168-169)

Brian Birch, tam bir profesyonel ve spordan para kazanmak için dövüşen baba bir gladyatördü. Kendisi asla eksik tamamlamazdı. “Ben” derdi, “ bu ülkeye, ülke sporunu, futbolunu geliştirmek için gelmedim. Kendime İngiltere’ye döndüğümde ev almak için geldim”. Onun dürüst tarafı buydu. Çok açık ve net konuşurdu. İşinin dışında, alavereye dalavereye girmezdi. İşini bilir, işini yapar ve, “ben işimi yapacağım ve bundan paramı alacağım” derdi. Onun için işini yapan futbolcuları sever, işini sevmeyenlerle asla bir arada olmazdı. (sayfa 175)

Brian Birch, ikinci kez Türkiye’ye Galatasaray’ın başına geldiğinde işleri iyi gitmedi. 1980-81 sezonu…Bir Fenerbahçe maçı öncesiydi… “hocam” dedim, “affına sığınarak söylüyorum Fenerbahçe’nin ileri üçlüsü İsa (Ertürk), Ali Kemal(Denizci) ve Selçuk’tan (Yula) kurulu. Bu üç adamın top kapma özelliği yok. Geriye gelme anlamında özellikleri olmayan futbolcular bunlar. Geride de Cem (Pamiroğlu) gibi, Alpaslan (Eratlı) gibi adamlar var. Bunlar uzun top atıyorlar ve forvet bu topları aldığında bire bir karşılarındakileri geçip pozisyona giriyorlar… Kendi sahanda oyala dur. Tabiri caizse “kuçu kuçu” sistemi… Ertesi gün maçı benim söylediğim taktikle oynadı ve sahadan 1-0 galip ayrıldı. (sayfa 179-181)

Bana verilen süresiz kadro dışı cezası kesinlikle halkın gösterdiği tepkiyle kalktı. Tekstil Fabrikatörü ve Galatasaray yönetim kurulu üyesi Halit Narin, ki kendisini siyasetle ilgilenen herkes tanır, bana verilen cezanın kalkmasından sonra üyelikten istifa etti. Daha sonra kendisiyle bir saunada karşılaştık. “Senin sayende Tekstil İşverenleri Sendikası başkanı oldum. Galatasaray’daki istifa edince vaktim kaldı, beni tekstilciler başkan yaptı” dedi. (sayfa 214)

1 Aralık 1974, İzmir’de İsviçre’yi 2-1 yendiğimiz maç. Ali Şen’in müthiş itirafı ve ifşaatı! Yoo, bu işte bir başka iş var! Ya bizim spor basınının üzerine ölü toprağı serpildi ya da Ali Şen çaptan düştü… Ali Şen kalkacak, “Ben bir milli maçta, Yugoslav hakemi ayarladım, maçı kazandık!” diyecek de kimse sesini çıkarmayacak, olacak iş mi bu? Hayır, hayır! Bu işte bir iş var… Söz Ali Şen’de: “Şimdi ne diyeyim, hakemin bir kabahati yok. Düşse penaltı vereceğim? Diyor. Bizim Metin Kurt vardı. Sağaçık oynuyordu. Ben futbolcuya düş diyemem ki. Bunlar benim yapıma aykırı şeyler. Ben zaten bunları tenkit eden kişiyim”. Tabii canım, hiç Ali Şen böyle şeyler der mi? Onun yapısına aykırı. O da öyle diyor, biz de öyle diyoruz… İkinci yarı başladı. On adım ileride Metin Kurt ofsayt, aldı gitti gol yaptı, durum 1-1. İsviçreliler kıyameti koparıyor, sahayı terk etmek istiyorlar. Maç tekrar başladı. İtiraz, dışarı. İtiraz dışarı. Arkadan iki gol, ikisi de beş metre ofsayt. Türkiye :3 – İsviçre:1” Lakin Vatan gazetesi spor sayfası sorumluları Ali Şen’in bir dipnotunu koymuşlar, iki satır ama çok önemli… Ali Şen ne diyordu? Maç 3-1, Türkiye’nin galibiyeti ile bitti diyordu. Meğer maç 2-1 bitmiş. Ali Şen’e göre gollerden birini Metin kurt atmış…hayır o maçta Metin Kurt’un golü yok. Ayrıca ne demiş Ali Şen ilk yarı 1-0 İsviçre lehine bitmiş, ama beraberlik golü 21. dakikada İsmail Arca’dan gelmiş… Dedik ya, bu işte bir başka iş var. Ali Şen böyle müthiş, dehşetengiz bir ifşaat yapacak da onun “Şansalları, mansalları” alkış tutmayacak. (sayfa 216-217-218)

Gündüz Kılıç’ın eşi Melahat hanımdı. Biz adını “Korkunç Yenge” koymuştuk. Saygıdeğer bir hanımefendiydi ve gerçektende otorite bakımından korkunçtu. O kadar Galatasaraylıydı ki, takımın mağlup olduğu bir maçtan sonra kocasıyla birlikte intihara kalkıştığı o zamanlar anlatılırdı. (sayfa 226)

Galatasaray’da futbola başladığım zamanlar, Gayrettepe, Yıldız Posta caddesinde bir ecde Ergun Gürsoy’la birlikte kalıyordum. Pazartesi günleri izin günüm olduğu için bekar evinde arkadaşlarımızla toplanırdık. Bu arkadaşların içinde Başaran Ulusoy’da vardı. Ergun Gürsoy, Başaran Ulusoy’un muhasebesinde çalışır, tahsilat işlerine bakardı. Bir Ergun Gürsoy bana, Başaran Ulusoy’un kendisini Uludağ’a tatile götürdüğünü ve tatil sonunda harcadığı meblağın yarısını senet olarak imzalatarak geri istediğini söyledi. O akşam, Başaran Ulusoy eve geldi, tartıştım. Ergun Gürsoy işsiz kaldı. Karadenizli bir grup arkadaşın yardımıyla, İnan Kıraç’ın yanına girdi.  Daha sonraları Tofaş arabalarının bayiliğini alarak bugünlere geldi. Başaran Ulusoy, Ergun Gürsoy’u Uludağ’a tatile götürmese, hala onun yanında çalışıyor olacak ve belki de bugünkü konumunda olmayacaktı. (sayfa 228 -229)

Doping illetinden biraz daha bahsedeyim, hazır Galatasaray konusundayken. Galatasaray’da varmıydı, yokmuydu? Dopingi ilk Altay’da yaşamıştım. Ta oralardan Galatasaray’a kadar gelmek istiyorum. Doping, sporun başına, insanlığın başına bela olan eroin gibi, veba gibi bir bulaşıcıdır. Dopingi PTT de yapanlar vardı. Ben PTT de yapmadım, yapmazdım. PTT deki futbolcular kendi aralarında alırlardı. Daha çok yaşı geçmiş, güçten düşmüş futbolcular dopinge müracaat ederlerdi. Galatasaray’da doping yaptım. Zaten Galatasaray’da sıradan herkese verilirdi hap olarak ya da şırıngalanırdı. Galatasaray’da K. Adında bir masör vardı. Kendisi de eski futbolcuydu. Beşiktaş’ta oynamıştı. K.  doping hapı almayı teşvik ederdi. Söylendiğine göre Turgay Şeren futbol oynadığı dönemlerde bir maçtan önce kendisine iğne yapılmasını istiyor ve doping ondan sonra sistemleşiyor. Galatasaray futbol takımına dopingi getirenin, alıştıranın o zamanlar, “deve” ve “ sürmeli” lakaplı, Turgay Şeren olduğu fısıltı gazetelerinde anlatılırdı. (sayfa 232)

Müthiş hafiye Turgan Ece, baş anarşisti saptamakla yetinmemiş, B. Mehmet ile Yasin’i de yardımcı anarşistler olarak belirlemiş, onları da kadro dışı bırakmıştı. Hızını alamayan o zaman kendisine taktığımız isimle “Faşist General Turganko” Ekrem ile Aydın’ı da daha sonra kadro dışı kervanına katmıştı. Turgan Ece soyunma odasını terk ettikten sonra, kendi aramızda ona karşı mücadele kararı aldık. Hep bir ağızdan Turgan Ece’nin kadro dışı kararını birbirimize haykırdık. Eylemin ertesi günü Fenerbahçe maçı için kampa girecektik. Takım kaptanı, Yasin ile birlikte basın açıklaması yapmak için Çağaloğlu’na gittik. Diğer futbolcu arkadaşlar bizi basın toplantısından dönünceye kadar Ali Sami Yen stadında bekleyecekler, kampa girmeyeceklerdi. Yasin ile birlikte yaptığımız basın açıklamasında, Galatasaray’da isyan olmadığını, aksine Turgan Ece’nin provokasyonu ile karşı karşıya kaldığımızı vurguladıktan sonra, onu provokatörlüğe iten nedeni de açıkladık: “Şampiyonluğun Anadolu’ya yani Trabzonspor’a gitmesini engellemek”  Yasin ile Ali Sami Yen’e döndüğümüzde acı bir sürpriz ile karşılaştık. B. Mehmet, Aydın ve Ekrem dışında tüm futbolcular baskılara dayanamayarak kampa girmişti. İsteseydik bu kampı dağıtacak gücümüz vardı. Ancak kampı dağıtırsak, Turgan Ece’nin ekmeğine yağ sürmüş olacaktık. Turgan Ece’yi amacına ulaştırmamak için futbolcu arkadaşlarımızı desteklemeyi uygun gördük ve sustuk. Sonuçta, Galatasaray eksik sayılabilecek Fenerbahçe’yi yenerek, hem renklerine gölge düşmesini engellemiş, hem de şampiyonlukların masalarda değil, sahalarda kazanılması gerektiğini apaçık ortaya koymuştur. Tranzonspor şampiyon olunca, elinde bir buket çiçekle TRT’nin Maçka’daki binasına ilk koşan Turgan Ece oldu. (sayfa 240-241)

19 Mayıs 1976 tarihinde bir basın açıklaması yaparak, Turgan Ece’yi çok ağır bir dille suçlamıştım. Basın açıklamasına, “bugün Gençlik ve Spor Bayramı, doğrusu bu açıklamayı yapmak için kurban bayramını seçmem gerekirdi” sözleriyle başlamıştım. Yaptığım basın açıklaması çok etkili olmuş, Turgan Ece’yi iyice sarsmıştı. Bu arada Galatasaray, İstanbul’da Giresunspor’a 3-1 yenilince sarı-kırmızılı tribünlerden, “Turgan Ece istifa, beşler sahaya” sloganı daha gür haykırılmaya başlanmıştı. Turgan Ece’nin yıkılması an meseleydi. İşte tam bu noktada devreye, Abdi İpekçi’nin önderliğinde Milliyet gazetesi spor servisi girdi. İpekçi, Yasin ile B. Mehmet’e “Metin Kurt iyice sola kaydı. Kaybetti. Siz, Turgan Ece’den özür dileyerek kendinizi kurtarın” diyerek, Yasin ile B. Mehmet’e özür diletmiş ve spor sayfasına manşetten sunacağı bir haber yaratmıştı. Bunu o zamanlar basında çalışanlar çok iyi bilirler. Ben de onlardan öğrenmiştim. Her ne kadar sol görüşe karşı olsa da Abdi İpekçi, kendini sağcı, milliyetçi olarak adlandıranlar tarafından iki sene geçmeden evinin önünde silahla vurularak katledilmişti. Yasin ile B. Mehmet’in özür dilediğini okuduğumda benim için Galatasaray defteri kapanmıştı, Kayserispor’a transfer oldum. Ancak, Yasin ile B. Mehmet’i özür kurtaramamıştı. B. Mehmet Fenerbahçe’ye, Yasin de Amerika’ya gitmek zorunda bırakıldı. Turgan Ece ise üç ay sonra bir daha geri dönmemek üzere Galatasaray’dan uzaklaştırıldı. ( sayfa 241-242)

Sözünü ettiğim çevrelere göre futbolcu, aklı aut çizgisinde son bulan ayaktakımıydı. Futbolcu, “ben neyim”, “nereye kadar varım”, “nereden sonra yokum”, “yaptığım işin toplumsal boyutları nerede başlayıp nerede biter”, “kimler tarafından hangi amaçlar doğrultusunda kullanılıyorum” sorularını soramazdı. Bu soruyu soran ve egemen çevrelerce oluşturulmuş sis tabakasını arayabilecek bilince ulaşmış futbolcular, uydurulmuş öykülerle halkın yüreklerinden silinip atılmak istenir. (sayfa 252)

Futbolcu yetiştirme hakkı da kalkacaktır. Bu hakkı şimdi FİFA saptıyor. Sporda gerçek örgütlenme süreci Tekin Bilge’lerin tabela sendikasıyla değil, sporcuların kurduğu Amatör Sporcular Derneği (ASD) ile başlamıştır. O zamanlar, geçmiş dönemde, spor bakanı görevinde bulunan Fikret Ünlü, Amatör sporcular derneği başkanlığı görevinde bulunmuştu. Ben genel sekreterdim. İstanbul sorumlusu Eser Özaltındere (milli takım ve Galatasaray eski kalecilerinden ve kaleci antrenörü),  Ankara’da da milli atletler görev yapıyordu. (sayfa 258-259)

Gökmen’in bir ayı hikayesi var, çok ilginç ve esprilidir. Yeniköy’de Charton Oteli vardı bir zamanlar, sonradan yıkıldı. Sahildeydi. Orada kamp yapıyoruz. Brian Birch teknik direktör, Çoşkun Özarı da koordinatör. 12 mart askeri darbesi olmuş, radyo’dan sürekli sıkıyönetim bildirileri okunuyor. “Sıkıyönetimin bilmem kaçıncı bildirisidir. Falan filan …” gibisinden. Maç yemeğini yedik, takım okundu, maç saatini bekliyoruz hareket etmek için. Ben, Gökmen, Çoşkun Özarı ve birkaç arkadaş daha otelin lobisinde oturmuş konuşurken, Suphi (Soylu) geldi heyecanla. Çoşkun Özarı’ya “Ağabey, Gökmen’in yerine kim oynayacak” diye sordu. Hepimiz şaşırmıştık. Çoşkun Özarı “Hayrola, neler oluyor” gibisinden bir şeyler dedi. Suphi “Ağabey duymadın mı? Artık ayı oynatmak yasaklandı, sıkıyönetim bu konuda bildiri yayınladı” dedi.(sayfa 274-275)

Kayserispor, Türkiye 2. ligi takımıdır… Üzeyir Molu adlı kişi zorla getirildiği klüp başkanlığı koltuğunda ilk demecini veriyor. “Eğer, Kayserispor şampiyon olmazsa kendimi meydanda asarım…” Molu’nun bu demeci üzerine dönemim ünlü medya mensupları kendisiyle görüştüler. Gündüz Kılıç, Molu’ya sorar. “ Eğer siz Kayserispor şampiyon olmazsa kendimi şehir meydanında asarım, diyorsunuz. Futbol topu meşin yuvarlak, her yanı oynak. Nasıl hayatınızı bile bile riske ederek, kendimi meydanda asarım diyorsunuz”. Molu’nun cevabı açık ve nettir: “Gündüz bey, bu sezon futbol topu yuvarlak değil, dörtköşedir…” Sezonun en son maçı Trabzonspor-Güneşspor maçı. Güneşsporlu futbolcular Trabzon havaalanında uçaktan iniyorlar ve bir güzel sopa yiyorlar. Dayak atanlar, daha önceden oraya pusu kurmuş Kayserispor taraftarları. Sonuçta, Güneşsporlu futbolcular, can güvenliğimiz yok, diye Ankara’ya geri dönüyorlar. Trabzon, maçı 3-0 hükmen kazanıyor ve averajla Kayserispor 1. lige çıkıyor. Molu kendini asmaktan kurtardığı gibi Kayseri’de kahraman oluyor. (sayfa 278-279)

Türk futbol tarihinde, taraflı tarafsız tüm sporseverler için Metin Ağabey (Oktay) efsane bir isimdir… Özel yaşamında tüm insanlara karşı derin bir sevgi beslemiş, her zaman dara düşen sporcuların ve dostlarının Hızır gibi imdadına- maddi veya manevi- yetişmiştir. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’nın idamına karşı yürütülen imza kampanyasına katılarak onların verdiği mücadeleye karşı ne kadar duyarlı olduğunu göstermişti. Onun bu yanını insanlarımızın çok azı bilir. (sayfa 284)


Hiç yorum yok: