Çocukluğumuzun
en harika, en tılsımlı, en nostaljik ve en akılda kalan
bölümleri, bugünden bakıldığında adeta bir arkası yarın
tadında idi, hani radyo dönemlerinin “radyo
tiyatrosu”
devamlılığı içinde desem, dönemin kaliteli ve seviyeli dizi
oyunları vardı ya, tam da öyle bir şey… Bir gün önceden
kalan, maçın rövanşı ya da yarım kalan maçın devamı, ya da
yarım kalan uzuneşek oyunun tamamlanması, ya da çelik çomak
rövanşı gibi, tıpkı dizi filmler gibi vallahi… Gerçi her gün
kurulan takımlar farklı futbolculardan oluşurdu, olsun, ne gam, ne
keder, iddialı olmak, yenmek, yenilmek, şimdilerdeki kadar
acıtmazdı bizleri, insanları ve tezahüratlarda asla “vur
kır parçala, bu maçı kazan”ın
olmadığı dönem idi… Top sahibi olmanın mutlaka bir takımda
“has
oyuncu”
olma garantisi bir kenara, istediği mevkide de, istediği sürede,
istediği kadar oynama lüksüne de sahip olması kaçınılmazdı,
diğerleri için maharet ve beceri olmazsa olmaz idi. Gerçi maçlar,
6’da devre, 12’de maç ya da çok az da olsa, 12’de devre,
24’te maç gibi atılan gole dayalı sürelere tekabül ederdi ama
genellikle 2. si seçilirse maç genellikle tamamlanamazdı, ya evden
çağırılır ya artık karanlık basar gözler kifayetsiz kalırdı.
Eyy gidi güzel günler, 3 korner 1 penaltı dönemi… Hele hele, en
mahir, en becerikli ve en atak 2’sinin hemen karşılıklı
takımların kaptanları olarak kendilerini ilan etmesini müteakip,
çevrelerinde dizilmiş oyunculardan sıra ile ve birer birer seçmek
üzere, aralarında belli mesafe bırakarak ilk seçici olmak üzere
adım atışlarının heyecanı nasıl anlatılabilir ki. İlk seçici
ilk oyuncuyu seçer ki bu da genellikle en golcü, en iyi kaleci ya
da en iyi savunmacı olurdu kaptanın taktik öngörüsüne
istinaden, sonra sıra ile kaç kişi var ise bekleyen takımlara
dağılır idi zaman zaman yedek oyuncular da olur ve gerektiğinde
takım kaptanı gerekli değişikliği yapar idi. Mezkur müsabakalar
genellikle sokakta ve nerdeyse herkesin evine yakın olurdu ve bu
müsabakalarda sivrilen oyuncular adeta bir üst lig durumundaki
“mahalle
takımına” davet
edilmeye kadar uzanırdı. Bu mahalle takımının sivrilenleri de,
Çeşmespor’da
top koşturma şerefine nail olmuşlardır. Ben mi? Ara sıra da olsa
belki de adam yokluğundan mahalle takımına girmişliğim vardır,
bu da bana yetiyor öğünmek için. Yalandan da olsa, gerek antrenör
(şimdiki teknik direktör karşılığı) torpili ile, gerekse de
oyuncu arkadaşlarımın himmetine istinaden Çeşmespor idmanlarının
birkaçına katılabilme şansı elde edebildim.
Birlikte
ya da karşılıklı az da olsa oynama şerefine nail olduğum ya da
daha doğru ifade ile bana kendileri ile oynama şerefi bahşeden,
dönemin efsane Çeşmespor kadrosunda bulunan, Latif Çelebi,
Hüseyin Aykın, Ergun Mütevellioğlu, Kadri Karataş, Mustafa
Özşahin, Hasan Erküçük başta olmak üzere hemen hemen hepsi ile
şimdilerde o güzel hatıraları yad etmekteyim. Yakınlarda
kaybettiğimiz, Latif Çelebi ise bizleri büyük bir üzüntüye
atarak aramızdan ayrıldı. Bu mahalle takımlarından gelerek,
Çeşmespor’un efsane kadrosunda yer alan, Mehmet Erküçük, Hasan
Soma, Nail Barutçu, Latif Çelebi, Güngör Yamaner, Hasan Soma,
Halim Oranlı, Arif Çilek, Mehmet Vardarlı, Tufan Çınar gibi
isimleri de tanımış olmak, arkadaşlık etmek tarafıma kalan
önemli bir mirastır. Hele hele, efsane
teknik direktör, İsmail Denizli, önemli
anılarımdan biridir, bana göre Türkiye’nin dönem itibari ile
yurt dışı yayınlar takip eden, yabancı dil bilen ender
isimlerinden biridir ve en önemlisi Ege Bölgesinde tanınan ve
aranan bir dama ustası idi kendisi. Ve hayatımda ilk kez dama
oyununda 15 taşı vererek, oyunu alan kişidir, İsmail Denizli.
Halen geriye dönüp baktığımda, dönem itibari ile yetkili ya da
etkili olsa idim, tereddütsüz Türkiye Milli Takımının başına
atayacağım ya da atanmasına aracılık edeceğim bir futbol
adamıdır ve ne yazık ki kendisini de kaybettik, nurlar içinde
olsun.
Sokaklardan
oluşan statlarımızın yanında mahalle maçlarının yapıldığı,
seyircilerin de hiçte azımsanmayacak miktarda yer bulabildiği daha
üst düzey alanlar da bulunmakta idi. Mesela, Ali Sami Yen, Eski
Hükümet Binasının arkasındaki alan, bilindiği üzere şimdiki
Ertürk Feryboat acentesinin, Tokmak Hasan Lokantasının bulunduğu
yerde Çeşme’nin nadir güzel binalarından, ahşap kargir sarı
iki katlı bir bina idi eski hükümet binası, küçük bir alan
olmakla birlikte 6 şar kişilik takımların harika maçlar oynadığı
toprak zemin idi. Aklımda kaldığı kadarı ile, kaleci olmasına
rağmen lakabı “Sanlı”
olan İbrahim Gürsoy’un efsaneleştiği yerdi Ali Sami Yen. Alanın
yan tarafındaki yüksek alan ve yıkıntılar ise seyirciler için
adeta bir tribün havasında idi, inanın ki şimdiki statları hiç
aratmayacak kalite ve tempoda tezahüratlarda yapılırdı bu
maçlarda. Hele hele gençleri izlemeye gelen, Çeşmespor’da artık
son dönem görevlerini yapan ya da futbol zevki için seyircilik
eden, aklımda kaldığı kadarı ile başta Çoşkun Kalkan, Nuri
Ertan, Ekrem Çimen, Nuri Tarhan, Mehmet Korkmaz, Atalay Derici,
Nejat Albayrak, Yıldıray Derici, İsmet Gökseloğlu olmak üzere
büyüklerimizi de bu nedenle bir kez daha anmak istiyorum.
Diğer
taraftan, Kale burçlarının arasındaki alan, seyircinin fazlaca
rağbet etmediği bir yer olup, bahar aylarında zemini çayır ve
haylice korunaklı idi. Ayrıca şimdiki balıkçılar sokağı diye
bilinen ve Hulki’nin sinemasının arkasına düşen alan da doğal
yapısı gereği stat görevi yapmıştır. Şimdi hatırlayabildiğim
3 mahalle takımı vardı sık sık karşı karşıya gelen, Musalla,
Sakarya ve 16 Eylül. Birde “Yağhaneler” arkası sokak vardı
ama burada oynama ya da maç izleme şerefine nail olamadım.
Şimdi
denilecek ki; bu ne büyük bir eskiye özlem, bu ne konsantre
nostalji, memleketin bin bir türlü derdi dururken, sen nelerle
uğraşıyorsun, ne yapayım bunlarda benim “penguen
belgeselim”. Konu
bu kadar basit ve anlaşılır, haaa özlem yok mu var şüphesiz ama
bu kadar mı, o tartışılır…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder