Makedonya
gezimizde özellikle yolumuzu RESNE’ye
düşürüyoruz, aslında Manastır’a uğramak iken amaç, çünkü orada adı İttihat ve
Terakki Cemiyet’i ile anılıyor olmasına rağmen, Abdülhamit istibdadına karşı Hükümet
Konağı önünde, “Ey Hıristiyan Vatandaşlarımız, biz de bugünkü zulüm
idaresinden memnun değiliz. Memnun olmayan görüyorsunuz ki yalnızca siz
değilsiniz. Biz, Avrupalıların yurdumuza göz dikmesinden, işlerimize
karışmasından çekinmediğimiz için şimdiye dek milletin dayanılması güç bu
durumlara katlanmasına ses çıkarmamıştık. Baskı yönetiminin günden güne gücünü
artırarak Türk, Bulgar, Ulah, Rum, Arnavut yurttaşlarımızın yok olmakta
olduklarını gördüğümüz için biz, yurda özgürlük güneşini getirecek, hürriyetin
aydınlığını yayacak bir yönetimin kurulmasına çalışıyoruz.” diye adı “hürriyet
bildirgesine” çıkmış bir bildiri okuyarak silahlı direniş için dağlara
çekiliyor ya, böylesine önemli birinin yaşadığı yeri mutlaka görmeliyiz saikiyle…
Evet böylece adı da “Hürriyet Fedaisine”
çıkan Resneli Niyazi Beyin memleketindeyiz… Bilindiği üzere; Abdülhamit’in
hezeyanlarının akla karşı devlet idaresine galebe çaldığı dönem ve en katmerli
istibdat uygulamaları karşısında, gün gün artarak borçlanan, toprak kaybeden Osman-ı
Ali’ye, yeni bir yön vermek, batılı ülkelerdekine benzer bir yönetim olduğu savı
ile meşrutiyet talepleri dillendirilir ve bu uğurda özellikle askeri erkan
içinde ciddi bir teşkilatlanma başlar, farklı farklı hedef, plan ve gayelerle
gerek yurt içinde, gerekse de yurt dışında kurulmuş cemiyet ve teşkilatlar bir
araya gelir ve ortaya İttihat ve Terakki Cemiyeti çıkar. Ancak görülür ki, tam da
her devir ve her yerde olduğu ve olacağı üzere, kimse yetkilerini ve yönetimi
gönül rızası ile paylaşmak istemez ve bu yüzden itiraz hakkı ve direnişi
dağlara yönelir, kimilerine göre çetecilik kimilerine göre hürriyet isyanı
başlamıştır. Niyazi Bey, siyasi ikbal peşinde biri olmadığından, Cemiyet’in ilk
3 kişisinden biri olmasına rağmen kendisi gönüllü olarak dağlara direnişe
çekilmeyi uygun görür, dürüsttür, gözü karadır, yiğittir, gözünü budaktan
esirgemez, kendisini vatana feda etmiştir, oysa istese idi oda kenarda ya da
ova da tıpkı Enver Paşa gibi bekler, kadayıfın altı pişince, duruma el koyardı.
Diğer taraftan, yine bilindiği üzere dağlarda kendisine yoldaşlık ettiği
söylenen “geyik” ile ilgili çeşitli rivayetler de vardır, nam-ı diğer “rehber-i hürriyete”; baskı ve
sansürden kırılan Bab-ı Ali gazetelerinin 1 numaralı mevzuu olmuş, ne yazık ki,
yitirilen toprakları, ekonomik rezalet ve çuvallamaları, borçlanmaları, gavur
baskısı karşısında boyun eğmeleri hatta Yahudi yerleşimcilere göz yumulmasını katmerli
sansür nedeni ile yazamayan mezkûr matbuat için, olmuş harika bir konu, tutturmuş
bir geyik muhabbeti gidiyor, nihayetinde bu tür konuşma ve yaklaşımların adı o
günden sonra olmuş, “geyik muhabbeti”…
Tıpkı Ahmet Hakan’ın penguenleri gibi bir durum oluşmuş, bu “penguen
muhabbetinin” gerçek penguenlerle bir alakası yoktur zinhar, alınmasınlar…
Balkan savaşları ne yazık ki, kifayetsiz muktedirlerin beceriksizlikleri,
konjonktürel sorunlar, dünya’yı okuyamama, strateji geliştirememe, bilgisizlik,
ilgisizlik, Devlet-i Ali’yi önemsememe bunun yerine batılıların suflelerine
kulak verme, adamsendecilik, ben bilirimcilik, bana güven gerisine karışmacılık
vs gibi yüzlerce olumsuz sıfatın ve olumsuz şartın birleştiği idare-i maslahat neticesinde, büyük
can kayıpları ya da büyük göçlerle Balkanlar nerdeyse toptan yitirilir. Daha
önceleri gerek “Yunan’a” karşı başarılı çalışmalarından ötürü saray tarafından,
bilahare de devr-i meşrutiyette de birlikte yola çıktıkları, İstanbul’a
çöreklenenlerden büyük payeler teklif edilmesine rağmen ikbalini topraklarında tarım
ile arama tercihi tek tercihtir onun için. Ancak Balkanların tamamen kaybından
sonra vakit mezkûr topraklardan ayrılma vaktidir, ve de ne yazık ki karadan
ulaşım tehlikeli ve risklidir, Arnavutluk’un Avlonya Limanından, İstanbul’a
gitmek üzere kendisine İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından koruma olarak
tahsis edilen ekip içinden biri tarafından, tek kurşun ile öldürülür. Gerçi
Arnavut Milliyetçileri tarafından da öldürüldüğü muktedirler tarafından iddia
edilse bile akla uygun olanı, birincisi olup, kendinden kat kat güçlü kendi
arkadaşlarına bile idealistliği ve dürüstlüğü nedeni ile kafa tutma cesareti
sonunu hazırlamıştır, aşikardır ki, artık İstanbul’a sağ salim ulaşması
istenmemektedir. Görüşüm ve yaşananları yorumlayışım biraz fazla uzun oldu ama
yapılacak bir şey yok, kelam-ı murad böyle tecelli ediyor.
Bugün Resneli Ahmet Niyazi Bey’in Hükümet Konağı olarak yaptırdığı bina “Modern Sanatlar Müzesi” adı altında
oldukça mütevazi bir teşhir salonuna sahip olup göremediğimiz bölüm ise
anlaşıldığı kadarı ile ilgili kurumun idari bölümlerini oluşturmaktadır. Ancak
oradaki görevlinin görev anlayışı da ne yazık ki tıpkı buradaki turizm
faaliyeti gösterenleri andırmaktadır, turizm ticarettir, ticaret ise hayatın
onda dokuzudur. Aracımızı park ettikten sonra elimizdeki dijital haritaya göre kolayca
bulunabilecek bir yerde olmasına karşın, özellikle birkaç esnafa sorduk ki, mezkûr
zevata ilişkin nasıl bir duygu ve düşünce içinde yerli halk görelim, anlayalım.
Memnuniyetle gördük ve anladık ki, malikanesi ile kendi adı ile anılan Hükümet Konağını
tarif ederken, hemşerilerinin gözlerinin içi gülüyor, sevinçle tarif ediyorlar
yolu… Burada Abdülhamit Han’cılar tarafından lanetlense de, komitacı, çeteci
denilerek hakir görülse de, vatanı sattı, Abdülhamit Han’a kurulan uluslararası
kumpasın oyuncağı oldu, bu manada da, yok İtalya’dan madalya aldı, yok
İngiltere’den madalya aldı gibi yalan yanlış ile karalasalar da, durum hiç te o
gibi değildir, çünkü böyle diyenler, keçinin, koyuna çitten atlarken kuyruğunun
kalkıp poposunun görülmesine gülmeleri gibidir, oysa kendi kuyrukları sürekli
havadadır , tava sapı gibi, popoları sürekli açıktadır, dün de bugünde…
Kitaplaşan “Hatırat-ı Niyazi” hatıralarından
bir parça ile son… “İstanbul'dan döndüğüm zaman, inkılap fikrinin esası
hakkındaki duygu ve kanaatlerim tamamlanmıştı. Özel bir vaziyetle İstanbul'a
gönderilirken ve esir ettiğim Yunan bölüğünü de İstanbul'a götürürken, daha Manastır
istasyonunda, ordu kumandanı vekili ve diğer ordu büyüklerinin, bana verilen
vazife ve mevkiden faydalanmayı düşünerek oğullarını, yakınlarını kayırmak,
millet hazinesinden para çarpmak peşinde olduklarını gördüm.”
Hatıratı
önünde saygı ile duruyoruz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder