Çarşamba, Ekim 31, 2018

TURGUT’UN YERİ


Deniz nasıl olmalıdır sorusuna; insanların hayallerinin, düşüncelerinin ve tasavvurlarının tezahürünün akla ve dile ilk getireceği yer, “Arka deniz”, “Sancak” ya da “Karakol Denizi” olmalıdır bence, olmalıdır çünkü Homeros’un “Şarap Denizi Ege” tanımlaması tam da buralarda gerçekleştiğinin şahitliği yapılabilsin. “Güzel Deniz”, üşütmemeli, serinletmeli, suyu berrak olmalı, kumu kristali andırmalı, yavaş yavaş derinleşmeli, yürüyerek metrelerce ilerler iken yumuşacık kumun ayak tabanına adeta masaj yapar hazzını tatmalı insan, yani esasında hem yüzmeli hem de yürümeli, voleybol, yakan top hatta futbol bile oynamanın keyfini yaşamalı, vs vs… Kıyıda pırıl pırıl parıldayan kumlara, serilmek ama kristal kumun vücuda yapışmasına izin vererek yani direk kuma serilmek, öyle havlu vs gibi irtibat ve temas engelleyen eşyalar kullanmadan yani topraklamanın hasını yaparak, denize doğru bakarak Sakız Adası ile oluşan Boğazı görerek, ilerilerde, ta uzaklarda Ege Adalarının birbirlerine birer legonun parçalarıymış gibi yaklaşan coğrafyalarını hayal ederek… Suyu serindir, üşütmez ama serinletir, dedik ya, “Altın Kum” belki yeraltı suları, belki açık deniz olması, belki akıntının yüksek olduğu bir boğaz oluşturması, belki de derin olması vb nedenlerle böyle bilinir. Aman tanrım bu ne güzellik be, yaz ne çabuk bittin diyesi geliyor insanın ya da hadi çabuk gel yaz…

Tam bir özgürlük alanı idi, zaten müdavimleri de özgürlüklerine son derece düşkün bir kuşağın bir bölüm mümessilleri “Hippiler” olunca da, Pink Floyd’un “Another Brick In The Wall” albümünden “Hey! Teachers! Leave them kids alone” ile “We don’t need no education” ve “We don’t need no thought control” cümleleri ile kendisini öne çıkaran politik tutum ve başkaldırı, yaşama kültürünü ve müziğini daha politik kılar ama aynı zamanda duygusal ve ruhsal da yapar. Bu ruhsallık bir yanı ile “don't war make love” gibi savaş karşıtlığı ve müesses nizama başkaldırı ya da aykırı durma diğer yanı ile de kapitalizm ile uyum tesisi adına kendilerini “teskin”e yönelirler, teskin edicileri ile… Ama temelde hayatın doğallığı yer yer hayatın sefilliğine kadar varsa da, “doğal olmak” ve “özgür olmak” merkez düşünce olunca, mezkur toplumda sefalet olsa dahi doğaya en az müdahale, doğayı değiştirme yerine ve tezine rağbet etmeden doğa ile uyum hatta doğaya teslim olmaya varan hümanizm (izmler vardır ve olacak) hakimiyeti çıkar ortaya. Evet bu ruh hali ve dünya görüşüne sahip insanlar için artık kontrolün az olacağı ya da hiç olmayacağı hatta otoritenin hiç hissedilmeyeceği bölgeler muteber ve hedeftir. Soğuk savaşın perişan ettiği canım Yurdumun malum ortamında her yer karakollaştırılır iken, burada iş tersten çalışarak, adının bile bulunan jandarma karakolundan mülhem “Karakol Denizi” artık karakol ihtiyacı kalmamıştır denilerek adeta özgürlüğe terk edilmiştir. Gerçi “Kanadalı Kadın”ın komünist bağlantılarından meşkuk tüm dikkatler tavuk çiftliğinde olsa gerek ya da belki de yurt dışında “gece yarısı ekspresi” filminin yarattığı yankının içerideki iklimi turistik manada ehven ve makul noktaya getirmesinden olsa gerek tavuk çiftliğinin biraz aşağısı sahil bandı görece mülayimdir. Burada artık özgürlüğüne düşkün bir başka manada da teskine düşkün Avrupalı zevatın ciddi manada yer aldığını söylemek mümkündür. Bu sayede o kadar ünlüdür ki burası artık, Avrupa da bazı turizm tanıtım broşürlerinde Çeşme adı geçmez iken, “Turgut’un yeri” spotu ile flaş bir tanıtıma yer verilmekteydi. Ancak bunda Turgut Erol’un da şahsi gayret, katkı ve çabalarını görmezden gelemeyiz. Yukarıda ziyadesi ile yapılan özgürlük hava tarifine mütenasip bir düzen oluşmuş ve yürümektedir, Turgut’un yerinde… İnsanlar kendilerini tamamen içtenlik ve samimiyetle kendi evlerinde hissetmektedirler. Her şey son derece doğal ve ilkel yürümektedir, su arkadaki keson kuyudan kovalarla çekilerek temin ediliyor, hatta kuyu buzdolabı vazifesi de görüyor. İnsanlar 2 yumurta alıp kendileri pişiriyor, ne yediklerini, ne içtiklerini herkesin bir veresiye sahifesi olan kara kaplı deftere kendileri yazıyor, ayrılık gününde de kendileri hesaplıyor, borcum bu kadar deyip Turgut ile helalleşip gidiyorlar… Kuyuda bir kova içinde sarkıtılarak soğutulmuş biralar içilir aynı şekilde veresiye defterine içen tarafından yazılır, hesap gününe kadar birikir idi… Arkadaki kuyuda birkaç tane kova olurdu, kovalarda şimdiki gibi plastik değil, saç kovalardı, şaraplar, biralar ve gazozlar orada soğurlardı soğuyabildikleri kadar, imkan bu, doğal hayat işte… Elektrik yok, KDV bilinmiyor daha doğrusu daha icat edilmemiş ya da ihtiyaç oluşmamış, hatta devlet vergi konusunda bile ısrarcı değil belki de kayıt bile yok, ulaşım bugünkü gibi 30 dakikada kalkan minibüslerle değil, araban var ise sorun yok, yok ise tabanvay çözülür idi… Yol bile yok denecek durumda idi… Gece tabanvay gitme talebi ise Kasım Hocaların ahırların oradaki köpeklerin varlığının hatırlatılması nedeni ile sürekli iptal… Domatesler, biberler, patlıcanlar ve salatalıklar bugünkü gibi merkezi ve hantal para soğurucu firmaların tohumlarından değil, tamamı milli ve yerli tohumdan yetiştirilir idi… Kavun ve karpuz zaten nerdeyse tohumu atsan fışkırıp yetişecek gibi olurdu canım köyümde.

Arka deniz ya da sancak denizi ne zaman “Altın Kum” oldu tam hatırlamıyorum ama 70’li yılların sonunda artık yukarıda bahsedilen Avrupa’da basılan turistik tanıtım broşürlerinde “Altın Kum” diye yazılmakta idi… İşte bu adı Turgut Erol’a borçluyuz, onun doğallık adına ve bir daha bir benzerinin kurulma imkânı olmayan komükapitalizm sistemine borçluyuz. Bu vesile ile Turgut Erol’a bir kez daha teşekkür ediyorum…


Cuma, Ekim 26, 2018

EGE’DE İNSAN KAÇAKÇILIĞI ve CASUSLUK FAALİYETLERİ


Emperyalist paylaşım savaşlarının en kanlı tezahürü tarihe 2. Dünya savaşı notuyla düşmüş olup, başta Sovyetler Birliği yaklaşık 30.000.000, Çin Halk Cumhuriyeti 20.000.000, Almanya 7.000.000, Polonya 6.000.000, Endonezya 4.000.000, Japonya 3.000.000, Hindistan 1.500.000, Yugoslavya 1.000.000, Hindiçini 1.000.000, Romanya 1.000.000, Macaristan 750.000, Fransa 600.000, İtalya 500.000 insanını kaybederken toplamda da yaklaşık 85.000.000 milyon insanın canına mal olmuş, sayısız yaralılar, yok olmuş kentler, sürgüne düşmüş yüz milyonlarca insan, nükleer belasına gark olmuş bir dünyayı miras bırakmıştır. Ne uğruna emperyalist paylaşım uğruna… Kapitalist dünya sömürge dünyayı nasıl sömürecek, kim ne kadar pay alacak, tek dertleri bu… Savaşın kirli ya da temiz yüzü, vallahi hangisi ise gayri, sonuç bu… Savaşın bilançosu o zamanki dünya nüfusunun yaklaşık 2.000.000.000 olduğu düşünülürse, %5 i kaybedilmiş, yaşamsal faaliyet yürütemeyecek insan oranın da bunun yaklaşık 3 katı olduğunu düşünürsek, savaşın nasıl bir çılgınlık olduğu daha iyi anlaşılabilir, üstelik te yaşanan bu felaketin en büyük faturasını yaklaşık %70 ile sivil halk ödemiştir.…

Peki; dünya genelde böylesine korkunç bir tablo ile karşı karşıya iken, Ege’de suyun karşısında durum nasıl idi, Mihver güçlerinin paylaşımında İtalya’nın işgal etmesi planlanan Yunanistan’ı, faşist Mussolini’nin orduları gösterilen direniş karşısında başarısız olunca, devreye işgalci büyük abi Almanya girer. Kısa sürede Yunanistan boydan boya işgal edilir, kana bulanır, neredeyse taş taş üstünde konulmaz. Faşist Almanya’nın 4 yıl süren işgali neticesinde, ölümler, açlık, sefalet neticesinde oluşan dehşet ortamından, Ege Adaları üstünden Türkiye’ye büyük kitleler halinde kaçışlar yaşanmış ve Türkiye çaktırmadan, Almanya’yı da kızdırmadan bu sığınmacılara kapılarını açmıştır. Yaşanan bazı olumsuzluklar dışında genellikle komşu sığınmacılara kucak açılmış gerek kamu gerekse de halk tarafından… Zorda kalan komşuya ahali ekmeği vermiştir, tahılını vermiştir, evini paylaşmıştır. Çok çeşitli rivayetler var konu ile ilgili ama sonraları altın saatler mi, altın kaplama mutfak eşyalarımı sokaklarda satılır hale geldi, fazla da karıştırmayalım isterseniz.

Bu sırada Yunanistan’da durum nasıl idi denilince de işgali takiben Yunanistan; Almanya, İtalya ve Bulgaristan arasında üç işgal bölgesine ayrılmış ve savaş boyunca bu üç devlet tarafından adeta tarumar edilmiş, işlenen pek çok zulme sahne olmuş, bu zulümlere işgal esnasında açlık nedeniyle yaklaşık 500.000 kişinin ölmesi de dahildir. İşte bu şeraitte başını komünistlerin çektiği büyük bir direniş örgütlenmekte ve komünistlerin bir hayli etkin olduğu EAM (Ulusal kurtuluş cephesi) kurulur, ciddi bir hazırlık dönemi sonucunda da ELAS (Yunanistan Ulusal Kurtuluş Ordusu) oluşur ve aktif direniş düzeni yaratılır. Muhtemel o ki; savaş sonrası durumu ve yeniden oluşturulması gereken düzenin karar vericileri, Yunanistan için verilen karar mucibince İngiliz hükümranlık alanında kalacağından olsa gerek aynı dönemde, Anadolu’ya sığınan Yunanlılar arasından İngiliz istihbarat servislerince gerek Kıbrıs’ta gerekse de Mısır’da tedris edilen ekiplerce, muhtemel bir Yunanistan Komünist egemenliğine de yol açmayacak planlar çerçevesinde İngilizler marifeti ile EDES (Yunan Ulusal Demokratik Birliği) oluşturulur. ELAS işgalci Almanya’ya karşı yürütülen savaşın neredeyse tüm yükünü üstlenirken İngilizler tarafından organize edilen EDES ise esas olarak savaştan sonra Yunan komünistlerinin etkisizleştirilmesi için tüm gereken hazırlıkları yapıyor ve bu uğurda da ELAS’a saldırmaktan geri durmuyordu. Hay Allah bu konu uzadı, Yunanistan iç savaşı konusunda değerli çalışmalara bakılması gereğini hatırlatarak, asıl konumuza gelmek istiyorum.

Yunanistan’da açlık, sefalet ve nihayetinde ölüm korkusu nedeni ile Yunan halkı için daha güvenli bölgelere sığınmak kaçınılmaz bir sondur, bulabildikleri, edinebildikleri her yol ve vasıta ile ülkemiz topraklarına sığınmaktadırlar. Vasıta bulabilme şansına erişen asker ve sivil binlerce Yunanlı, ülkesini terk ederek Anadolu topraklarına sığınmıştır. Tıpkı bugün Suriyelilerin başına gelenler gibi ne yazık ki o dönemde de Yunanlıların başına benzer şeyler gelmiştir, teknelerin dalgalı denizlere dayanamaması, Alman uçaklarının takibinden kaçılamaması, kaçakçıların önem göstermemesi vs gibi gerekçelerle ölümler yaşanıyor… Ancak bu karmaşalar içinde başkaları da var, tekneleri ile dolaşan sahillerimizde, İngiliz istihbaratçıları, mezkûr konu ile ilgili anıların anlatımı gerek Yunanistan gerekse de Türkiye edebiyatı bir hayli zengindir. Peki; ne yapıyordu bu İngiliz İstihbaratçıları, herhalde insani yardım peşinde değillerdi, tabii ki buradan devşirdikleri ve savaşçı olma ihtimali yüksek olan insanlar önce Kıbrıs Adasındaki İngiliz üslerini oradan da Mısırdaki İngiliz üslerine taşındılar, eğitildiler ve donatıldılar ve sonra da Yunanistan iç savaşında iktidarı emperyalist güçler lehine almak üzere cepheye sürüldüler. Bu bağlamda Çeşme ve Ilıca’daki kamplardan 10.472 Yunanlının Kıbrıs ve Suriye üzerinden Mısıra gittiği kayıtlardan anlaşılmaktadır, bu da kayda girebilmişler için, bir de kayda giremeyen ekipler var… İngiliz istihbaratçıları hangi tekneleri, gemileri kullandılar acaba diye düşünüldüğünde herhalde İngiliz Bayraklı gemilerin kullanılması, merkezi Hükümetin Almanya desteği tercihi karşısında mümkün olmayacağı sarihtir. Peki; ne olmuştur sizce, evet, kemal-i suhuletle idrak edileceği üzere burada gemileri olan %100 yerli ve milli taşeronlar devreye girmiştir ve onlar ki bilahare Ege sahillerinin zengin erkanını oluşturmuştur. Ayvalık, Didim, Foça, Karaburun, Çeşme, Kuşadası, Bodrum, Marmaris, Datça gibi sahil kasabalarını dikkatinize sunarım. Bakın bakalım etrafınıza dönem itibari ile gemi sahibi kimler var, kimler gemi işletmeciliği yapmış… Hani denilir ya, küp küp altınları varmış tevatürü, bir de böyle bakılmalı o küp küp işine… Bu bir ipucu olabilir, şahsi menfaatlerini müstevlilerinin siyasi emellerine tevhit edenlerin kim olduklarını anlamak için…

Cumartesi, Ekim 20, 2018

HASAN REİS


Koca bir ömür geçirdi “Çiftlik Köy”ünün güzelim mavi denizlerinde, herkes gibi bende en sık verdiği poz ile anımsarım onu, elinde hiç sönmeyen sigarası, dizlerinin üzerine çökmüş, kartal dikkati ile denize bakışı, adeta tavukları pür dikkat izleyen horoz edası ile Şabantepe’de balık arayışı ya da bekleyişi, ve hedef tespit edilince de “Güm” sesiGelsin kefaller, gelsin karagözler, gelsin sarpalar… Sayesinde mezkur günler balığa gark olurdu Çiftlik ve Çeşme… Hatta bir keresinde hemen arkasından kendisini gözetlediğim yerden arkadaşlarla birlikte kalkıp suya atlayıp balık toplamaya giriştiğimizde, kızarak bir süre beklemek gerektiğini hatta kendisinin istediğimiz kadar balık vereceğini, ne diye suya girdiğimiz sorarak güvenlik gerekçesi ile kızdığını hatırlıyorum. İşte böyle tarif edersek eksik olmakla birlikte hemen akla geleceği aşikardır, Koca Reis “Hasan Kaptan”ın… Çocukluğumuzda defalarca kez tanıklık ettiğimiz bu manzara yancı diyebileceğimiz tanıklarında balıklardan nasiplenmesi ile neticelenirdi… Biz fazlaca bilmediğimizden tüm bunların hepsinin hayatın doğal akışı içinde makul şeylermiş gibi düşünürdük… Kendisini ömrünün son demleri hariç hiç hasta görmedik, kimsenin de böyle bir tanıklığı olduğunu zannetmiyorum, yaşadığı zorlu hayatın kendisine bir bağışımı idi bilemiyorum, belki de bu zorluklar kendisinde çifte kavrulmuşluk, çifte su verilmişlik yaratmıştır. Maddi durumunun elverdiği ölçüde, “rakı”ya ama genellikle de “Şarap”a hiç alternatif içecek kullanmadığını hatırlarım ama özellikle de sigaraya hiç ihanet etmemiştir, ömrünün sonuna kadar… Ancak inanıyorum ki bu çifte kavrulmuşluk hali akranları arasında onu hep daha zinde tutmuş idi. Çiftlik köye gelişi konusunda bir bilgi hatırlamıyorum, geliş diyorum aslında burada doğmuş büyümüş ve ailemizin bir parçası zannederdik ama aşağıda biraz detaylı aktaracağım sürpriz Almancı akrabasının çıkıp gelmesine kadar, işte o zaman Nevşehir taraflarından olduğunu öğrenmiştik. Hatırlama konusunda artık kafamızdaki taşlar oynamıştı yerinden. Bilgilerde halen karışıklık yaşamaktayım, hangi büyüğüme sorsam biraz farklı bir anlatım çıkıyor ortaya, bazısı, dedemin (annemin babasının) kız kardeşinin üvey oğlu diyor, kimisi dedemin babasının kahyasının oğlu iken dedem evlatlık edinmiş diyor, kimisi ise hayvanlara bakan birinin oğlu iken evlatlık alınmış diyor, vs vs… İlişki tanımlamakta yer yer müşkülatım ve değişik bilgiler aktarıyor olmam kimseyi yanıltmamalıdır çünkü hepsinin de bir şekilde dinlenilmiş olduğu varittir. Hangisinin doğru olduğunun bugün için bir anlamının olmadığını canı yürekten hissediyorum.

Biz çocuklara yani yeğenim deyip sahiplendiği çocuklara yani tüm kuzenlerime, inanılmaz ve tarifsiz bir sevgisi vardı, adeta üzerimize titrerdi, çok severdi tam da bu yüzden çok ta sevilirdi. Sevgisi karşılıksız ve bitimsiz idi, güvendiğimiz biri, güven veren bir duruşu ve konuşması vardı, yanında kendimizi tıpkı babamızın temin ettiği güvenlik seviyesinde hissederdik, babalarımızdan farklı ve önemli bulduğum tarafı ise, ziyadesiyle arkadaşlık yaklaşımının varlığı idi, görece olarak… Güçlü, güç veren, güven veren, koruyan, kollayan ama bir o kadar da arkadaş… Kolay mıdır böyle bir ilişki, zinhar değildir.

Efe idi, külhan idi, kabadayı idi, güçlü idi, yiğit idi, korkusuz idi, yıkılmaz idi, yılmaz idi, eğilmez idi ama hepsinden öte yufka bir yüreği ile kendisine karşı dikilen dışında herkese son derece makul ve yufka idi. Bir kavgada kullandığı bıçağın avuç içini derinden kesmesi ile bir elinin parmakları hissizlikten ötürü hareketsiz kalmıştır. Bu kesilmenin tam tamına nedenini öğrenememiştik. Kimisi kendisine sallanan bıçağı eli ile tutmasını kimisi ise kendi bıçağının elini kesmesini anlatırdı. Bu konuda da tevatür muhtelif idi.

Yukarıda da değindiğim üzere, bu güzel insan, en azından benim için öyle, şarap konusunda tavizsiz idi, bu tavizsiz güzelliğin yaşanan zorlu hayatın gündüzlerinin akşama başka türlü evrilememiş olması da olabilir. Aksi bir durum da zordu zaten.

Geçenler de “ÇEŞME ÇİFTLİKKÖY TANITIM VE İŞYERLERİMİZ” adı ile maruf Facebook sayfasında gördüm, Edgar Pamuk’un paylaşımlarında fotoğrafını, Annemim “Halamın oğlu” dediği, Dayımın ise “kardeşim” diye yanında bulunduğu, desteklediği ve tanıştırdığı Hasan Reis’in fotoğrafını… Kendisini heybetli ve güçlü hali ile görünce gerçekten tarifsiz bir duyguya kapıldım… Vay benim “Hasan Dayım”, üvey de olsa, gerçek dayım gibi idi… Yanında kendimizi, güvende, huzurda, zengin, mutlu ve güçlü hissederdik, dayı oğullarım Kamil ve Hüsnü Karagöz ile birlikte, sonra diğer dayı çocuklarım ile de sıkıfıkılıkları vardı bildiğim kadarı ile ama detay hatırlamıyorum…

Anneannemin oğul, dayımın ve annemin kardeş muamelesi yaptığı Hasan Reis için biz bizden başka akrabası yoktur diye düşünürken günlerden bir gün, bir Almancı çıktı geldi… O zaman biz çocuklar anladık ki, Hasan Reis ile olan üveylik ilişkisini… Bu yeni durum değiştirmiş mi idi tam anımsamıyorum duygularımızı ama 2. kuşak dayı oğullarımın ilişkilerinde bir değişiklik olmuş idi sanki… Dayımın kardeşim dediği birisi olmasına rağmen ben ona dayı demez amca derdim bu dayı çocuklarının amca demesinden mi yoksa içimizde koyduğumuz gizli mesafenin dışa vurumu mu idi bu sesleniş bilemem ama öyle idi

Onun için bazıları da “Berduş Hasan” da diyebilir bugün sorarsanız, biz onu amcamız, dayımız “Hasan Reis” olarak özlem ve saygı ile hatırlıyoruz. Eğrisi yok mu idi, o günde, bugünde gördüğümüz kadarı ile var idi şüphesiz, hani her fanide olduğu kadardan az biraz da fazla idi hatta… Her şeye rağmen kendisini biz ziyadesi ile sevmiştik, kimin ne dediği nasıl andığı da pek umurumda olmaksızın. Yıldızlar yoldaşın olsun, toprağın bol olsun, nurlar içinde ol koca reis, “Hasan Dayı” “Hasan Amca” …

Pazartesi, Ekim 15, 2018

SU FACİASI


Su, insanın olmazsa olmazı olup, beynimizin %85’i, kanımızın %80’i, kaslarımızın %70’i su içermektedir. Normal koşullarda bir kişi günlük normal faaliyetleri çerçevesinde, idrar, nefes, dışkı ve terleme vs gibi nedenlerle yaklaşık 2.5 ya da 3 lt su kaybeder, tam da bu hesapla benzer miktarda su alınması hayatiyet adına kaçınılmazdır. Eğer günlük düzenli spor, egzersiz ya da yoğun terleme sonucu doğuran faaliyetlerde bulunuyorsanız, günlük ihtiyaç duyulan su miktarı da aynı oranda artmaktadır. Suyun insan vücudundaki hayati fonksiyonlar açısından görevleri ve faydaları sayılamaz durumda olup; başta, böbrek taşlarının oluşumuna engel olur, kolon kanserine yakalanma riskini azaltır, yenilen gıdaların çözünerek sindirilmesi ve emilimini temin eder, vücut ısısının ayarını yapar, toksin ve diğer atık maddelerin vücuttan atılmasını temin eder, hücrelere ihtiyaç duyulan emilmiş gıdaları taşır, kan dolaşımı için uygun ortam hazırlar, vücutta bazı kritik organların korunmasına aracılık yapar, kanda besin ve hormon nakliyesine yardımcı olur, yeterince içilmesi halinde de metabolizmanın çalışma düzenini korur, cildin sağlıklı ve esnek olmasına katkı yapar vs. vs. Diğerlerini ve detaylarını da konunun uzmanlarına bırakalım.

Su hayattır… Hayat satılamaz… Su ticarileştirilemez… Su en temel gereksinimdir… Vücudumuzun %70 i sudan oluşmuştur… Su doğada serbest vaziyette bulunmaktadır… Su doğada beleş vaziyettedir… Tüm bunları söyleyenler ister yerel ister genel iktidarda bulunsunlar, tamamen gakunzi gukunzi tadında dalga geçerler milletimizle…

Haydi petrol yabancı para ile su ise beleş ve 70’li yıllardan bu yana aklı selim insanların uyarıları dinlenmiş olsa idi, bugün hala beleş olacağı gibi etrafımızda bu kadar ağır metallerle kirletilmiş, arıtılması için dünyalarca “dolar” tutan endüstriyel tesis yatırımı gerektiren atık su ile karşılaşmayacaktık. Üstüne üstlük atık su parasını bile aldıkları bir kenara, kullanma suyu şebekesini bile ödettiriyorlar o da yetmiyor bir de şebeke suyunu bile para kazanma (ticari) saiklerle satıyorlar… Bravo… Vallahi bravo… Su ve suya erişim bedava yani beleş olmalıdır ki demokrasi seviyenizi tartalım diye bir söz olmalıdır ama nerde velev ki yok derhal icat edile…

Bakın şimdi Allah’ın beleş suyunu bize kaça satıyorlar, olabilecek en basit ve ucuz bir şişeleme endüstriyel tesisi ile bize kaça iteliyorlar, bir 19 lt damacana su kaç lira, yaklaşık 10 TL peki 1 m3 su kaç damacana 52,5 peki 52,5 damacana su kaç TL, 10x52,5=525 TL. Yani hammadde (su) beleş ama şişeleme, sabit yatırımlar, nakliye, bayi karı vs diye bulunan rakama bakar mısınız, beleş nerde 525 nerde…

Avrupa’da; özellikle “Sosyal Demokratlar” tarafından yönetilen bazı şehirlerde Belediyeler ilanlar ve reklamlar vererek şebeke suyu içilir diye propaganda yaparlar, gerçi bu da paralıdır ama tonu (1 m3) 2-3 euro arasındadır yani 500 TL (70 euro) değildir… Su tartışmasız parasız-bedava olmalıdır… Su paralı olmalıdır ve olacaktır diye savunanlar, sıkıştıkları zaman “Allah’ın verdiği su” deyip gak guk ediyorlar…Ne kadar gurur duysalar yeridir.

Çocukluğumuzda bir dönem gelecek kesinlikle bedava-parasız su temin edilemeyecektir deselerdi, güler geçerdik büyük ihtimalle… Çünkü su o zaman gerçekten “Allah’ın suyu” idi… Bu kapitalizm konuyu alıştıra alıştıra buralara kadar getirdi ya, bir bravo da onlara… Göz göre göre bizi buna da alıştırdılar ya… Şimdilerde ise trend olmuş ev tipi su arıtma cihazları imal edip satıyorlar, gel de bravo deme, beleş suyu misli fiyatına satıyorlar, yeter mi, nerde, salma usulü elde edilen paralarla yaptıkları şebekeler üstünden yeterince temiz olmayan suyu satıyorlar, sonra da bunu arıtın diye ürettikleri su arıtıcıları satıyorlar… Biz de bunu yiyoruz… Alkışlarımla yıldızlı bravo…

Okuyanlara ve özellikle de ilk emrin “oku” olduğunu söyleyenlere; 2012 yılında “Ankara Tabip Odası, ASKİ-SUKADER, Çevre Mühendisleri Odası, Gıda Mühendisleri Odası, Halkevleri, İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Jeoloji Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Tüketici Dernekleri Federasyonu, Tüketici Hakları Derneği, Ziraat Mühendisleri Odası” tarafından hazırlanmış “Su ve yaşam” adlı rapordan küçücük bir bölüm… “Dünyada herkes için sağlıklı ve güvenli su sağlandığında küresel düzeyde hastalık ve ölümlerde önemli ölçüde gerileme olasıdır. Küresel düzeyde yaklaşık her on hastalıktan birisinin;
          Güvenli içme suyuna ulaşım arttığında,
          Sanitasyon koşulları sağlandığında,
          Su kaynaklı hastalıklar önlendiğinde,
          Suda boğulmaların önüne geçildiğinde önlenmesi beklenmektedir.
             Güvenli su sağlandığında her yıl;
          Çocukluk döneminde 1,400 000,
          Sıtmaya bağlı 500 000, 
         Malnütrisyona bağlı 860 000, 
        Boğulma nedenli 280 000 ölümün önlenebileceği bilinmektedir. 
Güvenli suya ulaşımın sağlanması ayrıca, beş milyon kişinin önlenebilir bir körlük nedeni olan trahom ve beş milyon kişinin de lenfatik filariazis hastalığına yakalanmasını önleyecektir.”

Orhan Veli Kanık ile nostaljik bu haftayı bitiriyoruz.

Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.

Cuma, Ekim 05, 2018

OSMANLI GAYRİNİZAMİ HARP NİZAMI ÜSTÜNE


Sıra dışı bir Osmanlı zabiti olduğunu, hayatını inceler iken şahit oluyoruz Ömer Fevzi Bey’in, zaman zaman rütbesinin çok üstünde görevler üstlendiğini, bir aksiyon adamı, bir saha zabiti olmasına rağmen 40 civarında, askeri ve dini eser bıraktığı bilinmektedir. Bir önceki yazımda belirttiğim Osmanlı çete savaşları üzerine gerek çetecilere karşı gerekse de çeteleri teşkilatlar iken edindiği tecrübelerden yola çıkarak “Muhafaza-i Asayişe Me’mur Zabitanın Vezaifi Usul-i Takib-i Eşkıya ve Çete Muharebeleri” adı ile maruf eseri hazırlamış ve yayınlamıştır. Enteresan bir hayatı olan bu zabitin, askeriyede üstleri ile yaşadığı gerçek nedenleri tam anlamı ile bilinemeyen çekişmeler, hatta firar sayılabilecek ayrılıklar, hakkında çok önemli jurnallere rağmen bir türlü ilişiği askeriye ile kesilmez, sanki gizli bir el tarafından sürekli desteklenmektedir, destek “Teşkilat-ı Mahsusa”nın önemli bir elemanı olmasından mı? yoksa önemli mevkilerdeki Enver Paşa’dan, Rauf Orbay’a uzanan kadro tarafından kollanmasından mı? yoksa sonradan üzerine bir dolu eser de yazdığı tarikatçılığından mı? bilinmez. Mezkûr zabitin üstlendiği görevler üstüne her isteyenin ulaşabileceği kadar yayın bulunmaktadır, dijital ortamda bile var…

Kendisi ve yayınlanmış kitabı üzerine Ali Güneş tarafından yazılan araştırma (aslında tez) kitabını okur iken enteresan, en azından benim için, bilgilerde edindim ve bu bilgileri sizlerle de paylaşmak istedim.

“Yabancı askeri danışman, ıslah heyetleri veya askeri yardım misyonlarının son dönem Osmanlı harp doktrini üzerine büyük ölçüde etkisi olmuştur. Güçlü olduğu dönemlerde dahi münferit yabancı askeri danışman veya mühendis istihdamına kapıyı açık bırakan Osmanlı Devleti, zayıfladığı son dönemlerde, takip ettiği dış politikayı da dikkate alarak, yabancı askeri uzman ve danışmanları, o tarihte paradigma ordusu hangisi ise onun mensuplarından seçmiştir. Bu kapsamda tercihini, kara ordusunda 18. Yüzyıl ve 19. Yüzyılın üç çeyreğinde Fransa, 19. Yüzyılın son çeyreği ve 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde Prusya orduları personeli yönünde kullanırken, donanmada ise 19. Yüzyıl boyunca İngiliz danışmanlara yer verilmiştir. Devletin son dönemlerinde ve bilhassa da Cihan Harbi yıllarında Alman askeri yardım misyonunun Osmanlı ordusu üzerindeki etkisi o kadar artmıştır ki, Carl Mühlmann’ın verdiği rakamlara göre göre, Birinci Dünya Savaşı sonrası Ekim 1918’de memleketlerine dönen Alman personelin toplam sayısı 10.000’i bulmuştu” demektedir Sn. araştırmacı değinmemiş ama aslında Osmanlı Devletinin kurulduğu günden beri destek hep var olmuştur, ilk önceleri Bizans ve sonraları Macar vs vs, demek ki Osmanlı’da yabancı istihdamına hep hoşgörü ile bakılmıştır dersek yanlış bir şey demiş olmayız.

“Balkan harbi sırasında Osmanlı askeriyesinin kullandığı Alman Talimnameleri; Piyade Talimnamesi, Sahra Topçu Talimnamesi, Seferiye Nizamnamesi, Menzil Hidematı talimnamesi ve Tahrip Talimnamesi gibi. Bunların dışında bazı subaylarında münferiden yaptığı tercümeler mevcuttur. Örneğin Mustafa Kemal Atatürk, Karl Litzmann’ın yazdıklarını, 1909’da “Takımın Muharebe Talimi” ve 1912’de “Bölüğün Muharebe Talimi” başlıkları altında tercüme etmiştir.” Buradan da kolaylıkla anlaşılacağı üzere Almancadan çeviri yapabilecek düzeyde dil bilgisine sahip bir lider ile karşı karşıyayız. Öyle modern zamanların her türlü teknik donanım ve gelişmesine rağmen yabancı dil bilgisi kırık olanlara hiç benzememektedir.

“Resmi ders programının parçası olmamasına rağmen, Afet İnan’ın aktardıklarından anladığımız kadarıyla, Mustafa Kemal Erkan-ı Harbiye Mektebi öğrencisiyken hocası Nuri Bey’in gayrıresmi olarak gerillacılık hakkında bir ders ve bir de ödev vermiş olması, konunun askeri okullarda şifahi olarak öğretime dahil edildiğini göstermektedir” diye zikredilerek te gayrinizami harp konusunda yaygın bir çalışma ve öğretim alanı oluştuğu konusunda okuyuculara bir fikir vermektedir.

“Osmanlı subaylarının diğer ülkelerdeki gelişmeleri takip ettiğinin başka göstergesi de askeri kıyafetlerde kademeli olarak hâkî renge geçilmesidir. Dünya Ordularında hâkî renk ilk kez İngilizler tarafından 1850’li yıllarda Hindistan’da kullanılmaya başlanmıştır. Britanya ordusundan Hary Lumsden İngiliz askerlerin beyaz üniformaları ile kolay hedef olduklarını fark edince, üniformaların üzerine, toz ve çamur sürdürerek ve biraz da çay ile boyatarak renklerini gölgeli kahverengine dönüştürmüş ve giysilerin rengini araziye uydurmaya çalışmıştır. Toprak rengine benzeyen bu üniformalara Hintçe toprak anlamına gelen “khaki” adı verilmiş ve Türkçe’ye de “Haki” olarak geçmiştir. Bu tondaki rengin fabrikasyon uygulaması ise ilk defa Boer Harb’inde yine İngilizler tarafından yapılmıştı. Zaten bu nedenle Boerliler, savaş esnasında bir dönem, İngilizleri Khakies şeklinde tanımlamışlardır. İngilizlerin bu uygulamasından esinlendiğini değerlendirdiğimiz Osmanlı Ordusu ise, bu regi ilk defa 1880’lerden itibaren yanlızca Birinci İstihkam Taburu erlerinin kıyafetlerinde kullanmıştı. 1900!lu yıllarda da, Makedonya çetelerine karşı kolay hedef olmamak adına, avcı taburları kıyafetleri haki renge dönüştürülmüştü. 1900 yılına gelindiğinde ise çıkarılan bir nizamname ile bütün Osmanlı Ordusunun kıyafetlerinde bu rengin kullanılması sağlanmıştır.”

“Ele geçirilen komita ve çete üyelerinin, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu aciz durum, delil yetersizliği veya diğer devletlerin konsoloslar aracılıyla yaptıkları baskı nedeniyle serbest bırakılması, onlar arasında ümitsizliğe sebep oluyordu. Bu nedenle bölgedeki, özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi subaylar ceplerinden para harcayarak ya da gizlice depolardaki silahları dağıtarak çeteler teçhiz ediyor. Bunlar da mahkemelerin serbest bıraktığı çetecileri ya da liderlerini öldürüyorlardı. Ohri gibi merkezlerde bizzat cemiyet yanlısı mülki amirlerin desteğinde kurularak silahlandıran ve çoğu Osmanlı subayları tarafından yönetilen bu çetelerin faaliyetlerine hem idari hem de askeri makamlar göz yumuyordu. Buna ek olarak, Osmanlı yönetiminin yerel halktan istihdam ettiği paralı askerler, gönüllüler ve başıbozuklardan oluşan düzensiz kuvvetler çete ve komitalara karşı kullanıyordu.”

İşte durum böyle iken böyledir. Söyleyecek kelam çok ama gereksiz. Neyse ki her olumsuz şey geçmişte kalmış, iyi şeyler de bugüne taşınmış. İlave ne diyelim… Her şey ayan beyan ortada…

Cuma, Eylül 28, 2018

YÜZBAŞI ÖMER FEVZİ BEY


Savaşlar ne yazık ki, konuşmayı, dinlemeyi, hak hukuk tanımamayı, anlaşmalara uymamayı, komşusunun malına göz dikmeyi, güçsüzü sömürmeyi, karşısına dikileni yok etmeyi, toprakları arttırarak daha da büyümeyi, kendine şiar ve itiyat edinmiş ademoğlunun organize ettiği ve yönettiği devletler vasıtasıyla da kendi yönetimindeki halkları da düşünmeden yaratılan çılgın bir insan faaliyetidir. Savaşları tam manasıyla anlayabilmek mümkün olmayıp, başta ekonomi, siyasi, dini farklılıkları temel alındığı gibi görünse de politik, psikolojik, sosyolojik, patolojik, kriminolojik, antropolojik vs gibi alt detaylara da bakmak yeterli olmayacaktır bu çılgınlığı anlayabilme adına. Sonuç itibari ile bu çılgınlık, her zaman güçlünün zayıfa ya da dengine kapsamlı bir strateji mucibince bir operasyonu olarak karşımıza çıkmamaktadır, aynı zamanda zayıfın ya da daha az güçlünün güçlüye kullandığı, bazen de güçlünün hukukun ve ahlakın sınırları dışında kalma ihtiyacına binaen örtülü yürütülen bir faaliyettir ancak bu 2. tarz faaliyetin güçler dengesi nedeni ile klasik manada yürütülmesi de söz konusu olamamaktadır. İşte bu tarz kendine has özellikleri ve yöntemleri, taktikleri ve hedefleri olan faaliyete de “gayri nizami harp” denilmektedir, terminolojide.

Bir tarafı ile Sosyalizmi boğmak, diğer tarafı ile emperyalist sistem dışında kalmak isteyenleri de derdest etme hedefi mucibine özellikle de 2. paylaşım savaşı sonrası batı alemi ABD liderliğinde, bir tarafı ile devletler arasında şeffaf ve legal organizasyonlar oluştururken diğer tarafı ile de dünya kamuoyunca “kapitalist enternasyonal” olarak bilinen ABD dümen suyundaki ülkeleri istisnasız kapsayan gladio teşkilatları ile sözde ulvi amaçlar güdülüyormuşçasına destabilize etmek ya da itirazları ve direnişleri dağıtmak üzere organize olunmuştur. Bu konu ile konunun uzmanlarının söylediklerine ilave edilecek fazlaca şeyimin olmadığı aşikardır. Gladio teşkilatları, çevirdikleri dolaplar, cinayetler, katliamlar, saldırılar ve bunların doktrine kaynakları konusunda da yeterince araştırma, kaynak kitap ve yazı bulunmakta olup bu konuda da ilave kelam etmek istemiyorum ancak bu gayri nizami harbin sanki ABD’nin dünya jandarmalığına soyunduğu tarihten itibaren, diğer ülkelere dağıttığı tercüme doktrine talimatlarla yürütüldüğü gibi bir kanının oluştuğu malumdur ülkemizde. TSK’nin ABD’nin yönergeleri ile Özel harp Dairesi oluşturduğu, bu organizasyon içinde NATO konsepti mucibince; FM-31-21 kodlu talimname, ST 31-21 kodu ve “Gerilla Harbi ve Özel Kuvvetler Harekât”, FM 31-15 kodlu talimname ST-31-15 kodu ve “Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat” ve FM 21-50 kodlu talimname ST 21-50 kodu ve “Komando Eğitimi ve Komando Harekatı” başlıkları ile tercüme edilerek envantere dahil edilmişlerdir. Tüm tercüme yayınlar, NATO ile uyumlu çalışmalar, ortak lokal ve enternasyonal operasyonlar, darbeler vs bir arada düşünülünce hep zannederdik ki TSK sanki ABD ile birlikte bu işleri öğrendi ama okuyunca araştırınca görüyorsun ki aslında TSK daha 1850 yıllardan itibaren gayrinizami harp konusunda tecrübe kazanmış ve bu uğurda ciddi ciddi yayınlar yazılmış. Aslında Osmanlı’nın, Balkanlarda her ulusun direnişine karşı çıkışı, ta Arabistan Çöllerindeki İngiliz entrikaları ile kaymaklı başkaldırıları yok etmek adına organize olmasını, operasyonlar yönetmesini göz ardı etmişiz bir hayli, hepsini tek tek bilmemize rağmen…

“Okumaya devam” faslından son okuduğum kitap “Osmanlı Gayrinizami Harp Doktrini” olup, bir tez konusu olarak çalışma yapan Sn. Ali Güneş tarafından, İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın çok önemli bir neferi ve aynı zamanda önemli bir asker olan Ömer Fevzi (Mardin) daha 1909 yılında gayet kapsamlı, bugünkü tercüme talimnamelere taş çıkartacak ancak yazıldığı günün teknolojisi ve gelişmeleri ile dünya gerçeklerine mütenasip, “Muhafaza-i Asayişe Me’mur Zabitanın Vezaifi Usul-i Takib-i Eşkıya ve Çete Muharebeleri” adlı eseri baz alınarak hazırlanmıştır. Kitap çok değerli bir çalışma olarak önümüzde bulunmakta olup, çok detaylı olarak bugün bile hala çok bölümünün tatbik edildiğini anladığımız 1909 tarihli talimname; Arz-ı Meram Jandarma Zâbitânının Mahiyeti, Jandarma Zâbitânının Evsafı, Jandarma Zâbitânının Sûret-i Hareketi, Mevkiler ve Araziyi Sûret-i Mütala‘ası, Jandarma Posta Kumandanına Talimat, İstihbarat Vasıtaları ve Ahvalden Haberdar Olma Sûreti, Muhbirler, Muhbirlere Karşı Zâbitânın Muamelesi, Fesad ve Şekavet Erbabının Türleri ve Yol Kesiciler, Siyasi ve Milli Maksatlar Takip Eden Çeteler, Muhafaza-i Asâyişe Memur Zâbitânın Tefekkürâtı ve İştigalâtı, Muhafaza-i Asâyişe Memûr Zâbitânın Tedbirleri, Eşkıyaya Karşı Suret-i Hareket ve Çete Muharebeleri, Takip Müfrezelerinin Kafilesi, İaşe Sûreti, Eşkıyanın Aranma Sûreti ve Tarassud Postaları, Boru Kullanılması, Açıkta Konmak, Gündüz Yürüyüşleri ve Yürüyüş Nizamı, Gece Yürüyüşleri, Gece İstirahatı, Eşkıyanın Mevki‘i Keşfolunduktan Sonra Alınacak Tertibât, Tesadüfî Harp, Pusu Tertibâtı, Pusulara Karşı Tedbirler, Konaklar, Köylerde Konaklamak, Meskûn Mahalde Saklanmış Eşkıyaya Karşı Sûret-i Hareket, Köylerin Aranma Usûlü, Eşkıya Teslim Olduktan Sonra Sevk Sûreti, Eşkıya Hâkim ve Sağlam Bir Kalede Kapanmış ise, Meskûn Mahallerde Muhafaza-i Âsâyiş,  İkinci Hale Yani Haricen Hücûm Vukû Bulacağına Göre, Üçüncü Hale Yani Hücum ve Dış Yardım ile İçerden ve Birlikte Kıyam Vukû‘a Geleceğine Göre, Karışıklık Beklendiği Zamanlarda Zuhûra Gelen Yangınlara Karşı Tedbirler, Top Kullanılması, Süvari ile Karma Müfrezelerin Eşkıya Takibinde Usûl-İ Hareketine Dair Esas Maddeler, gibi başlıklardan oluşmakta ve maşallah hiçbir detay da atlanılmamış görünmektedir. Tabii ki bizim bilmediğimiz işler olduğundan anlatıma bakarak mükemmeliyet seviyesini anlıyoruz yoksa biri de çıkar teknik olarak haylice eksik bulabilir.

Evet, görüldüğü üzere, bu kabil yayınların menşei sanki sadece ABD imiş gibi anlaşılan ve sıkıştırılan bir süreçten geçilmekte ve Osmanlı’nın özellikle Balkanlarda yaşadığı özellikle de 1826-1912 arası özellik gerektiren savaşları göz ardı ederek yapılan tüm değerlendirmelerin eksik olduğunu bir kez daha anlamış bulunmaktayız.

Cumartesi, Eylül 22, 2018

RESNELİ NİYAZİ BEY

Makedonya gezimizde özellikle yolumuzu RESNE’ye düşürüyoruz, aslında Manastır’a uğramak iken amaç, çünkü orada adı İttihat ve Terakki Cemiyet’i ile anılıyor olmasına rağmen, Abdülhamit istibdadına karşı Hükümet Konağı önünde, Ey Hıristiyan Vatandaşlarımız, biz de bugünkü zulüm idaresinden memnun değiliz. Memnun olmayan görüyorsunuz ki yalnızca siz değilsiniz. Biz, Avrupalıların yurdumuza göz dikmesinden, işlerimize karışmasından çekinmediğimiz için şimdiye dek milletin dayanılması güç bu durumlara katlanmasına ses çıkarmamıştık. Baskı yönetiminin günden güne gücünü artırarak Türk, Bulgar, Ulah, Rum, Arnavut yurttaşlarımızın yok olmakta olduklarını gördüğümüz için biz, yurda özgürlük güneşini getirecek, hürriyetin aydınlığını yayacak bir yönetimin kurulmasına çalışıyoruz.” diye adı “hürriyet bildirgesine” çıkmış bir bildiri okuyarak silahlı direniş için dağlara çekiliyor ya, böylesine önemli birinin yaşadığı yeri mutlaka görmeliyiz saikiyle… Evet böylece adı da “Hürriyet Fedaisine” çıkan Resneli Niyazi Beyin memleketindeyiz… Bilindiği üzere; Abdülhamit’in hezeyanlarının akla karşı devlet idaresine galebe çaldığı dönem ve en katmerli istibdat uygulamaları karşısında, gün gün artarak borçlanan, toprak kaybeden Osman-ı Ali’ye, yeni bir yön vermek, batılı ülkelerdekine benzer bir yönetim olduğu savı ile meşrutiyet talepleri dillendirilir ve bu uğurda özellikle askeri erkan içinde ciddi bir teşkilatlanma başlar, farklı farklı hedef, plan ve gayelerle gerek yurt içinde, gerekse de yurt dışında kurulmuş cemiyet ve teşkilatlar bir araya gelir ve ortaya İttihat ve Terakki Cemiyeti çıkar. Ancak görülür ki, tam da her devir ve her yerde olduğu ve olacağı üzere, kimse yetkilerini ve yönetimi gönül rızası ile paylaşmak istemez ve bu yüzden itiraz hakkı ve direnişi dağlara yönelir, kimilerine göre çetecilik kimilerine göre hürriyet isyanı başlamıştır. Niyazi Bey, siyasi ikbal peşinde biri olmadığından, Cemiyet’in ilk 3 kişisinden biri olmasına rağmen kendisi gönüllü olarak dağlara direnişe çekilmeyi uygun görür, dürüsttür, gözü karadır, yiğittir, gözünü budaktan esirgemez, kendisini vatana feda etmiştir, oysa istese idi oda kenarda ya da ova da tıpkı Enver Paşa gibi bekler, kadayıfın altı pişince, duruma el koyardı. Diğer taraftan, yine bilindiği üzere dağlarda kendisine yoldaşlık ettiği söylenen “geyik” ile ilgili çeşitli rivayetler de vardır, nam-ı diğer “rehber-i hürriyete”; baskı ve sansürden kırılan Bab-ı Ali gazetelerinin 1 numaralı mevzuu olmuş, ne yazık ki, yitirilen toprakları, ekonomik rezalet ve çuvallamaları, borçlanmaları, gavur baskısı karşısında boyun eğmeleri hatta Yahudi yerleşimcilere göz yumulmasını katmerli sansür nedeni ile yazamayan mezkûr matbuat için, olmuş harika bir konu, tutturmuş bir geyik muhabbeti gidiyor, nihayetinde bu tür konuşma ve yaklaşımların adı o günden sonra olmuş, “geyik muhabbeti”… Tıpkı Ahmet Hakan’ın penguenleri gibi bir durum oluşmuş, bu “penguen muhabbetinin” gerçek penguenlerle bir alakası yoktur zinhar, alınmasınlar…

Balkan savaşları ne yazık ki, kifayetsiz muktedirlerin beceriksizlikleri, konjonktürel sorunlar, dünya’yı okuyamama, strateji geliştirememe, bilgisizlik, ilgisizlik, Devlet-i Ali’yi önemsememe bunun yerine batılıların suflelerine kulak verme, adamsendecilik, ben bilirimcilik, bana güven gerisine karışmacılık vs gibi yüzlerce olumsuz sıfatın ve olumsuz şartın  birleştiği idare-i maslahat neticesinde, büyük can kayıpları ya da büyük göçlerle Balkanlar nerdeyse toptan yitirilir. Daha önceleri gerek “Yunan’a” karşı başarılı çalışmalarından ötürü saray tarafından, bilahare de devr-i meşrutiyette de birlikte yola çıktıkları, İstanbul’a çöreklenenlerden büyük payeler teklif edilmesine rağmen ikbalini topraklarında tarım ile arama tercihi tek tercihtir onun için. Ancak Balkanların tamamen kaybından sonra vakit mezkûr topraklardan ayrılma vaktidir, ve de ne yazık ki karadan ulaşım tehlikeli ve risklidir, Arnavutluk’un Avlonya Limanından, İstanbul’a gitmek üzere kendisine İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından koruma olarak tahsis edilen ekip içinden biri tarafından, tek kurşun ile öldürülür. Gerçi Arnavut Milliyetçileri tarafından da öldürüldüğü muktedirler tarafından iddia edilse bile akla uygun olanı, birincisi olup, kendinden kat kat güçlü kendi arkadaşlarına bile idealistliği ve dürüstlüğü nedeni ile kafa tutma cesareti sonunu hazırlamıştır, aşikardır ki, artık İstanbul’a sağ salim ulaşması istenmemektedir. Görüşüm ve yaşananları yorumlayışım biraz fazla uzun oldu ama yapılacak bir şey yok, kelam-ı murad böyle tecelli ediyor.

Bugün Resneli Ahmet Niyazi Bey’in Hükümet Konağı olarak yaptırdığı bina “Modern Sanatlar Müzesi” adı altında oldukça mütevazi bir teşhir salonuna sahip olup göremediğimiz bölüm ise anlaşıldığı kadarı ile ilgili kurumun idari bölümlerini oluşturmaktadır. Ancak oradaki görevlinin görev anlayışı da ne yazık ki tıpkı buradaki turizm faaliyeti gösterenleri andırmaktadır, turizm ticarettir, ticaret ise hayatın onda dokuzudur. Aracımızı park ettikten sonra elimizdeki dijital haritaya göre kolayca bulunabilecek bir yerde olmasına karşın, özellikle birkaç esnafa sorduk ki, mezkûr zevata ilişkin nasıl bir duygu ve düşünce içinde yerli halk görelim, anlayalım. Memnuniyetle gördük ve anladık ki, malikanesi ile kendi adı ile anılan Hükümet Konağını tarif ederken, hemşerilerinin gözlerinin içi gülüyor, sevinçle tarif ediyorlar yolu… Burada Abdülhamit Han’cılar tarafından lanetlense de, komitacı, çeteci denilerek hakir görülse de, vatanı sattı, Abdülhamit Han’a kurulan uluslararası kumpasın oyuncağı oldu, bu manada da, yok İtalya’dan madalya aldı, yok İngiltere’den madalya aldı gibi yalan yanlış ile karalasalar da, durum hiç te o gibi değildir, çünkü böyle diyenler, keçinin, koyuna çitten atlarken kuyruğunun kalkıp poposunun görülmesine gülmeleri gibidir, oysa kendi kuyrukları sürekli havadadır , tava sapı gibi, popoları sürekli açıktadır, dün de bugünde…

Kitaplaşan “Hatırat-ı Niyazi” hatıralarından bir parça ile son… “İstanbul'dan döndüğüm zaman, inkılap fikrinin esası hakkındaki duygu ve kanaatlerim tamamlanmıştı. Özel bir vaziyetle İstanbul'a gönderilirken ve esir ettiğim Yunan bölüğünü de İstanbul'a götürürken, daha Manastır istasyonunda, ordu kumandanı vekili ve diğer ordu büyüklerinin, bana verilen vazife ve mevkiden faydalanmayı düşünerek oğullarını, yakınlarını kayırmak, millet hazinesinden para çarpmak peşinde olduklarını gördüm.”

Hatıratı önünde saygı ile duruyoruz…

 

Pazartesi, Eylül 17, 2018

ÇİFTLİK FESTİVALİ


Çeşme Belediyesinin “9 durak 9 deneyim” hedefi mucibince, Çiftlik için nihayet bir festival düzenlendi, adı da “Çiftlik Festivali”. Evet verilen hedef gerçekleşti, ancak anlaşılan o ki, son ana kadar program, kapsam, akış ve katılımcılar sürpriz faslında sayılıp açıklanmadı, hakikaten sürpriz oldu. Haydi kendilerine ilk 8’deki başarının yarattığı fazla güvenden yeterince duyuru ve tanıtım yapmamışlar ya da gereksinim duymamışlar diyelim. Ama her şeye rağmen güzel bir sürpriz idi, bugün “Alaçatı Ot Festivali’nin ilkini gören birkaç hemşerimiz ile konuştum, ittifak ile beyan; “1. Çiftlik Festivali, 1. Alaçatı Ot Festivalinden daha cazip ve kalabalık yönünde idi. Coşkulu ama derinden, ciddi ama reklamsız, patırtısız ve gürültüsüz idi, emeği geçenleri Köyüm adına kutluyorum.

Edebiyat söyleşileri ve Sakız ağacı ve ürünü üstüne sloganı kullanılmış, bayağı da güzel olmuş… Edebiyat söyleşileri var ancak Belediye’nin ciddi destek olduğu Çeşme’nin %100 yerli ve milli yazarları ve edebiyatçıları yok… Vazgeçtim kendilerinin aktif söyleşide bulunmalarını bari izleyici olarak gelin değil mi? Belli ki mazeretleri var ve de kabul görmüş, ne diyelim, Allah muratlarını versin taksiratlarını affetsin… Oysa yazdıkları yazılar, kitaplar ve sahip oldukları belagat, liyakat, hamaset, hidayet başrol gerektiren durumdadır ama yine de ben gözlerimin az görmesine bağlayayım da, izleyici localarında kendilerini görememiş olmuş olayım. Hem kültürel aktive olsun diye yırtınacaksın ya da yırtınıyor gibi yapacaksın sonra gelmeyeceksin en azından izleyici olarak… Ama yerlilik ve millilik böyle bir şeymiş demek ki, anlayamayanların sorunudur tüm bu anlaşılamamışlıklar… Ah ben ahhh….

Köylüm küskün, Köyümün yazlıkçısı küskün, muhalif ve muarızlar burun kıvırmış, etki alanındakiler sırtını dönmüş, köyümün esnafı sadece pazarda satışa koyulmuş, şoför esnafı yok, dolmuşçu yok, kahveci yok, bakkal yok, otelciler yok, lokantacılar yok, bunların kurumsal duruşlarının başları ve yönetimleri yok, yok ta yok, sanki bu festival de Alaçatı Ot Festivali gibi serpilir, gelişir ve büyürse, bunlar asli faaliyetleri yapmayacaklarmış, başkalarına devredeceklermiş gibi, bu festival bizim değil Belediyenin festivali edası ile uzaktan rasata devam… Yahu kimse demiyor ki, desteğimiz yok, alkışımız yok, dayanışmamız yok, katkımız yok, bari gidelim de ne yapılıyor bir görelim de yok… Köylümün zaten ilgisi de yok, bilgisi de, hatta umurunda da değil, yan tarafta kahvehanede “okey” oynamaya devam ediyor… Hatta yerel iktidar partisinin yöneticileri yok, yahu benim bildiğim kadarı ile, en yoğun faaliyet yürüten ekip idi bunlar, ne oldu, bilemiyoruz tabii ki, kendi sorunlarını konuşurlar kendi aralarında diyelim ve geçelim… Evet bu konu ile ilgili, bilgisi, lafı, düşüncesi olan bile burun kıvırıyor, kimisi 4,5 yıldır yapılmadı da şimdi mi akıllarına geldi, yok şu yazarlar da gelebilirdi, şu konuşmacılar da çağrılabilirdi, sakız ağacı yanına zeytin ağacı da konulabilirdi mealinde, eleştiri çok, burun kıvırma çok… Sonuç, biraz önce dediğim gibi ilk Alaçatı Festivali ile kıyaslayanlar son derece umutlu bakıyorlar sonrakilere umarım düzenleyiciler de eleştirilerden doğru çıkarsamalarda bulunurlar… Tüm bu şeraitte bile umut ışıkları saçan bu organizasyona başta düzenleyiciler sahip çıkıp, eleştirileri doğru toparlar ve okurlar ise, bir sonrakinde gerek program, gerek içerik, gerek konu seçimi, gerek konuk seçimi, gerek zamanlama daha korparatif bir tavır ile ama en önemlisi yeterince düşünerek, yeterince çalışarak, yeterince özen göstererek ve de yeterince düşünce katılımcısı temin ederek, mükemmel sonuç çıkacağı aşikardır. Her ne kadar da, şahsi düşüncem ve fikriyatım mucibince bu kabil faaliyetlerin ticari olmaması şart ise de ne yazık ki benim tayinini yaptığım bir düzende yaşamıyoruz, o zaman mevcut şartlar muvacehesinde konuya bakmaya devam edeceğiz. Diğer taraftan biz biliriz ki; “azimle def-i hacet betonu deler” … Her şeye rağmen yapmaya devam, denemeye devam…

Ama ne yazık ve de biliyorum ki, saydığım taraflar bildiklerini icraya devam edecekler. Çünkü necip Türk Milleti korparatif çalışmayı sevmez ve her şeyi tek başına en iyi o bilir, en detaylı o bilir, sadece o bilir, sakın yanlış anlaşılmasın başta ben olmak üzere durum bu, benim dediğimi yapmazlarsa ben de gitmem protesto ederim ruh hali maalesef yaygın bir durumdur. Oysa ne kolay idi; Muhtarlar marifeti ile ilgi duyanların, fikri olanların, niyeti olanların, ilgisi, fikri ve niyetleri ölçülebilse idi. Hem de ne iyi olurdu, muhtarları İZSU’nun bitmez tükenmek bilmez “su kesintilerini” duyurmaktan kurtarmış olurduk bir nebze… Çeşme Kent Konseyi Muhtarlar Meclis Başkanı, faaliyet alanlarını geliştirmiş olurdu, peki fena mı olurdu? Mesela, bilgisini benim beğendiğim ilaveten herkesin tanıdığı, ama beğenip beğenmediğini bilmediğim, yine de her şeye rağmen kendi çabaları ile üniversiteye başvurup sakız ağacı kültürüne başlayan, olmadı yahu bu işi karşı komşumuz Yunanistan’ın Sakız Adasındakiler nasıl yapıyor merakı ile gidip, yetiştiricilik, üreticilik ve üretimin sanayisi konusunda hem de cebinden para harcayarak emek vermiş Coşkun Vural’ın unutulmuş olması unutulmaz olmuştur. Bence konunun uzmanı bilim insanı Sn. Murat İsfendiyaroğlu’nun yanına, ya da önüne, olmadı arkasına konuşmacı olarak yerleştirmek hem mantıklı hem münasip hem de akıllıca olurdu. Mesela her ikisi birden olsa idi, Hocanın Sakız Adası sakızı daha kalitelidir tezinin, Coşkun Abi tarafından neden savunulmadığını hatta tam tersi iddiaya sahip olma gerekçesini sorabilirdik… Cevap olur olmaz, bu durumlarda ikna edici cevap olması da her daim beklenmez. Mesela katılımcı hocamızın da konuşmasında “hocam” diye bahsettiği İlker Hocanın olması konuyu daha da renklendirebilirdi. Her şeye rağmen ben sakız konusunda, çok bilgilendim, aaaa birde çıkar bilgilendin de ne oldu diye sorarsa cevabım var ama yazmayacağım. Sakızın üretim rekoltelerinin, endemik değil de kültür bitkisi olduğunun, Sakız Adası ekonomisine katkılarının, Tarım Bakanlığımızın ilgisizliğinin nedeninin, tıbbı kullanımının, bitki akrabalıklarının, dünyadaki akraba yaygınlığının vs gibi bilgilerin de verildiği sunum harika idi… Ayrıca biliyorum sakız ağacı/bitkisi her Çiftlik Festivalinde bir başlık olabilecek kadar geniş, önemli ve yeterlidir. Diğer taraftan Yazar Konuşmacılar da renklendirdiler ortamı, sağ olsunlar, ancak tuval büyük olunca renklendirme eksik kaldı, bir dahakine daha iyisini bekliyoruz. Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum…

Pazar, Eylül 02, 2018

SU BASMAN KOTU ve SU BASKINI


Duyduğumuzda aklımıza gelenin ya da bize çağrıştırdığının aksine bu kelimenin su basması-basmaması meseleleriyle hiçbir alakası yoktur. Fransızca “soubassement” kelimesi “temel, altyapı” manasında kullanılmak üzere “bassement=kaide, taban” sözcüğünün “sou=alt” önekini almasıyla oluşturulmuş bir bileşik sözcüktür. Konu ile ilgili güzel Türkçemizde, bu Fransızca kökenli kelimeye muadil üretilen hiçbir kelime tam manası ile kabul görmemiştir, ne yazık ki. Türkçemizin muhteşem etimoloji sözlüğü “Nişanyan”a göre, dilimizde en eski kullanımı ise “binanın zemine yakın bölümü” manasında 1936 yılında Cumhuriyet Gazetesinde yer alarak olmuştur. Yine aynı kaynaktan öğrendiğimize göre de Fransızcaya da İtalyanca “basemento” kelimesinden alınmış olup, İtalyanca “basare = temellendirmek, tabana oturtmak” fiilinden “ment” son eki ile nihayetlenmiştir.  Olay tamamen ses benzerliğinden ibarettir, yine de tuhaf bir şekilde, elverişsiz arazilerde inşa edilmiş binalarda subasman kotunu daima su basar.

Ne hazin ve ne tuhaftır ki; “subasman” diye söylenip, suyun basmaması hedeflenerek inşa edilmesi gereğine inanan necip müteahhitlerimizin tüm eserlerini su basmaktadır orada, burada, şurada, ya maazallah bu manada kullanılmasa idi bu imalatın adı, akıllara ziyan, neler olurdu neler… Su basman konusunun uygulamada taçlandırılması hususu çok önemli olup, “su basman kotu” adı ile maruf olan bu tespit, yapının giriş katı seviyesinin üst noktasının tespitidir esasen. Su basman kotu verilmesinin maksadının da Çevre ve Şehircilik Bakanlığının; “planlı alanlar imar yönetmeliği” içerisindeki madde 4 ve madde 44 bulunan tanımlardan, sel, taşkın ve su basmasına karşı önlem alınması gibi anlaşılmaktadır. Şimdi bu genelleme muvacehesinde öncelikle arazi 0.00 kotunun yani piyasadaki adı ile kara kotunun tespit edilip buna göre su basman kotu verilmesi hususunu değerlendirelim. Canım Yurdum her türlü teknik olanaklara haiz olmasına rağmen hala arazinin mevcut durumunun elektronik haritaları birçok yerde yapıl(a)mamış olup inşaatçıların müracaatına binaen çalışma yürütülmektedir. Peki bu nasıl bir sakınca ile yüz yüze kalınmasına neden olmaktadır derseniz, imar yolu olarak öngörülen yolların kotları belirlenemez, buna göre kanalizasyon ve yüzey suyu kanallarının durumu belirlenemez vs vs. Bunların olmaması halinde canım yurdumun teknik elemanları çaresiz midir? zinhar ne yaparlar hemen arazi ortalama kotu diye bir deyim yaratırlar ve konu artık bu çerçeve de yürür gider, ya da yürüyemez gidemez… Sonra zaten plansız, ölçüsüz ve hesapsız imara açılan alanlarda inşaatlar başlar, tam da canım yurdumun insanının meşrebine mütenasip durum; “istim arkadan gelir” ya da “kervan yolda dizilir” şiarı uyarınca en önce binalar yapılır, sonra yollar teşekkül eder, sonra kanalizasyon ve diğer şebekeler… Binalar yolların alt seviyelerinde mi kalmış, kimin umruna, sonra binalarının zemin katlarını bazen de 1. katlarını su basar, kimin umruna, vs vs…Zaten tüm bu teknik çalışmaların siyasi sorumluluğunun üstlenilmesi ise “bizdenler ve bizden olmayanların” koruması ve kollanması amir hükümlerince yapılıyor olmasından ibarettir. Yandı gitti gülüm keten helva… Yahu Allah aşkına eldeki teknik imkanlar buna cevaz verir deyip birisi de imara açılan yerlerde imar yollarının ve alt yapılarının elektronik ortamda çalışmasını bitirsin, binalar da bu planlanan yol kotlarına göre su basman kotu alsalar ve öyle işe girişseler, olmaz mı? zinhar olmaz… Çalışma tarzımıza uymaz, geleneklerimize uymaz, duruşumuza uymaz, boyumuza uymaz, posumuza uymaz, uymaz da uymaz…

Zaten imar planlarının çalışmalarında da tek kriterimiz; ben, yandaş, yoldaş, arkadaş, partimizden sıralaması ya da o, şu, öteki partiden yapılmakta, ohhh ballı börek… Yahu bu kadar ihtiyaç mıdır? değil midir? salt inşaat sektörü direk 400 e yakın iş kolu, endirek ise 1000 den fazla iş kolu ile rabıtalı diye mi, emek-yoğun sektör diye mi bu kadar öne çıkartılır, artık siz karar verin buna… Yahu emin olun tam bir kaynak israfı ve tüketimi, önce kötü yapılmasına ses çıkarma ya da görme ya da görmezden gel, sonra kentsel dönüşüm de, benzer malzeme israfını bir daha yap, kentsel dönüştüremiyorsan imar barışı de, kalite yeterli mi sorgusu yapma, maksat stoklar artsın, depo dolu görünsün… Zengin duruyor/görünüyor ama… Hay Allah…

Yaşanan olaylardan ders çıkararak önümüze bakalım demek kadar kolay bir şey yok, herkes böyle söylüyor, nasıl olsa bir bedeli de yok, söyle dur, nasıl olsa hepimiz duyduğumuz sözlerle yetiniriz asla ve kata söylenenler yapılıyor mu diye bakmayız… Şimdi nasıl unutacağız, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı malum zatı, nasıl unutacağız minibüsçüleri nasıl unutacağız otobüsçüleri, nasıl unutacağız ortak çalışmalarını, bu çalışmalar sırasında otobüs ve minibüslerin arkalarına asılan kocaman “mühendisler siz işinize bakın, yol yapmak bizim işimiz” sloganlarını… Ahada derler adama her yağmurda baraj gölüne dönen altgeçitler, göçen yollar vs vs… Evet ve ne yazık ki bireysel olarak mühendisler kendilerine başka yollar çiziyor olabilir ama kurumsal olarak mühendis ve mimar odaları öyle mi? Tamam seçilerek gelen yönetimlerin de hayatı yorumlarken kendi konumlandıkları noktalardan olaylara bakmaları söz konusudur, ama bu seçilerek gelen Belediye Başkanları ya da yasa koyucuları ya da siyasi otoriteyi düşündüğümüzde, göz ardı edilebilecek bir etkidedir, kaldı ki Mühendis Odaları yaklaşımlarının neredeyse tamamına katılmaktayım. Her şeyi, hayatın doğal akışına aykırı yapacağız, doğayı sorumsuz ve hesapsız kitapsız tahrip edeceğiz, imar uğruna dereleri kapatacağız, her gördüğümüz yere beton dolduracağız, derelerin üzerine kentler oluşturacağız, sel, sellap ve heyelanı düşünmeyeceğiz, ormanları yok edeceğiz, sonra da “neden böyle oluyor Allahım” diyeceğiz. Biraz ciddiyet ve biraz sorumluluk hissetmeliyiz. Neyse subasman ve kotundan çıkarak vardığımız genel bir değerlendirme oldu ama… Hülasa, kafamıza esen yere yol yapmayacağız, kafamıza esen yere kent kurmayacağız, doğa ile barış içinde yaşayacağız ki dengeler korunula… Ama insanı ile bu kadar didişen, kavga eden, aday iken her şeyi vaat eden otorite iken tam tersini yapar bir tutumu değiştirmez isek daha neler neler gelir bu başa, gelmişten ziyade bilemem ama öngörebiliyorum.

Cumartesi, Ağustos 25, 2018

ÇEŞME’NİN TARIMSAL ÜRÜNLERİ


1995 ve 1997 yıllarında gerçekleştirilen “Uluslararası Çeşme tarih ve kültürü sempozyum”larında sunulan bildirilerin “Çeşme Belediyesi” tarafından basılarak kitaplaştırılmış ancak bilim adamlarının ve araştırmacıların tamamının görüş birliğini sağlayamamış olmasına rağmen bence en ciddi Çeşme araştırmasıdır.

Mezkûr sempozyumda; Prof. Dr. Necmi Ülker tarafından sunulan “Aydın vilayet salnamelerine göre XIX. Yüzyılın sonlarında Çeşme Kazası” başlıklı bildiride; 1317 H/1899–1900 tarihli salnameye atfen, Çeşme kazasında 8061 hane, 1121 dükkân, 2 han, 2 hamam, 54 un değirmeni, 9 yağhane gibi konut ve ticari binanın yanında resmi ve dini bina olarak ta 1 hükümet konağı, 14 cami, 1 mescit, 1 tekke, 40 kilise, 3 havra, 1 rüştiye mektebi, 1 ibtida-yı zükür (erkek ilk mektebi), 1 ibtida-yı inas (kız ilk mektebi), 4 gayri müslim mektebi bulunmakta olup yine aynı yıllara ait genel nüfus 30.706 olup 15.871 erkek ve 14.835 kadından oluşmaktadır.

Yukarıda sıralanan rakamlara bakıldığında, göz kamaştırıcı bir üretim, ticaret yapıldığı sarihtir. Üretim denince dönem itibariyle de anlaşılması gereken şeyin tarımsal üretim olması gerekir ama un ve yağ fabrikalarına ve burada bahsedilmemiş tütün işleme atölyelerine de bakılınca tarım endüstrisinin de hiç geri olmadığı anlaşılmaktadır.

Çeşme’nin mikroklimatik iklimi; enginar, Çeşme kavunu, Çeşme anasonu, üzümü, Çeşme limonu, Çeşme mandalinası, Çeşme soğanı, sakızı, zeytin hurması yetiştirilmesi konusunda nicelik olmasa bile nitelik açısından mükemmel bir vasat oluşturur, ancak Çeşme tarımı maalesef bir takım aklı evvellerin empozesi ile yazlıkçı turizmine kurban edilmiştir.

Neyse, bu konuda takınılması gereken politik tutum konusundaki kelam uzmanlarınca yeterince söylendiğinden, asıl ürünler ve bu tarımsal faaliyetlerle birlikte turizmin nasıl uyum içinde yapılması gerektiği konusunda aklımızdakileri, yaşadıklarımızı örnekleyerek iktifa edelim, insanların ihtiyaçlarının kendileri tarafından karşılanması halinde nasıl mutlu bir toplum yaratılabileceği ilaveten de bu mutluluğun gelecek ziyaretçilere nasıl yansıyabileceğini uzun uzun anlatmaya gerek yoktur sanırım. Ancak yine de Marka yaratıyoruz adına, sanayileşiyoruz adına, kapitalizmin ali menfaatlerine kurban edilen küçük üreticiliğin önemi konusuna değinmeden de olmuyor. İnsanların tüketim arzularının gazına basıldığı bu dönemde, mevsimler teorik olarak karışmış, daha fazla tarımsal ilaç ve kimyasal gübre kullanılarak ürünlerin aklı karıştırılmış, o da yeterli olmamış bitkilerin ve hayvanların genleri ile oynanarak, üretim süreçlerini merkezileştirilerek insanlar üretimden uzaklaştırılmıştır. Sonra da ortaya çıkarak müsebbipliklerinden ötürü utanmaları gerekenlerin ahkam kesiyor olmalarına canım Yurdum 70 yıldan beri tanıklık etmektedir.

Büyük altüst oluşlar yaşayarak canım Yurdumuza yerleşen atalarımızın, hayatın bizatihi kendisi olan tarım ve hayvancılıktan kopmayarak, tam tersine geldikleri yerlerde uyguladıkları modern teknik ve araçları kullanarak, ihtiyaç duyulan her türlü ürünü yetiştiriyor olmalarının bahsi bugün için birilerine nostaljik takılma gibi gelebilir. Yukarıda da bahsedilen, Aydın sancağı salnamelerinden de anlaşılacağı üzere zaten bir hayli uzun zamandır, buraya adalardan getirilmiş Rum nüfusun da gayretleri ile, üzüm, incir başta olmak üzere her türlü tarımsal ürün yetiştirilmekte, ihtiyaç fazlaları da ihraç edilmekte imiş. Bu konuda yine aynı salnamelerde gümrük vergi ve rüsumlarından ihracatı, tahsil edilen öşürlerden de tarımsal üretimin boyutları gayet net anlaşılmaktadır.

Ama Çeşme’nin şifa kaynağı soğanına acı ya da göz yaşartıyor gibi bir abuk muamele yapmadan, Çeşme mandalinasına da çekirdekli diyerek burun kıvırmadan, muhteşem aroması ile Çeşme limonuna kalın kabuklu diyerek yüz ekşitmeden, tıpkı Çeşme enginarına yapılan haklı muamele, yapılmalıdır. Bugün ne yazık ki, üretici numaraları ile tezgâh kurup İzmir’den halden alınan domates, biber ve patlıcan, yok Ovacık, yok Ildırı ürünü diye satılıyor ve buna başta ben olmak üzere hepimiz göz yumuyoruz. Bamya, soğan, domates, enginar, marul, roka bile ne yazık ki birkaç üretici haricinde üretilmiyor artık. Üretici hali bu manada bir tevsik durumu oluşturmaktadır.

Nostalji gibi geliyorsa da, yukarıda olması gerektiği söylediğim metodun takip edildiği dönemlerde “kendi kendine yeten 7 ülkeden biri” idik. Çünkü insanlar ihtiyaç duyulan her şeyi imkanları ölçüsünde kendileri üretirlerdi, evet, Çeşme’de insanlar kendi ihtiyaçları için pamuk (evet pamuk) bile üretirlerdi. Kendi ihtiyacı için yeter mi diye sorulduğunu duyar gibiyim zaten her yıl yorganlar, yataklar ve yastıklar yenilenmediğine göre kendi ihtiyacını karşılıyordu, biraz kullanıldıktan sonra da her yaz sonu sokaklarda şimdilerde görülmeyen pamuk atıcıları dolaşırdı, eski yatak, yorgan ve yastıklar pamuk atıcıları tarafından yenilenirdi. Yetiştirilen koyunlardan elde edilen yünleri saymıyorum bile. Şimdi silikon ya da poliüretan yastık, yorgan ve yataklara talim, ne dediler, neden üretiyorsunuz sanayimiz size ucuz yastık, yorgan ve yatak yapacak, sonra bunları bile bile kalkacaksın “Amerika bize üretmeyin, biz size ucuzunu vereceğiz” dedi diye hayıflanacaksın. Sevsinler sizi. Çocukluğumda, bizim evimize, kendi ürünümüz, mercimek, nohut, bulgur, barbunya, mısır, fasulye, mevsimine göre biber tazesi ve kurusu, domates ev konserve ve kurusu, Çeşme kavunu (kışlık) ve karpuzu, turp, lahana, karnabahar, pırasa, kereviz, patlıcan ve kurusu, bamya ve kurusu, soğan, sarımsak, patates, zeytin, zeytin yağı, buğday, yulaf ve mısır unu, erişte, tarhana, turşu, salça, lor, peynir (kelle-sepet), yumurta (hem de gerçek gezen tavuk), long (sütlü biber turşusu), pekmez, kurutulmuş incir, üzüm ve kurusu, sirke, iç yağı, kavurma, kuru kayısı, harıp, çitlembik, kuru badem… Hem de tamamı genetiği ile oynanmamış %100 yerli ve milli tohum ile yapılırdı. Peki bu sadece bizim eve giren ürünler mi, bunların tamamı ya da benzerleri yerli herkesin hazırladığı ve tükettiği ürünler idi. Peki bunlar Çeşme’de yetişir mi idi, evet hala da yetişir ama, iklim değişikliğinin, imara kurban edilen derelerin, imar neticesinde çoğalan nüfusa su temini için açılan derin kuyuların, tarımın tukaka edilmesinin, insanların kolay yaşam tercihlerinin, turizmin yanlış anlaşılmasının vs vs gibi detayların durumu engelleyip hatta bitirdiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Yazacak kelam çok, yer sınırlı… Görüleceği üzere tarımsal sanayi ürünlerine fazlaca giremedik…

Neden şimdi yapmıyorsun diye soranlara da yukarıda yazdıklarımın tamamı kendime eleştiridir, kimseyi hedef almaz, kimse üstüne alınmasın diye cevap veriyorum… Her şeyin müsebbibi benim vallahi…

Pazar, Ağustos 12, 2018

MÜHENDİS YAKLAŞIMI


Karadeniz’de önce Rize sonra Ordu ve yine Rize sel felaketi ile sarsıldı, büyük acılar ve kayıplar yaşandı… İnsanın yüreği kaldırmıyor tüm bu yaşananları… Gördükçe insanın çaresizliğini doğa karşısında, göz yaşları sel oluyor bu tarafta da… Yaşanan bu olaylar karşısında çaresiz kalan insanoğlunun siyasi temsilcisi ne diyor; “Allah'ım yardım et batıyoruz”… Yahu, Allah’ı felaket anında mı hatırlıyorsunuz derler adama… Evet Allah’tan yardım istemeyi anlıyoruz ama mefhumu muhalifinden de bakınca çıkan mana aynen şu olmuyor mu? “Artık bizim yapacağımız bir şey yok, elimizden bir şey gelmez, buraya kadar, bundan sonrası takdir-i ilahi”… Maalesef gelinen nokta bu, hani “siz mühendisler  karışmayın yol yapmak bizim işimiz” diye afişler bastırtıp otobüslerin, minibüslerin ve taksilerin arkasına astırmıştınız ya, ihale yaparken, nema-mama ilişkileri kurulurken özgüven patlaması yaşıyordunuz ya, işte bu yaşanan felaketlerin sorumlusu olarak ilk akla bunlar geliyor… Kimse yanlış anlamasın, bu yalnız Karadeniz’i tehdit eder bir durum değildir, aynı şeyler İzmir, İstanbul gibi büyük kentler başta olmak üzere canım Yurdumun her karışında yaşanabilir… Allah muhafaza Çeşme’de 1960’lı, 1970’li yıllardaki yağmurlar olsun da… Seyreyle vaveylayı… İmar uğruna, Türkçesi rant uğruna kapattığımız dereler, en büyük felaketimiz olabilir.

Mühendis Odalarının yanlışı olmadı mı sefil yaklaşımını bırakın; konu o değil, ne yazık ki Karadeniz Sahil Yolunun ihale duyurusunun ve ihalesinin yapıldığı günden itibaren, Mühendis Odalarınca yazılan makaleleri ya da hazırlanan raporları dikkate almayanlardır bu işin sorumluları… Türkiye çok hızlı gelişecekmiş ama bu Mühendis Odaları var ya, her şeye engelmiş, sevsinler sizin mantığınızı…

Peki durum böyle iken; yaşanan ikinci Rize sel felaketinden sonra, bir İnşaat Mühendisi olan Sn. Bakanımız ne diyor, “Altyapılar hiçbir zaman bu yağışlara göre hesap edilemez” … Hay Allah, şimdi ne diyeyim bu meslektaşım olan Sn. Bakana… Hani Rize Belediye Başkanını tam yeni ve zor kabullenebilmiş yani unutabilmiş iken, bir kocaman gaf daha… Bir inşaat mühendisi nasıl böyle diyebilir, anlaşılır bir şey değil, akıllara zarar… Düşündüm, düşündüm ve dedim ki “olsa olsa bilimi, aklı duygularının arkasına saklayan bir durumdur bu”, çünkü mühendisliğin temeli “en gayri müsait durumlara göre” öngörüler oluşturmak ve hesap yapmaktır. Hani bireysel olarak bir mühendis diyelim ki bu altın kuralı unuttu, atladı ya da göz ardı etti, Devlet kurumsal olarak böyle bir şeyi yapabilir mi, zinhar… Neyse biz yine de Sn. Bakanın yaşanan felaketinin üzerinde yaşattığı üzüntü içerisinde ve sehven bu kelamı ettiğini düşünelim… Düşünelim ki hem ruh sağlığımıza hem de canım Yurdumun geleceğine ilişkin sıkıntılar yaşamayalım. Azıcık lütfedilip te bakılsa, DSİ (Devlet Su İşleri) rasat raporlarına, su izleme raporlarına, sel sellap kayıtlarına, ama nerde… İstatistiğin bilime katkılarının, milletin siyasi nabzının tutulmasından öte bir anlamı olduğunu bir anlayabilse idik, neler değişirdi hayatımızda, neler… Efendim, denilebilir ki, yahu bu işi bilimsel ve teknolojik gelişmelere uygun takip eden ülkeler de benzer şeyleri yaşıyorlar, evet yaşıyor olmuş olabilirler ama hiçbirisi “benim oğlum bina okur döner döner tekrar okur” modunda değildir, tekerrür sıklığı da gözden kaçırılmaması gereken önemli bir detaydır. Düşünün ki; Netherlands’ta (anlamı da deniz seviyesinden alçak topraklardır) böyle bir şey yaşanacak, afet 3-5 kelime ile geçiştirilecek, zinhar olamaz… Anladık, istatistik, rasat, etüt ve rapor gibi şeyler önemli değil bari en ilkel öğrenme yolu “dene-yanıl” ı da layıkıyla yapalım da, bu tekrar tekrar yaşananlara önlem alalım. Sürekli “doğa korunmalı” diye avaz avaz bağıran mühendisleri tahkir, tehdit ve hedef etmekten behemehâl vazgeçilmeli ve doğa elma gibidir, eğer kabuğunu soymazsan uzun süre saklayabilirsin yok kabuğu soyarsan hemen bozulmaya başlayacaktır ilkesine sıkı sıkıya tutunulmalıdır. Melih Gökçek yaklaşımı göstermeyin diye yalvaran bu ülkenin Mühendis Odalarının anayasal önemli bir kurum olduğunu ve yönetimlerinin de hukuk denetimi ile demokratik seçimlerle geldiğini asla ve kat’a unutulmadan ve yapılan ikaz ve itirazları teknik ikazlar olmasına rağmen sürekli siyasi ve ideolojik yaklaşımdır mütalaası ile kenara ile itelemeden hareket edilmelidir, aksi taktirde daha çok sıkıntı yaşanır Canım Yurdumda… Halk arasında bir söz vardır; “bu kafa ile gidersen askere vallahi alamazsın tezkere”…

Canım Yurdumun Mühendis Odaları bu ülkenin milli ve yerli değerleri ile donatılmış kurumlar olup tereddütsüz herşeyi ile sahip çıkılmalıdır, yaptıkları çalışmalar ve neticesinde hazırlanan analiz ve raporlar önyargıdan azade ve tereddütsüz göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü Mühendislik, pozitif bilimlerden ve doğadan ilham alarak, bilimsel yorumlama, analitik yaklaşımların neticesinde ortaya çıkan bir yaratıcılık biçimidir adeta. Tüm hesaplamalar, en gayri müsait durumlara göre yapılır ve icra edilir, yoksa Allah muhafaza düşünsenize hayatınız boyunca bir defa evinize 20 adet çok şişman akrabanız geldi, bilesiniz ki bu son defa gelişleri olur…

“Mühendis Yemini” ederek meslek yaşamına başlayan Mühendislerin de yemininin, tıpkı siyasi ve yasa yapıcıların yemini kadar kutsal olduğu bilinci ile yemini bir kez daha hatırlatmak istiyorum. “Bana verilen Mühendislik ünvanlına daima layık olmaya; onun bana sağladığı yetki ve yüklediği sorumluluğu bilerek, hangi şartlar altında olursa olsun, onları ancak iyiye kullanmaya; yurduma ve insanlığa yararlı olmaya, kendim ve mesleğimi maddi ve manevi alanlarda yükseltmeye çalışacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim.” Haaa bu yemine sadık olmayanlar var mıdır bireysel olarak, şüphesiz var, hem de yeminine sadık kalmayan siyasiler kadar, bundan eminim yoksa, nasıl izah ederiz bir depremde resmi rakamlara göre 19.500, gayri resmi rakamlara göre 40.000 insanın yitirilişini… Hadi diyelim Karadeniz’de sel felaketi oluştu, yeni havaalanındaki pist çökmeleri neden idi? Neden neden…

Bu vesile ile herkesi bir kez daha meslek ilke ve yeminlerine sadık kalmaya davet ediyorum…

Pazartesi, Ağustos 06, 2018

“DUYMADIK, BİLMİYORDUK, GÖRMEDİK” hafifliği


Amersfort Toplama Kampını geziyoruz, yaşananları duydukça, okudukça ve izlerine baktıkça karmakarışık duygulara kapılıyoruz, aklımız bulanıyor, dehşete kapılıyoruz, daha önce bildiklerimizin üstüne. İnsanlar nasıl bu kadar vahşi oluyor ve daha önemlisi bu vahşete gözlerini, kulaklarını ve dillerini kapatıyorlar, inanılır gibi değil. Neymiş; haksızlığa sessiz kalan kör şeytandır, sevsinler sizi. Hani insan yaradandan ötürü sevilirdi, bu torpaklar bunu görmemiş ya da yanlış anlamış sevgi yerini nefret almış, nefreti de büyük yok edişler takip etmiş. Eeeee, çocuklarınızı nefret ve kinlerini unutmamak üzerine yetiştirirseniz, sonuç bu olur kaçınılmaz olarak.

Amersfort toplama kampı, Hollanda'nın Utrecht yakınlarındaki Amersfort kasabasında, hemen şehir dışında orman içerisinde nispeten gözlerden uzak, insanları yoketme merkezlerine sevk için kullanılan bir nazi toplama kampıdır. Kamp toplama-sevk istasyonu olduğundan ötürü, toplu katliamların olduğu kaydı bulunmamakla birlikte kamp sakinlerine direnmeleri halinde neler olacağı kabilinden öldürmeler yapılmıştır, ders olsun kabilinden. Hatta kampta savaş halinde bulundukları Sovyetler Birliği askerlerinden esir alınanların bir kısmı buraya getirilip, önce kentin sakinlerine bilahare de kampın sakinlerine gösterilerek, katledilmişler.

Almanya'nın Nürnerg kentinde savaş sonrası, hepsi olmasa bile, saf değiştirmeyen savaş suçlularının yargılanması sürecinde, yaşanan vahşetin, katliamların, soykırımın, alçaklığın farkında değilmiş gibi davranmaları, bilmiyorduk, görmedik, duymadık, haberimiz olmadı gibi yaklaşım göstermeleri, başta bizim 12 Eylülcü faşistlerimize olmak üzere tüm diktatöryal yapılara örnek teşkil etmektedir. Tanıklıklarına başvurulan Almanya vatandaşlarının ifadelerinde, “tercih edilmiş, suskunluğu” görmek mümkün olmaktadır. Genellikle; “görmediniz mi, duymadınız mı” gibisinden sorulara verilen cevaplar bunun teyidini oluşturmaktadır açıkçası.

Suskunluk yaşanan her rezaletin itirafıdır adeta. Milyonlarca ikomünist, sosyalist, yahudi, çingene, sinti ve de hülasa muhalif yakıldı, işkence edilerek öldürüldü, aç bilaç bırakılarak ölüme mahkum edildi, tüm muhalifler ortadan kaybedildi, sen yahdaş medyanın abartılı adeta açıktan yalan bilgilerinin takipçisi olup görmedim duymadım bilmiyordum diyeceksin, biz de buna inanacağız, bu tam tamına “herkesi kör alemi sersem” varsayma yaklaşımıdır. Alman Diktatörlüğünün; “devletin bekası, varlığı, birliği ve dirliği” safsatası ile milyonlarca Alman vatandaşının rızalarına binaen, autobahnlar yapıldı, kömürler verildi eda ve mamasıyla hipnotize edilmesi neticesinde hemen herkesin açıktan bildiği ama gerek “ekmek parası” gerekse de “korku” yaklaşımı ile bilmezden gelmesinin tercih edilmesi noktasına gelinmiştir. Sağın solun savaş, hem de içerde ve dışarıda dehşetli bir vaziyette ise, insanlar ölüyorsa, bombalar patlıyorsa, kurşunlar gencecik delikanlıların canını sonlandırıyorsa, her Alman bilmeli idi ki, tüm bunlar kendilerinin; her silah, her uçak, her tank, her denizaltı fabrikasının açılışında alkışladıkları ile doğru orantılıdır. Ama nerde o Alman da o yürek, o akıl ve izan... Görmezden gelmek ya da görmezden gelmeyi tercih etmek kendisininde suçlu sayılabileceği bir ruh halinin terk edilmesidir. Netekim öyle de yapmış ve diğer dünya halklarına örnek teşkil etmişlerdir.

Bugün Avrupa'nın birçok kentinde olduğu üzere, Amersfort kentinde de dolaşırken, bazı evlerin önünde siyah küçük siyah granitler üstüne o mezkur evden kimlerin götürüldüğüne dair bilgilerin yazıldığına tanıklık edilmektedir. Meslek, yaş, cinsiyet ya da ırk bilgileri bulunan bu granitler yaşanan vahşetin birer şahididirler ama dünya bu yaşanmışlıklardan yeterince ders almışmıdır. Zannetmiyorum, etrafıma bakınca bu yaşananlar hiç ders alınmış bir hava vermiyor. Ama hala benzer şeyleri yaşatanlara da, yaşayıp ta susanlara da Allah selamet versin.

Sıkı Nazi destekçisi olan ancak sonradan yolları görünürde başka, gerçekte başka gerekçelerle ayrılan ünlü papaz Martin Niemöller bilindiği üzere önce asker sonradan olma din adamı olup, bilahare otorite ile terse düşer ve açıktan muhalefete başlar. Faşizm altında inim inim inleyen Almanya'da Nazilerin önce kendilerinden olmayanları sonra da kendilerini desteklemeyenleri ve bilahare de kendilerine biat etmeyenleri derdest etme çalışmaları uyarınca toplama kamplarına yolu düşer. Çok geç olmasına rağmen, “susma sustukça sıra sana gelecek” sloganının prototipi sayılacak; “naziler önce komünistler için geldiler, bir şey demedim çünkü komünist değildim. sonra yahudiler için geldiler ve bir şey demedim çünkü yahudi değildim. sonra sendikacılar için geldiler ve bir şey demedim çünkü sendikacı değildim. sonra katolikler için geldiler ve bir şey demedim çünkü katolik değildim. ve sonra benim için geldiklerinde ise çevremde benim için bir şeyler diyecek kimse kalmamıştı” sözünü sarf etmiştir. Peki bugün bu yaklaşım dünyaya örnek teşkil etmektemidir, zinhar hayır... Ders alınmadıkça tarih tekerrürden ibaretmiş ya, işte öyle... Benim oğlum bina okur döner döner yine okur misali...

Yine de tuhaf olan, yaklaşık 1.000.000 Roman, Sinti, Laleri yok edilerek soykırıma uğrar ama onların sinemacısı, romancısı, gazetecisi vs vs olmadığı için dünyanın her köşesinde kendilerini anmaya yönelik anıtlar dikilememiştir, filmler çevrilememiştir, romanlar yazılamamıştır, diğerleri kadar... Kişisel görüşüm o ki; bu sayılsal bir mesele olmaktan ziyade enternasyonel sermayenin ehemmiyeti meselesidir. Sosyalistlerin, komünistlerin katledilmelerini ise kendi yandaşlarından başkaları anımsamak bile istememektedir anlaşılan. Ne de olsa onlar komünist, onlar sosyalist. Onlar zaten aritmetik bir figür bile oluşturmaktan ziyade bir durumdadır, batılı sinemacıların ve romancıların gözünde

Eyyyy Almanlar; hadi yakılan, canlı canlı kesilen insanları duymadınız görmediniz, Avusturya'nın, Çek Cumhuriyetinin, Polonya'nın işgal edilmesini de mi duymadınız... Savaş esirlerinin ibret kabilinden sizlere stadyumlarda, sokaklarda perişan, aç bilaç ölüme hazırlanışını da mı görmediz?

Hadi ulan oradan, “hepiniz; duymuştunuz, biliyordunuz, görmüştünüz”... Bırakın bu vicdanınızı rahatlatma, içinizi bastırma, alemi kandırma numaralarını, biz yemiyoruz, yiyenlere de afiyet-i gülbahar...