Çarşamba, Ekim 31, 2018

TURGUT’UN YERİ


Deniz nasıl olmalıdır sorusuna; insanların hayallerinin, düşüncelerinin ve tasavvurlarının tezahürünün akla ve dile ilk getireceği yer, “Arka deniz”, “Sancak” ya da “Karakol Denizi” olmalıdır bence, olmalıdır çünkü Homeros’un “Şarap Denizi Ege” tanımlaması tam da buralarda gerçekleştiğinin şahitliği yapılabilsin. “Güzel Deniz”, üşütmemeli, serinletmeli, suyu berrak olmalı, kumu kristali andırmalı, yavaş yavaş derinleşmeli, yürüyerek metrelerce ilerler iken yumuşacık kumun ayak tabanına adeta masaj yapar hazzını tatmalı insan, yani esasında hem yüzmeli hem de yürümeli, voleybol, yakan top hatta futbol bile oynamanın keyfini yaşamalı, vs vs… Kıyıda pırıl pırıl parıldayan kumlara, serilmek ama kristal kumun vücuda yapışmasına izin vererek yani direk kuma serilmek, öyle havlu vs gibi irtibat ve temas engelleyen eşyalar kullanmadan yani topraklamanın hasını yaparak, denize doğru bakarak Sakız Adası ile oluşan Boğazı görerek, ilerilerde, ta uzaklarda Ege Adalarının birbirlerine birer legonun parçalarıymış gibi yaklaşan coğrafyalarını hayal ederek… Suyu serindir, üşütmez ama serinletir, dedik ya, “Altın Kum” belki yeraltı suları, belki açık deniz olması, belki akıntının yüksek olduğu bir boğaz oluşturması, belki de derin olması vb nedenlerle böyle bilinir. Aman tanrım bu ne güzellik be, yaz ne çabuk bittin diyesi geliyor insanın ya da hadi çabuk gel yaz…

Tam bir özgürlük alanı idi, zaten müdavimleri de özgürlüklerine son derece düşkün bir kuşağın bir bölüm mümessilleri “Hippiler” olunca da, Pink Floyd’un “Another Brick In The Wall” albümünden “Hey! Teachers! Leave them kids alone” ile “We don’t need no education” ve “We don’t need no thought control” cümleleri ile kendisini öne çıkaran politik tutum ve başkaldırı, yaşama kültürünü ve müziğini daha politik kılar ama aynı zamanda duygusal ve ruhsal da yapar. Bu ruhsallık bir yanı ile “don't war make love” gibi savaş karşıtlığı ve müesses nizama başkaldırı ya da aykırı durma diğer yanı ile de kapitalizm ile uyum tesisi adına kendilerini “teskin”e yönelirler, teskin edicileri ile… Ama temelde hayatın doğallığı yer yer hayatın sefilliğine kadar varsa da, “doğal olmak” ve “özgür olmak” merkez düşünce olunca, mezkur toplumda sefalet olsa dahi doğaya en az müdahale, doğayı değiştirme yerine ve tezine rağbet etmeden doğa ile uyum hatta doğaya teslim olmaya varan hümanizm (izmler vardır ve olacak) hakimiyeti çıkar ortaya. Evet bu ruh hali ve dünya görüşüne sahip insanlar için artık kontrolün az olacağı ya da hiç olmayacağı hatta otoritenin hiç hissedilmeyeceği bölgeler muteber ve hedeftir. Soğuk savaşın perişan ettiği canım Yurdumun malum ortamında her yer karakollaştırılır iken, burada iş tersten çalışarak, adının bile bulunan jandarma karakolundan mülhem “Karakol Denizi” artık karakol ihtiyacı kalmamıştır denilerek adeta özgürlüğe terk edilmiştir. Gerçi “Kanadalı Kadın”ın komünist bağlantılarından meşkuk tüm dikkatler tavuk çiftliğinde olsa gerek ya da belki de yurt dışında “gece yarısı ekspresi” filminin yarattığı yankının içerideki iklimi turistik manada ehven ve makul noktaya getirmesinden olsa gerek tavuk çiftliğinin biraz aşağısı sahil bandı görece mülayimdir. Burada artık özgürlüğüne düşkün bir başka manada da teskine düşkün Avrupalı zevatın ciddi manada yer aldığını söylemek mümkündür. Bu sayede o kadar ünlüdür ki burası artık, Avrupa da bazı turizm tanıtım broşürlerinde Çeşme adı geçmez iken, “Turgut’un yeri” spotu ile flaş bir tanıtıma yer verilmekteydi. Ancak bunda Turgut Erol’un da şahsi gayret, katkı ve çabalarını görmezden gelemeyiz. Yukarıda ziyadesi ile yapılan özgürlük hava tarifine mütenasip bir düzen oluşmuş ve yürümektedir, Turgut’un yerinde… İnsanlar kendilerini tamamen içtenlik ve samimiyetle kendi evlerinde hissetmektedirler. Her şey son derece doğal ve ilkel yürümektedir, su arkadaki keson kuyudan kovalarla çekilerek temin ediliyor, hatta kuyu buzdolabı vazifesi de görüyor. İnsanlar 2 yumurta alıp kendileri pişiriyor, ne yediklerini, ne içtiklerini herkesin bir veresiye sahifesi olan kara kaplı deftere kendileri yazıyor, ayrılık gününde de kendileri hesaplıyor, borcum bu kadar deyip Turgut ile helalleşip gidiyorlar… Kuyuda bir kova içinde sarkıtılarak soğutulmuş biralar içilir aynı şekilde veresiye defterine içen tarafından yazılır, hesap gününe kadar birikir idi… Arkadaki kuyuda birkaç tane kova olurdu, kovalarda şimdiki gibi plastik değil, saç kovalardı, şaraplar, biralar ve gazozlar orada soğurlardı soğuyabildikleri kadar, imkan bu, doğal hayat işte… Elektrik yok, KDV bilinmiyor daha doğrusu daha icat edilmemiş ya da ihtiyaç oluşmamış, hatta devlet vergi konusunda bile ısrarcı değil belki de kayıt bile yok, ulaşım bugünkü gibi 30 dakikada kalkan minibüslerle değil, araban var ise sorun yok, yok ise tabanvay çözülür idi… Yol bile yok denecek durumda idi… Gece tabanvay gitme talebi ise Kasım Hocaların ahırların oradaki köpeklerin varlığının hatırlatılması nedeni ile sürekli iptal… Domatesler, biberler, patlıcanlar ve salatalıklar bugünkü gibi merkezi ve hantal para soğurucu firmaların tohumlarından değil, tamamı milli ve yerli tohumdan yetiştirilir idi… Kavun ve karpuz zaten nerdeyse tohumu atsan fışkırıp yetişecek gibi olurdu canım köyümde.

Arka deniz ya da sancak denizi ne zaman “Altın Kum” oldu tam hatırlamıyorum ama 70’li yılların sonunda artık yukarıda bahsedilen Avrupa’da basılan turistik tanıtım broşürlerinde “Altın Kum” diye yazılmakta idi… İşte bu adı Turgut Erol’a borçluyuz, onun doğallık adına ve bir daha bir benzerinin kurulma imkânı olmayan komükapitalizm sistemine borçluyuz. Bu vesile ile Turgut Erol’a bir kez daha teşekkür ediyorum…


Hiç yorum yok: