Deniz
nasıl olmalıdır sorusuna; insanların hayallerinin, düşüncelerinin ve
tasavvurlarının tezahürünün akla ve dile ilk getireceği yer, “Arka deniz”, “Sancak”
ya da “Karakol Denizi” olmalıdır bence, olmalıdır çünkü Homeros’un “Şarap Denizi Ege” tanımlaması tam da
buralarda gerçekleştiğinin şahitliği yapılabilsin. “Güzel Deniz”, üşütmemeli,
serinletmeli, suyu berrak olmalı, kumu kristali andırmalı, yavaş yavaş derinleşmeli,
yürüyerek metrelerce ilerler iken yumuşacık kumun ayak tabanına adeta masaj
yapar hazzını tatmalı insan, yani esasında hem yüzmeli hem de yürümeli,
voleybol, yakan top hatta futbol bile oynamanın keyfini yaşamalı, vs vs… Kıyıda
pırıl pırıl parıldayan kumlara, serilmek ama kristal kumun vücuda yapışmasına
izin vererek yani direk kuma serilmek, öyle havlu vs gibi irtibat ve temas
engelleyen eşyalar kullanmadan yani topraklamanın hasını yaparak, denize doğru
bakarak Sakız Adası ile oluşan Boğazı görerek, ilerilerde, ta uzaklarda Ege
Adalarının birbirlerine birer legonun parçalarıymış gibi yaklaşan
coğrafyalarını hayal ederek… Suyu serindir, üşütmez ama serinletir, dedik ya, “Altın
Kum” belki yeraltı suları, belki açık deniz olması, belki akıntının yüksek
olduğu bir boğaz oluşturması, belki de derin olması vb nedenlerle böyle
bilinir. Aman tanrım bu ne güzellik be, yaz ne çabuk bittin diyesi geliyor
insanın ya da hadi çabuk gel yaz…
Tam
bir özgürlük alanı idi, zaten müdavimleri de özgürlüklerine son derece düşkün bir
kuşağın bir bölüm mümessilleri “Hippiler” olunca da, Pink Floyd’un “Another
Brick In The Wall” albümünden “Hey! Teachers! Leave them kids alone” ile “We
don’t need no education” ve “We don’t need no thought control” cümleleri ile kendisini
öne çıkaran politik tutum ve başkaldırı, yaşama kültürünü ve müziğini daha
politik kılar ama aynı zamanda duygusal ve ruhsal da yapar. Bu ruhsallık bir
yanı ile “don't war make love” gibi savaş karşıtlığı ve müesses nizama
başkaldırı ya da aykırı durma diğer yanı ile de kapitalizm ile uyum tesisi
adına kendilerini “teskin”e yönelirler, teskin edicileri ile… Ama temelde
hayatın doğallığı yer yer hayatın sefilliğine kadar varsa da, “doğal olmak” ve “özgür
olmak” merkez düşünce olunca, mezkur toplumda sefalet olsa dahi doğaya en az
müdahale, doğayı değiştirme yerine ve tezine rağbet etmeden doğa ile uyum hatta
doğaya teslim olmaya varan hümanizm (izmler vardır ve olacak) hakimiyeti çıkar
ortaya. Evet bu ruh hali ve dünya görüşüne sahip insanlar için artık kontrolün az
olacağı ya da hiç olmayacağı hatta otoritenin hiç hissedilmeyeceği bölgeler
muteber ve hedeftir. Soğuk savaşın perişan ettiği canım Yurdumun malum
ortamında her yer karakollaştırılır iken, burada iş tersten çalışarak, adının
bile bulunan jandarma karakolundan mülhem “Karakol Denizi” artık karakol
ihtiyacı kalmamıştır denilerek adeta özgürlüğe terk edilmiştir. Gerçi “Kanadalı
Kadın”ın komünist bağlantılarından meşkuk tüm dikkatler tavuk çiftliğinde olsa gerek
ya da belki de yurt dışında “gece yarısı ekspresi” filminin yarattığı yankının
içerideki iklimi turistik manada ehven ve makul noktaya getirmesinden olsa
gerek tavuk çiftliğinin biraz aşağısı sahil bandı görece mülayimdir. Burada
artık özgürlüğüne düşkün bir başka manada da teskine düşkün Avrupalı zevatın
ciddi manada yer aldığını söylemek mümkündür. Bu sayede o kadar ünlüdür ki
burası artık, Avrupa da bazı turizm tanıtım broşürlerinde Çeşme adı geçmez iken,
“Turgut’un yeri” spotu ile flaş bir
tanıtıma yer verilmekteydi. Ancak bunda Turgut Erol’un da şahsi gayret, katkı
ve çabalarını görmezden gelemeyiz. Yukarıda ziyadesi ile yapılan özgürlük hava
tarifine mütenasip bir düzen oluşmuş ve yürümektedir, Turgut’un yerinde…
İnsanlar kendilerini tamamen içtenlik ve samimiyetle kendi evlerinde
hissetmektedirler. Her şey son derece doğal ve ilkel yürümektedir, su arkadaki keson
kuyudan kovalarla çekilerek temin ediliyor, hatta kuyu buzdolabı vazifesi de
görüyor. İnsanlar 2 yumurta alıp kendileri pişiriyor, ne yediklerini, ne
içtiklerini herkesin bir veresiye sahifesi olan kara kaplı deftere kendileri
yazıyor, ayrılık gününde de kendileri hesaplıyor, borcum bu kadar deyip Turgut
ile helalleşip gidiyorlar… Kuyuda bir kova içinde sarkıtılarak soğutulmuş
biralar içilir aynı şekilde veresiye defterine içen tarafından yazılır, hesap
gününe kadar birikir idi… Arkadaki kuyuda birkaç tane kova olurdu, kovalarda
şimdiki gibi plastik değil, saç kovalardı, şaraplar, biralar ve gazozlar orada
soğurlardı soğuyabildikleri kadar, imkan bu, doğal hayat işte… Elektrik yok,
KDV bilinmiyor daha doğrusu daha icat edilmemiş ya da ihtiyaç oluşmamış, hatta
devlet vergi konusunda bile ısrarcı değil belki de kayıt bile yok, ulaşım
bugünkü gibi 30 dakikada kalkan minibüslerle değil, araban var ise sorun yok,
yok ise tabanvay çözülür idi… Yol bile yok denecek durumda idi… Gece tabanvay
gitme talebi ise Kasım Hocaların ahırların oradaki köpeklerin varlığının
hatırlatılması nedeni ile sürekli iptal… Domatesler, biberler, patlıcanlar ve
salatalıklar bugünkü gibi merkezi ve hantal para soğurucu firmaların
tohumlarından değil, tamamı milli ve yerli tohumdan yetiştirilir idi… Kavun ve
karpuz zaten nerdeyse tohumu atsan fışkırıp yetişecek gibi olurdu canım
köyümde.
Arka
deniz ya da sancak denizi ne zaman “Altın
Kum” oldu tam hatırlamıyorum ama 70’li yılların sonunda artık yukarıda
bahsedilen Avrupa’da basılan turistik tanıtım broşürlerinde “Altın Kum” diye
yazılmakta idi… İşte bu adı Turgut Erol’a borçluyuz, onun doğallık adına ve bir
daha bir benzerinin kurulma imkânı olmayan komükapitalizm sistemine borçluyuz. Bu
vesile ile Turgut Erol’a bir kez
daha teşekkür ediyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder