Salı, Mayıs 25, 2010

EFENDİLERE DİRENEN KÜBA

Kapitalist dünyanın efendi yöneticileri, kendini büyük toprak sahiplerinden, aristokratlardan, bankacılardan ve her türlü sömürgeci ve sömürücüden, demokrasiyi hiçe sayanlardan kurtaran, dünyaya çok önemli bir örnek teşkil eden büyük bir devrim sonucu doğan Küba’yı içlerine sindirmeye hiçbir zaman yanaşmamışlardır, yanaşmamaktadırlar ve de yanaşmayacaklardır bu çok açıktan görülmektedir. Kendileri açısından dünyayı ve kendi sistemlerini tehdit ettiğini düşündükleri bu sisteme dolayısı ile de bu ülkeye karşı hiçbir zaman, (ancak görülebildiği ölçüde) olağan sayılacak ekonomik, siyasi ilişkiler kurulabilecek bir ülke gözüyle bakmamaktadırlar ve bu uğurda yapılan hiçbir davet ve öneriyi olumlu değerlendirmemektedirler. Bu aşağılanan, horlanan ve efendilerine karşı büyük bir üstünlük sağlayan bu ayak takımının yarattığı devrimi boğmak için, her türlü uluslararası zorbalığa varacak ölçüde, ekonomik ve ticari ambargo yanında silahlı saldırılar, planlı-örgütlü sabotajlar, her fırsatta uluslararası çağrıları ile yıkım müteahhitleri edasıyla yaklaşım devam etmektedir ve edecektir taa ki kendilerince nihai maksat hâsıl olana kadar. Kendilerinden olmayanların yıkılması, yaşamaması hülasa örnek teşkil etmemesi açısından, bu efendilere göre her yol mübahtır, hatta maksadın hasıl olması açısından Makyavelizm olmazsa olmazdır.

Küba devrimi destanından sadece Che ve Fidel’i akılda tutarak onları ön plana çıkaranların maksatlarının bu açıklığı karşısında, sanki devrimin ömrü onların ömürleri ile ölçülecektir ve sınırlıdır ince ve hain dayatmaları karşısında bütün uyanıklığını gösteren Kübalıların başarısının daim kılınması ve hatta benzer ülkelerinin sayılarının artması, Kapitalist dünyanın efendilerinin pervasızca ve ahlaksızca saldırıları ve dünyanın tek hâkimi rolünü oynamalarına engel oluşturacağı gerçeğinin dünya halkları tarafından bilinmesi gerekmektedir ve hatta bu uğurda elden ne geliyor ise yapılmalıdır. Elbette Kübalılar, dün sıtmadan kırılır iken, doktor bulamamazlığın ilaç bulamamazlığın bulsa da alamamazlığın, nüfusun çok önemli bir bölümünün okur-yazarlığının olmamasını ve bu yüzden sömürünün katmerleştiği dönemi unutmayacak ve bugünün kadrini bilecek kadar bilinç açıklığı ve uyanıklığı gösterecek gibi görünse de; unutmayalım ki karşılarında ki “tek dişi kalmış canavar” “su uyur düşman uyumaz” şiarı ile kendi disiplini içerisinde hamle sırasının kendisine tekrar gelmesini avuçlarını ovuştura ovuştura beklemektedir.

Sonuç olarak; insanlığın konuya “ya siyah ya beyaz” yargısı ile bakabilmesi ve toptancı bir yaklaşım temini amacı ile Dünyanın şu an ki efendileri tarafından yapılan büyük propagandalara rağmen Küba’nın siyahları olmasına rağmen beyazlarının sayısının önemli miktarda olduğu gerçeğini de yadsımadan, Küba pratiğinin dünyamıza ve insanlığa kazandırdıklarını göz ve kulak ardı etmeksizin yaklaşım göstermek her insanın her şeyden önce en temel insanlık görevidir. Büyük nefretlerin ve suçlamaların hedefi haline getirilmeye çalışılan bu ülkenin bu anlamda bir nişan tahtası olmasına izin verilmemelidir. Verilmemelidir ki; demir yumruklu diktatörlerin ülkelerinde uluslararası sömürünün, tüyler ürperten cinayetlerin, tenkilin, işkencenin, soygunun ve insanı haklarının ihlalinin ve insanın yok sayılmasının ve bu uğurda da kapitalist dünyanın efendilerinin değirmenine su taşınmasının önüne geçilebilmesinin bayrağı yükseltilebilsin. Yine uygarlığın temsilcisi unvanı kendinden menkul bu efendiler; yaygın bir biçimde Küba devriminin saygın önderlerini dünyanın en kanlı diktatörleri olarak simgeleşen bazı kişilerle birbirlerine yakın uygulamaların insanı olarak göstermek konusunda hiçbir utanmazlığa ve aymazlığa düşmeden çaba göstermektedirler ve bu benzeştirme çabalarının ki bunlar artık saldırıların birinci sırasında tutulmaya çalışılıyor ve bu hileli ve defolu yaklaşımla kişiler üstünden de sistemleri lekelemeye çaba göstermektedirler. Belli ki bu çabalar neticesinde her yerde ve her koşulda; demokrasiyi, insan haklarını, özgürlüğü sağlayacak en iyi sistemin kendi sistemleri olduğunu beyinlere yerleştirmeye çalışıyorlar ama unutuyorlar bizim unutmadığımızı daha yeni komşumuz Irak’ta yaptıklarını, nerede ise 1.000.000 dan fazla insanı öldürdüklerini veya ölümlerine neden olduklarını, nasıl bu kadar açıktan yalan söyleyebilirler ama biz biliyoruz ki bunlar propagandanın babası sayılan Göbells’in torunlarıdırlar ve onlara göre “yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur” her zaman tek ve geçerli yoldur ve yine biz biliriz ki her sistemde olduğu üzere teorik öngörüler ile pratik sonuçlar arasındaki makas açıktır ne yazık ki…

Kapitalist dünyanın efendilerinin olağanüstü önlemlerine rağmen varolma savaşı verilen bu ada ülkesinde yine kapitalist dünyanın efendilerinin bir tek karşı çıkmadığı hatta el altından da olsa desteklediği ekonomik faaliyet var o da turizm. Bu efendiler turizmin nasıl bir mikrop ve virüs olduğunu iyi bilirler ve bilirler ki bu yolla bir ülkeyi içten en kalıcı biçimde yok etmenin en etkili yoludur ve işte bu yüzden bu konuda niyet gösteren her ülkeyi sonuna kadar desteklerler ve bunu yaparken de hiç bir şeyden imtina etmezler. Örneğin Türkiye’de 24 ocak kararlarının siyasi lokomotifi 12 Eylül faşist cuntası ise sosyal lokomotifi de uluslararası entegrasyon adına turizm olmuş ve uluslararası efendiler ile yerli işbirlikçileri başta Turgut Özal olmak üzere ilgili sektörü hiçbir destekten azade tutmamışlardır. Ama biz yine biliriz ki; uluslar arası her kurum ve kuruluş ne yazık ki bu efendilerin himayesi altındadır hatta bunlardan karşıt olduğu izlenimi verenler bile öyledir ki örneğin Unesco kültür mirasına Trinidatın girmesi Havana’nın girmemesi bile sadece değerlendirme neticesi değil, ayrıca bir ayıp değil nasıl bir şartlanmışlık olduğunun ve dünyanın efendilerinin kontrolü altında olan her kurum ve kuruluşun nasıl hinlik ve cinlik ve ince düşmanlıklarının da merkezi olduğunun çok açık bir göstergesidir. Böyle iddialı iddialı biz biliriz diyorum ama bunları bilenlerin sayısı mı azdır yoksa bilip ses çıkarmayanlar mı çoktur işte bu ciddi kaygı unsuru olup bilmeyenlere öğretmenin kolay olduğunu bilerek ses çıkarmayanlara ise yapılacak bir şeyin olmadığını da iyi biliriz.

Cuma, Mayıs 21, 2010

YANLIZLIĞIN PAYLAŞILDIĞI YER: NEZİR’İN KULESİ



Şimdi sizlerle gündemde olmayan ya da olamayacak bir konuyu paylaşmak istiyorum. Çocukluk ve gençlik yıllarımın geçtiği Çeşme’nin şimdiki kadar ünlü olmayan Dalyan(Köste) köyünün değeri temsilinden ve önemi temsil ettiğinden olan “Nezirin Kulesi” olarak bilinen harçsız taş duvar olarak örülen yapısından ve bu yapının mühendisi-müteahhiti-kontrolü olan Nezir’den bahsetmek istiyorum. Neden kuleden bahsetme işi bugüne kaldı diye sorulunca geçenlerde Çeşme’ye gittiğinde o kulenin tehlike arzettiği gerekçesiyle arsa komşularının şikayeti üzerine Belediye tarafından yıkıldığını içim burkularak öğrendim. Arsa komşusu vatandaşın gösterdiği korku ve tedirginliği anlamak mümkündür ancak Belediyenin bunu yıkmış olmasını anlamak mümkün değildir hatta sorulur kendilerine mademki vatandaşın dediği doğru ve kule yıkılma ihtimali olan bir durumdadır neden o zaman yıkılmasını engelleyecek önlemler almadınız da kolay olanı tercih ederek yıktınız. Oysaki bu kule sadece yapılış anlamı bile ön plana çıkarılarak değerlendirilse yıkılmaması gerekirdi bence, çünkü Çeşme ve köyleri Dalyan(Köste) ve Çiftlik’te kendisine zavallı ve çaresiz muamelesi yapılsa bile kendisini hiç öyle hissetmeyen, babayiğit, tarlalarda, inşaatlarda ırgat olarak çalışmanın sonucu Herkül’e benzeyen iri kıyım vücut yapısı ile tuttuğunu koparan güçlü kuvvetli ahraz delikanlısı Nezir’in destanımsı öyküsünün eseridir bu kule belki de uzun vadede Çeşme-Dalyan köyünün de en önemli turistik figürü olabilirdi. Nezir tarafından Sakız adasını gözetlemek ve Aşığını görebilmek umudu ile inşa edilen bu kule merdivensiz olup yaklaşık 30 mt yüksekliğinde olan bir yapıdır ve merdiven olarak ta sadece bir portatif ahşap merdiven kullanılmıştır çıkışlarda inişlerde. Ve artık ne yazık ki yok.

Oysaki Nezir bu kuleyi inşa ederken şimdi nasıl olduğunu hatırlamadığım bir tanışma neticesinde sırılsıklam âşık olduğu Sakız adasından bir Rum kızının, Maria’nın (bazılarınca Tinika bazılarında Evdokia olarak söylenir ama ben Maria diye hatırlıyorum) aşkına ithafen yaptığı söylenir ve bu kuleye çıkarak bir taraftan biricik aşkı Maria’yı görmeye çalışır bir taraftan yalnızlığını onunla orada paylaşırdı.

İşte bu kule ve kayık imal etme işi Nezir’in aşkına kavuşabilme mücadelesi idi aynı zamanda anlaşıldığı kadarı ile… Hele birde bu yağız delikanlının başına türlü belalar gelmesine rağmen karşı kıyıya, Sakız adasına gitme huyundan vazgeçmemesi de bir başka tarifsizliktir aşkı uğruna ve kimsenin denemeyi bile akıl edemeyeceği yöntemler kullanarak defalarca da gidip gelmiştir. Bir defasında ise yakalandığı Yunan polisi, ne pasaportsuz gelişini, ne ahrazlığını (sağır-dilsiz) ve de ne sevgisinin her şeyi göze alabilecek boyutta olduğunu anlayamadığından günlerce ajan şüphesi ile eza-cefa ve işkencelere tabi tutmuştur kendisini ancak geçte olsa durum anlaşılınca da Nezir’i Türkiye’ye göndermiştir. Peki bu yaşadıkları aşkına kavuşma sevdasını sonlandırmışmıdır? Asla. Sürekli denemiştir Nezir bu Sakız adasına gidiş gelişlerini.


Nezir her defasında farklı kayıklar ve araçlar üreterek sürdürmüştür bu gidiş-gelişleri, bir defasında şambriyele oturup uçurtmayı da yelken olarak kullanarak gitmesi de hem kararlılığını hem de bu konuda ne kadar araştırmacı olduğunu göstermiştir hatta bu tarzı da sonraları çokta gelişecek “kitesorf” olarak bilinen uçurtma sörfünün öncülüdür aynı zamanda.

Nezir aynı zamanda bisikleti ile inanılmaz uzun yolculuklara çıkan birisidir ve haftalarca bisikleti ile süren bu seyahatlerde Anadolu’nun içlerine kadar pedal çevirdiği söylenmektedir ki bir defasında şimdi kim olduğunu hatırlamadığım bir Çeşmeli onu Konya yakınlarında bisikleti ile yol alırken gördüğünü söylemişti. Nezir işte bu kadar seyahate düşkün birisidir aynı zamanda da bir sergüzeşttir. Kule yanında Nezir’i tanımlayan bu bisikleti de enteresandır kendi imalatı ahşap frenleri olan ve kendi imalatı bir sürü aksesuarı vardır aynı zamanda. Nezir eğer çalışmıyorsa kesinlikle bisikletle bir yerlere gidiyordur. Nezir’i abartma olacak ama uyurken ve dinlenirken kimse görmemiştir benim bildiğim.

Sürekli birlikte dolaştığı ve zaman zaman da birlikte çalıştığı kişinin Deli İzzet olması hasebiyle kendisininde deli olduğu düşünülse bile kesinlikle son derece akıllı, çalışkan ve araştırıcı idi Nezir. Sadece o yıllarda küçük bir sahil kasabası olan Çeşme’de ahraz olmasının sonucu kendisi ile kimsenin arkadaşlık etmemesi nedeniyle Deli İzzet kendisinin ekürisi durumundadır.

Ve nihayet birgün o çok sevdiği bisikleti ile kendisine bir aracın çarpması sonucu geçirdiği trafik kazası sonucu hayata gözlerini yummuştur. Toprağın bol olsun Nezir.

Pazar, Mayıs 16, 2010

KIRMIZI RENGİN YAKIŞTIĞI ŞEHİR: HAVANA

Bu yıl Jose Marti Küba Dostluk Derneği’nin düzenlediği Küba gezisi çerçevesinde katıldığım “Uluslararası Çalışma Tugayları” programı ile dünyada kırmızının zirve yaptığı ve hep yapmasını dilediğim mübarek 1 Mayıs işçi ve uluslararası dayanışma bayramını kutladık. Hem de ne kutlama, inanılmaz bir şölen, Küba'nın başkenti Havana'daki Jose Marti Devrim Meydanı'nda düzenlenen törenlere yabancı ülkelerden başta sendikacılar olmak üzere binlerce insan katılırken Kübalılarında Bayraklar ve pankartlarla mitinge yoğun katılımı ile yaklaşık 1.600.000 insan büyük bir coşkuyla kırmızı rengine yeni bir zirve yaptırmıştır. Peki, sadece kırmızı mı zirve yapıyor tabii ki hayır bir başka zirve de Che afişlerinde yaşanıyor. Biz de kendimizi çok da özel hissettiğimiz tribünde; Honduras, El Salvador, Şili, Peru, Nikaragua, Venezüella, Arjantin, Brezilya, Nijerya, İngiltere, Kanada, Avustralya, Rusya, Tacikistan, Yunanistan, Paraguay, Meksika, İrlanda, Fransa gibi ülkelerden katılan ve kampdaşlarımız olan sevdalılarla birlikte kimimizde kırmızı kimimizde mavi olan dağıtılmış üstünde yaşasın 1 mayıs yazan fanilalarımızla, kimimizde gözyaşları kimimizde de büyük bir sevinç ama hepimizde büyük bir gurur; önümüzden kilometreler halinde ve yine öğrendiğimiz kadarıyla 34 ülkeden ve 159 organizasyon ve dayanışma hareketinin temsilcileri akıyor, hem de nasıl akmak bir renk ahengi ve cümbüşü… Ah birde; zulme ve emperyalizme karşı ezilen halkların direnişinin bayrağı ve devrimin efsanevi lideri Fidel Castro orada olsaydı ve “Hasta la Victoria siempre” ve “patrio o muerte” diyerek şiirsel İspanyolcayla o müthiş konuşma üslubu ile bizlere seslenseydi. Açıkçası bende geçen yıl çok istememe rağmen gidemediğim bu mübarek törenlere katılır iken umuyordum, bekliyordum, çok istiyordum katılmasını ama mümkün olmadığı yönünde de haberler duyuyorduk ama umut fakirin ekmeği işte...

1 Mayıs işçi ve uluslar arası dayanışma bayramı mitingine katılmak için güneş doğmadan yola dökülen Küba halkının heyecanını ve kıpır kıpır oluşunu güneş doğmadan yollara düştüğümüz için çok yakından izledik, yine Küba halkının yabancı delegelerle omuz omuza coşkulu, ahenkli ve renkli kortejler oluşturarak Devrim Meydanı'na ilerleyerek geçiş yapmaları ise görülmeye değer bir olay idi. Havana’daki İşçi Bayramı kutlamalarının yanında öne çıkan en önemli konusu; “The Cuban Five” olarak ve diğer taraftan “Miami five” olarak bilinen, Gerardo Hernandez, Antonio Guerrero, Ramon Labanino, Fernando Gonzalez ve Rene Gonzalez isimli Kübalı 5 kişinin ABD de uluslararası hukuka aykırı tutuklanarak yargılanmaları neticesinde aldıkları cezaları haksız bulmaları ve ceza infazının hukuk dışı olması ön plana çıkmış ve konuyla ilgili çok sayıda döviz ve pankarta yer verilmiş ve ABD ve Yöneticileri protesto edilmiştir.

Diğer taraftan bu geçit törenindeki benim için en büyük sürpriz ise; bol miktarda Türk bayrağı ile ülkemin burada da temsil edilmesi olmuştur. Duyduğum kadarıyla; isimleri zikredilince Beşiktaşlı olmamama rağmen kendilerinin hayranı olduğumu gizleyemediğim Beşiktaş spor Kulübü taraftar grubu “Çarşı” da yerini almış ama ben göremedim bu açıdan da üzüldüm diyebilirim.

Kırmızı; bana göre Devrimin özgün ve tılsımlı rengi olmalı ve böyle de tescil edilmelidir. Edilmelidir; çünkü benim hayatımda sürekli olarak kırmızı beni yansıtan temsil eden en iyi renk olmuştur diyebilirim, tamda bu yüzden siyasal hayatımda olduğu gibi sporda, futbolda bile tercihlerimde etkili hatta yönlendirici olmuştur. Zaten kırmızı yanlışa isyan ve yanlışı kabullenmeme ifadesi yanında aynı zamanda tutkulu aşk ifadesi, canlılık, dinamizm, ataklık, sonuna kadar gitme vs. gibi olarakta genel kabul görmüştür. Bunun sadece benim için değil herkes için böyle olduğunu zannediyorum. Yukarıda bahsettiğim üzere ülkemin bayraklarını da görmüş olmam belki bu yüzden beni sevindirmiştir. Eee ne diyelim kırmızı olsun işte.

Kapitalist dünyada devletler kutlamaların önüne geçilmesi ya da engellenemiyorsa da sönük geçmesi için bu da olmuyorsa kamuoyunu fazlaca meşgul etmemesi ve medyada fazlaca yer almaması için ellerinden geleni yaparlarken ve de en önemlisi geçen yıllara kadar bizim ülkemizde “iç harb önlemleri” ile geçiştirilirken Küba’da ise en önemli fark olarak devletin “1 Mayıs işçi ve Uluslar arası dayanışma bayramının” kutlanabilmesi için her türlü ehven ortamı yaratmasıdır. Diğer taraftan ise ülkem hala, aradan geçen 33 yıla ve değişen onlarca değişik parti hükümetlerine karşın 1 Mayıs 1977 katliamının düzenleyicilerinin ve tetikçilerinin açığa çıkarılamaması daha da önemlisi bu uğurda hiçbirisinin en ufak bir çaba göstermemesinin utancını yaşamaya devam etmektedir.

Perşembe, Nisan 22, 2010

BİR PORTRE: DURSUN DAYI Gelinen nokta

Bilindiği üzere bir süre önce; Ankara Yenidoğan’da felçli ve kör olan 61 yaşındaki Dursun Erselligil, ödemediği 45 liralık su faturası yüzünden mahkum oldu. Okuma-yazması olmadığı için hakkında dava açıldığını da duruşma günü öğrenen Erseligil, fatura borcunu ödenmeyince ASKİ (Ankara Su ve Kanalizasyon İdaresi) ekipleri bir sabah evine gelip su sayacını söktü. Bunun üzerine de Erselligil'e kaçak su kullanmaktan dava açıldı ve 25 Şubat'ta eve gelen polis tarafından adliyeye götürülen Dursun Erselligil 6 ay hapis ve 990 TL para cezasına çarptırıldı ve itiraz süresi dolduğu için karar kesinleşti. Hakimin cezayı 9 güne indirmesi üzerine Erselligil, tekerlekli sandalyeyle Sincan L Tipi Cezaevi cezaevi'ne konuldu. Erselligil, cezaevinde 5 gün kaldıktan sonra dün tahliye edildi. Erselligil, şöyle konuştu: "Hasta olduğum için cezaevindeki revire götürüleceğimi düşünüyordum. Ancak beni koğuşa koydular ve hiç bir görevli yardımcı olmadı. Bu ülkede cezaevine koyacak tek suçlu olarak beni mi gördüler." Oğul Cihan Erselligil ise, şöyle konuştu: "Memlekette hırsızlar, suçlular dışarıda gezerken devletin gücü kör ve engelli birisine yetiyor. Banka soyanlar, devleti hortumlayanlar dışarıda beyefendi gibi gezinirken gücümüz yaşlı ve sakat bir insana yetiyor. Herkesi vicdanıyla baş başa bırakıyorum" diyerek duygularını açıklıyordu.

Biri cezaevine 45 TL su borcu için giriyor; adam görme ve yürüme özürlü ama necip Türk milletinin kılı kıpırdamıyor, temsilcileri bir şey yapmıyor, yüce Türk milleti adına karar vericiler bir şey yapmıyor. Tam bir fecaat…

Kokain ve esrar gibi uyuşturucu madde bağımlısı olduğu gerekçesi ile gözaltına alınan Tarkan için yollara düşebiliyor necip Türk milleti, serbest bırakılması ile de bildik “Türkiye seninle gurur duyuyor” muhabbetleri… Gözaltında bulunduğu sürede görevli polislerin kendisine pizza taşıyor olması bazılarının göğsünü kabartmış olsa da, Dursun Erselligil’e reva görülenlerle kıyaslanınca bizim göğsümüzü burmuş kalbimizi acıtmıştır. Bu pespaye durumu TV ler birinci haber yapıyor, Tarkan fan kulüpleri kampanyalar düzenliyor, Tarkan söylenenlere göre kendisi uyuşturucu kullandığını itiraf ediyor ama hemen şip şak adalet, yaşasın adalet.

Camiye su bedava, tarikata su ve kömür ve yiyecek giyecek bedava, oy verene her şey dağıt ama Dursun dayıyı mahkemeye ver… Peki; ASKİ kendilerinden olmadığı için kızdı bu adama ve mahkemeye vererek dava açtı, öyle ya ödemesi gereken tutar dağıtılan ekmek, kömür, yiyecek ve giyecek tutarından az, haydi bunu kabul etmesek te anladık diyelim; asıl anlaşılamayan mahkeme tarafından bu kör ve sakat ve de ilaveten parasız adama nasıl ceza verildiğidir, hani o devlet bankalarına büyük büyük borçları olanları çok da önemsenmez iken bu adamcağızın 45 TL lik borcunu çok ciddiye alarak sanki devleti batmaktan kurtarıyor edasıyla hiç tavizsiz ve takdir yetkisi kullanmaksızın yapıştır cezayı… Hâkim amcalar sadece ilgili kanunların ilgili maddelerinin ilgili bentlerine göre gerekli cezayı veriyor ama asla “neden ödeyemedin” diye sormuyorlar, “paran var da mı ödemiyorsun” diye sormuyorlar, tabii ki hâkim amcaların belli ki akıllarına ve işlerine gelmemiştir belki de kanun onlara böyle bir yetki de vermemiştir ki düşünsünler ve sorsunlar; bir adam hem kör hem sakat olur ama hem kör hem sakat hem de parasız olamaz. Tabii ki yasalar bu yargıçlara “neden ödeyemedin” sor demiyor ki “neden ödemedin” diye sor diyor ne yapsın beyler. Çaresiz seslendiler; Dursun Erselligil için görevlilere beyefendiye cezaevine kadar refakat edin diyerek. Takdir hakkı mı o da ne ki? Ayak takımı için takdir hakkı mı olurmuş? Kaldı ki o takdir hakları o kadar fazlaca kullanıldı ki devleti soyanlar ve devlet için kurşun atanlar için zavallı Dursun Erselligil’e kalmadı. Vallahi olsa dükkân sizin ama yok işte mealinden haydi kodese… Banka hortumlamadığı, trilyonları kaybedecek durumu olmadığı, çocuğuna gemicik alacak kadar para yapamadığı için 45 TL’lik su faturasını ödeyemeyen felçli ve görme özürlü bir vatandaş. 61 yaşında. ve 45 TL için hapse atıldı. Birileri hapisten hocalarını kurtarmak için kanunlar tasarlarken yok bel fıtığı, grip, nezle, öksürük durumları tahliye sebebi olurken inanılmaz takdir yetkilerini kullananlar cebi boş vatandaşını da 45 TL için bulunduğu durumu gözardı ederek hapse atabiliyor, peki devleti soymuş artık sıralamayalım bir sürü herze yemiş adamlar eli kolu serbest dolaşıyor

Yaşasın Türk adaleti.

Eeeeeeeeeeeee “Adalet mülkün temeli” ya; Dursun dayının da mülkü yok adaleti de olmaz hata ona adaletin gereği de yok. İşte gelinen nokta. Gelinen noktaya hoş geldiniz.

Ağlamamak elde değil

Ağlıyorum; biraz da kuran okunurken ağlayanlar ağlasın bu olay karşısında demek istiyorum, birazda TV lerde vaaz verirken salya sümük ağlayanlar ağlasın diyorum ama sadece diyorum biliyorum ki onların hiçbirisi bu durumdan rahatsız değil… Hatta müsebbipleri ile kolkola gezmekte beis görmemişlerdir…

Sosyal devlet işte budur diye kabararak konuşanlar için çok önemli bir ibret öyküsüdür işte Dursun Erselligil’in yaşadıkları… Hani sormamak elde değil; necip Türk milletinin her ikisinden birinin seçtiği “komşusu aç iken yatan bizden değildir” diyen padişahlar nerede, nerede yoksulun fakir fukara güraba dostuyum diyenler…

Pazar, Nisan 11, 2010

ANAYASA TARTIŞMALARI ÜZERİNE

Siyasal iktidar vasıtasıyla egemenlerin bir taraftan gündemi değiştirmek diğer taraftan uzun vadeli çıkarlarını korumak, kollamak ve güvence altına almak diğer taraftan da iktidarın başlarına okyanusun ve Edirne’nin ötesinden sufle edilenleri yerine getirmek için ortam ve mıntıka temizliği sayılabilecek olan anayasa hazırlıklarına son sürat devam edilmektedir. Hani hep söylenmiştir ya “Anayasa devletin örgütlenme biçimini ve tüm vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan toplumsal mutabakat metnidir” diye ama ülkemizde bunun tam bir palavra olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır.

Yaşadığımız coğrafyada 1. Emperyalist paylaşım savaşı koşullarında Ulus Devletin kurulması sonrası bugüne kadar 1921, 1924, 1961, 1982 Anayasaları hazırlandı. 1961 ve 1982 Anayasaları silahların gölgesinde halkoyuna (!) sunuldu, diğerleri atanmışlarca onaylandı. Egemen sınıfların ihtiyaçları doğrultusunda ara sıra gerekli tadilatlar yapılsa da topluma bol geldiği, sınır komşusu Sovyet Sosyalizmine karşı panzehir olarak kısmen örgütlenme özgürlüğünün önünün açıldığı düşünülen 61 Anayasası 12 Mart Muhtırasını takiben atanan dönemin terzisi Nihat Erim Hükümetine tadil ettirilerek daraltıldı.

Teşkilatı Esasiye’den itibaren hiçbir Anayasa taslağı hazırlık aşamasında halkın, demokratik kitle örgütlerinin, sosyal tarafların onayına sunulmamış olup hiçbir köy kahvesinde, cami kapısında, kent meydanlarında taslak Anayasa metinleri askıya çıkarılmamıştır esasen buna da ihtiyaç yoktu zaten. Hangi siyasal rejim ile yönetildiği yoksul halkı neden ve nereden ilgilendirmiş olsun ki ayrıca halkın böyle bir derdi de hiç olmamıştır onlara göre anayasa işi büyüklerin ve yukarıdakilerin işidir nasıl olsa Anayasa onları yoksulluk ve sefaletten kurtarmak için hazırlanan metin değildi ki niye bu soruna kafa yorsunlar. Tabi ki egemen sınıfların ihtiyaçlarını karşılayacak, öngördükleri siyasal ve toplumsal yapıyı koruyacak, engelleri kaldıracak metinler toplumsal mutabakat metni diye dayatılacaktı ötekilere. Esasen Anayasalar egemen sınıfların ihtiyaçları üzerinden şekillenen, siyasal temsilcileri aracılığı ile topluma dayatılan metinler olarak ortaya çıkmıştır. Halkımız kendi ihtiyaçlarına cevaz veren demokratik bir Anayasa da talep etmez aslında ama bir kez olsun düşünmeye başlaması için halkı da zorlamak düşmez mi hani anayasalar toplumsal uzlaşma metinleridir diyenlere ya da temsilcilerine. Ulul emre itaat ile bugünlere getirilmiş ezici çoğunluğun evet dediği bu toplumsal mutabakat metninin(!) acaba kaç maddesi kimler tarafından okunmuştur okunmuşsa da anlaşılmıştır. Getirisi ve götürüsü, siyasal ve toplumsal yansımaları hangi ortamlarda kimler tarafından tartışılmıştır.
Hal böyle iken bugüne kadar getirilen Anayasa taslakları konusunda kiminle ne mutabakatı sağlandı bilinmez. Monarşinin gölgesinde yoksulluğa, sefalete ve cehalete sürüklenmiş, toprakları işgal ettirilmiş halkın demokratik bir Anayasa talebi olmazdı elbette.

Ancak, okuryazarlık oranının %39,5’e çıktığı dönemde 27 Mayıs Askeri Müdahalesi sonucu hazırlanan Anayasa metni de halk tarafından anlaşılıp özümsenmedi. 9 Temmuz 1961 günü gerçekleştirilen halkoylamasında Anayasa metninin hiçbir maddesini okumayan halkımız 3.934.370 ret oyuna (%38,3) karşılık 6.348.191 kabul oyu (%61,7) ile Anayasayı kabul etmiştir.

Topluma bol geldiği gerekçesiyle atanmış 12 mart darbecileri tarafından Nihat Erim Hükümetine tadil ettirilen Anayasanın getirdiği kısıtlama ve hak kayıplarına karşı gelişen toplumsal muhalefetin örgütlenme özgürlüğü, grevler, boykotlar, eşit yurttaşlık hakkı taleplerine karşın egemen sınıflar Okyanusun öteki tarafından kendilerine verilen talimat ile bir kez daha kinini kusarak Mevcut Anayasayı askıya almış ve işin enteresan yanı beğenmedikleri Anayasayı askıya alanlar bu dönemde siyasal muhaliflerini her zaman yaptıkları üzere Anayasayı ortadan kaldırmaya çalışmakla suçlayıp yargıladılar.


Anayasa hazırlayıcılar tarafından ordinaryüslük makamına erişilen tüy dikme noktası ise 12 eylül 1980 darbesi sonucu olmuştur. Gerçi uzunca bir süredir dönemim Başbakanı Süleyman Demirel’in de başını çektiği bir grubun isteği üzerine başta Nur cemaatinin ağırlıklı olduğu Aydınlar ocağı olmak üzere tüm gerici mahfillerde ön taslakları hazırlanmış olan Anayasa nihayet yine aynı çevrelerin sözcülüğüne soyunmuş olan Orhan Aldıkaçtı tarafından hazırlanmış ve hak ve özgürlük adına önceki tadilatlardan bakiye ne kalmışsa tamamı sıfırlanmıştır. Orhan Aldıkaçtı başkanlığında hazırlanan NATO nun tüm beklentilerine uygun yeni Anayasa da tartışmaya açılmadı, Toplumsal kesimlerce incelenmesine izin verilmedi, Halkoylamasından önce Anadolu’nun kentleri, köy ve kasabaları kolluk tarafından yine namluların gölgesinde ikna edildi. Yurdum insanı 7 Kasım 1982 de yapılan halkoylamasında 17.215.599 kabul (91,37), 1.626.431 red (%8,63) oyu ile darbe anayasasını benimsedi.

Geçen 28 yıllık süreçte egemen sınıfların iktidarını temsilen 17 Hükümet kuruldu. 82 Anayasasının ihtiyaç duyulan maddelerinde zaman zaman değişiklikler yapıldı ancak, topluma nefes aldıracak hiçbir düzenleme yapılmadı ve yaptırılmadı. Örgütlenme ve hak taleplerinin önü sürekli tıkandı zorunlu kalınarak imzalanan uluslararası sözleşmelere dair düzenlemeler de askıda kaldı.

AKP bu sürecin ürünü olarak Hükümete getirilerek 8 yıllık dönemde biçilen misyon layığı ile yerine getirildi. 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut ÖZAL’ın dahi cesaret edemediği kamunun yeniden yapılandırılması, özelleştirme ve kamunun neoliberal dönüşüm süreci büyük ölçüde tamamlanarak yoksullaştırma ve gericileştirme bu dönemde tavan yaptı. Egemen sınıflarca duyulan ihtiyaç üzerine temsilcileri AKP tarafından bugün dayatılan Anayasa paketi yalandan seslendirdikleri sahte demokratik açılımı dahi karşılamaktan uzak olup Kamu çalışanlarının toplu sözleşme (grev zaten yasak) hakkı ile yargı reformu v.s. maddeleri de aldatmacadan ibarettir. Özel mülkiyet ve sınıfın ortaya çıkmasını takiben efendiler yenisini bulmadan eski kölelerinden elbette vazgeçmediler. Bugün meclisteki sözde muhalefetin ise Hükümet olmaları halinde AKP aktörlerini Yüce Divan’a gönderecekleri kocaman bir kuyruklu yalandan ibarettir ki biz bu filmi çok izledik. Böyle bir devlet yapılanmasında bu iddialar gülünç olmanın ötesinde inandırıcı değildir ve olmayacaktır da.

TBMM Anayasa Komisyonunda tartışılan paket genel kurulda 330 geçerli oy alamaması halinde necip Türk Milletinin onayına sunulacaktır görüşü yaygındır. Özetle Mecliste çözemezlerse cumhura gideceklermiş yahu demezler mi adama değiştirmeye çalıştığınız 12 eylül anayasasını bu halk %92 oyla benimsemedi mi?

Hayır demesini bilmeyen Yüce Milletimiz hiçbir yerinde kendisini aramadığı ve göremediği anayasaya % kaç oy verecektir yaşayıp güreceğiz.

Nedim Çakmak’ın “İşgal günlerindeki işbirlikçiler – Hüsnüyadis hortladı” adlı kitabında bahsettiği Akhisar’ın işgali sırasında yaşanan ve işgalcileri kente davet eden Kaymakam, Ticaret erbabı kişiler ve Müftünün yargılanması sürecindeki hikaye:
Ethem Ağanın boyu iki metre, önde Akhisar Kaymakamı!nı sorguladı?
Ona tepeden bakıyordu, eliyle çenesinin ucundan kaldırarak gözlerine baktı:
“ Kaymakam... Sen hangi milletin kaymakamısın?...
Kaymakam titriyordu:
“Osmanlı... Osmanlı tabii, ne diyeyim? E...”
“Osmanlı kaymakamı ha... Hizmetin Yunan’a...”
... Kaymakam asıldı(.) Halktan bir alkış koptu...
Eşraftan bir başefendi:
“sen ne iş yaparsın efendi?”
“Ticaretle iştigal ederim...”
“Ticaretinde vatan satmak da varmıdır?”
“Ben onlara uydum... ne bileyim?...”
...Eşraftan başefendi asıldı ve halktan çok alkış geldi...
Müftü Efendi’ye sıra gelince:
“Biz hiçbir papaz görmedik ki Müslüman!a müftü’ye temenna etsin...”
“Sen papazlara niçin temenna ettin?...”
Müftü Efendi başını hiç kaldırmadı; yere bakıyordu, hiç cevap vermedi... O suçlu bulundu; asıldı; fakat bir sessizlik oldu...
Bu idam için alkış olmadı...
Çerkez Ethem, sırada korkuyla bekleyenlere dönerek baktı; onlara sordu:
“Bir daha yaparmısınız?...”
hayıııır!...
“ İyi ... hadi gidin...” dedi.
Parti pehlivan sonra şöyle demişti:
“Bu millet dün bu meydan da Yunan’ı alkışlıyordu, bugün bizi... Yarın kimi alkışlayacaktır kim bilir?...”

Sahte demokrasi sahte anayasa tartışmaları necip Türk Milletine hayırlı uğurlu olsun…

Çarşamba, Nisan 07, 2010

12 EYLÜL ASIL NEYİ TAHRİP ETTİ

12 Eylül faşizmi ülkemizin hayatını altüst ve felç etmiş ve açmış olduğu yaralar hâlâ kapanmadı kapanamadı görünen o ki de kapanamayacak. Türkiye’de halk adına ne varsa dağıtıp parçalayan, nice canları halkın bağrından çekip alan, darağaçlarında sallandıran, işkencelerde katleden, sakat bırakan faşist bir diktatörlük döneminin hesabını soramadan bugünlere geldik bugüne kadar sadece değişen gerek kişi gerekse de parti isimleri ama canım ülkem hala bu rüzgardan kasıp kavrulmakta ve daha uzun sürede süreceğe benziyor bu kavrulma.

Ne demiş büyük düşünür Neyzen Tevfik; “eskiden sormadan asarlardı, şimdi sorarak asıyorlar, işte değişen yegane durum budur”

Peki genel çerçeve ve kapsam bu iken ne oldu da canım ülkem değişim ve dönüşüm yapabilme yeteneğini ve yeterliliğini yitirdi.

Öncelikle bu Amerikan yönetiminin çocukları insanlardaki düşünme ahlakını yok etti

''Düşünen, okuyan, sorgulayan insan başka yaşamın olduğunu bilen insandır. Yaşadığı Dünyayı, ilişki va çelişkilerini araştıran, bilgiyi üretip paylaşan, paylaştıkça çoğalan, çoğaldıkça tehlike arz eden insan zararlıdır. Bunca zamandır emek verip kurduğumuz otlu sulu yaylada rahatımızın kaçmasına da müsaade edemey
iz'' kabilinden peydahlanan fikir ile ''Biz büyükleriniz sizin yerinize düşünürüz”, siz zahmet etmeyin lafları ile tembelleşen bir toplum hedeflendi.

Ne demişti bir Türk büyüğü; “sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir” işte hala bu fikirde olanlar hala işbaşında…

1983 yılında Paris'te Avrupa Yayıncılar Birliği'nce düzenlenen toplantıda katılımcılara 1980 yılına kadar hangi ülkede kaç klasik basıldı? sorusuna Mihri Belli de bir rakam vermiş. Katılımcıların şaşırmış. Bu kadar Marksist Klasik basılmış bir ülkede derbe olmasın da nerede olsun demişler. (Ben Mihri Belli'nin yalancısıyım.1993 yılında Adana İstasyon meydanında Melih Pekdemir ile birlikte katıldıkları söyleşide kendisinden dinledim.)

Davranma ahlakını yok etti
Toplumsal erozyon yaratıldı ki bu kesinlikle gerekliydi ve İnsan ilişkisini kesmek, ferdiyetçi bir nesil yaratmak hedeflenmişti çünkü ve örgütlü toplum dinamiklerinin parçalanması gerekiyordu, öyle de yapıldı zaten. 30 yıl bir toplumun belleğinin değiştirilmesine yeter de artar bile. Değilse bugünü hazırlamak kolay mı öyle. 24 Ocak kararları uygulanacak. Kolay iş değil elbet.

İkiyüzlülüğü ikame etti
Toplumsal dönüşüm süreci kendiliğinden olamazdı çünkü. Emek harcandı ve sonuçları alındı.

Yalancılığı ikame etti
Egemenlerden yana tavır alacak doku değişikliği de yaygınlaştırıldı ve bu yaygınlık meşrebine uygun ve ihtiyaç olduğu üzere kötü, namussuz, alçak, çıyan, ispiyoncu, yalaka, yalancı, iftiracı, haysiyetsiz, şerefsiz, kabiliyetsiz, yönlendirici, provokatör, hain, işkenceci, şantajcı, işbirlikçi, kişiliksiz, it, kopuk, gammaz, muhbir, pısırık, inkarcı, şakşakçı olmayı içine sindiren, kabullenen, itiraz etmeyen, itiraz edene saygısı olmayan bir nesil yetiştirmek çok uğraştılar bu Amerikan yönetiminin çocukları artık başarılı olup olmadıklarını gelinen noktada yetiştirdiğimiz insanlara bakarak kolayca anlamaktayız.

Amerikan düşünce kuruluşlarında Türk gazeteciler isdihdam edildi. Kürsüler kuruldu. Ders alışverişi yaşandı. Çandar’lar, Koru’lar, Çakır’lar Birand’lar, Cemal’ler üretildi. Dış ilişkiler Konseyi akıl merkezimiz oldu.

Ezcümle; namusu dairesinde bir lokma bir hırka geçinen, sabah işe giderken yemeğini sefertasında götüren memur davranışını tahrip etti, yok etti yerine işini bilir memuru ikame etti Dönüşüm sürecinde kamu kaynakları yağmalanırken yerine işini bilen memura bahşiş verildi.

İnsanların idealist olmalarının önünün nasıl kesileceğinin saha çalışması 12 eylülcüler vasıtası ile kazasız belasız atlatılmıştır (Bu konuda sayısız psikolog ve psikiyatr'dan rapor alınmıştır)

İnsanların vatanlarını sevmelerini nasıl engelleriz çalışması ABD ve Yerli ortaklarınca tamamlanmıştır. Çünkü o dönemin yani 60 lı yılların ve 70 li yılların gençliği ta ilkokuldan beri söyledikleri “İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir” öğrenci marşının yarattığı bu aidiyet duygusu ile yetişmişlerdir. Bu her sabah yüksek sesle tekrarladıkları söze sadık kalmışlar ve yurtlarını kendilerinden fazla sevmişlerdir ve bu uğurda gözlerini budaktan esirgemeyerek “bağımsızlıkçı, özgürlükçü” her hareketi her görüşü desteklemişler hatta gözlerinin önünde ülkelerini satanların ya da ülkenin satılmasına ses çıkarmayanların yada göz yumanların salyalarını akıta akıta bu işi yaptıklarını da görünce bunun önüne geçebilmek için canlarını, hayatlarını vermeyi göze almışlardır.

Bugün sonuç ortada. Kendilerine öğretildiği üzere 25-30 yaşında nasıl köşe dönülür dersleri verir duruma geldiler.

Ancak bugün 12 Eylülün esas temsilcileri ve devamı olan iktidar sahipleri ne yapıyor peki. Durmuyorlar tahribata devam ediyorlar.

Ne diyor propagandanın babası konumundaki Göebbels: “yalan ne kadar büyük olursa inanan o kadar çok olur”

Perşembe, Mart 11, 2010

HERKES DOĞRU PEKİ KİM YANLIŞ O ZAMAN

Geçtiğimiz günlerde; toplumu oluşturan katmanlardan ya da toplumun görev bölüşümü kapsamındaki gruplar;

• Sendikalar;
o Sarı değildirler
o Siyasilerin emellerine alet olmazlar
o Kişisel menfaatlerine önem vermezler
o Konfederasyondan ayrılırken 350.000. TL gibi bir ücreti hediye olarak almazlar
o Hatta Birtakım Siyasi partilerin arka bahçesi değillerdir
o Yalan söylemezler
• Müteahhitler;
o Yaptıkları işin bedelini alırlar sadece
o Yapmadıkları işin parasını almazlar
o Sadece ve sadece proje gereğini uygularlar
o İhale önceleri mafya ile organize olup düzen kurmazlar ve asla ihaleye fesat karıştırmazlar
o Silahlı güçler oluşturup gerek rakiplerine gerekse de hoş karşılamadıklarına saldırıda bulunmazlar
o Yaptıkları binalar yada yapılar kesinlikle yıkılmaz
o Yaptıkları işlerde malzeme çalmazlar ya da çalan ya da çalınmasına göz yuman mühendislere göz açtırmazlar ve derhal cezalandırırlar
o Yaptıkları bina,köprü,otoyollar yıkıldığında yenisini yapmayı taahhüt ederler
o Yalan söylemezler
• Gazeteciler;
o Amerikada'ki düşünce kuruluşlarıyla hiçbir ilişkileri yoktur
o Kesinlikle yalan haber yazmazlar
o Yönlendirme için haber yazmazlar
o Patronlarının diğer işleri için devlet katında iş takip etmezler
o Patronları adına patronlarının rakipleri için yalan haber yazmazlar ve yanlış yönlendirme yapmazlar
o Kalemlerini asla kiralamazlar
o Vatandaşın genel faydası onların tek rehberidir
• Siyasiler;
o Kesinlikle milleti yalan söylemezler
o Milleti yanlış bilgi ile provoke etmezler
o Devletin asker ve polisini siyasi hasımlarına karşı kullanmazlar ya da kullanmaya yeltenmezler
o Devletin maliyesini, vergi dairesini, polisini, askerini, milli eğitimini kesinlikle kendi siyasi emellerine uygun olarak kullanmazlar ya da kullanmaya yeltenmezler
o Radyasyon vıcık vıcık iken “bak ben içiyorum bir şey olmuyor” deyip çay reklamı yapmazlar
o Devletin parasını sanki kendi parası imiş gibi “verdimse ben verdim kime ne” demezler
o Gemicik alıp kısa sürede gemi haline gelmesi için beslemezler
o Dün çocuklarına burs ararken bir anda servetine değer biçilemez hale gelmezler
o Emekli bir albay iken çocuklarına Almanyada 2.000.000 mark, İngilterede 1.500.000 sterlin miras bırakıp çocuklarını birbirine düşürmezler
o Kimseye ''ananı da al git” demezler
o “bana kimse sağcılar cinayet işliyor dedirtemez” demezler
o “askerlik yan gelip yatma yeri değildir” demezler
o “Yemeğinizi de ağzınıza biz verelim” demezler
o “milletimin hazinesini ben dururken işçilere soydurmam'' demezler
• Bakkallar;
o Mahallenin bekçisi, danışmanı vs. gibi görevler yaparlar
o Kesinlikle pahalı mal satmazlar
o Kesinlikle “son kullanma süresi” geçmiş mal satmaz
o Sürekli piyasayı kontrol edip eskiden alınmış olsa bile ürünlerine zam yapmazlar
o Veresiye verdiği malın fiyatını yazar. İleride tahsil etmek üzere adet yazmazlar
o Yalan söylemezler
• Eczacılar;
o Ticaret yapmazlar
o Sadece vatandaşa ilaç hizmeti verirler
o Vatandaşa sağlık danışmanlığı yaparlar
o Kamu hizmeti yaparlar
o Yalan söylemezler
• Doktorlar;
o Bıçak parası almazlar
o Hastaları hastaneden muayenelere göndermezler
o İlaç satıcılardan ilaç alıp hastalara kullanıp parası hastadan tahsil etmezler
o Hastalardan para istemez ve almazlar
o Hastaya olabildiğince şefkat gösterirler
o Polis kardeşleri ile elele işkencelere dahi katılmazlar işkence görenlerin daha uzun işkence görebilmeleri için çaba göstermezler
o Yalan söylemezler
• Mühendisler;
o Müteahhitler ile işbirliği içinde devletin soyulmasına göz yummazlar
o Yaptıkları binalar depremde çökmez ve yıkılmazlar çünkü onlar proje gereğini uygular ve mühendislik yeminine sadık kalırlar
o Onlar için sadece ve sadece memleketin ve halkın mutluluğu esastır ve bunun dışında bir düşleri yoktur
o Belediye Başkanlarından çekinmez, hatta zaman zaman kendilerini Belediye Başkanı zannederler
o Yalan söylemezler
• Avukatlar;
o Müvekkillerini aldatmazlar
o Devletin kendileri için tespit ettiği ücretlerle vatandaşa hizmet verirler, dava bedeli üstünden % 25 lere varan ücret almazlar
o Temsil ettikleri kişi veya kurumların davalıları ile gizliden anlaşmazlar
o Mahkemelere müvekkilleri için, müvekkillerine de kişisel çıkar ve menfaatleri için yalan söylemezler
o Karşı davalının Avukatı ile danışıklı iş görmezler
• Öğretmenler;
o Sınıf ya da ders geçirmek için öğrenci yada velilerinden para almazlar
o Para karşılığı öğrencilerine özel ders vermezler
oGizliden öğretmenlik dışında komisyonculuk, müteahhitlik ve emlakçılık gibi kendilerine yakışmayan işler yapmazlar
o Yalan söylemezler
o Öğrencileri ve velileri arasında ayrımcılık yapmazlar her öğrenciye olması gerektiği gibi kesinlikle eşit muamele gösterirler
o Özel işleri için velileri kullanmazlar
• Bilim insanları;
o Asla toplumu yanlış yönlendirmek için, birilerine yaranmak için açıklama yapmazlar
o Kesinlikle siyasi görüşlerine ve tercihlerine uygun bilim uydurmaya çalışmazlar
o Darbe dönemlerinde darbecilerle işbirliği yapmaz, bilimin ve aklın gösterdiği doğru yoldan ayrılmazlar
o Mercimek’i et yerine önermezler
o Nükleer enerji çok faydalıdır demezler
o Radyasyon iyidir demezler
• Ordu;
o Darbe yapmazlar
o 24 Ocak Kararları ve Özelleştirme süreci ile uzaktan yakından alakaları yoktur.
o 27 mayıs, 12 mart, 12 eylül ve 28 şubat darbe ya da darbe girişimlerini kesinlikle ABD menfaatleri doğrultusunda yapmamışlardır
o İşkence yapmazlar ve yapılmasına da göz yummazlar
o İşkencede adam öldürmezler ya da adam ölmesine neden olacak davranışı göstermezler
o Atatürk’ün takipçisidirler
o Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisidirler
o Yabancı ülkelere dâhili faaliyetleri adına yardım etmezler
o Ortam hazırlamak adına adam kaçırmazlar, adam öldürmezler
o Gladyo’ya çalışmazlar
o Adam kaçırmazlar
o Katliam yapmazlar
o Suç örgütleriyle ilişki kurmazlar ve işbirliği yapmazlar
o Provokasyon hazırlamazlar
o Kaçakçılığa göz yummazlar, kaçakçılık yapmazlar, kaçakçılarla işbirliği yapmazlar
o Siyasete karışmazlar
o Enerji savaşlarında güvenlik adına ABD çıkarlarını korumak için bir başka ülkeye Mehmetçiği göndermezler
o Olan olaylarda toplumu yanlış yönlendirmek için bilinçli yanlış bilgi sızdırmazlar
o Provokatör ajan kullanmazlar
o Yasadışı faaliyetlere göz yummazlar
o Yalan söylemezler
• Polis;
o Provokasyon hazırlamazlar
o Adam öldürmezler
o Adam kaçırmazlar
o İşkence yapmazlar ve yapılmasına da göz yummazlar
o İşkencede adam öldürmezler ya da adam ölmesine neden olacak davranışı göstermezler
o Suç örgütleriyle ilişki kurmazlar ve işbirliği yapmazlar
o Uyuşturucu sevkiyatına bulaşmaz ve de asla komisyon almazlar
o Derin ilişkilere bulaşmaz, Mehmet Ağar, Fettullah Gülen dahil kimseden talimat almazlar
o Kara para aklama operasyonlarına göz yummazlar
o Mali suçlarla mücadele ederler
o Kaçakçılığa göz yummazlar, kaçakçılık yapmazlar, kaçakçılarla işbirliği yapmazlar
o Siyasilerin isteğine uygun çalışmazlar, onlara kimse kanun dışı faaliyet yürütmeleri için emir veremez
o Taraf olmazlar ve bir tarafı tutup diğer taraf üstüne gitmezler
o Olan olaylarda toplumu yanlış yönlendirmek için bilinçli yanlış bilgi sızdırmazlar
o Provokatör ajan kullanmazlar
o Yasadışı faaliyetlere göz yummazlar
o Suça ve suçluya kesinlikle göz yummazlar
o Yalan söylemezler
• Çiftçiler
o Ölü tavukları kesip satmazlar
o İyi domatesi üste koyup, kötüsünü altına koymazlar
o Pazarda eksik ürün satmazlar
o Ürettikleri ürünlerde kontrolsüz zirai ilaç kullanmazlar
o Ürettikleri ürünlerde hormon kullanmazlar, kullanırlarsa da dürüstçe bu ürün hormonludur derler
o Yalan söylemezler
• Kasaplar;
o Hastalıklı hayvanları kesip satmazlar
o Kaçak ve sağlıksız etten sucuk yapıp satmazlar
o Eşek,At,Katır gibi hayvanları kesp satmazlar
o Yalan söylemezler
• Vatandaşlar;
o Kesinlikle kömür yiyecek ve giyecek karşılığı oy vermez ve özgür iradeleri ile oy verirler
o Pusu kurmazlar
o Kaloriferli evde oturmalarına rağmen AKP den kömür alıp başkasına satmazlar
o Su tesisatı olmayan evine AKP tarafından çamaşır makinasi almazlar
o Birbirlerini gammazlamazlar, ihbar etmezler
o Birbirlerini ve devlet kurumlarını kazıklamazlar
o Hırsızlık yapmazlar
o Sümme hâşâ yalan söylemezler
o Emekli bir albay iken çocuklarına Almanyada 2.000.000 mark, İngilterede 1.500.000 sterlin miras bırakan siyasetçi için yahu bu paralar nasıl birikmiştir diye sormazlar

Benzeri gibi açıklamaları TV ekranlarında, gazete köşelerinde kasım kasım kasılarak yapmışlar idi…

Şimdi durum eğer bu grupların açıklamalarına uygun ise, eğer bu açıklamalr doğru ise….

Madem bu ülkede herkes iyi, herkes doğru, herkes tarafsız, herkes doğrudan yana, herkes hakkına razı, herkes makul, herkes hukuka saygılı da neden bu haldeyiz, nedir bu pejmürdeliğin sebebi…

Mademki bu necip Türk milleti sadece ve sadece Yavuzların ve Fatihlerin torunları olarak övünürler biz de soralım o zaman; Deli İbrahim’in, sarhoş Mustafa’nın torunları nerede ve kimdir?

Kendilerinden bahsedemediğim gruplar, sınıflar, meslekler her ne diyorsanız deyin onlardan özür diliyorum, kendilerini bu yukarıdaki tablodan asla vareste tutmuyorum…

Toprağın bol olsun AZİZ NESİN







Cuma, Şubat 26, 2010

BU DA BENİ BAĞLAMAZ

Geçtiğimiz günlerde; A.K. Partisi Kahramanmaraş Milletvekili Avni Doğan Ergenekon davası ile ilgili olarak, "Eğer biz birazcık tökezlersek bu Ergenekoncular falan bu defa çok kötü intikam alır, halktan. Bu memlekette kimin kızının başı örtülü, hepsini fişlemişler. Kimin çocuğu İmam Hatip'e gidiyor hepsini fişlemişler. Kim muhafazakâr, kim ramazanda oruç tutuyor hepsini fişlemişler. Eee şimdi biz onları fişliyoruz. 40 sene onlar bu halka yaptı, inşallah sıra bizde. Yapmaya çalıştığımız bu arkadaşlar" demişti.

Çorum Milletvekili Ahmet Aydoğmuş, partisinin Çorum Merkez İlçe Başkanlığı’nda yaptığı konuşmada hükümeti eleştirenlere yüklenirken, “Bu insanın kanı bu ülkenin kanı mıdır? Ben sorarım... Tahlile göndermek lazım bence. Ve bu kanı bozuk insanlar hayatın her yöresinde olabilirler” diye konuşmuştu.

Gelen tepkilerin büyük olması üzerine otomatik ve her zaman olduğu üzere cevaplama yolu seçilerek; Açıklamaların, milletvekillerinin kişisel görüşleri olduğunu kaydeden AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Tanrıverdi, "Bunlar, partiyi bağlayan görüşler değildir. Partide yetkili arkadaşlarımız değildir. Ancak bu arkadaşlarımızın söylemleri bir kafa karışıklığına sebep olucu söylemler ise bununla ilgili araştırmalar sonucunda parti elbette gerekeni yapacaktır." ifadelerini kullandı.

Peki böyle bir şey yeni mi?

26.01.2008 tarihinde milletvekili Hüsnü Tuna’nın Türban kullanımı ile ilgili “İnşallah hedefimiz kamu hizmetlerinde de yani kamu hizmeti veren personellerde de böyle bir yasağın olmamasıdır. Bu utanç verici bir şey diye düşünüyorum”. Bu konuda görüşlerinin sorulması üzerine Bakan Hayati Yazıcı, “Açıklama, kişisel olup partiyi bağlamaz” diye cevap vermiştir.


“Milli Eğitim Bakanlığı"nın genelgeleri bizi bağlamaz. İdarenin kusurundan partiler sorumlu olamaz..”

“Belediyelerin yaptıkları da bizi bağlamaz. Kendi icraatlarıdır..”

Anayasa Mahkemesinde, A.K. Partisinin görülen kapatma davası sırasında Meclis Başkanı görevinde bulunmuş bulunan Bülent Arınç’ın, görev süresince gerçekleştirdiği bütün eylem ve söylemleri kapsamında “İnşallah, Sivil, demokrat ve dindar cumhurbaşkanı seçeceğiz” bulunan açıklamalar TBMM adınadır. Bir Meclis Başkanı’nın, Meclis adına yaptığı eylem ve söylemleri Anayasanın açık, tartışmasız ve amir hükmüne rağmen, üyesi bulunduğu partiyle ilişkilendirmek kuşkusuz bir Anayasa ihlalidir” denilerek, Arınç’ın sözlerinin AKP’yi bağlamayacağı mesajı verilerek, Bülent Arınç’a isnat edilen suçların TBMM Başkanlığı yaptığı dönemi kapsıyor olmasından ötürü ve o dönemde AKP ile ilişkisi kesilmişti
bizi bağlamaz..
A.K. Partisinin tanıtım ve medyadan sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Edibe Sözen, Erdoğan'ın "ekümenik sorunu bizimle ilgili değil" sözleri için "Başbakan bizi bağlamaz" dedi, A.K. Partisinin en yetkili karar organı olan Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyesi olarak görevlendirilen Prof. Dr. Edibe Sözen, basınla kahvaltılı sohbet toplantısında "Medyanın dilinin değişmesini istiyoruz" diyen Sözen, Erdoğan'ın Papa ile görüşmesinden sonra, "Batı-Doğu Roma'dan bu yana olan kilise ayrımı var. Bu kiliselerin bir araya gelmesi, Türkiye'yi ekümenlik tartışmaları bakımından rahatsız eder mi" sorusuna verdiği, "şu anda Türkiye'nin sorunu değil" yanıtı için ne düşündüğünün sorulması üzerine "Başbakanı bana sormayın. Ben parti başkanından mesulüm" dedi.

Tayyip Erdoğan"ın 1994-1998 yılları arasında söylediği sözler AKP"yi hiç bağlamaz.. AKP 2001"de kuruldu..

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın "Cumhuriyet devrimleri toplumda travmaya neden oldu" bu partiyi bağlamaz…

Tunceli Valiliği il özel idareye ait depoda AKP bayrakları bulunur ama “benim valim kamyona binip eşyaları tek tek dağıtacaktır” diyen zihniyet kanuna aykırı durumda suçüstü olunca “Vali beni bağlamaz” diyebiliyor…

Nasıl bir parti bu? Üyelerinin, bakanlarının, milletvekillerinin, belediye başkanlarının parti politikası doğrultusunda yaptıkları eylem ve konuşmalar partiyi bağlamıyor. Sadece o kişileri bağlıyor!

Bakanlıkların icraatları bağlamıyor, belediyelerin icraatları bağlamıyor, milletvekillerinin sözleri bağlamıyor…

O zaman A.K.Partisini ne bağlar! Yahu allahaşkına bunlar sizi bağlamıyor ise; acaba Adana’nın Karaisalı ilçesinin Dibekönü köyünün bekçisi Halil Efendiyi mi bağlar?

EEE o zaman niye partinizden aday gösteriyorsunuz neden onlar adına da vatandaştan oy istiyorsunuz neden onlar için oy ister iken onlara kefaletinizi beyan ediyorsunuz hadi açıklayın da bilelim…

Görüldüğü üzere; kişi, zaman, zemin ve teknik terakki ne olursa olsun gedik açma çalışmaları ve koruma cevapları hep aynı değişmez usanmaz ve utanmaz bir taktik bütünlüğü içinde…

Aslında; bu cevapkarların hiçbirinin derdi A.K.Partisini muhtemel saldırılardan ya da adaletin önüne gitmekten korumak olmadığı çok aşikardır, bu muhteremlerin tek bir derdi vardır oda yaşadıklarına inandıkları dar ül harp şartlarında uyguladıkları gerilla taktiğidir. Onlar da biliyorlar ki; karşı savunma hatlarında gedik açılabilmesinin yolu saldırıların devamlılığına ve darbeli matkap gibi gerçekleşmesine bağlıdır yani söyle inkar et sonra tekrar söyle tekrar inkar et alışkanlık yarat kayıtsızlık yarat… Tabii ki hedef “değneksiz dolaşılacak köpeksiz köy yaratmak”

Peki bu yeter mi şüphesiz hayır, peki ne yapmak gerek “insanların rüya görmelerini temin etmeli ki gerçekler görünmesin” işte bu nedenle her türlü yerel ve beynelmilel güçleri de terkisine alma gereğinden olmak üzere, İMF sinden tutun da AP sinden çıkın hepsi burada yapılanları olumlamalıdır ki toplumsal halisilasyon yaratılabilsin. Durmak yok yola devam.

Ama ya gerçekler; böyle mi, hiç te öyle değil.

Yaklaşık 8 yıldır, yani yaklaşık 3.000 gündür iktidar, hükümet olan; tüm başarısızlıklarının ve her türlü herze sonunda da bu bizi bağlamaz cürm-ü meşut hali bir yana; mali denetim, idari denetim, siyasi denetim kurumlarını tamamen etkisi altına alan, etkisi ve yetkisi altına alamadığı kurumları da baskısı altına alan A.K. Partisinin bizatihi, doğrudan ve açıktan, direkt sorumlusu olarak vebalini taşımış olduğu açlığın, yıkıntının, çöküntünün, hırsızlığın, kayırmacılığın, ayırımcılığın, dengesizliğin, uluslararası fiyaskonun, ciddiyetsizliğin, aymazlığın sorumluluğunu, taraftarlarına büyük rant elde etme kapısı haline getirdikleri sadaka düzeninin kazandıracağı sevaplar yüzü suyu hürmetine cennete gitme garantisini yakaladıkları hayali ile topyekün hiçbir görevi, sorumluluğu, yetkisi olmayan muhalefete ve medyaya ihale etme çırpınışları uyanıklıktır olsa olsa. Şark kurnazlığıdır, yavuz hırsızlıktır aynı zamanda da sığ su şarlatanlığıdır. Yahu bu kadar aymazlık olmaz herhalde tam bir “anne cici, baba kaka” tavrı örneği.

Ama ne yazık ki fareli köyün kavalcısı rolünü de iyi tedris ettikleri oya tahvil ettiklerinden çok net anlaşılmaktadır.

Bu da sevgili halkımızı bağlar herhalde

Cumartesi, Şubat 13, 2010

BİR VALİ PORTRESİ

Elazığ Valisi Muammer Erol’un 10 Şubat günü Elazığ Genç İşadamları Derneği’nin Akgün Otel’de düzenlediği, “Afrika Ülkeleri Tanıtım ve Afrika Ülkeleri ile Ticaret” konulu toplantıda yaptığı konuşmada “Gidip de Amerika devlet başkanının karşısında 1 milyon için hazır duran bir başbakan istemiyorum. Ben, “One minute” diyen bir başbakan istiyorum” diyerek, özellikle son 30 yılda ülkemizde nasıl bir zihniyet devrimi yapıldığını gösterdi taraflı tarafsız tüm vatandaşlarımıza.

• Tam da ABD tarafından hizaya getirilme çalışmaları sırasında iplerin gerildiği bir anda basına yansıdığı kadarıyla ve tekzip edilmediğinden de doğrudur yorumu yapılacak olan ve Cüneyt Zapsu tarafından “tuvalet deliğine süpürmeyin kullanın” diye ara bulunarak bu sayede başbakanlıkta kalabilen bir Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali ?
“Amerika’ya nota verilecek mi” diye gazetecilerce soru sorulduğunda nota önemli iştir müzik notasına benzemez diyen Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Askerin kafasına çorap geçirildiğinde aslında yapılanın sadece o askerler değil tüm ülkeye yapılmıştır yorumu yapmayan nasıl olsa bize karşı olan kurumun mensuplarına yapılmıştır diyen Başbakan istermisiniz Sn. Vali?
“One minute” dediği sırada “one minute”nin muhatapları Konya’da eğittiği pilotları vasıtası ile Gazze’de insanlara bomba atıyordu bilindiği üzere. Hemen bu eğitimlerin durdurulmasını temin edecek bir başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Ayni vakit namazını 2 ayrı camide kılan Başbakan istermisiniz peki Sn. Vali?
• Irak’ı işgal eden “ABD ordusu askerlerinin tabutlarda ülkelerine dönmemeleri için dua ediyoruz” diyen ama yaklaşık 1.000.000 Iraklı müslümanın ölmesi karşısında çok fazla kılını kıpırtdatmayan Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Küçücük gemiciklerin kısa sürede hormonlanarak gemi haline gelmesine sesini çıkarmayan bunu eleştirenleri de hainlikle itham eden bir Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Irak’ın işgali için görüşmek üzere bulunulan ABD'de Bush'tan "Burada yapacak işiniz yok, ülkenize dönün ve tezkereyi derhal geçirin" diye kovulan ve 1 milyar dolara Kuzey Irak'a girmeme anlaşmasının altında imza atan Başbakan istermisiniz Sn. Vali?
• ABD ile girişilen ve Irak’ın işgali konusundaki rolü karşılığı talep ettiği paralar yüzünden uluslar arası basında karikatürlere konu olan Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Galataport, Türk Telekom için elin gavuru ile hem de görevi olmamasına rağmen kapalı kapılar ardında ihale görüşmeleri yapan, sonra oradan oluşan değerlerin Sabah-ATV ye sermaye olarak geri dönmesine sırtını dönen Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Airbus uçak alımı sırasında “bu kadar çok uçak aldık bir tane de hediye edersiniz artık” diyen Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Oğlu yaptığı bir trafik kazası neticesinde bir kişinin ölümüne yol açmış ise de sırf oğlu olduğu için durumu yoluna koyan Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Peki Afgan mücahiti denilen aslında Taliban lideri olan Gülbeddin Hikmetyar sandalyede otururken dizinin dibinde bağdaş kurmuş vaziyette olan bir Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Milli piyango zulümdür, soygundur ve bu yüzden haramdır propagandası yapıp sonra iktidara gelince iddia hariç yılda yaklaşık 1170 oyun ya da bahis oynanır hale getiren Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Kendisine bağlı bazı memurları görevden alamayan ya da görevden almayı bile göze alamayan bir Başbakan istermisiniz Sn. Vali?
• JINSA adlı Yahudi kuruluşundan cesaret madalyası alarak bununla övünen ve efelendikçe efelenen ama bu madalyayı iade etmeye gelince kılı kıpırdamayan Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Her ABD ziyaretinde mutlaka bir Yahudi kuruluşu ziyaret etmeden edemeyen bir Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?

Eğer bu sorulara halkın ve ülkenin menfaatleri doğrultusunda hayır cevabı veremiyorsanız ki hiç zannetmiyorum verebileceğinizi lütfen oturun oturduğunuz yere ve haddiniz olmayan konulara da fazlaca karışmayın derler insana sonra ve sizi koruyacak ve kollayacak kimse kalmaz ortalıkta bakın Tunceli Valisinin başına gelenlere de ne demek istediğimi daha iyi anlayın.

Sonuçta bizde Amerika’da gidip enformasyon kursu almış, İngiltere’de Exeter Üniversitesinde yada ABD de deki muadil üniversitelerinde ABD’nin ve Büyük Britanya’nın emperyalist amaçlara uygun yetiştirilmiş Vali, Kaymakam, Emniyet Müdürü istemiyoruz ama bize soran yok işte. Gidip gâvur ellerinde eğitilip ülkemize yönetici olsun ve gönderenlerin kılıcını sallasın diye gönderilmiş böylesine çapsız, izansız ve hatta ahlaksız yaklaşımlar göstermenin de bir marifet olduğunu sanmıyorlar mı, işte insanın canını bu çok fazla sıkmaktadır.

Söylenenin çok önemli olmadığını düşünelim bir an ve bu lafı üreten beynin ve zekanın sahibinin hayatın diğer tüm alanlarına yönelikte düşünceleri bundan çok farklı olmaz herhalde.

Diğer taraftan bu zihniyet biraz da ahde vefası olmayan zihniyettir çünkü bugün orduya gösterdikleri tavra yer yer de saldırılara bakarsanız zannedersiniz ki bunlar 12 Eylül darbecilerinin yaratmak istediği kuşak değiller, yahu azıcık ahde vefanız olsa; karşıtlarınızı ortadan kaldırarak tarafınıza teslim ettikleri ve sayenizde her biri kuran yüksek okulu şekline bürünen üniversitelerde okuttular sonra da Büyük Britanya Emperyallerinin Müslüman ülkeleri yönetmek için yönetici yetiştirmek amacı ile kurdukları exeter üniversitesinde doktora yapmanız için gönderdiler yine yaranamadılar ya, işte siz busunuz biz biliyorduk ta millet yeni yeni öğreniyor ama iş işten geçti galiba…







Salı, Ocak 12, 2010

KİM DEMİŞ BU ÜLKEDE SANATÇIYA SAYGI YOK DİYE


Hadi o zaman Kenan Evren’e olan saygıyı izah edin de görelim bakalım.

Sizce Kenan Evren’e gösterilen saygı ve hürmet; yaklaşık 650.000 vatan evladının gözaltına alınarak damadının başında bulunduğu gizli örgüt marifetiyle kurduğu işkencehanelerde akıllara ziyan işkencelerden geçirerek resmi rakamlara göre yaklaşık 200 kişinin ölümüne, binlercesinin sakat kalmasına ve bir o kadarının da ruh sağlığını yaşamlarını idame ettiremeyecek şekilde bozulmasına yol açmasından, 1.700.000 vatan evladının fişlenmesinin baş sorumlusu olması nedeniyle perişan etmesinden, 7.000 kişi için istenen idam cezası neticesi 50 den fazlasını astırarak idam ettirmesinden, yaklaşık 400.000 kişiye pasaport verilmesinin önüne geçerek bahse konu kişilerin bir kısmının sağlık sorunları neticesi ölümlerine neden olmasından, tüm sendikaları kapatarak iş-çalışma hayatının dengesini altüst etmesinden, açlık sorunları ile ağdalı sömürü çarkının altında ezilmiş ve kıvranan vatandaşı Kürt-Türk ve alevi-sünni kavgasına sürükleyerek yaklaşık 35.000 inin ölümünün olağan sayılacağı ortamı hazırlamış olmasındanmıdır?

Hiç sanmıyoruz…

İnsanın, bütün bu olan-biteni izah etmekte zorlanacağı bu olayların yaşanmışlığının öncesinde; T.C. silahlı kuvvetler geleneklerinin alt üst edilerek hem de yeni kurulmuş olan Ege ordusunun komutanının bir sürü alavere-dalavere çevrilerek kara kuvvetleri komutanlığına getirilmiş olmasını içine sindiremeyenlerin, durumun araştırılması neticesinde, NATO içindeki “gladio” örgütlenmesi olan “stay-behind” adlı gizli ordunun da komutanlığını yaptığını ortaya çıkarıp açıkladıkları, Kenan Evren; 17 yaşındaki Erdal Eren’in idam edilmesi konusunda ise 03.Ekim.1984 tarihinde Muş ilinde yaptığı konuşmada “Şimdi ben, bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim, ömür boyu ona bakacağım, asmayıp besleyeceğim” diyerek, mensubu olduğu gizli ordunun Türkiye’yi bir kan gölüne çevirmesine perdeleme yaparak aslında kininin büyüklüğünü bir kez daha göstermiş olmasına ve memleket ekonomisine beslenmeyecekleri asarak ciddi katkılar sağlamasına rağmen, gerekli hürmeti ve saygıyı görmemiştir.

“Marmaris paşalığı” döneminde; kendisine her ne kadar da “Bodrum paşası” Zeki Müren’e gösterilen hürmet ve saygı bile kendinden esirgenmiştir ama memleketin elit bir avuç kişisi dışında hiç bilinmeyen pekin ördeği bile bu zat-ı muhterem sayesinde ülkemizde bilinir duruma gelmiş (itiraf ediyorum ben de o zaman ördeğin pekinlisini ilk defa duymuştum), bugün ülkenin sahip olduğu uçsuz bucaksız ormanlar yine bu muhterem sayesinde başlatılan “ormanlar yanmasın” kampanyası sayesindedir, “hayvanlar ölmesin” kampanyası sayesinde de memleketi itten-köpekten geçilmez hale getirmesi bile bu muhteremin saygı ve hürmet görmesi için yeterli olamamıştır.

“Şimdi biz sureti katiyede hâkimlere bu adamları asın demedik asmayın da demedik, peki ne dedik? bir şekil ve yol ile olayı halledin dedik. Şimdi bu yargıya müdahale etmekse netekim etmişizdir" diyerek icraatlarını son derece anlaşılır, hukuki, edebi ve felsefi bir derinlikle izah ederken nasıl bir deha olduğunu dost ve düşmana gösteren bu muhterem “Marmaris paşası”, Osmanlıların “İbrahim” (nam-ı diğer boncuklu) ve “Mustafa” lar kolundan geldiğini gösterdiği pırıl pırıl zekası ile hak etmiş olmasına rağmen necip Türk milleti tarafından gerekli hürmet ve sevgiyi ne yazık ki görememiştir.

Şimdi bütün dincilerin takiyye yaparak kızdığı daha doğru biçimiyle ve aslında kızarmış gibi yaptığı, hakaret edermiş gibi yaptığı ama gizliden ve derinden has muhabbetlerine mazhar olan bu zat yobilerin (yobazın daha tatlı ifade edilişi) bugünlere bu kadar güçlü gelmelerinin en önemli gerekçesini oluşturan “Rabıta” (Dünya İslam Birliği) finansmanının ve rabıtanın ülkemiz siyaseti ile rabıtasının kurulmasına olanak ve zemin hazırlaması bile kendisine gerekli saygı ve hürmeti kazandırmamıştır.

Kendisinin lideri olduğu 12 Eylül faşist darbesi ile birlikte kendisini Viyana kuşatması komutanı zannederek her keresinde sanki mehter marşına uyarcasına gözlerini kapatarak ağzından alevler çıkartarak öncülü Adolf’u hiç te aratmayacak biçimde attığı nutuklar neticesinde soyadını “kainat” a eriştirmesi karşısında bile görememiştir hak ettiği hürmet ve sevgiyi ne yazık ki.

“vatan seninle gurur duyuyor” sloganları eşliğinde kendisine yapılan organize karşılama törenleri sırasında; Şilililerin Pinochet’ini kıskandıracak şekilde kasım kasım kasılması ve yalaka valiler yada belediye başkanları tarafından kendisine verilen “şehir anahtarlarından” nadide bir koleksiyonu olmuş olması hatta zaman zaman anahtar sergileri açmış olması bile onun yeterince sevgi, hürmet ve saygıyı görmesine yetmemiş idi.

02.12.1982 tarihinde kendisine Türkiye hukuk sistemine yaptığı katkılardan dolayı İstanbul Üniversitesi senatosunun anlı ve de şanlı yalaka profesörleri tarafından fahri hukuk doktorluğu ve fahri üniversite profesörlüğü verilmesi bile kendisine sevgi ve saygı duyulmasını yaratamamış idi.

Erzurum’da “hoca cocuğu”, Zonguldak’ta “işçi çocuğu”, Ankara’da “memur çocuğu” olmasını büyük bir gururla açıklayan bu muhterem Muğla’da “ev yapacaksan tuğladan, kız alacaksan Muğla’dan” diyerek maalesef kendisinden beklenen açıklamayı yapmayarak bende büyük bir hayal kırıklığı yaratmış olmasına rağmen gerekli hürmet ve saygıyı ne yazık ki görememiştir.

Erdal Eren’e layık gördüğü idamı; yaş engeline rağmen kendisine de uygulanmasının önünün açılması açısından derhal yaşı yaklaşık bir 50 yıl küçültülerek konunun halli yoluna gidilmesi mümkün ise de, biz kesinlikle böyle bir sonu kendisine uygun ve layık bulmuyoruz.

Gücünün erişilmez olduğunu düşündüğü dönemde uyduruk bir kararla Ankaragücü’nü 1. lige (o zamanki süper lig) çıkarmış olmasına rağmen Ankaragücülüler tarafından bile layık olduğu şekilde bir hürmete mazhar olamamış ayrıca Galatasaray’ın Ankaragücü’nü 8-0 yendiği maçtan sonra “ben artık Ankaragücü’nü tutmuyorum” demesine rağmen Galatasaraylılar tarafından da sevilmeye layık görülmeyen bu zat-ı muhterem için, sevgi, saygı ve hürmet görmede milat sayılacak Picasso’nun resmine bakarak “netekim bunu bende yaparım” deyip sanatçılığını ilan etmiş olmasıdır. Bu ilan aslında akıllara zarar ya da durgunluk vermek üzere sarf edilmiştir ama işte o saatten beridir ki; sümme haşa adam ressam, adam sanatçı, işte bütün hürmet ve saygının gerekçesi budur ve işte kadirşinas ve necip Türk milletinin SANATÇIYA SAYGISI bundan sonradır ki bir sevgi saygı ve minnet seli olup taşmış ve sanatçılığının ilanı üzerine bir sürü memleket evladının çocuklarına Evren ve Kenan isminin konmasına ilham kaynağı teşkil etmiştir.


Pazar, Ocak 03, 2010

BİR KİTAP: MECZUP YARATMAK

Son okuduğum kitap; Mustafa Yıldırım’ın yazdığı “MECZUP YARATMAK” tan kısa bir tanıtım aşağıdadır. Ancak dikkat çekici bir biçimde son dönemlerde gerek milliyetçiler ve gerekse de ulusalcılar (neomilliyetçiler) tarafından en azından birinci kısımdakiler tarafından daha düne kadar akıl danıştıkları, arkasından gittikleri, biat ettikleri, dizlerinin dibinden ayrılmadıkları, şapkasından kuş çıkarmalarını bekledikleri, yere göğe sığdıramadıkları, Hira dağı kadar Müslüman diye tarifledikleri, sürekli keramet bekledikleri vs. vs. kişilerle ilgili karşı tutum aldıklarını beyan ettikleri kitap yayınları artmış bulunmaktadır. Eee ayrılıkları ya da gayrılıkları hayırlı olsun diyelim. Ne değişti de acaba bu yayınlar arttı hani bilenin bildiği üzere hepsinin de kökenleri dünün “komünizmle mücadele dernekleri” iken bugün birbirlerine saldırmaya başladılar, hani “akılları başlarına geldi” desek genel tavırları da bunun pek böyle olduğunu göstermiyor ama neyse… Hani memleketi tek bizim gibi düşünenler kurtaracak diye ortada kasım kasım kasınarak dolaşan milliyetçiler ve ardılları neomilliyetçiler; (tabii bunların bir kısmı da ne olup bitiğinin pek farkında değiller ki sırf bu yüzden öncüllerini destekliyor ya da artık birlikte eylemler düzenleyebiliyorlar) daha düne kadar Kanlı Pazarda, Kahramanmaraşta, Sivasta, Çorumda “Tanrı dağı kadar Türk olanlarla Hira dağı kadar Müslüman olanlar” yan yana; “Bağımsız Türkiye” diyenlere, “Tek Yol Devrim” diyenlere saldırmıyorlarmış gibisine karşılanıyor ya da görülüyorlar ya buna yanarım işte… Neyse neyse (yine)…

Kitaptan
Mustafa Yıldırım. Saidi Nursi (Saidi Kurdi) etrafında yaratılan menkibeleri uzun uzun yazdığı kitabın giriş bölümünde: “İnandım” diyen kişiyle inandığı konularda bilimsel bir tartışmaya girmek kadar hatalı bir girişim olamaz. Çünkü o kişi “inandım” demekle her türlü tartışmanın önünü kesmiş olmaktadır.
“Bu kitap Said-i Nursi (Saidi Kurdi) ve ona inananların dinsel inançlarını tartışma ya da eleştirme amacını taşımamakta, safsata ile gerçeği ayrıştırmaya yardımcı olmayı denemektedir.”
“Çünkü şu ya da bu inanca kapılma özgürlüğüne karışılamaz. Ne var ki, yalan ile gerçeği ayrımsadıktan sonra kişinin istediği seçimi yapması, şu ya da bu inanç öbeği içinde yer alması ve hatta bir faniye bağlanması daha sağlıklı olabilir''

Yazar; kendi ruhsal bunalımları ile baş edemeyen ve bu yüzden Bitlis Vali Tahir Paşanın tavsiyesi üzerine dönemin padişahı II. Abdülhamit tarafından Toptaşı Akıl Hastanesinde tedavi görmesi için kapattırılmış ve sonraları kendiliğinden de bir mağara da yıllarca inzivada yaşamış Said-i Nursi’den Mehdi yaratılma çalışmalarını; Cemal Kutay gibi “Tarih üstadı”, Şerif Mardin gibi “Sosyoloji profesörü” nün eserleri üzerinden mahkûm etmeye çalışmakta ve nasıl da meczupsever bir toplum olduğumuzu bize göstermeye çalışmaktadır. Daha sonraları yazdıracağı “Tarihçe-i Hayat” adlı kitapta, doktorların “Said bizden de akıllıdır” ve “eğer Bediüzzaman’da zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur” gibi bir rapor düzenlediklerinin belirtilmesinin herhangi bir kanıtının olmadığını, böyle bir raporun olmadığını ya da herhangi başka bir kaynak yayınında olmadığını belirtmektedir yazar Mustafa Yıldırım.

“Uydurulan bilgi, yıllar geçtikçe gerçeğin yerini alır. İnsanoğlu sunulan bilgiyi aklın süzgecinden geçirmeden kabullenmeye yatkındır. Özellikle gençlerin aklını çelen, ortak kültüre aykırı bilgi yığını, onların bir bölümünü meczuplaştırabilir.” diyerekten; gerek “Tarihçi Üstad Cemal Kutay’ın” Said-i Nursi ile görüşmeden sanki Elmadağ’a giderek kendisi ile uzun uzun ve her konuda detaylı bir biçimde görüşmüş gibi yazdığı kitabı kılavuz edinip tek tek tüm ileri sürülenlerin yanlışlığını ispat etmeye çalışmakta ve en sonunda da “Tarihçi Üstad Cemal Kutay’ın” bu kitabı 100.000 TL karşılığında da yazdığını itiraf ettiğini belirterek yaratılan büyük aldatmacanın nasıl bir halüsinasyon ürünü olduğunu ispata çalışmaktadır.

Diğer taraftan; önceleri İttihat ve Terakki partisinin destekleyicisi, bilahare 31 mart gerici ayaklanmasının başaktörlerinden, Serv tertipçilerinin düzenlediği konferansa giden ermeni ve Kürt temsilcilerine destekten, Kurtuluş savaşına karşı çıkışından, Kürt Teali Cemiyeti kurucularından, Şeyh Sait isyanın arka planında durmasından söz ederek ama mutlaka bir duruma ya da harekete önce destek sonra da karşı çıkmak gibi bir standart tavırdan söz ederek akıllara başka olasılıkların gelmesine yol açmaktadır, yazar Mustafa Yıldırım.

Demokrat Partinin iktidara gelmesinden sonra ise; hızlı bir Amerikancı desteği vererek başta NATO olmak üzere, Kore’ye asker gönderilmesini savunmakta ve hatta yaklaşık 5.000 müridi ile birlikte Komünizme karşı gönüllü savaşmak istediğini de yazmaktadır yazar.

Said-i Nursi (Said-i Kürdi) kendi ağzından yazılan yaşamöyküsünde, yirmi yıllık eğitimi üç ayda tamamladığını, beş günde inorganik kimyayı öğrenip bir öğretmeni yendiğini belirterek (bir öğretmen nasıl yenilirse işte), hatta bir cebir kitabı yazmış olduğunu ileri sürenlere, Mutsa Yıldırım bunların kaynaklarının olmadığını böyle yazılmış kitaplar olmadığını yazarak karşı çıkmaktadır. Yine aynı kitapta tarih, coğrafya, riyaziyat, jeoloji, fizik, kimya, astronomi, felsefe ilimlerinin esaslarını tedris ederek elde ettiğini belirtildiğini ama nasıl elde edilmişliğinin belli olmadığını ve kendi iddiasına göre 80-90 kitabı üç ayda ezberlediğini ve her ezberden sonra bir öğretmenle münazara yapıldığının ve münazaraları hep kazandığının belirtildiğini ama bunların bir başka kaynaklarla desteklenmediğini yazmaktadır, yazar.

Diğer taraftan; bugünün ünlü kişisi Cüneyt Zapsu’nun dedesi Abdurrahim Zapsu ile ilişkilerine, Musa Anter’in Zapsu ailesine damat oluşuna kadar, özel harpçilerin sivil uzantısı Bucak ailesine kadar oradan şimdilerde Bakanlıktan yeni ayrılmış Hüseyin Çelik’e kadar geniş bir ilişkilerden bahsetmektedir yazar.

Ayrıca; Bediüzzaman Said-i Nursi’nin gelen büyük desteklerle yarattığı tarikatın, meşhur Kore’li Sun Myung Moon’un kurduğu “Moon” tarikati ile benzerliklerini ve her iki tarikatın ardıllarının (takipçilerinin) de şu anda ABD de bulunduklarını yazmaktadır.







Pazar, Aralık 27, 2009

HER İKİ TARAFTA DOĞRUYU SÖYLEMİYOR


Ne diyor Hükümet ve destekçileri; “Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Çukurambar’da bulunan evinin sokağında bir otomobilin içinde bir albay ile bir binbaşı şüpheli davranışları nedeni ile Ankara Emniyeti polisleri tarafından yakalanmıştır. Bu iki subay Bülent Arınç’a “suikast hazırlığı” içindedirler”

Peki diğer taraftan ne diyor savunmasında Genelkurmay; “Çukurambar’daki 1 albay ve 1 binbaşının peşinde olduğu kişi gizli bilgileri sızdırdığı iddia edilen bir albay. Yoksa konunun Başbakan yardımcısı ile bir ilgisi yok. Belki bazı suallere cevap verememiş olabiliriz. Netice olarak bugün itibarıyla buna ilave edeceğimiz başka herhangi bir şey yok. Yeri geldiği zaman belki tamamlayıcı bilgiler verme durumumuz olabilir”

İki önemli kurum ve iki taban tabana zıt açıklama; hadi gelin çıkın içinden çıkabilirseniz, şüphesiz çıkamayacaksınız ve maalesef yıllardır “kırk satır mı? Kırk katır mı?” aralığında bırakıldığımızdan ötürü herkes kendi meşrebine ya da inandığı kuruma uygun pozisyon alacaktır; nitekim de öyle oldu. Ama bana kalırsa her iki tarafta doğruyu söylemiyor birşeyleri örtmeye çalışıyorlar ya da olan biten başka şeyleri gizliyorlar ya da gizleyecekler.

Bu olayın tarafların açıkladığı şekilde cereyan etmesinin olanaksız olduğu ve tarafların doğruyu söylemediği kanaati ben de neden oluşmaktadır acaba dedim konu üstünde düşünmeye ve olasılıkları sıralamaya başladım.

Bu “Özel Harp Dairesi” ya da “Seferberlik Tetkik Kurul’u” ya da başka adlar altında anılan ya da bilinen bu kuruluş ya da taşeronları bugüne kadar yapılan bir dolu sofistike suikastların düzenleyicisi olarak hedef olmuş ve asla da iz bırakmadan ortadan kaybolmuş ulusal ve uluslar arası lojistik desteği mükemmel olduğu anlaşılan bir kurum olarak bilinmektedir.

Böyle 60 yıllık saha tecrübesi olan ve 6-7 Eylül olaylarından başlayıp ta 12 Eylül öncesi birçok önemli ve ünlü bilim adamı ve siyasetçiye suikast düzenle ve yakalanma gel burada çok sıradan bir adreste dinleme ya da suikast hazırlığı yaparken yakalan; hem de 1 albay ve 1 binbaşının yönettiği bir ekip olarak buna kargalar bile inanmaz bence. Sen kalk 12 Eylül öncesi en iyi korunduğu savlanan ve söylenen Maltepe cezaevinden dönemin en ünlü suikast erbabını tereyağından kıl çeker gibi kaçırmakla adın anılsın sonra sırra kadem bas gel burada böyle acemice yakalan. Sen git 1 Mayıs 1977 de akıllara ziyan eylemim sorumlusu olarak anıl yakalanma, gel burada yakalayanların bile şaşırdığı şekilde çocukça yakalan. Gel Kahramanmaraş olayları gibi bir olayı düzenlemekten zımmi ve gizli gizli suçlan, sonra gel burada yakalan, ne diyelim sen aklımızı koru yarabbi. Ya bu kurum anıldığı gibi bir kurum değil çok fazla şehir efsanesi üretilmiş hakkında ya da eğer anıldıkları eylemlerin tertipçişi ise bunlar bu son durum fazla amatörce, artık varın siz karar verin.

Efendim aslında hedef Bülent Arınç değil orada Genelkurmaydan bir başka albay bir takım gizli bilgileri sızdırıyordu da bahse konu ekip onu takip ediyordu diyerek duruma kurtarmaya çalışmakta; bir başka komedi. Peki, önemli ve ileri derece bilgi sızdıracak önemli görev yapan bir albayın Çukurambar’da ne işi vardır acaba, orada mı ikamet ediyor? Bilgileri sızdırdığı veya verdiği iddia edilen adam kim ve orada mı oturuyor? Peki, o derece önemli bilgileri sızdıracak şekilde görev yapan bir subay Askeri lojmanlarda oturmuyorsa ki öyle okumamız isteniyor bu mesajı, o kişi neden gözaltına alınmıyor ya da konu neden tamamen göz ardı ediliyor? Oysa bahse konu kişi hemen kendisinin takip edildiğini anlamayacak mı acaba? Bir yanda iddia edildiği üzere takip edildiği söylenilen Albay belli ve bilinen bir kişi, kime bilgi sızdırdığı da belli yine anlaşıldığı kadarı ile; ee peki konunun bu tarafına yönelik varsa hareket nedir, yoksa nedendir? Vs. vs.

Diğer taraftan en önemli görünen konu ise; Genelkurmay’ın bu açıklamalarına inanmayıp, güvenmeyip ve hatta değer vermeyip derhal günlerce sürecek bir delil arama ve inceleme süreci başlatan taraf hem de inanılmaz gerginlikleri göze almak kaydıyla, acaba neden zımmi olarak önümüze suçlu diye çıkardıklarını görevden almaz ya da alamaz, hani mademki bu zevatın yaptığı açıklamalar doğru değil güvenilir değil ise, ee o zaman hadi iktidar olmanın gereğini yerine getirin de görelim. Peki, karşı tarafın da; bağlı olduğu kurum ya da kurumun başındaki tarafından kendisine inanılmıyor ve güvenilmiyor davranışı alenen sergilenir iken, yapması gereken de çok basittir. Peki, o da yapılmıyorsa acaba bizim bilmediğimiz ama bize anlatılan hikâyelerin dışında bir konu olması olasılığı aklınıza gelmiyor mu?

Yoksa bütün bunların dışında bir izah yolu mu var tüm bu olup bitenin diye soracak olursanız, çok ta bu konuları bilmeyen biri olarak hiç tereddütsüz cevabım “evet” tir. Sanki öyle geliyor ki o bilgileri sızdırdığı iddia edilen de, kendisinin takip edildiği söylenen subayında ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a yönelik suikast iddialarını dillendiren ve bu iddiaların hedeflerinindekilerin ve bunu açığa çıkaranında bir başka ve önemli oyunun ayrı birer parçaları olduğu görünmektedir.

Ez cümle patron aynı, tavır aynı galiba; yani “Tavşana kaç tazıya tut” misali tüm bu maskaralıkların nedeni; gündemi değiştirmek için iktidar sahiplerinin ihbarları ve planları neticesinde ve Fatih Altaylı’nın anlattığı hikâye kadar basit midir?

Yoksa hepsi aynı mı? Yoksa aynı hepsi mi?

Acilen bu konuda her iki tarafında artık aptallığımızı yüzümüze vurmayı bırakarak inanılır bir açıklama yapmasını beklemekteyiz. Yoksa durum “ŞUYUU VUKUUNDAN BETER” haldedir, biline… (üç nokta)



Salı, Kasım 24, 2009

BİR KİTAP: SÖZDE ERMENİ TRAJEDİSİ

BİR KİTAP:
SÖZDE ERMENİ TRAJEDİSİ
YAZAR: GEORGES de MALEVILLE


Yazar bir Avukattır; karşılıklı iddiaları bir hukukçu olarak araştırdığı iddiasıyla; 1915 Osmanlı - Rus - Ermeni savaşı neticesinde ortaya çıkan Ermeni trajedisini Türk tezine uygun ve Kamuran Gürün'ün kitabını kılavuz alarak yazar …
Ermenilerin kurdukları Taşnak ve Hınçak örgütleri ile 1915 trajedisinin arkasındaki Batılı büyük devletlere dikkat çekmek ister Georges de Maleville ama ne yazık ki göründüğü kadarıyla da bir türlü “ee canım onlarda bir tekin durmadılar ki” tekrarı ve ısrarından kurtaramaz kendini. O zamanki İttihat ve Terakki’ci Osmanlı yöneticilerinin; Osmanlı Doğu Ordu Cephesinin arkasında sivil halka karşı saldırılar düzenleyen ve katliamlar uygulayan, aynı zamanda Osmanlıya karşı Çarlık Rusya ordularıyla işbirliği yapan hatta yer yer Rusya ordu elbiseleri bile giyerek savaşan bu Ermeni örgütlerine ya da ipin ucunu kaçırarak Ermenilere karşı toptan uygulanan zorunlu göçün yasal olduğundan bahisle bu tehcirin soykırım olarak tanımlanmasının büyük haksızlık olduğunu, hatta hukuksal olmadığını, Ermeniler kadar Türklerin de can kaybına uğradığının altını çizerek durumu açıklamaya çalışır. Bu sözde soykırım iddialarının birçok Batılı parlamento tarafından kabul edilmesinin de Türkiye’ye karşı bazı baskı gruplarının çıkar peşinde olmalarına bağlar, Türkiye’nin bu yöndeki baskılara asla boyun eğmemesi ve geri adım atmaması gerektiğini öne çıkarır.

Ne oldu da; Osmanlı'nın "millet-i sadıka" (sadık millet) diye nitelediği Ermeniler, bu iddiaya göre tehcir sırasında kıyıma uğradılar, bunu anlamaya okuyarak devam edeceğiz. Ama sonunda anlayınca ne olacak diye sorabilirsiniz yani anladık ya da anlamadık; tehcir ya da kıyım hangisinin doğru olduğunun nasıl bir önemi var allahaşkına, kimilerine göre 394.000 kimilerine göre 1.000.000 Ermeni diğer dünyaya gönderilmiş işte, gerçek bu.

Bu son okuduğum kitaptan bir takım pasajları da aşağıya çıkarıyorum.

Saygılarımla


RMÇ


Kitaptan pasajlar:

Ama bu cinayetler ne denli acı olurlarsa olsunlar, kamuoyunun büyük çoğunluğunun dikkatini yeterince çekmemek tehlikesini taşıdıklarından kısa sürede sistemli bir terörizmle katmerleştirildiler. Körlemeden suikastlar, ticari binalara bomba koymalar, rehin almalar, havalimanlarında kalabalıkların kurşunlanması… İddia edildiğine göre, herkesin önünde tanımadıkları masum insanların kanını akıtmak, Ermenilerin adaletinin uygulanmasıydı. Çünkü kendilerine teslim edilmesi gereken bir hakları vardı (ve bize denildiğine göre) tarihin en büyük soykırımlarından birinin kurbanı olmuş olduklarına göre bu hak da cinayetler gerektiriyordu.
Bu iddia, sonunda kendini kamuya işte bu yolla kabul ettirdi ve kamuoyunda hemen hemen tam bir apaçık gerçek oldu. Böylece de Fransız Hükümeti, Türklerin hiçbir ilgisi olmayan nedenlerle, Alfortville’deki “Kin anıtı” nın dikilmesini onayladı. Bu, Ermenilerin tümünün Türklere karşı kendiliklerinden duyacakları ve sonsuza kadar sürmesi gerektiğine inanacakları bir kindi. (sayfa 11)

1375 de ikinci Memlük seferi Kozan’ın ele geçirilmesine, Kilikya’nın fethine ve Ermeni nüfusunun büyük bölümü demek olan 40.000 kişinin Halep’e sürülmesine yol açtı (ülkeye o zaman gelen bu göçmenler, bugün yayılmak istenen bir söylentinin tersine, Suriye’ye Filistin’deki günümüzdeki nüfusun çekirdeğini oluşturmaktadır.) (sayfa 23)

İlkin bu olaylar Ermeni azınlığın nüfusu yüksek olan bölgelerde ayaklanmanın 1915 başında hangi noktada ve Ruslarla savaşan Osmanlı orduları için ne derecede tehdit edici olduğunu kavramayı sağlamaktır. Burada sözkonusu olan (açıkça) düşman karşısında hiyanet olaylarıdır. Ermenilerin bu davranışları bugün onların savlarından yana yazarlar tarafından sistemli bir biçimde önemsiz olarak gösterilmekte ve hatta açıkça inkar edilmektedir. Doğrular onları rahatsız etmektedir.(sayfa 30)

Gerçekten, Lozan antlaşmasının 31. maddesinde, Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmayla ortaya çıkmış olan yeni devletlerin yurttaşlarına Türk yurttaşlığını seçerek eski ülkelerine dönebilmelerini sağlayan iki yıl süreli bir seçme hakkı tanınıyordu. Bu haktan, Türkiye dışında kalmış olan Ermenilerden pek azı yararlandı. Oysa, bu hak onlara tanınmıştı. Bugün Doğu Anadolu’da artık Ermeni yoksa, bunun nedeni oraya dönmelerinin onlara yasaklanmış olması değildir.(sayfa 37)

Aynı 26 mayıs günü ve anlaşılan, yukarıdaki notun alınması üzerine, İçişleri bakanı (Talat), Başbakanlık’a (sadrazama) alınan önlemleri yorumlayan bir muhtıra gönderiyordu.
Bu muhtıra methi şöyledir;
“Hareket alanı yakınında oturan Ermenilerden bir kısmı ordumuzun harekâtını güçleştirmekte, düşmanla anlaşmalı olarak davranmakta ve özellikle de düşmanın saflarına katılmaktadır.”
“Ülkenin içinde, silahlı kuvvetlere ve halka silahlı saldırıda bulunmaktadırlar. Müslüman kentler ve kasabalarla köylerde insanları toptan öldürmekte ve dehşet havası estirmektedir. Bu gibi karışıklık öğelerini harekât alanından uzak tutmak amacıyla “bazı önlemler alınmıştır. Bu nedenle, Bitlis, Van, Erzurum illerinde oturan Ermenilerle, Adana, Kozan ve Mersin Ermenileri dışta kalmak üzere, Beylan, Cizre ve Antakya Ermenilerinin güney illerine yöneltilmesine başlanmıştır.” (sayfa 48)

Aynı sifreli yönergelerle daha o zamandan, ilerde tüm hükümet tarafından alınacak olan koruma önlemlerinin emri veriliyordu. 23 Mayıs tarihli aynı yazıda şöyle bir belirleme var: “Ermenilerin kendilerinin ve mallarının korunması, yol boyunca beslenme ve direnmelerini sağlamak idarecilerin görevidir.” (sayfa 49)

Örneğin, Haziran 1915 tarihli bir kararnamede şunlara rastlıyoruz; “ (madde 21) “Şayet, göç edenler, toplanma yerlerinde ya da yolculuk sırasında saldırıya uğrarlarsa, saldırganlar hemen tutuklanarak askeri mahkeme önüne çıkarılacaktır” (gerçekten, bu gerekçeyle yüzlerce ölüm cezası verilmiştir) (sayfa 51)

1918 e kadar, Doğu Anadolunun 12 kadar valilik ya da mutasarrıflında göç ettirilen Ermenilere karşı işlenen cürümlerin suçlularına (çoğu ölüm cezası olmak üzere) 1397 mahkumiyet verildi.(648 i Sivas, 233 ü Elaziz de) Sadece bu kovuşturmaların varlığı bile, gizlice hazırlanmış cinayet komplosu savını çürütmektedir. Nazi Almanya’sında, hiç, Yahudileri toptan öldürmek suçuyla hüküm giymiş toplama kampı yöneticileri görüldü mü? Bir soykırım yapmış olanlar, suç ortaklarını kovuşturmazlar. Talat hükümetine –ve genel olarak Türkiye’ye- yöneltilmiş bu çeşitten bir propaganda, işte bu nedenle asılsız olduğu kadar da iğrençtir. (sayfa 73)

Bu kimseler dağınık olarak yer yer ve nakledilen Ermenilere rastladıkları yerlerde saldırganca davranmışlardır. Bunlar, Kürtler miydi? Yol kesici eşkıya mıydılar? Yakınlarının öcünü almak amacını güden Müslüman Türkler miydiler? Kuşkusuz, her birinden bir miktar. Fakat, yineleyelim, rastlantısal olarak,. Çünkü bu yıkımda hiçbir zaman hiçbir genel tasarı sözkonusu değildi. (sayfa74?

Ama yine de, sürekli yineleme ve kamuoyunun sürekli işlenmesi istenilen sonuca varılmasını sağlar. Voltaire, “ Yalan söyleyin, yalan söyleyin; söylediklerinizden, mutlaka bir şey kalacaktır” diyordu. (sayfa 76)

Birçok kez alıntıladığımız bir Türk tarihçinin çok doğru olarak söylediği gibi, “ katil katildir, mazur görülmez. Biz Ermenilerin, Türkleri katletmiş olmalarını nasıl maruz görmüyorsak, Türklerin, Ermenileri katletmelerini de maruz görmemekteyiz”. Ölü sayısı, halkı heyecanlandırmak amacını güden bir Ermeni propagandasının inandırmaya çalıştığı gibi bizim öne sürdüğümüzün beş katı mı-yoksa, tersine, ondan on kat az mı? Bu korkunç olaylar konusunda tarihsel, ahlaki ve hukuki bakımdan verilecek hüküm bakımından hiçbir şey değiştirmez. (sayfa 77)

Düşmanları, iktidar partisi tarafından Ermenileri toptan öldürmekle de suçlanan İttihatçıların davası başladı. Mahkeme heyeti, bu dava için özellikle ve sanıkların siyasi düşmanlarından oluşturulmuştu.
Aynı mahkeme, birkaç gün önce, 8 nisan günü Ermenilere kötü davranmakla suçlanan Kemal bey adında birini mahkum ederek astırdığını, hem e bunu, üç ay önce Talat Paşa tarafından çıkarılan yasalara dayanarak yaptıına göre, bu hiç de göstermelik bir yargılama değildi. (sayfa 83)

İngiltere bu konuda sözünü tuttu ve 1919 da politikası Doğu Anadolu’da Sovyet yayılmasına karşı tampon oluşturarak güçlü bir Ermeni devleti kurulmasını amaçladığı için de, “ Ermenistan katliamları” suçluları avını kendisi üstüne aldı. (sayfa 84)

8 şubat 1921 günü, İngiliz mahkemesi elde kanıt bulunmadığı için dava açılamayacağını bildiren bir rapor düzenledi. 1Haziran günü, İngiliz Dışişleri Bakanlığı, A.B.D. hükümetinden bu konuda yardım istedi ve bu başvurusuna şu resmi yanıtı aldı; “ Burada, Malta’da tutuklu Türklere karşı kullanılabilecek nitelikte hiçbir şey bulunmamıştır”
Sonunda 29 temmuz 1921 günü İngiliz mahkemesi savcısı şu sözlerle men’i mahkeme kararı aldı: “ Şu ana kadar tutuklulara yöneltilen suçlamaların doğruluğunu kanıtlayan hiçbir yazılı tanıklık elde edilememiştir ve bu çeşitten tanıklıklar elde edilmesi de kesin değildir” (sayfa 85)

Ve işte o sırada tam diplomatik görüşmeler yapılırken İstanbul Ermeni Patriği Varjabedyan, Ermenilerin çektikleri “acıları” anlatmak üzere, Rus başkomutanı Grandük Nikola’yı karargâhında ziyaret etti. Böylece, Ermeniler, bir hamlede, uluslar arası tarihe girmiş oluyorlardı. 3 mart 1878 günü Rusya’ya, doğu Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı toprakların en büyük bölümünü verdiğine, Osmanlı yönetiminde kalmayı sürdürecek olan küçük bir bölümünde ise, Çarlık Rusya’sına, bir denetim ve müdahale hakkı tanıdığına göre, bu girişim başarıyla sonuçlanmıştı. (sayfa 90)

Kaynağı kesinlikle hiçte kuşkulu olmayan bir belge Ermenilerin nasıl çoğunluğu Müslümanlardan oluşan topluluklar arasında dağılmış durumda bulunduklarını göstermeye yeter. Bu, 19 kasım 1918 tarihli Osmanlı İmparatorluğu’nun teslim olmasından sonra Fransız Dışişleri Bakanlığı tarafından Başbakan için yazılmış bir rapordur. Bu raporda şöyle deniliyor: “Daha şimdiden, bir Ermeni ulusunun sınırlarını belirlemenin olanağı yoktur” (burada sözkonusu olan, galip ittifak devletlerinin kurmak istedikleri Ermeni cumhuriyetidir) (sayfa 99)

Daha birkaç hafta önce Erzurum’da yapılan genel kurul toplantısında alınan karara aykırı olarak Ermeni devrimci federasyonu (taşnak) bu çetelerin kuruluşuna ve Türkiye’ye karşı gelecekteki eylemine etkinlikle katıldı.
“Bugün bu gönüllü çetelerin savaşa girmeleri gerekip gerekmediğini tartışmanın bir yararı yoktur. Tarihi olayların kendi çürütülemez mantıkları vardır. Dolayısıyla, 1914 güzünde bazı Ermeni gönüllü çeteleri kendiliklerinden örgütlenerek Türklere karşı savaşmaya başladılar, çünkü bu gönüllüler kendilerini savaşmaktan alıkoymak gücünden yoksundular. Bu, Ermeni halkının tüm bir kuşak boyunca içinde yaşadığı ruhsal durumun kaçınılmaz bir sonucuydu. Bu anlayış kendini ortaya koymaksızın kalamazdı ve nitekim koydu da. (sayfa 101)

Amacımız iyi anlaşılsın. Böyle bir tutumu hiç de doğru bulmuyoruz. Sözkonusu olan; ister Ermeniler, ister Türkler olsun ortak sorumluluk diye bir şey yoktur. Kimi Osmanlı devlet memurlarının Ermenilere Suriye’deki tutumu, bağışlanamaz, hoşgörülemez olmayı bugün de sürdürmektedir. Bunlar cürümdür ve zaten bazıları da cezalandırılmıştır. Ama, tarihi bir durumu yargılayabilmek için ilkin durumu anlamak ve sorunun tüm öğelerini de anlamak gerekir. Ermenilerin yol açtığı “antipati”, kulkusuz, bu öğelerden biriydi. Yazık ki, Anadolu’da profesyonel devrimciler tarafından işlenmiş olan cinayetlerin bedelini, kendi halinde ve kesinlikle masum kimseler olan ve nakledilen Ermeniler ödedi. (sayfa 103)

Ağustos 1914 te, Türklerin savaş ilanından önce bir İttihat ve Terakki kurulu, Taşnak Kongresi’ne savaş patlarsa ilerde, Ermenilerin yaşadıkları toprakların tümünü Osmanlı İmparatorluğu’na bağlamak amacıyla Rus hatlarının gerisinde bir Ermeni partizanları ağı kurmayı önerdi. Bu öneri reddedildi, fakat yine de bu öneriyi yapanların gerçekten böylesine tümüyle uzak bulunmaları karşısında şaşkınlığa düşmemek imkansızdır. İttihat veTerakki’nin Taşşnak kongresindeki bu girişimi, elde aydınlatıcı bilgi bulunmaması nedeniyle kesin değildir. (sayfa 107)

Aynı savruklukla, aynı lojistik destek yokluğuyla, Çanakkale savaşında da karşılaşılacaktır. Savaş sırasında Türkiye’deki Alman askeri heyetinin başı olan General Liman von Sanders bunu Tayleryan davası sırasında şu sözlerle anlatacaktır. “Gelibolu savaşından sonra sadece benim ordumda binlerce kişi eksik beslenme nedeniyle açlıktan öldü”. Dolayısıyla, demek ki, Osmanlı İmparatorluğunun yaşamını sürdürebilmesi bakımından başta gelen bir önemi olan, başkente iki yüz km uzaklıktaki bir harekat alanında ister karadan ister denizden ikmal edilebilecek bir yerde, İstanbul’u savunan Türk ordusu ikmal yetersizliği nedeniyle ölüme mahkum edilmiş oluyordu. (sayfa 111-112)

Bundan elli yıl sonra bir başka Fransız tarihçi, Jean-Paul Roux birinci dünya savaşından sonra gerçekten bağımsız bir devlet kurmaya dayanan Ermeni düşü konusunda şunları yazmaktadır.
“Böylesine büyük bir felaketten (Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması) yalnız onların, yararlanmamış olmaları nedeniyle acı duymalarının anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Gerçekleşmesi olanaksız düşleri de öylesine kanlı olmasaydı belki gülümsemeyle karşılanabilirdi” (sayfa 113)

Aynı gözlemler, kendini Ermenistan konusunda, sadece, kimi zaman yanıltmak amacını güden ağır bir adli formalizme başvuran, belirli bir ideolojinin hizmetindeki bir araç olarak ortaya koyan sözde “halklar mahkemesi” için de geçerlidir. (sayfa 119)

İngiliz Welsh ise, buna çok haklı olarak şunları ekliyor: “Yıllarca önce, Roma antlaşmasından çok önce cereyan etmiş olaylar için yüklenilmiş sorumlulukları belirlemek Avrupa Parlamentosu’nun görevi değildir. Biz Avrupa Topluluğunun parlamentosuyuz. Salt yetkili bir mahkeme gibi davranmamız ya da kendimizi tarihsel olayların yargıcı ilan emdeyiz” (sayfa 126)

Oysa, Ermenilerin yandaşları, sürekli yineleme ve abartma yoluyla kurban sayısını arttırma sonucu halkı ürkütecek ve eski bir doğu atasözünü değerlendirerek, en yüksekte yer almayı başarırlar. Bu atasözü şudur: “ Bir yalana 24 saatlik bir öncelik tanıyın, onu alt etmek için yüz yıl gerekecektir. (sayfa 132)

Cuma, Kasım 13, 2009

Taner Akçam'ın " TÜRK ULUSAL KİMLİĞİ ve ERMENİ SORUNU" kitabından pasajlar.

Taner Akçam'ın " TÜRK ULUSAL KİMLİĞİ ve ERMENİ SORUNU" kitabından pasajlar.
Türk ulusal kimliğinin oluşması, İmparatorluğun kaybedilen büyük topraklar ile giderek küçülmesi üst üste birleşince ortaya çıkan korku sonucu, kimilerie göre katliam kimilerine göre tehcir ortaya çıkıyor. Ama, gerek amele taburlarında gerekse de tehcir anında yollarda açlık ve hastalık sonucunda kimilerine göre 394.000 kimilerine göre 1.000.000 Ermeni öteki dünyaya tehcir ettirmeyi gerçekleştirmiş bir ırkın ahfadıyız, netekim. Yazar şüphesiz kendi araştırmaları sonucu yargılarına dayalı yazmış bu kitabı ama sanki ciddi ciddi bir Amerikan ve Fransız etkisi de sırıtıyor gibi.


TÜRK ULUSAL KİMLİĞİ ve ERMENİ SORUNU
TANER AKÇAM


Sözkonusu tabunun altında, Türk, Kürt, Ermeni yüzbinlerce insanın karşılıklı kıyımlar ortamında ölmüş, öldürülmüş olması gibi korkunç bir gerçeklik, başta Anadolu olmak üzere tüm Ön Asya halklarının birlikte yaşama kültüründe, yaratılmış devasa bir tahribat vardır, insanların "biz" ve "onlar" diye iki düşman safta "taraf" olmaya sürüklendikleri bir ortamın, bir dönemin ürünüdür bu bilanço. (yayınevinden )

I. Dünya Savaşı arifesinde, o zamanki Anadolu nüfusunun tahminen yüzde 20-30'unu oluşturan Ermeniler ile Pontus ve Batı Anadolu Rumlarının binlerce yıldır yaşadıkları Anadolu topraklarından adetâ silinmiş olmaları, her şey bir yana, başlıbaşına bir sosyolojik-kültürel depremdir. Pontus ve Ege Rumları özellikle Kurtuluş Savaşı esnasında yerel Müslüman halkla küçük çaplı bir iç savaş yaşadıktan sonra ya göç etmiş ya da "mübadele" ile Yunanistan'a sığınmıştır.
Bugünkü Yunanistan nüfusunun önemli bir kısmı bu insanlardan, onların çocuklarından oluşmaktadır.(sayfa 10)

Pontus-Ege Rumları ve Ermeniler, bin yıla yakındır Türklerle, çok daha uzun süreden beri Kürt ve Lazlarla aynı şehirlerde, yanyana köylerde, hattâ birçok yerde aynı köy ve kasabada içice yaşamış, çağdaş toplumlara kıyasla -halk düzeyinde-üst derecede hoşgörülü bir ortak yaşam kültürünü birlikte oluşturmuşlardır. Hal böyleyken, 19. yüzyılın sonlarından itibaren başlayıp birdenbire denebilecek denli hızla akan bir sürecin içinde Müslüman halklarla bu Hıristiyan azınlık halklar birbirlerini ölümcül düşmanları gibi görmeye zorlandıkları bir anafora sürüklenmişlerdir. (sayfa 12)

Resmî Türk kaynaklarının bile 300.000 olarak verdiği, dönemin resmî Osmanlı kaynaklarında 800.000 olarak geçen ölümler, hemen hemen tüm eserlerde, "hava koşulları, yaşlılık, açlık" gibi nedenlerle izah edilmekte ve haklı gösterilmektedir. Bu bir insanlık ayıbıdır.
Çünkü, bir yılda bu kadar insanın "istenmeyerek bile olsa" ölmüş olmasından duyulması gereken üzüntünün zerresini bile bu eserlerde bulmak mümkün değildir.
Kendi rakamlarıyla bile 300.000 insanın ölümü, büyük bir rahatlıkla, "hakettiler" biçiminde izah edilmektedir.'Bir yıl içinde 300.000 insanın ölmesinin (güne vurulduğunda neredeyse gün başına 1.000 kişi düşmektedir) korkunçluğu üzerine düşünmek, bu tür olayların nasıl engellenebileceği üzerine açıkça tartışmak yerine, "kulaklarına küpe olsun, yoksa yine yaparız" türünden bir tavır, bu eserlerin tümüne egemendir. Sebepleri ne olursa olsun ortada olan bir barbarlığa karşı çıkmak, bundan üzüntü duymak yerine, bunu doğru bulmak, savunmak tercih ediliyor.(sayfa 22)

1908 yılında, Meşrutiyeti kutlamak için İstanbul ve Selanik'de sokaklara dökülen yığınlar, söyleyecek bir milli marşları olmadığını farkederler ve Meşrutiyeti Fransız Milli marşıyla kutlarlar.
Ulusal kimlik üzerine ciddi ciddi düşünülmeye başlanması ancak 20. yüzyıl başlarıdır. Macar Şarkiyatçısı Vambery, 1898 yılında yazdığı bir kitapta, "İstanbul'daki Türkler arasında Türk milliyetçiliği sorunuyla ya da Türk dilleriyle ciddi bir biçimde ilgilenen bir tek kişiye rastlamadım," der.(4) Türk milliyetçiliğinin düşün babası sayılan Ziya Gökalp 1896 yılında, Leon Cahun'un Türkler üzerine yazdıklarını okuduktan sonra eski Türk tarihine ilgi duymaya başlar, "..İstanbul'a geldiğim zaman ilk aldığım kitap Leon Cahun'un tarihi olmuştu. Bu kitap sanki Türkçülük ülküsünü özendirmek üzere yazılmış gibidir." (sayfa 37)

Konuyla ilgilenen tüm bilimadamları, İslam'ın Türk ulusal kimliğinin oluşmasına yaptığı bu "olumsuz" etkiden söz ederler. Vambery'e göre İslam, "ulussuzlaştırma (ulus olmayı eritme) eğiliminde hiçbir yerde... Osmanlı Türklerinde olduğu kadar büyük bir başarıya ulaşmadı." Benzeri tespitleri Lewis'de de buluruz: "İslamlığı kabul eden uluslar arasında hiçbiri, kendi ayrı özdeşliğini İslam ümmeti içinde eritmekte Türklerden daha ileri gitmedi." Böylece bütün İslamlık öncesi Türk geçmişi, "unutulmuş ve İslamlık içinde silinmiştir...Hatta Türk adının kendisi ve ifade ettiği varlık bile bir anlamda İslami niteliktedir. (sayfa 38)

Osmanlıların büyük bir imparatorluk olması, kendi tarih bilinçlerini de etkilemiştir; Vatan ve Millet gibi kavramlara son derece yabancıdırlar. Bu nedenle Batı'da gelişen milliyetçiliği Osmanlı yöneticileri hiçbir zaman anlamadılar.
Anladıklarını iddia edilebileceği durumlarda bile bunu "başıbozuk serserilerin" eylemleri olarak algıladılar. Fransız Devrimi'ne karşı takınılan tutum bu konuda bir örnek olarak verilebilir. Osmanlı yöneticilerine göre devrim, "bir fitne ve fesat ateşidir." III. Selim dönemi Reisülküttap'larından Ali Efendi, Fransız Devrimi üzerine hazırladığı uzunca bir raporunda, devrim önderlerini, "ortalığı karıştıran birtakım iğrenç kişiler... kışkırtıcılar... bozuk amaçlılar" olarak tanımlar. Bu raporu Tarih-i Cevdet'de aktaran Cevdet Paşa'nın kendisi de, aradan yüzyıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, devrim üzerine Ali Efendi'den farklı düşünmez. Devrim önderleri, "alçaklar" ve "serserilerdir". Devrim, "sözün ayağa düşme(si), işin serserilerin elinde kalması(dır)." (sayfa 39)

Bu bağlamda verilebilecek ilginç bir örnek, Bulgar ulusal ayaklanmalarının Osmanlı yöneticilerince algılanış biçimidir. Ayaklanmaların ulusal içeriğine hiçbir biçimde değinmeyen yöneticiler, bunları, ya "Rus kışkırtması" ya da yıllarca belli olanaklara sahip azınlıkların kıymet bilmezlikleri olarak değerlendirmişlerdir. Hiçbir yazışmada ya da belgede, sözkonusu olanın milli nitelikte bir ayaklanma olduğuna dair bir değerlendirmenin bulunmuyor oluşu gerçekten ilginçtir. (sayfa 40)


Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi, Halil Menteşe anılarında, Türklerin yurt içindeki muhtelif unsurları birleştirmek zorunda oldukları için, Millet Meclisinde "Biz Türküz" demeye cesaret edemediklerini aktarıyor. Balkan Harbi'ne kadar yönetici nitelikleri gereği Türkçülük yapamayan İttihat Terakki, bünyesindeki azınlıkların büyük bir kısmını kaybedince "zincirlerinden boşandı", "İttihat Terakki'nin Türkçülük akımı bu savaşın dumanları içinden sanki fışkırdı. 'Ben varım' diyemeyen Türkler, bu sözleri Balkan Harbi sonunda söyleyebildiler." Ve bu geç kalmanın verdiği telaş ile birlikte son derece hızla Türkleşme politikalarına başladılar. (sayfa 40)


Türkleşmeyi hızlandırmak amacıyla kurulan bu örgütlerden Türk Gücü, programına "Türk ırkını çöküşten kurtarmayı" amaç edindiklerini yazıyor ve son derece ırkçı, saldırgan bir dil kullanmaktan çekinmiyordu. Derneğin amacı için şunlar söylenir:
"Türk Gücü ta Karakurum'da fışkırıp taşan, coşkun akınlarıyla bütün dünyayı kaplayan, bükemedik bilek, kırmadık kılıç, vurmadık kale bırakmayan, fakat bugün düşkün, dağınık Türk kuvvetini yeniden var edecek, yaşatacak, Türk'ün o açık alnını yeniden yükseltecek, o yılmaz keskin gözünü yine parlatacak, o geniş göğsünü yeniden kabartacak, Dernek'in meydancısı, Ocak'ın bekçisi, Yurd'un koruyucusu, Turan'ın akıncısı olacak!
Türk'ün o demir pençesi yine dünyayı kavrayacak, yine dünya o pençenin karşısında tir tir titreyecek. (sayfa 41)


Osmanlılardaki bu yaygın Türk düşmanlığı genellikle şu nedenlere bağlanır:
• Devşirmeler: Osmanlı devlet adamının kimliğidir bu. Hıristiyan çocukların, küçük yaşta toplanarak, merkezî okullarda eğitilmeleri ile oluşan Osmanlı merkezî bürokrasisi, Türklere iyi gözle bakmamış ve onu daima aşağılamıştır. Hatta, imparatorluğun gerilemesini yönetim mekanizmalarına "Türklerin sızması" ile açıklayan yöneticiler dahi olmuştur.
• Timur yenilgisi: Anadolu Türk beyleri 1402 yılındaki savaşta, Osmanlıya "ihanet" ederek Timur'un yanına geçmişler ve böylece Osmanlının yenilgisine yol açmışlardır. "Osmanlı devşirme devlet erkanı, Timur önündeki yenilginin hanedana verdiği kompleksi ve bu yenilgiden doğan acıları sömürerek... Anadolu Türküne karşı güvensizlik duygusu... (ve) hınç aşılamaya çalışmışlardır."
• Arap İslam bilimi: Osmanlı toplumundaki Türk düşmanlığının ve aşağılanmasının önemli nedenlerinden birisi de Arap-İslam bilimiydi. Osmanlı Medreselerinde, Türkleri aşağılayan ve onları hayvanlarla eşdeğer gören Arap-İslam eserleri eğitim sisteminin temelini oluşturuyordu. Arap-İslam aleminde Türkler, özellikle Kur'an yorumlarında insanlık düşmanı canavarlar sürüsü, insanlığa felaket getirici bir ırk şeklinde tasvir edilmişlerdir. Muhammed'e ait olduğu söylenen bazı hadislere tüm bu eserlerde yer verilmiştir. "Küçük gözlü, kırmızı yüzlü, basık burunlu ve suratları kalın deriden yapılmış kalkanlara benzeyen (yayvan suratlı) Türk'lere karşı savaşmadıkça hüküm günü gelmeyecektir." Türkleri aşağılayan ve hayvan yerine koyan bu ve benzeri ifadelere, hemen hemen bütün İslami temel eserlerde rastlamak mümkündür. Sadece birkaç örnek vermek gerekirse: Türkler'in diyarı, "küfrün ve fitnenin kaynağı"dır. Türkler "çengel gibi tırnaklı, vahşi hayvanlarınkine benzer azı ve yan dişleri olan, köpek dişlerine benzeyen dişleri bulunan, çeneleri develerin çenelerine benzeyen, vücutlarının tümü kıl ile kaplı olan, ve bir şey yedikleri zaman katırların ve kısrakların çıkardığı ses gibi dişlerinin tıkırdadığı duyulan" yaratıklardır. (sayfa 45)


Osmanlı tarihinin ürünü olarak gelişen, bu Türkleri aşağılayan ve hor gören bakış, "dış tarih"çe de pekiştirilmiştir. Gerek Ortaçağ gerek Yakın Çağ tarihinin Türkleri, "barbar, şiddet düşkünü yaratıklar" olarak tanımlayan eserlerle dolu olduğunu biliyoruz. Örneğin, Rönesans dönemini tarayan Esther Kafe, bu dönemin eserlerinde, "hoyrat, kösnül ve hayvan insan"; Muhammed'in ümmetine yaraşır "bu iffetsiz, kokuşmuş, iğrenç köpek"; "küflü ağzını yalnız çok kutsal Hıristiyan dinine karşı bağırmak, saldırmak" için açan Türk efsanelerinin bir biri arkasından geçit yaptığını söylenmektedir.
Tüm bir Ortaçağa egemen olan, bu barbar, şiddet düşkünü, hayvana yakın Türk tanımının Yakın Çağ'da da devam ettiğini biliyoruz. Gerek Spengler, Danilevski, Toynbeegibi tanınmış tarihçi veya medeniyet teorisyenlerinde, gerekse birçok çağdaş yazarda bu kanının tekrar ettiğini görüyoruz. Örneğin Danilevski için Türkler, "tarihin en olumsuz etmenleri"dir. Ünlü Fransız tarihçisi Renan Türkleri "zekadan yoksun, kaba ve hoyrat bir kavim" olarak görür. Hürriyet savaşçısı olarak hepimizin kalplerinde yer etmiş Voltaire mektuplarında defalarca, Türklerden, "bu zorbalar", "bu çapulcu insanlar" olarak bahseder.Türklerle savaş halinde olan Çariçe II. Katerina'ya yazdığı bir mektupta, "Hiç olmazsa birkaç Türk öldürerek size yardımcı olmak isterdim," diyerek, bunu yapamadığı için üzüntülerini bildirir. (sayfa 46)


Dönemin İngiliz Başbakanı Lloyd George, Türklerden daima hakaret ve nefret dolu bir dille söz eder. Örneğin Kasım 1914'de Türkleri, "bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yara" olarak tanımlar. Bu nedenle, Türklerin olası bir zaferini, "Asya'dan Avrupa'ya taşınacak olan... talan, zulüm ve cinayet meşalesi" olarak niteler. Savaşın sonlarına doğru, 29 Haziran 1917'de, bir nutkunda, Türklerin, eski medeniyet beşiği olan Mezepotamya'yı çöle, Ermenistan'ı mezbahaya çevirdiğini söyler. Bu medeniyet beşiği yerler, "Türklerin yakıp yıkıcı zorbalığına bırakılmayacaktır," der. (sayfa 49)


Örneğin, 1911 yılında, Trablusgarp'ın İtalyanlarca işgali üzerine Enver Paşa, İttihat ve Terakki Merkez Komite üyelerini savaşa ikna etmek için şunları söylüyordu: "Öyle hareket etmeliyiz ki, medeni Avrupa'ya bizim barbar olmadığımızı ve hürmet edilmeye layık insanlar olduğumuzu göster(meliyiz)." Bu nedenle de savaşacağız ve "ya galip geleceğiz yahut da ölürsek şerefimizle öleceğiz. (sayfa 50)


Toplumsal bir paranoyadır bu. Güçlü bir "anlaşılamama" sendromu ve "yalnızlık" psikolojisi her türlü davranışımızı belirtiyor gibidir. "Türkler lisan, ilim ve sanatlarıyla cihan medeniyetine en evvel, en büyük hizmetleri ifâ etmiş oldukları halde bütün bu medeni hizmetleri unutularak, muhtelif maksatlarla tarih nazarında haksız olarak meskut ve ehemmiyetsiz gösterilmeye çalışılmıştır."
Maarif Vekili Esat Beyefendinin, 1932 yılında, Birinci Tarih Kongresi açış konuşmasında söylediği bu sözlerin, bugün dahi çoğumuzun ruh halini yansıttığını söylersem abartmış mı olurum? (sayfa 50)


Osmanlılık, İslamcılık gibi düşüncelerin egemen olduğu dönemlerde bile, bu düşünceleri savunanlar, bu düşüncelerle Türk egemenliğini kastettiklerini hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmayacak bir biçimde tekrar etmişlerdir. Bu nedenle, dilde ve edebiyatta ilk Türkçülük çabalarına girenlerle, Osmanlıcı veya islamcıların aynı kişiler olması bir tesadüf değildir. Dönemin tartışmalarına atıfta bulunan Ahmet Rasim bizim için önemli olan şu tesbiti yapmaktadır. "O tarihlerde, yani 1278'den, yani 'Tasvir-i Efkârın yayımlanmaya başlamasından itibaren Millet-i Osmaniye terkibinin açık karşılığı Türk' idi."( sayfa 51)


Türk Ulusal kimliği yok olmak, ortadan kalkmak korkusu ile birlikte gelişmiştir. Osmanlılar, bir tarihçimizin deyimiyle, "imparatorluğun en uzun yüz yılı" olan son yüz yılını, "ha bugün, ha yarın" yok olacakları, parçalanacakları korkusu içinde geçirmişlerdir. "Şark Sorunu" olarak bilmen ve tüm bir 19. yüzyıl Avrupa diplomasisini uğraştıran sorun, Osmanlı İmparatorluğu'nun, emperyalist güçler arasında nasıl parçalanacağı sorunundan başka bir şey değildi. Osmanlı "Hasta Adam”dı ve bu "hasta" sadece büyük devletler kendi aralarında anlaşamadıkları için yaşamını sürdürebiliyordu. (sayfa 55)


8-9 Haziran'da İngiliz ve Rus yöneticileri Reval'de buluşurlar. Gerek Rus gerek Batılı kaynaklarda toplantının tutanaklarına ilişkin yapılan açıklamalarda, bu toplantıda, Osmanlı imparatorluğu ve onun parçalanması meselesinin görüşüldüğüne dair tek bir kanıt yeralmaz. Ama. ilginçtir, bu görüşme, "Türkiye'de... İngiltere ile Rusya arasında Türkiye'nin taksimi üzerine artık kesin karara varıldığı şeklinde akset(miştir)." Dış müdahale ve parçalanma korkusu ve iki ezeli düşman (İngiltere ve Rusya) anlaşamadığı için imparatorluğun ayakta kaldığına inanç o denli güçlüdür ki, bu iki ülkenin yakınlaşması tam bir panik yaratmıştır. (sayfa 56)


Hıristiyan ahaliye karşı gelişen nefret duyguları Tanzimat öncesi başlamış olmakla birlikte, özellikle "genel eşitlik" prensibinin ilan edildiği Islahat Fermanı ile tepe noktasına ulaşmıştır. "Reformlarla Müslüman halkın zimmîlerle eşitliğinin ilan edilmesi, Müslümanların dinî hislerini incitmişti." Nitekim Cevdet Paşa, Fermanın ilan edildiği gün üzerine şunları yazacaktır: "Bu Ferman'ın hükmünce teba'a-i müslime ve gayr-i müslime kâffe-i hukukta müsavi olmak lazım geldi. (sayfa 58)



Bu ise ehl-i İslama pek ziyade dokundu... birçoğu, 'Ehl-i İslama bu bir ağlayacak ve matem edecek gündür' deyi söylenmeye başladılar." Kendilerinden aşağı olan din gruplarıyla eşit sayılmayı Müslümanlar hakaret olarak kabul ediyorlardı. Nitekim, "Atalarımızın kanlarıyla kazandığı kutsal haklarımızı kaybettik. Yönetici olmaya alışkın halk, şimdi haklarını kaybediyor," düşüncesi bir tek "cahil, bilgisiz halkın değil, devlet adamlarının da (düşüncesidir)." (sayfa 59)


Yusuf Akçura'nın sözleriyle özetlersek, Hıristiyanlarla, "karışma ve uyuşmayı Müslümanlar ve bilhassa Osmanlı Türkleri istemiyorlardı. Zira, altı yüz yıllık hakimiyetleri hukuken bitecek ve bunca yıllar hükümleri altında görmeye alıştıkları reaya ile müsavat derecesine ineceklerdi. Bunun en yakın ve maddi neticesi olarak, o zamana kadar adeta inhisara aldıkları memurluğa ve askerliğe reayayı da iştirak ettirmek, diğer bir tabirle, nispeten az müşkül, aristokratlarca şerefli zan olunan bir çalışma yerine alışık olmadıkları ve hakir gördükleri sanayi ve ticarete girmek lazım gelecekti." (sayfa 60)


Daha düne kadar ikinci sınıf vatandaş sayılan Hıristiyanların eşit sayılmaları yetmiyormuş gibi, hem yabancı devletlerin himayesinden yararlanarak ayrıcalıklar elde etmeleri ve iktisaden iyi duruma gelmeleri hem de savaşlara katılmamaları buna karşılık savaşların tüm acısı ve yükünür Müslüman ahalice çekilmesi, Müslümanların nefret duygularını iyice körüklemiştir. 19. yüzyıl sonlarına doğru bir günlük gazetede yeralanlar bu nefret ve kıskançlığı son derece açık yansıtır: "Onlar (Türkler) Girit'te öldürtülür, Sisam'da kestirilir, Rumeli'de kırdırtılır, Yemen'de doğratılır, Havran'da biçtirilir, Basra'da boğdurulurdu. Oralara Rum, Ermeni, Bulgar, Ulah, Yahudi, Arap, Arnavut... gönderilecek değildi ya! Onlar evlerinde yurtlarında, çadırlarında otursunlar, işleri güçleriyle uğraşsınlar, zengin olsunlar, evlensinler, çoğalsınlardı. Onları kızdırmaya, onların aziz canlarını sıkmaya, nazik bedenlerini yormaya gelmezdi. Aksi halde onları nasıl Osmanlılığa ısındırabilirdik? Onları memnun etmeliydik ki lütfedip kerem edip Osmanlı kalsınlar." (sayfa 61)


Müslümanların, Hıristiyanlar karşısındaki egemen konumlarını sürekli kaybetmeleri süreci de farklı yaşanmadı. "500 yıl efendiliğini ettiğimiz, sütçü Bulgarlar, domuz çobanı Sırplar ve meyhaneci Yunanlılar karşısında" iktidarımızı kaybetmek onurumuza öylesine dokunuyordu ki, iktidarı barışçı biçimde terketmeyeceğimiz, çok kanın döküleceği açık açık ilan edilmekteydi. Müsavat (eşitlik) prensibinin fiilî icrasında Hıristiyanların Müslümanları fersah fersah geçmiş olmasından şikayet eden Ziya Paşa, bu durumu Müslümanlar için dayanılmaz saymaktadır: "Millet-i Islamiye şimdiye kadar dayandı durdu ise de iş tahammül ve sabır olunamayacak ve namus ve gayret-i İslamiye kaldıramayacak mertebelere yaklaştığından bir gün olur bıçak kemiğe dayanır, gemi azıya alacak olur." Ali Suavi bu tehditte daha da ileri gider ve Müslümanların, "mahkûmu olan bir kavmin (Hıristiyanların) daha ziyade mümtaz olmasını çekemedikten başka, kendine hakim olduğunu hiçbir vakit kabul edemez. Her şeyi gözüne alır,bunu için çok kanlar döker," der. Nitekim öyle de olur. Tüm bir 19. yüzyılda, iktidarı kaybetmenin verdiği öfkeyle Hıristiyanlara yönelik Müslüman saldırıları, ayaklanmaları gözlenir. 1844 Lübnan, 1855 Mekke, 1858 Cidde ve Suriye olayları bu nitelikteki ayaklanmalardan sadece bazılarıdır. 1856-61 Sırp ayaklanmalarının bir nedeni de Müslümanların egemen durumlarını kaybetmeyi hazmedememeleridir. (sayfa 67)



Sürekli yenilgiler ve toprak kayıpları sonucu güçsüz ve zayıf bir konuma düşüldükçe geçmişin büyük ve şaşaalı günlerine duyulan özlem artar. Örneğin, Balkan Savaşı ile İstanbul'un kaybedilme tehlikesinin yaşanması sonucu İstanbul'un fethedilmesi kutlanmaya başlanır. Fatih'lerin, Kanunilerin torunları olduğumuz, kahraman atalarımıza layık olacağımız gazetelerin, törenlerin değişmez konulan arasında yer alır.
Bu gösterilerden birisini aktaran Tekin Alp, "sanki İstanbul ikinci defa fetih ediliyordu" diyor. içinde bulunulan güçsüzlüğe ve çaresizliğe geçmişin büyüklüğü ile teselli aranır gibidir.
Bugün bile bu ruh halinden çıktığımız kolayca iddia edilemez. Batı karşısında, bizden birçok bakımdan üstün olduğu için duyduğumuz aşağılık kompleksi ile, "ah bir zamanlar biz neydik," diyen bir öfkenin veya hayıflanmanın karmaşası bir ruh halinin bizlere egemen olduğunu söylersek abartmış olmayız. (sayfa 74)


İşte Türklük"ve Türkçülük de, 500 yıllık efendiliğini ettiğimiz, "sütçü Bulgarlar, domuz çobanı Sırplar, meyhaneci Yunanlılar" karşısında oynanan gururumuzun canlanması için çıkış yolu olarak savunuldu.
Bu nedenle Türk ulusçuluğu Batılılar tarafından onuruyla oynanmasına, ezilme ve aşağılanmasına neden olduğuna inandığı azınlık uluslara, içine düşürüldüğü durumun intikamını almak duygusuyla yanaştı. Deyim yerindeyse "fırsat kolladı" ve dış devletlerin desteklerinin olmadığı noktada da katliamlar yapmaktan çekinmedi. (sayfa 75)



Özellikle 1840'lar sonrası, Hıristiyan topraklarındaki baskı ve katliamlardan kurtulmak için, "...geride öldürülmüş ana-babalarını, çocuklarını, akrabalarını, mallarını mülklerini bırakarak, Osmanlı İmparatorluğu'nun sürekli daralan sınırlarına yetişmeye çalışan" insanların sayısı milyonları bulur. Sadece 1855-66 yıllan arasında Kırım Savaşı nedeniyle Anadolu ve Rumeli'ye göç edenlerin sayısı bir milyon dolayındadır. Sırp, Girit isyanları gibi ayaklanmaların sonucu, yüzbinlerce insan canlarını kurtarmak için "varlıksız ve perişan bir halde" yerini yurdunu terkederek Anadolu'ya gelirler. Özellikle 1877-78 Osmanlı-Rus savaşındaki göçler ve göç sırasındaki katliamlar son derece dramatik boyutlar alır. Bunu 1912 Balkan Harbi sırasındaki Müslüman katliamları ve göçler takip eder.
Anadolu'ya binbir zorlukla kaçmayı başaran bu göçmenler bilinçli bir seçimle yerleştirildikleri yeni bölgelerde, kurdukları dernekler, yayın organlarıyla, yaşadıklarını canlı tutmaya çalışırlar, başlarına gelenlerin intikamını alma duygusunu hiçbir zaman terk etmezler. (sayfa 76)



Balkan Harbi sonrası İstanbul'a gelen göçmenlerin kurdukları bir derneğin yayımladığı bir şiir buna bir örnek olarak verilebilir. "Kulağına Küpe Olsun" adlı şiir, "Ey Müslüman kendini hiç avutma! / Yüreğini öç almadan soğutma," dizeleriyle bitmektedir. Yayın organının başında, "Bulgar Mezalimi, İntikam Levhası" yazısı okunmaktadır. Bu bile tek başına, göçmenlerin içinde bulunduğu ruh halini bildirmeye yeter. Bu nedenle, bu insanlar, katliamlardan kurtulmuş zavallılar olmanın ötesinde, aynı zamanda Anadolu'da kitleler halinde katledilecek diğer azınlıkların (başta Ermenilerin) gönüllü cellatları da olacaklardır. 1878-1904 yıllan arasında, sadece Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerleştirilen göçmen sayısının 850.000 olduğunu söylersek, göçlerin ve sonuçlarının boyutları konusunda bir bilgi sahibi oluruz.(sayfa 77)


Bir tek Enver Paşa'nın duygulan değildir bunlar. Balkan yenilgisinin hemen arkasından, dönemin basınına da aynı ruh hali egemendir. "Ah, vah", "Sana Doymadan" dizeleriyle kaybedilen topraklar üzerine şiirler düzülüyor, "Kin" başlıklı şiirler yayımlanıyordu. "Kabrinde müsterih uyu ey namdar atam.../Evladının bugünkü adı Sadi intikam" Hazmedilmemiş mağlubiyetin acısı tüm bir toplumu sarmıştır. Çocuklar bile intikam duygusuyla dolup taşmaktadırlar. (sayfa 79)


Görüldüğü gibi, sürekli toprak kaybetmenin Osmanlı-Türk yöneticilerde yarattığı intikam duygusu, özellikle bu topraklarda yaşayan, "dünkü uşaklara", azınlıklara yöneliktir. Ve Birinci Dünya Savaşı'nda, Bulgar'dan, Yunan'dan alınamayan bu intikam, "emperyalistlerle işbirliği yaparak bizi arkadan vuran, nankör Ermeni'den" alınacaktır, imparatorluk içinde var olan diğer halklar da, örneğin Araplar da bu intikam duygusundan nasiplerini alacaklardır: "Bağdat düşmüştür. Osmanlı ordusu kenti terk etme hazırlığı ve telaşı içindedir... Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa oradadır. Bu sırada Miralay Bekir Sami'nin emriyle halk bir meydana toplanmaktadır. Bekir Sami Bey elinde makineli tüfekle halkın üzerine ateş etmektedir.(sayfa 80)


Karabekir Paşa sorar:
'Bekir Bey ne yapıyorsun? Bu halkın ne günahı var?' Bekir Sami Bey'den aldığı yanıt şu olmuştur: 'Dört yüz yıllık Osmanlı Tarihinin Hesabını görüyorum'." (sayfa 81)



Bulgar ayaklanmalarında da tablo aynıdır: "Olay derhal Avrupa'ya büyük bir gürültüyle yansıtıldı. Tabii öldürülen Türklerden ve ilk saldırıların Bulgarlardan geldiğinden hiç bahsedilmedi. Fanatik Türkler durup dururken saldırıya geçmiş ve masum Hıristiyanları yok etmişlerdi." Ermenilerin de benzeri metodlara başvurdukları sıkça aktarılır. Bu doğrultudaki bilgiler, Türk kaynaklarınca büyük bir zevkle aktarılır, İngiltere Büyükelçisi Sir P. Currie bir raporunda, "(Ermeni) İhtilalcilerin(in) ilk amacı kargaşalıklar çıkartmak ve üzerlerine insanlık dışı misillemeler çekerek bu yoldan Devletlerin insanlık adına müdahalelerine yolaçmaktı," der. Abdülhamit de aynı şeyleri söyler, "Ermenilerin gözle görünen amaçları, Türkleri kışkırtmak ve ondan sonra kendilerini bastırmak için üzerlerine kuvvet gelince, zulüm gördüklerini ileri sürerek Avrupa ve özellikle İngiltere'nin acımasını üzerlerine çekmektir." Robert College'in kurucusu ve ilk yöneticisi Dr.Hamlin de, 23 Aralık 1893'de bir Amerikan gazetesinde, Ermeni İhtilalcisi ağzından, onların taktiklerini şöyle aktarır: "...Hınçak çeteleri, Türkleri ve Kürtleri öldürmek, köylerini yakmak için fırsat gözleyecekler ve sonra dağlara kaçacaklardır. Bunun üzerine kuduran Müslümanlar, ayaklanarak savunmasız Ermenilere saldıracak ve bunları öylesine bir canavarlıkla öldüreceklerdir ki, Rusya insanlık ve Hıristiyan uygarlığı adına memleketi işgal etmek üzere ileri atılacaktır."(sayfa 84)


Kendisini “yok etmeye” yönelik çabaların, “insan hakları”, “ evrensel insanlık” adına yapılıyor olması bu kavramlara düşman bir ulusal ruh halinin oluşmasına yol açıyordu. Bu noktada da, Fransız işgaline karşı da oluşan Alman ulusal kimliği ile ilginç bir paralellik söz konusudur; “Diğer ülkelerdeki orta sınıfların muhafazakar-milliyetçi kesimleri insanlık ve ahlaki idealleri ulusal ideallerle sürekli birleştirmeye çalışmışlardır. Alman orta sınıfların bununla kıyaslanabilecek kesimleri bu uzlaşmayı bir kenara atmışlardır. Bunlar, sıkça bir zafer edasıyla, yükselen orta sınıfların, yanlışlığı artık iyice teşhir edilmiş olan hümanist ve ahlaki ideallerine karşı çıkmışlardır. Bu nedenle Alman liberallerden, F. Naumann, Türklerin batıdan gelen her türlü reform önerisine tepki göstermesini anlayışla karşılıyor ve bunun Napolyon işgali nedeniyle aydınlanma fikirlerine tepki gösteren Almanların ruh haliyle aynı olduğunu söylüyordu. (sayfa 89)


Kendisinin karşısında parçalanmasını ve dağılmasını isteyen, egemenliği altındaki Hiristiyan halklar ve emperyalist devletlerden oluşan geniş bir koalisyonla uğraşmak zorunda kalmak, Türk ulusal kimliğinin oluşumunu önemli ölçüde belirlemiştir. Dağılan bir imparatorluğun mensubu olmaları, vatanın elden gittiği ve kurtarılması gerektiğini bir fikri sabit halinde zihinlere yerleşmiştir. “Bir fesad coşmuştur gidiyor, Girid gitti, Trablusgarb gidiyor, Türkiya gidiyor, İslamiyet gidiyor… Bu hafta haritaya baktım, çoğu gitti azı kaldı” (sayfa 90)


İmparatorluğun sürekli bir parçalanma süreci içinde olması, çevresinin kendisinin mahfını isteyen güçlerce çevrilmiş olduğu inancını ortaya çıkarmıştır. Bu durum, daha önce de değindiğimiz gibi, Osmanlı- Türk insanında büyük bir korku psikozunun oluşmasına yol açmıştır… Uzun yıllar sadrazamlık yapmış olan Kamil Paşa bu duyguyu 1911 yılında yazdığı bir mektupta şöyle dile getirir; “ Osmanlı Devleti yalnız başına kalarak diğer devlet ve milletlerin ,ihtiraslarına ve saldırılarına maruz bir halde, yani tek başına kalmıştır… Bu gidişatın sonu, Allah göstermesin taksimdir” (sayfa 91-92)


1916 kongresinde Talat Paşa, konuşmasında; “ Herkes bize düşman olduğunu söylemektedir. Çevremizi saran bu düşmanların amaçlarının ise bizi öldürmektir. Biz Pan-İslamizm yapmadık, belki yapıyoruz, yapacağız dedik. Düşmanlarda yaptırmamak için bir an evvel öldürelim dediler. Pan-Turanizm yapmadık, yaparız, yapıyoruz yapacağız dedik ve yine öldürelim dediler” demiştir. (sayfa 92)

Örneğin, Abdülhamit, Ermenilerin son derece zengin olduklarını, Osmanlı memurlarının üçte birini oluşturduklarını, az vergi verip, askerlik yapmadıklarını söyledikten sonra, “Ermeniler , dejenere olmuş topluluktur… Ermeniler daima uşak durumundadırlar” demektedir. Ermenilerinin iyi konumlarının onların iktisadi güçlerinden kaynaklandığını söyleyen Abdülhamit, bu gücü kırmak için de Ermeniler üzerine yoğun bir baskı politikası uygular. Bu doğrultuda, Ermeni burjuvazisine darbe vuracak kararlar çıkartır ve tüm vilayetlere yollanan emirle, Ermeni tüccar, borsacı vb. sıkı denetim ve kontrol altına aldırtmıştır. (sayfa 97)

Abdülhamit’in sözlerinde çok güzel ifade edilir. “Yunanistan’ın ve Romanya’nın alınmasıyla” der sultan, “Avrupa Türk devletinin ayaklarını kesmiştir. Bulgaristan, ırbistan ve Mısır’ın kaybı bizden ellerimiz götürmüştür ve şimdi Ermeniler arasında propaganda ile bizim hayati önemi olan organlarımıza yanaşmak hatta bağırsaklarımızı koparmak istemektedirler. Bu toptan imhanın başlangızı anlamına gelir ve buna karşı tüm gücümüzle kendimizi korumak zorundayız” (sayfa 98)

“Çevresine daha çok değişik Müslüman milletlerden uzmanlar toplamış, devlet kadrolarında Hiristiyan sayısını azaltıp Müslümanları çoğaltmıştır… Avrupalıların silahlandırdığı Hiristiyan cemaatlere karşı Müslüman grupları silahlandırarak onlara savunma hakkı tanımış ve devletin onlardan yana olduğu kanısını yaratmıştır. Eskisi gibi, Avrupa istediği için Müslümanları cezalandırmamış, cezalandırsa da ödül denilebilecek cezalar uygulamıştır” Görüldüğü gibi, Abdülhamit Müslüman halkı silahlandırarak, yaratılan çeşitli vesilelerle Ermeni halkın üzerine saldırtmaktadır. Katliamlara katılanlara sonradan verilen cezalar da yazarın söylediği gibi ödül niteliğindedir. ( sayfa 99)

Osmanlılarda İslami temelde “ırkçı” söylemlerin varlığına rağmen, Ermeni ırkının toptan imhası gibi ırkçı bir programdan söz etmek zordur. Hatta savaşın ilk aylarında bile, Ermenilerle olan tüm çelişki ve gerilimlere rağmen, “ittihat ve terakki partisinin, imparatorluktaki Ermenilerin yok edilmesi gibi bir karar aldığına dair… herhangi bir işaret yoktur” Konu üzerine araştırma yapanlar bu doğrultuda bir kararın şubat sonu, mart başı verilmiş olduğu kanaatindedirler. O halde Osmanlıları bu yönde bir karar almaya iten faktörlerin neler olduğu sorusu önem kazanmaktadır. (sayfa 100)

Gerçekten de, Ermeni kırımına değişik bir özellik veren şey onun görünüşteki düzensizliği ve sistemsizliğidir. İlk görünüşte, merkezi bir yok etme planı yerine, yerel yöneticilerin suistimallerinden veya kontrol edilemeyen halk kitlelerinin saldırılarından oluşmuş istenmeyen katliamlar dizisinin sözkonusu olduğu izlenimi ortaya çıkabilmektedir. Her konvoydan hayatta kalanların sayısı refakatçi görevlilerinin insanlıklarına ve iyi niyetlerine bağlı idi. Bu bağlamda verilmiş herhangi kesin bir emir de yoktu. Yok etme planı oldukça belirsizdi. Gerekli olan konvoylardaki insan sayısını, resmi tehcir tezini haklı çıkartacak derecede, öldürme, kaçırma ve yetersiz beslenme ile son derece sınırlı boyuta indirmekti” (sayfa 105-106)

Bizim için bu tartışmanın ilginç yanı, merkezi olarak planlanmış kitlesel bir kırımın olup olmadığı değildir. İki yıla yakın bir zaman süresini kapsayan sürgünler sırasında açlık ve susuzluğa terk edilerek veya kitleler halinde katledilerek öldürülen Ermenilerin, Bahattin Şakir’in telgrafında da belirttiği gibi, merkezi bir emirle yok edildiklerini kanıtlayacak bol miktarda malzeme mevcuttur. (sayfa 106)

Ermenilerin güvenilmez ve kuşkulu halk grubu olarak ilan edilmeleri savaştan önce başlar. Daha 6 eylül 1914’de Osmanlı Hükümeti, “Ermenilerin kalabalık olduğu vilayetlere bir şifre tamim göndererek, Ermeni siyasi parti başkanları ve elebaşlarının hareketlerinin devamlı kontrol altında tutulması talimatını” verir. Savaşın çıkması ile birlikte, Osmanlı ordusundan son derece yaygın olan askerden kaçmalar tabii ki Ermeniler arasında da görülür. Ermenilerin askerden kaçtıkları ve dağlarda çeteler oluşturarak güvenliği tehlikeye soktukları Osmanlı-Türk tezlerinde sürgünün önemli bir gerekçesi olarak sıkça ileri sürülür. Oysa askerden kaçma Birinci Dünya savaşında o denli yaygındır ki, Liman von Sanders anılarında, “Anadolu dağlarında, köylerinde 200.000 asker kaçağı dolaşır. Bunlar, silâhaltındaki orduya eşittir…” (sayfa 107)

Ermeni katliamında ırkçı düşüncenin rolü nedir? Konuya ilişkin bazı çalışmalarda, Türk ırkçılığının katliamda belirleyici rol oynadığı ileri sürülür. Burada aksini iddia edeceğim. Türklerde, Ermenilere yönelik, Yahudi örneğinde olduğu gibi, onarlın ırk olarak ortadan kaldırılması gerektiğini savunan bir fikri bulmak zordur. 1880 ler sonrası geliştiğini söylediğimiz anti-semitizm benzeri ideolojik eğilimlere rağmen, Ermenilerin ırk olarak imhasını amaçlayan ırkçı bir düşünce toplumsal olarak gelişmemiştir. (sayfa 114)

Osmanlı yönetici kadrolarında da ırkçılığın fazla belirleyici olmadığını ileri sürebiliriz. Bu konuda, biraz garip ve inanılmaz gibi görünen bri örnek verilebilir. Bogos Nubar paşa, Rus Ermenilerinin temsilcisidir ve Rusya tarafından 1914 reform planının gerçekleştirilmesi görüşmelerine de katılmaktadır. Sadrazam Sait Halim Paşa, 10 şubat 1914 te Nubar Paşaya Osmanlı hükümetinde bakanlık teklif eder. “Başkanlığını ettiğim hükümette bir nazırlık kabul etmek suretiyle kararlaştırılmış ıslahatın yürürlüğe konulması için bana… yardımda bulunacak olursanız ekselanslarınıza minnettar kalırım,” der. Nubar Paşa, “ Türk siyasi hayatı üzerine hiçbir tecrübesi olmadığı ve Türkçe bilmediği” için bu teklifi reddeder. Biraz garip görünen bu olaya, Sait halim Paşa’nın zaten etkisi olmayan bir figür olduğu veya olayın kötü bir taktik olduğu vb. ititrazları yapılabilir, ama bunun en azından, ırkçı ideolojinin zayıflığını gösteren benzeri birçok kanıttan bir tanesi olduğunu söyleyebiliriz. (sayfa 115)

Gerçekten bir takım ideolojik tercihlere sonuna kadar bağlı kalmak ve bu ideolojinin gereklerini yerine getirmek gibi bir davranış Osmanlı-Türk yöneticilerine son derece yabancıdır. Eylemlerin hareket ettiricisi “ideolojisizlik ideolojisidir. Celal byar’ın ittihat ve terakki kadroları üzerine söylediği şu harika sözler bu konuda herhangi bir yorumu gereksiz kılar; “ İttihat ve Terakki Cemiyetinin belli başlı üyeleri arasında Tanzimat’ın Osmanlılık politikasına sadık kalanlar olduğu gibi ümmetçilik veya İslamcılık, Türkçülük ve milliyetçilik siyasetini güden şahsiyet sahibi insanlar da vardı. Bunlar daha çok devlet ricali ve büyük rütbeli memurlar arasında bulunurdu” (sayfa 116)

Osmanlı-Türk yöneticilerinin devlet yönetme felsefesinin ilginç bir örneği de yazılı belgelerle kurmuş oldukları ilişki biçimidir. Hatta onların, merkezi planlanmış katliam eylemini, aşırı pragmatizm olarak tanımladığımız felsefeleri sayesinde, bu derece bulanıklıkta bırakmayı başardıklarını söyleyebiliriz. Burada, Osmanlı-Türk yöneticilerinin yönetim zihniyetlerini anlayamayan bazı batılı ve Ermeni araştırmacıların ilginç bir tuzağa düştüklerinden dahi söz edebiliriz. Yazılı belgelerle, yaşanan olaylar arasında doğrudan ilişki kurmak isteyen batılı araştırmacılar, Ermenilerin toptan yok edilme planını ve bu plana ilişkin emirleri aramakta, bunların olmadığı durumda ise imha edildikleri fikrinden hareket etmektedirler. Hatta, belge bulmak baskısı altında kalarak, sahte oldukları iddia edilen bazı belgeleri yayınlayanlar dahi olmuştur. (sayfa 118-119)

Oysa Osmanlı-İslam dünyasında yazılı belgelerle kurulmuş son derece fonksiyonel bir ilişki sözkonusudur. Yazılı belgeler sadece yaşanan gerçekleri değil, gerçekleri manuple etme araçları olarak da kullanılmışlardır. “işi kitabına uydurmak”, İslamın “hileyi şeriye” geleneğinin de bir devamı olarak, Osmanlı-Türk yöneticilerinde önemli bir yönetim felsefesi haline gelmiştir. Bir sosyalbilimcimiz bunu, “ bürokratik dünya görüşü” olarak tanımlamakta ve bu davranışın gizli ve kimsenin gözüne çarpmayan bir temeli olduğundan söz etmektedir. O da kağıt üzerinde düzenlilik sağlamak uğruna toplumsal gerçekleri hasıraltı etmektir.(sayfa 119)

Sınırlı sayıda var olmalarına rağmen, konuya ilişkin bilinen resmi belgelerden de, Osmanlı-Türk yöneticilerinin yazılı belgelerle kurdukları ilişkinin mantığını okuyabilmek mümkündür. Yukarı da da belirtiğimiz gibi kararlar önce sözlü alınmış ve daha sonra olaya “resmi” bir karakter verilmiştir. Fakat resmen tehcir kararı almalarına rağmen, yöneticiler, kendi elçiliklerine yolladıkları genelgelerde, bu tür iddiaların tümüyle iftira olduğunu belirtmekten geri durmazlar. İtilaf devletleri, 6 haziranda Osmanlı devletine bir nota verirler ve Ermenilerin yok edilmekte olduğunu ve “Türkiye’nin insanlık ve medeniyete karşı işlediği bu cinayetlerden dolayı gerek Osmanlı Hükümeti üyelerini ve gerek bu katliamlara katılmış ve katılacak olanları şahsen sorumlu tutacaklarını” bildirirler. Bu bildiriye cevap veren Babıali, kendi elçiliklerine yolladığı bir genelge de şunları söyler; “Erzurum. Tercan, Eğin, Sasun, Bitlis, Muş ve Kilikya Ermenilerine karşı Osmanlı hükümetince hiçbir tedbir alınmamıştır. Çünkü baysallığı (güvenliği) bozacak bir davranışta bulunmamışlardır… İtilaf devletlerinin ileri sürdükleri birer yalandan ibarettir”. Görüldüğü gibi Hükümet konuya ilişkin almış olduğu resmi karar rağmen kendi elçilerine bile açıkça yalan söylemekten çekinmemektedir. (sayfa 120)

Aynı mantığı günümüzde işkence pratiğinde de gözlemlemekteyiz. Resmi yazışmalardan kalkarak Türkiye’de işkence olduğunu ispat etmeye çalışmak oldukça zordur. Hatta aksi daha kolay ispat edilebilir. Devlet işkenceye kesin karşıdır ve işkence yapan memurların üstüne çok sert gitmekte ve ihmali görülen memurları cezalandırmaktan çekinmemektedir. Gerçekten de öyledir. İçişleri veya Adalet bakanlıkları tarafından yayımlanan, işkencenin kanunen yasak olduğu veya işkence yapanların cezalandırılacaklarını üzerine onlarca kararname bulunabilir. Yüzlerce polise karşı işkence yaptıkları için dava açılmış, içlerinden onlarcasına çeşitli hapis cezaları verilmiştir. Bu resmi belgelerden kalkarak Türkiye’de işkencenin yasak olduğu ve yapılan işkencelerin münferit bazı olaylar olup, yapanlar hakkında derhal soruşturma yapıldığı ispat edilebilir. (sayfa 121)

İddia ettiğim şey, konuya ilişkin hiçbir yazılı belgenin olmamış olduğu veya hiçbir belgenin yakılmadığı değildir. Nitekim 1919 yılında İstanbul Divan-ı Harp soruşturmalarında sanıklar, İttihat ve Terakki merkez komitesine ait evrakların Dr. Nazım tarafından alındığını söylerler. Bu belgeler muhtemelen imha edilmişlerdir. Nitekim, Şevket Süreyya da Talat Paşa’nın yurt dışına kaçmadan önce, bri dostunun Arnavutköy kıyısındaki yalısında bir bavul evrağı yaktığını nakleder. (sayfa 121-122)

Gerçekten de Anadolu’nun Hiristiyan azınlıklara kaptırılması başta İttihatçılar olamk üzere Osmanlı-Türk yöneticilerinin en büyük korkusuydu. Bu nedenle bölgenin hiristiyanlardan temizlenmesi ne Ermenilerle ne de brinci dünya savaşı ile sınırlı bir olaydı. Özellikle balkan harbi sonrası Anadolu’nun Türkleştirilmesi hükümet politikalarının merkezini oluşturmuştur. (sayfa 122)

Yapılması gereken, Anadolu’daki Ermenilerin sayısını problem teşkil etmeyecek bir boyuta indirmek ve hiç değilse Anadolu’yu “temiz”, “sağlam” bir sığınak olarak örgütlemekti. Talat ve Enver’in bu doğrultuda söyledikleri onlarca söz vardır. Burada sadece Talat Pşa’dan bir örnek vermekle yetinelim. “imparatorluğun içindeki bu değişik unsurlar her zaman Türkiye’ye karşı tertiplere giriştiler… Bu düşmanlıkları yüzünden sürekli toprak yitirdik. Yunanistan, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan, Bosna, Hersek, Mısır ve Trablusgarb gitti. Böylece İmparatorluk hemen hemen yok olma noktasına gelecek kadar ufaldı. Elimizde kalanla yaşamımızı sürdürmek istiyorsak, bu yabancı halklardan kurtulunmalıdır” (sayfa 131)

Katliama ilişkin suçluluk duygusunun oluşmamış olmasının önemli bir diğer nedeni de, katliamın bir “cezalandırma eylemi” olarak ele alınmasıdır. Sivil toplum düzeyinde katliam reddedilmemekte ama daha çok “suç ve cezalandırma” mantığı çerçevesinde değerlendirilmektedir. Ermenilerin birtakım suçları işledikleri bunun için de cezalandırıldıkları savunulmaktadır. Burada İslami “kısas” ilkesinin derin izlerini görmekteyiz. (sayfa 141)