Cumartesi, Ağustos 24, 2013

BİR SANDIKLA GELME HİKÂYESİ

Geçen haftaki yazımda, muktedirlerin; şeytanı bile çileden çıkaracak “sandıktan geldik, sandıkla gideriz” kara propagandası üzerine görüşlerimi aktarmış idim, bunların öncülleri de ardılları da birdir, aynıdır kesinlikle de aynı teranenin arkasına sığınırlar, ahir ömrümüzde, “bulun 226 yı gelin” diyen somun pehlivanları ile başlayan bu yaklaşımların “sandıktan geldik” biçimine evrilmesi son derece doğal ve kaçınılmazdır, literatürde bu yaklaşımların adının ne olduğunu herkeste açıktan bilir, bu nedenle işin teorisine yönelik fazlaca kelama gerek yoktur.

Hani çok sıkışınca ve gerçeklerin çarpıtılması ihtiyacı doğunca kolayca ve rahatlıkla söylenen “sandıkla geldik sandıkla gideriz” edebiyatı var ya, hani sadece kendileri sandıkla gelmiş görüntüsü verip her şeyi yapma hakkı elde ettikleri iddiasında bulunan bu zevatın öncüllerinden birisinin, sandıkla gelip sandıkla gitmediği üzerine bir hikâyesi vardır ve bu hikâyeyi herkes bilir ama unutmuş olanlara hatırlatmak, hafıza tazeletmek adına yazalım dedik… Hani bu zevat Suriye’den demokratik adım atmasını talep ettikleri iddiası taşıyorlar ya, kendilerinin destek aldıkları ya da kendilerini yırtarcasına destekledikleri ya da üzerlerine toz kondurmadıkları Suudi Arabistan’da, Katar’da demokrasi varmışçasına ya da bizim bunları bilemeyeceğimiz düşüncesiyle bunları rahatlıkla söylerler ya kara propaganda adına ve Göbbells’e inat… Hani meslek odalarının yönetimleri de seçimlerle gelmişlerdir ama onların bu umurlarında değildir, neden, çünkü onlar ya da destekledikleri seçilmemişlerdir öyleyse onlar seçimle gelmemişlerdir, hava ve tava bu işte kendilerine göre…

Dönem 27 Mayıs cuntası sonrasıdır, siyaset arenasına güdümlü sürülenler dışında bir de destekli sürülenler vardır ve bunlar siyaseti önceleri kurallarına göre yapmaya başlasalar da, kuyruk sıkışınca kuyruk sıkışıklık ölçüsünde toplumu sıkıştırmaya başlarlar, bu sıkışıklıkta burjuvazinin temsilcisi sen olacaksın ben olacağım kavgası içinde, taşlar yerine oturur, birisi uluslararası sermayenin ve yerli ortaklarının, diğeri de Anadolu burjuvazisi diye adlandırılan, aslında diğerlerine kızarak yerine göz dikenlerin, temsilcisi olmuş gibi pozisyon almayı tercih etmişlerdir… Bu renkli simalardan birisi Süleyman Demirel diğeri de Necmettin Erbakan’dır… Dönemin Amerikan destekli güçlü partisi AP (Adalet Partisi) dir ve cunta sonrası organize olan ve Menderes’in DP (Demokrat Parti) sinin devamı iddiası ile politika yürütmektedir, partinin başına da hemen cunta sonrası olduğundan cuntacıların tasfiye etmelerine rağmen yine de hoşuna gidebileceği düşüncesi ile eski 3. Ordu komutanlarından Ragıp Gümüşpala getirilmiştir, partinin ağır toplarından birisi hatta en önemlisi ise Sadettin Bilgiç’tir ki, Bilgiç Ailesi, Süleyman Demirel’in hemşehrisi olarak elinden tutup bürokraside ve siyasi hayatta yükselmesinin yegâne aracıdır. Tarihe, sadece taraftarları tarafından “barajlar kralı” ya da “baba” diye anılarak geçtiği iddia edilen Süleyman Demirel artık Morrisonluğun kendisini kesmemesi üzerine, amerikanperverliğini daha iyi icra edeceği ya da sergileyeceği evvela AP başkanlığı bilahare de Başbakanlık koltuğu hedefi ile genel başkanlık yarışına girişince, rakibi konumundaki Sadettin Bilgiç’in de Necmettin Erbakan ve arkadaşları tarafından desteklenmesi ve nihayetinde de seçimi kaybetmeleri üzerine, Erbakan’ın aktif siyaset hayatı şimdilik olmak kaydıyla sona eriyordu.

Necmettin Erbakan; 1956 da kurucuları ve ortakları arasında olduğu “Gümüş Motor” şirketindeki faaliyetlerine ve akademik kariyerine ağırlık verir bu boşluklarda, ancak kaptan köşkünde bulunduğu şirketin, yanlış yatırımlar yapılması ve üretim süreçlerindeki yaşanan mali ve idari problemlerde en büyük rolün kendisinde olduğu kanısına varılınca, aralarında Nakşibendi Tarikatı Şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun bulunduğu hissedar tarikatdaşları tarafından istifaya zorlanmış ve bir şekilde de şirket ile ilişkisi kesilmiştir. “Gümüş Motor” Şirketinin adı da, tarikatın merkezinin “Gümüşhane Tekkesi” olması hasebi ile düşünülmüş olup, tek ve en önemli üretimi ise “Pancar motor”dur, önceleri darbecilerin de desteğini alan bu üretimler çağa ve piyasa koşullarına uyamayınca hedeflenen gelişmeyi gösterememiştir ve macera fiyasko ile sonlanmıştır.

Necmettin Erbakan’ın Süleyman Demirel ile arasının yukarıdaki satırlarda bahsedildiği üzere bozulması konusu, Erbakan’ın taktik çekilmesi ile dönem itibariyle görünürde tekrar düzelmiştir ve artık Başbakanlık koltuğunda oturan Demirel’in desteğine de muhtaçlık söz konusudur, aralarındaki görece barış sürecinde, Amerikan emperyalizminin elde alternatifler olmalı kabilinden değerlendirmelerine müteallik mezkûr dönemde gizli destekleri almaya devam edecektir, direk ya da endirek... Hatta o kadar destek almıştır ki Başbakan Demirel’den, bir söyleşisinde kendisi için; “Benim çok yakın arkadaşım kendisi. Zaten onu sanayi odası genel sekreterliğine de ben getirdim” diyebilecek kadar konuyu derinleştirmiş ve tekzip edilmeyen bir açıklama bile yapmıştır.

Siyasi hayatta tutunabilmenin yolunun kendisi açısından, Sanayi Odası içindeki faaliyetlerden geçtiği analizi neticesi, taa MNP (Milli Nizam Partisi) ni kurana kadar, önce ve sırasıyla 1959 da İstanbul Sanayi Odası Makine İmalatçıları Sanayi Meslek Komitesi Başkanlığına, 1966 yılında Genel Müdürü olduğu Gümüş Motorları daha ehven şartlarda satabilmek için ithal kotalarını düzenleme yetkisini elinde bulunduran Odalar Birliği Sanayi Dairesi Başkanlığına, buradan ise aldığı ya da alınmasında önemli rol aldığı kararların Odalar Birliği Genel Sekreterliği tarafından uygulanmamasını engel görerek, bu kez de Genel Sekreterlik görevi hedeftir ve gerçekleşir o da, bilahare de Genel Başkanlık hedefe girince Genel Sekreterlik koltuğunu doldurduğu dönem içinde bunun gerçekleşmesi için her türlü altyapının ve kulisin hazırlıklarını yapar ve nihayetinde de o da gerçekleşir. Seçimlerin iptali konusunda yapılan girişimler neticesinde, Danıştay; girişimcileri haklı bulur artık başkanlık yargı kararı ile iptal edilmiştir, Danıştay girişimcileri haklı bulur bulmasına ama hani “sandık ile geldik sandık ile gideriz” ve “hukukun üstünlüğüne inanırız” diyenlerin öncülüdür ya, ortada yargı kararı olmasına rağmen başkanlığı bırakmaz ve ne yazıktır ki başkanlık makamı bu işgalden emniyet güçlerinin birkaç günlük çalışması neticesinde hak sahibine teslim edilmek üzere geri alınabilmiştir, işte durum budur görüleceği üzere bu kafa seçimle gelir ama seçimle gitmek ister mi, vallahi yukarıdaki hikâyeden anladığınız kadarı iledir bu sorunun cevabı… Bu kafa için yargı kendi lehlerine karar verirse, o yargı kararıdır ve kutsaldır, değilse asla ve kata uygulanmaya değmez ve batıldır, seçim kendilerini muzaffer kılmış ise eğer, seçim meşrudur aksi takdirde zinhar…

Hikâyenin, ilim, irfan ve feyz bölümü yukarısıdır ancak hatırlamayanlar için mezkûr zatın siyasi hayatının bir bölümünü daha geliştirip bırakalım, bilindiği üzere TOBB ricatının üzerine aktif siyasi hayatta tutunabilmek için bu sefer Demirel’in başında bulunduğu AP ye milletvekili olmak hesabı ile kayıt yaptırmak ister ama oradan da geri çevrilir, artık bu ilişki ile köprüler atılmalıdır, Konya bağımsız milletvekili adayı olarak seçime katılır ve Konyalı tüccar ve Anadolu eşrafının büyük sermayeli esnaflarının büyük desteğiyle milletvekili seçilir, derhal kendi partilerini kurmak üzere çalışmalar başlar yoğun kulisler neticesinde, AP den transfer edilen birkaç milletvekili ile birlikte Nakşibendîlerin, Nurcuların ve Kadirilerin ittifakla desteğini alarak MNP (Milli Nizam Partisi) kurulur ve 1990 larda Başbakanlığı kadar uzanacak bir siyasi serüven başlar… Partinin kurulmasına ön ayak olanların ise, tarım ağırlıklı üretiminden sanayi ağırlıklı üretime yönelen kapitalizmin Anadolu’da her geçen gün ekonomik durumları bozulan küçük sermaye grupları, küçük toprak sahipleri, küçük esnaf ve zanaatkârlar; büyük kentlerde ise her geçen gün daha da yoksullaşan muhafazakâr emekçi kesimler ile Cumhuriyet’in laiklik adı altındaki uygulanan politikalarından muzdarip dindar kesimler olduğu göz önüne alındığında bu siyasi hareketin nasıl bir seyir izleyeceği taaa o günlerden belli idi, bu arada Amerikan Emperyalizminin toplumun bu kesiminin de zaptu rapt altında tutulması öngörüsü adına Türkiye Cumhuriyetinin Silahlı kuvvetlerinin en tepesindekilerin de vasıtası ve desteği ile 12 Mart faşist darbesinden korkusu nedeniyle yurdu terk eden bugünkülerin öncülü bu zat, 1971 de sığındığı İsviçre’den garantiler verilerek getirilip tekrar parti kurulmasına zemin hazırlanmış ve bu destek tüm söylenenlerin aksine sonuna kadar hiç değişmemiştir hatta o kadar ki bu destek ardılları içinde bir hayli cömert kullanılmış ve bugünlere kadar da taşınmıştır.

Son söz, ne diyor; Mark Twain, seçimlerin yani sandığın özgürlüğün tek yaratıcısı ya da aracısı olduğu savına karşı: “oy vermek bir farklılık yaratsaydı, oy vermemize izin vermezlerdi”

Hiç yorum yok: