Osmanlı tarihinde;
fetihlerin, ülke zapt etmelerin zirve yaptığı dönemin malum hikâyesidir, Fransa
kralı Fransçois (Fransuva) Alman Kralı Şarlken ile 1525 yılında Pavye savaşı
diye bilinen savaşı kaybeder ve esir düşer. Bunun üzerine Fransçois’in annesi
Düşeş hanımefendi Osmanlı büyükelçisi vasıtasıyla, Padişah Kanuni Sultan
Süleyman’a Fransçois’in esaretinin sona erdirilmesi talebini içeren bir mektup
yazarak, himmet ve yardım bekler. Böyle bir mektup gerçekte var mıdır, varsa da
orijinal midir, yoksa bazı lobiler tarafından dublajı yapılmış mıdır, montaj
mıdır, bilinmez ancak her nasıl ise, kıssa üstünden günümüze hisse çıkarmamıza
engel oluşturmamaktadır.
Kanuni Sultan Süleyman'ın
Fransa kralı François’e gönderdiği 1526 tarihli cevabi mektup;
“Allah-ü Teala’nın lütuf ve yardımıyla, peygamberimiz Hz.
Muhammet Mustafa (S.A.V.)’nın mucizesi, dört halifenin ve Allah’ın sevgili
kulları olan velilerin mukaddes ruhlarının yardımıyla;
Ben ki,
Sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara taç veren
Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve
Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Dulkadir Vilayeti’nin ve Diyarbakır’ın
ve Kürdistan'ın ve Azerbaycan’ın Acem’in ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve
Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve daha
nice memleketlerin ki, yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve
benim dâhi ateş saçan zafer kılıcımla fetheylediğim nice diyarın sultanı ve
padişahı Sultan Bayezıd Hân'ın torunu, Sultan Selim Hân'ın oğlu, Sultan
Süleyman Hân’ım.
Sen ki,
Françe vilayetinin kralı Françesko (François,
Fransuva)’sun.
Sultanların sığınma yeri olan kapıma, adamın Frankipan ile
mektup gönderip, memleketinizin düşman istilâsına uğradığını, hâlen hapiste
olduğunuzu bildirip, kurtulmanız hususunda bu taraftan yardım ve medet istida
etmişsiniz. Her ne ki demiş iseniz benim yüksek katıma arz olunup,
teferruatıyla öğrendim.
Padişahların mağlup olması ve hapsolması tuhaf değildir.
Gönlünüzü hoş tutup, hatırınızı incitmeyiniz. Bizim ulu ecdadımız, daima
düşmanı kovmak ve memleketler fethetmek için seferden geri kalmamıştır. Biz
dahi onların yolundan yürüyüp, her zaman memleketler ve kuvvetli kaleler
fetheyleyip gece, gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Allah
hayırlar müyesser eyleyip meşiyyet ve iradatı neye müteallik olmuş ise vücuda
gele. Bunun dışındaki vaziyet ve haberleri adamınızdan sorup öğrenesiniz. Böyle
bilesiniz.
Cevabi mektup kimilerine
göre; dönemin Osmanlı İmparatorluğu açısından diplomasi ve askeri üstünlüğünü
göstermesi açısından son derece makul ve anlaşılabilir iken, kimilerine göre de,
hoşgörüden azade kibrin zirve yaptığı bir tutum ve davranış olarak
değerlendirilmektedir. Ancak, nasıl değerlendirilir ise değerlendirilsin,
uluslararası kabul görmüş bir seviye, güç ve kabiliyet gerektiren bir durumun yansımasıdır,
tüm bu yaklaşımlar…
Bu vesile ile de; kısaca da
olsa bu tarihi tespit üzerinden günümüze bakarak görüş belirtmenin faydalı
olacağı mülahazasıyla, bir devlet büyüğümüzün geçenlerde mezkur mektubun bir
bölümünü, bir şeylerin tebarüz ettirilmesi adına tekrarlanması, en hafif
deyimiyle bir halüsinasyon durumudur… Akıllara ziyan…
İktidar hırsının ve
sahipliğinin yarattığı bu sarhoş edici hormonlu güç, Kanuni’nin söylemindekine
benzer “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi” yaklaşımı, mezkûr padişahların doğru
işler yapmasına engel oluşturması yanında, yanlışlıklar bataklığına gark
olmalarına yol açmıştır sürekli… Bu kabil ruh hali, mezkûr padişahlara, yapılan
yanlışları bilseler ya da anlasalar dahi geri adım atma, kararı düzeltme gibi davranışlar
önünde en ciddi engeli oluştururlar… Tam da bu yüzden, bir yanlışın kendi
yorumlarına uygun olarak düzeltilmesi çabası yeni yanlışları doğurmakta,
sadrazamları bile sahipliğin devamı için göz kırpmadan harcamaya kadar
vardırmaktadırlar yanlışlıkları bazen de… Bu padişahların, bu padişahlık ruh
hallerinin, “padişahım çok yaşa” nutuklarından beslendikleri aşikâr olup, bu
ruh halinin zaman içinde padişahların sonunun hazırlayıcısı olması ise
idraklerinden kaçmaktadır.
Son olarak yeni öğrendiğim
haliyle belirtmeliyim ki, mezkûr hikâyenin ruhuna uygun olarak tespiti yapılan
bu durumun, tıp dilindeki karşılığının “padyshaımus
syndrome” denilen bir hastalık olduğu geniş çevreler tarafından kabul
edilmektedir. Türkçemize “Padişah hastalığı” olarak çevrilebilecek bu sendrom,
aslında makam koltuğuna oturulduğunda koltuktaki fitilin “fitillenmesi”
neticesinde malum sonuçlara neden olurmuş… Hastalar ise oldum (çırak, usta,
kalfa, müteahhit sıfatları ile) sanırlarmış kendilerini, her olmadığını
gördüğünde de, hastanın ruhunu ateşler sararmış, kontrolden çıkarmış ve
terbiyesiz, hazımsız, saygısız hatta küstah oluverirmiş... Yüce Rab ül âlemin
bu kabil hastaların yar ve yardımcısı olsun… “Sen kimsin be” diye sağa sola
sataşma gibi sonuçları olan bu hastalığın ne yazık ki hâlihazırda bir tedavisi
de yokmuş… Muhataplarına da sabır ihsanı dilemekten başka bir şey yapamıyoruz…
Herkese geçmiş olsun…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder