Pazar, Temmuz 28, 2013

YA TARAF YA BERTARAF


Demokrasi talepleri ile İstanbul Taksim Gezi Parkında başlayan ve adım adım tüm Canım Yurdumu saran eylemler evrile evrile başka boyutlar alarak, kökü dışarıdadır, arkalarında gizli örgütler vardır yalan ve kara propagandasına rağmen halen devam etmektedir ve görünen o ki uzunca bir süre devam da edecektir. Adalet, hak hukuk arayışı süreçlerinde; Baro, Tabip Odaları başta olmak üzere diğer tüm meslek kuruluşları gibi Mühendis Odaları da yerlerini geçmişte olduğu gibi bugün de almış ve alacaklardır, 3-5 kendini bilmez istiyor diye bu işten mühendislerin vazgeçeceği düşünülüyorsa çok yanılıyorlar. Mühendisler ve onların meslek kuruluşları bu mağrur muktedirlerin yaptığı yasalar ile kurulmuş olmalarına ve o kurallara uygun çalışmalarına rağmen neden sürekli hedef olmuşlardır diye baktığımızda; Süleyman Demirel, Turgut Özal, Tansu Çiller, Necmettin Erbakan devri iktidarlarında imar numaralarının yarattığı mamanın büyüklüğünün başta çevre katliamı yaratan rant ekonomisine ve yarattığı çarpık kentleşme ve onun sonuçlarının doğurduğu sağlıksız toplumsal ilişkilere hep direnmişlerdir. Ancak bu sığ (hatta sığ bile denmez ya) zihniyetin en önemli temsilcilerinden birisi; bir tarihlerde kenti otoyollara çevirme girişimi olan ardı ardına inşa edilen onlarca alt-üst geçitlere karşı çıktığında TMMOB ni hedefe koyarak, kontrolünde tuttuğu şehir içi yolcu taşımacılığının en önemli unsuru minibüslerin arka camlarına “mühendisler siz işinize bakın köprü yapmak bizim işimiz” afişleri yapıştırtacak kadar da komikleşmişlerdi, ancak bu komikleşmeden nasip ve murat canım yurdumun insanları tarafından alınamadığı gibi o kurumda çalışan yüzlerce yandaş mühendisten de ses çıkmamıştı… Oysa mühendis yandaş olmaz, mühendis sadece kendisine, ilgili disiplinin yemini mucibince yüklenen misyon doğrultusunda, teknik, sosyal, ekonomik ve bunların sonuçlarının siyasal yaşama yansımasına uygun davranışları ahlaken göstermek durumundadır, yoksa “beni işten atarlar”, “ne yapayım bana emir verildi” gibi saiklerle değerlendirmeler başlamışsa ki maalesef bol miktarda örnek var bu konuda, artık kelamın kar etmediği noktada olduğumuzun yegane kanıtıdır bu.

Günümüzde de maalesef bazı meslektaşlarımız “Ya taraf ya da bertaraf” kara propagandasının yarattığı etki alanının, etki ya da tılsımı mucibince oluşan korku ortamında ses çıkaramaz hale gelmişlerdir, muktedirlerin sürekli toplumu rencide edecek karar üretimleri sonucunda “biz seçimle geldik” gibi kafa karıştırmaya yönelik abuk subuk yaklaşımlarına ses çıkaramaz, fikir beyan edemez noktasındaki bu aklı kiradaki muhteremler de, üstelik kendilerinin de katıldıkları seçimler sonucunda oluşmuş oda yönetimlerine destek vermeleri ya da en azından saygı göstermeleri gerekmez mi? Yahu kardeşim hani seçim kutsaldı, hani seçim muteberdi, hani seçimle gelen her şeyi yapabilir idi, bunların birer palavra olduğu gün gibi aşikâr da tabii ki görebilene… “Ya taraf ya da bertaraf” gibi faşist kafanın, hadi biraz yumuşatarak söyleyelim demokrasiye yatkın olmayan kafanın dışa vurumunun en önemli öğesi olan bu cümleyi kullanıp devamında da “bugün sessiz kalanların, yarın huzurumuza gelmesi halinde biz de sessiz kalacağız”  demesini, içlerine sindirmesini ya da bu görüşe tepkisiz kalışını ya da şiddetle ret etmeyişlerini olsa olsa “yetmez ama evet” çiler ile “babadan kalma ya da doğuştan evet”çiler becerebilirler…

Ancak kafalarının ardı çok karanlık bu fikri sadıkların, karanlık dedikse belirsiz demedik, karanlık dedik çünkü biz göremiyoruz, aydınlık ve net dedik çünkü kendileri adım adım neyi, nasıl ve ne zaman yapacaklarını, çok uzun yıllar önce karanlık mahfillerde yapılan plan doğrultusunda, bilerek uygulamaktadırlar.

Hatırlıyorum; bu ardı karanlık zihinlerin öncüllerinden bir muktedir bir zamanlar, cezaevlerindeki mahkûmları “Kuran”ı birkaç kez hatim etmeleri halinde serbest bırakalım diyebilecek kadar ileri götürmüş idi konuyu… Doktorların meslek icra ettiği yerlerin kendileri açısından bir rant kapısı olmaması halinde eminim ki, hiç sıkılmadan doktorların yerine üfürükçü hocaların ikame edilmesi önerisini bile getirebilirler… Eeeee ne olacak Öğretmen okullarını kapatıp yerine ziraat mühendislerini öğretmen atayan zihniyetlerin memleketi taşıyacakları yer ancak burası olabilir, her şeye rağmen yine de iyi sayılırız bir bakıma, bu kadar iç ve dış düşman saldırısı altında bu kadar dayanabilmek ve direnebilmekte mahir bir durumdur…

Gündemimizi Mısır’daki darbeci ordu ve darbe mağdurları gibi gösterilen İhvan (Müslüman kardeşler) hareketi oluşturuyor ya, oysa dünya âlem biliyor ki bunlar birbirlerinin mütemmim cüzüdürler, orayla çok ilgiliyiz ya keçinin koyuna popon göründü gerekçesi ile eleştirisi misali… Malum hikâye, koyun telin üstünden atlarken sürekli poposunu kapatan kuyruğun kalkması neticesinde, keçi ki kuyruğu sürekli kalkık ve popo sürekli görülür vaziyettedir, koyunla popon göründü şamatası yapması… Memleket yangın yeri, kimin umurunda, varsa yoksa Mısır, eeeee görev aşkı bu olsa gerek…

Şimdi; tüm yasa yapma temayüllerinin aksine komisyonlarda bile görüşülmeksizin, Meclis genel kurulunda gezi parkı eylemlerinin hiçbir mahkeme kararı olmaksızın sorumlusu ve kusurlusu ilan edilerek, Türkiye mühendislik hayatını çok olumsuz etkileyecek kararlar olan ve TMMOB yasası diye anılan ve Mühendis ve Mimarların ve de onların mesleki kuruluşu odalarının yetkilerinin önemli bir kısmının bakanlığa devri ile ortalık çalkalanmaktadır. Sanki Canım Yurdumun tek derdi, odaların denetim yapma yetkisinin neticeleridir de, yemeden içmeden torba yasaya bu konuda hemen atılıverip çorbaya devam edilmiştir. İddia edildiği üzere futbol oynarken kendisine faul yapanı bile asla unutmayan liderin Geziyi de unutmayacağını iddia edenler bir kez daha haklı çıkmış, ancak kişisel bu husumet ötesinde tüm memleketin bir arsa görülüp daha fazla rant nasıl üretilir modelinin önü açılmıştır, umarım destekçiler bunun farkındadır. Bugün bu subukluklara destek verenlerin; yapılmak istenenin mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı faaliyetlerinin mesleki disiplin içerisinde yürütülmesinin, koordine edilmesinin teminini sağlayan meslek örgütlerinin yürüttüğü kamusal hizmeti, rant peşinde koşanlara devrederek ve bunları yetkilendirmek suretiyle de tüm Türkiye’nin rant alanlarına dönüştürülmesinin amaçlandığını görmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde ahhh Türkiyem Vahhh Türkiyem demenin bir manası yoktur… Eksiğiyle gediğiyle ülkesini, meslek onurunu, doğayı, suyu, toprağı savunmaya çalışan meslektaşlarımıza nasıl bir kindir bu anlayamadım, ama yukarıdaki satırlarda da bahsettiğim üzere, Mühendislerin köprü yapımına müdahil olmalarından bile rahatsız bir muktedir profili ile karşı karşıya olununca yapacak fazlaca bir şey kalmıyor, direnmekten başka, bu saldırılara karşı durmaktan başka… Bu köprü meselesine taktığımı dillendirenlerin olduğunu duyuyor gibiyim, inanmayan varsa gitsin Ankara Sıhhıye meydanındaki ucube köprünün kaç denetim firması değiştirilmek suretiyle ulaşıma açıldığına baksınlar yeter…

Mısır’da, Mısır Elektrik İdaresinin yürüttüğü ve şirketimizin üstlendiği bir dolu projeden birinin çalışmalarını yürüttüğümüz bir dönem, bu vesile ile de idarenin farklı departmanlarında günlük işlerin takibi için bulunduğumuz sürelerde çalışanların birbirlerine görev farkı gözetmeksizin “başmuhendiz” benzeri bir sözcükle seslendiklerine şahit olmuş ve kendilerine, birbirlerine neden böyle seslendiklerini, burada çaycının bile böyle çağrılmasının nedeninin ne olduğunu sorduğumda, aldığım yanıt bir hayli ilginç idi. Ülkede 2 tür mühendis olduğunu, “mühendis el fenni” ve “mühendis el ehli” diye tanımlandıklarını, bunlardan birincisini mühendislik mektebi mezunlarının, ikincisini ise alaylı diye nitelenecek şekilde şantiyelerde uzun süre çalışmasının neticesinde edinilebildiğini hayretler içinde kalarak öğrenmiş idim… Evet; artık AK günlere az kaldı, adalet bakanı Kuran’ı hatim edenleri serbest bırakalım, diğeri köprüleri-altgeçitleri mühendisler değil şöförler yapsın, kontrol etsin, şimdide istermisiniz bu yasayla birlikte canım yurdumun inşaat faaliyetlerini “mühendis el ehli” vasıtasıyla yürütsünler ve mimar ve mühendisleri de amele atasınlar…

 

Pazartesi, Temmuz 22, 2013

KUTSALLARA HAKARET


28.05.2013 tarihinde kürsüden kükrüyor ve diyordu ki; “iki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber oluyor da dinin emrettiği bir yasa sizin için neden reddedilmesi gerekiyor”, alkolü yasaklamak için ciddi manada yapılan cinlikler görülmüyor sanki her 15.000 m2 ye bir cami yapacağız ve camiye 100 mt yakında da alkol satışı yapan yere izin vermeyeceğiz, ne demektir Allasen… Aritmetik kurgusu ve bilgisi az olanlara duyurulur ki bunun Türkçe meali aynen, meskûn mahalde alkollü içki satışı yapılamayacaktır. Nasıl mı? 15.000 m2 nasıl bir alandır, eni boyu ne kadardır diye bakarsak cinliği fark ederiz. Şimdi burada kalkıp bu cinlikleri uzun uzun yazacak halimiz yok, asıl derdimiz neden kendi kutsalına saygı beklerken başkasının kutsalına dil ve el ya da başka uzvunu uzatıyorsun değil mi? Senin belli ki derdin var, Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü ile ve bunu anlayabilir insanlar, gidersin adam gibi siyaseten beğenmeyebilirsin, eleştirisin hatta sonuna kadar hakkın da vardır bu açıdan. Ama toplumda hakaret algılaması yaratan ve böylesi bir kabule dayalı bir sözcüğü kullanamazsın, kendi kutsalına saygı bekleyenin evvel emirde yapması gereken başkasının kutsalına bihakkın saygı duymaktan geçer olduğunu evde zor tutulanların bilmediğini biliyor olman karşı tarafa koyduklarının da aynı kapsamda olduğu anlamına asla ve kata gelmez… Lütfen dikkat… Hani aslında ve önemlisi zihinlere “dinim gereği alkol yasaklanmalı” algısının yerleştirilmek istenmesi üzerine daha çok kelam edilebilir ama Bernard Shaw’ın veciz sözü ile bu tehlikeli yaklaşımın destekçilerine cevap vererek bu bahsi kapatalım; kendisini sarhoş diye itham eden hatun kişiye verdiği cevap üzerinden, “ben sabah ayılacağım ama siz hep böyle kalacaksınız”… Vallahi, cinlere perilere ve de en önemlisi öteki dünyada tahsisi yapılacak bakire hurilere fazlaca takan ve kanan insanlardan, Anayasa Mahkemesi kararı ile sübuta ermiş irticai faaliyet erbaplarından bundan alası da beklenemez tabii ki ama söylemeden geçemeyeceğim alkol bağımlılığı kömür bağımlılığından etkileri ve kalıcılığı bakımından daha kötü değildir… Bırakın bu nefret söylemlerini, zamandan zamana toplumdan topluma farklı kutsallıklar atfedilecek olabileceğinin unutulmaması gerekir demekten başka da bir şey gelmiyor elimizden… Allah Selamet, izan ve mağfiret versin, ıslah etsin… Hele de ayda yılda bile olsa 1 ya da 2 kadeh alkol alana sözlükte “alkolik” denir yaklaşımının üstünden 2 cümle bile geçmeden ama bize oy verenler sayılmaz mealinde bir yaklaşım da ne kadar uygun düşüyor bu zevata vallahi süper, haydi ne diyelim şimdi… Kargalarla oluşturduğumuz koro ile birlikte gülelim ki tarihe geçer belki…

Adam çıkmış kendisine yardım ve yataklık yapan herifin karşısına oturmuş, nefret ve kin kusuyor doğrudan toplumun üstüne; “insan kızının başkasının kucağına oturmasını ister mi” diye toplumumuzun hakaret ve küfür sayıp adam öldürmeye hazır hale getirilmesine sebep kelamlar ediyor, eeee tabii ki vites boşa atılmış, fren de patlamış ya karşısındaki de yokuşa yağı pasa döküyor hız artsın diye, tut tutabilirsen, bu ne kontrolsüz laf etmedir, Allasen… Sen kim oluyorsun da bu toplumun binlerce yıllık tecrübe imbiklemesi ile oluşturduğu ahlaki değerini bu kadar açıktan kaşıyorsun, ayaklar altına alıyorsun, en hafif deyimi ile terbiyesizliktir ayıptır bu kabil yaklaşımlar Vallahi… Bu toplumun oluşan ve oluşturduğu ahlaki değerlerini hiç sayarak, hiçe sayarak boş boğazlık ediyorsun derler adama… Sen bilmiyormusun ki bu ülkede; insanlar rencide etmemek adına dünyanın en eski mesleğini icra eden insanın çocuğuna bile bu kabil açıktan hedef gözeterek laf sokmazlar, dikkat ederler gönül kırmama adına, aaaa insanlar dedik değil mi pardon… Sen bilmiyormusun ki bu toplumda “sen bu mahallenin namus bekçisimisin” diye bir sözün olduğunu, Allah muhafaza biliyorsan ve de bekçiliğe de izin verilmiyorsa yani konumunun ne anlama geleceğini tahmin ediyorsundur, fazla kurcalama ve kaşıma lütfen… Eğer insanların yeterince tahrik edilip gop proje müdürlüğü öngörü ve fonksiyonu gereği iç savaş yaratılmasına, bir yandan benzin dökmek bir yandan da rüzgâr ekmek marifetiyle katkı sunmak ise amaç bu çok tehlikeli bir durum oluşturur, seni de yakar karşındakini de yakar Maazallah Allah esirgesin… Vatandaşın kızlarının erkeklerin kucağına oturması seni rahatsız ediyor olabilir, gerçekten buna saygı duyulur ve şapka çıkarılır ama aynı tavrı 12 yaşındaki kız çocuğuna hem de kendilerini yakan yoksulluklarından faydalanarak tecavüz ettiği iddiasıyla yargılanan öncüllerinizden meşhur gazeteci zata da gerekli yaptırımların uygulanması için adalet çağrısı yapmanız halinde samimi olduğunuz anlaşılacaktır aksi takdirde yukarıda bahsedilen ve yalanın doğruya galebesi yaklaşımının doğruluğu bir kez daha kanıtlanacaktır.

Sivas ta 3 Temmuz 1993 te, kutsallarına hakaret edildiğini öne süren uzun süreden beri de dini hassasiyetleri kaşınarak örgütlendiği iddia edilen gerici-yobaz grup Madımak Otelini yakıyor ve 35 kişi yanarak ya da dumandan boğularak can veriyor. Neler oluyor, ne uğruna oluyor, neden oluyor, nasıl oluyor, kimlerle oluyor vs. vs. bu alçakça insan yakmanın meşrulaştırıldığı kanısı yaratma kabilinden gerçekleşen eyleme karşılık gaz alma sorularının sorulması ve oluşan kanaate göre de yine başoyuncuların bir türlü yakalan(a)madığı bir adli süreç yaşanıyor, bul karayı al parayı kabilinden ve aaaa cambaza bak derken süreç tamamlanıyor, kamu vicdanı bir türlü huzur bulmuyor ama olsun oyun kurucular muratlarına eriyor. O Almanya’ya kaçtı, bu Suudi Arabistan’a kaçtı, o yakında gelecek teslim olacak, bu yola çıktı dönüyor, olay çok yönlü inceleniyor uluslar arası irtibatları araştırılıyor, suçlular mutlaka yakalanacak, olay mutlaka aydınlatılacak vs vs derken, muradın konuyu soğutmak ve unutturmak olduğu bir türlü anlaşılamadı… Ama ortada geri kalan tek şey korku oldu, genel kabul gören ve muktedirler tarafından kabul edilmiş, tarik ve şeriat dışı ya da muhalif gibi iseniz artık durumunuz pek parlak değil, pek rahat olmazsınız bundan gayri, muhalifseniz ya da farklı düşünüyorsanız bile bunu asla ve kata kimse ile paylaşmayacaksınız, susacaksınız… Bir de bunun üstüne zaman aşımına uğratılmış bir adli sürecin tam da üstüne denk gelecek şekilde, yakılmış insanların kutsalı yokmuşçasına, onların bir siyasi ve dini tercihi olamazmışçasına hatta birazda güçlü olmanın serkeşliği ve cesareti ile biraz da müstehzi tutum takınarak, zaten binbir türlü hile ve desise ile akamete uğratılmış bir süreç tam da plana uygun nihayetlenmiş iken biri çıkıyor ve “içerde bulunan insanlarının yakınları ile de empati yapılması gerekir” kabilinden süreç, karar ve murat gerçekleşmesinden şükürle bahsediyorsa, işte yandı gülüm keten helva noktası, ne diyebileceğiz ilaveten Allasen… Ama biraz da bu küfre hedef olanların kendi tutum ve davranışlarına dikkat etmeleri gerektiğini birileri bir anlatabilse…

Yahu bu kabil konularda yaz yaz bitmez cinsinden vallahi, adama da gına geliyor beeee. Cinliklerin arkasına sığınılarak, kendilerinden olmayanlara “ya taraf ya bertaraf” edasıyla, kürtaja yasak sebep, sağlık, sigaraya yasak sebep sağlık, ananı da al git sebep ananın sağlığı, alkollü mekan ruhsatına yasak sebep cami ya da eğitim kurumu, toplantı ve gösteriye yasak sebep istihbarat raporu, o yasak bu yasak gerekçe istihbarat, eeee bu istihbaratı da görevinden atılan şimdilerde gerici-yobaz blok TV lerinde nöbetçi yalan uzmanı bilmemneoğlu soyadlı istihbaratçı sayesinde alıyorlarsa, ohhhhhh ne ala ne ala…

Taksim’e AVM olmaz diyene sana mı soracağım, Çamlıca’ya cami olmaz diyene sen Müslüman değimlisin, camiye karşımısın, Karadağ’a RES yapılamaz diyene sen ne bilirsin, Çeşme’ye TOKİ eğer bina yapacaksa Çeşme imar kabulleri ile bina yapmalıdır diyene fakire konut verilmesine karşımısın, Boğaza Köprü yapmayalım, diyene sen köprüyü kullanma o zaman, diye çıkışırsan ve tüm bunların üstüne çıkar Hitler’de sandıkla geldi ne yapalım şimdi sandığa da mı karşı olalım diye dalga geçersen ki, şimdilik ne yazık ki her şeye rağmen bu hakkı kullanıyorsun, diyecek laf bulamıyorum Vallahi… Yahu biz kimsenin Camisi, Kilisesi ve Havrası ile ilgili değiliz, yahu biz kimsenin RES yatırımları ile ilgili değiliz sadece bunlar üstünden çevre katliamı, rant ve provakasyona karşıyız deyip duralım kim dinler ki bizi… Lütfen bizim zekâmızla dalga geçmeyin, sigarayı sağlığa zararlı diye yasakla sonra çık memleketi biber gazına boğ…

Anlayacağınız Hindistan’a giderseniz “inek” için kutsal değerlendirmesine binaen gerekli saygıyı göstereceksiniz, yoksa “kalk git lan altı inek üstü inek” değerlendirmesi yapamazsınız ve diyemezsiniz, şimdilik işte durumunuz bu… Ya Hindistan üstüne hiç konuşmayacaksınız ve oralara hiç gitmeyeceksiniz ya da saygısız biri olacaksınız… Anlayana saz anlamayana bunlar az…

Cumartesi, Temmuz 13, 2013

ATEŞ ÇİÇEKLERİ


12 Eylül açık faşizm uygulamaları döneminde, gerek işkencenin ve zulmün zirvesi sayılan ve tarihe de bu ünüyle geçen ve asla da unutulamayacak meşhur DAL grubu gözaltıları, gerekse de her dönem mutlaka kendine haklı şöhreti edinmiş MAMAK cezaevindeki siyasi baskıları ve tutsaklıkları ile bu sürece ve yaratılan fırtınaların alt üst ettiği dönem sonrasına ilişkin, gerek kendi tutsaklığı döneminde doğrudan yaşanmış ya da bir şekilde arkadaşlarının yaşadıklarına ilişkin gerekse de gözlemlerine dayalı 10 adet şiir tadında öyküsünün bulunduğu 2. baskısı Kasım 2011 de gerçekleştirilmiş olan, Alime Yalçın Mitap’ın yazdığı bir kitap elime geçti, fiziksel olarakta tam şiir kitabı görünümlü bir öykü kitabı, akıcılığı, sevecen ve kapsayıcı anlatımı ile hemen bir solukta okunabiliyor.

Çevre duyarlılığı nedeniyle de “Allianoi Girişim Grubu” dönem sözcülüğü de yaptığı bilinen yazar Alime Yalçın Mitap, özgeçmişinden anladığımız kadarı ile, ilkokuldan bu yana devam eden resim ilgisini tutsaklık sonrası dönemde katıldığı atölye süreçleri ile geliştirmiş ve yurt içi ve yurt dışı sergiler ile taçlandırmış, mezkur kitaba da resim ve desen faaliyetlerinin farklı dönemlerine ait resimlerini, konuların önemine göre dağıtarak müthiş bir çalışma oluşturmuş. Yazar bu öykü kitabını, bir başka yerdeki sunuş yazısında, 12 Eylül’ün zulmü altında yaşamlarını yitirmiş olan, hayatta kalmayı başarmış olmalarına rağmen bu kâbus nedeniyle yaşamları kararmış olan tüm devrimcilere ve cezaevi kapılarında yıllarca çile çeken tutsak yakınlarına armağan ettiğini ifade ediyor ve biz de işte bu yüzden bu güzel armağanı, kısmen anılarımızın tazelenmesi kabilinden, yüreğimizi burksa da adeta o günlere tekrar giderek, okuyoruz. Beynine ve ellerine sağlık diliyor ve tanıklıkları paylaşma aracı olarak bu yazıların uzun yıllarca devam etmesini diliyoruz.

“Güneşe yükselen” adlı öyküde 12 Eylül gözaltı döneminde, yaşanan büyük acıların içinde, sürekli dayatılanın doğal neticesi olacak ölümün gelmesini, “upuzun uzanıp beyaz çarşafların üstüne, pencereden esen hafif bir meltemin serinliğinde öylece ölmek ister insan” diyerek idealize ederek şiirselleştirmekte ve genç yüreklerimizde hoyratça izler bırakan büyük acılardan süzülüp gelen küçük sevinçlerle sürer şimdi yaşam” diyerek te; yaşama bağlılığın ve yaşamın, ezik yüreklere rağmen küçük sevinçlere dayalı sürmesini şiirselleştirmektedir.

“Tabutlukta bir İbrahim” adlı öyküde ise; “10 günlük açlık grevi yapma nedenimiz, Mamak askeri cezaevi genelinde, özellikle de A Blokta uygulanan sistemli zulmü, onur kırıcı uygulamaları protesto etmekti.” diye takdim ettiği ve sonucunda Mamak cezaevinde bizzat cezaevi komutanı Raci Tetik’in organize ettiği ve dönemin ceza üstüne cezası olan “tabutluk” a tıkılma gerçekleşir. 10 gün boyunca, bir insanın kısa bir süre için bile olsa tek başına kalmasının fizik olarak olanaksız olduğu tabutluklarda, 2 kişi nasıl yaşanabileceğinin, uyumanın ancak ayakta başarılabileceğinin, insanın yaşamını idame ettirirken nasıl destansı direniş ve dayanma gücü sergileyebileceğinin ipuçlarının görüldüğü anları anlatırken hemşehrisi bir askerin, “İbrahim”in, komutanların yaratıkları terör ortamında sadece tutsaklar üstünde değil askerler üstünde de uyguladığı yaygın şiddete karşı yiğitçe direnmesinin kısa öyküsüdür. Hemşehrisi askerin birer dilimde olsa portakal verdikten sonra iz kalmasın diye portakal çekirdeklerinin yutulmasının, İbrahim’ın nöbetçi olduğu anlarda türkü söylenmesinin yarattığı hoşluğu, hele hele de İbrahim’in terhis sonrası yazarın ailesine giderek sağlık haberi ileteceği olmasını gece ile gündüzün birbirine karışmasının yarattığı sonsuzluk duygusu ve ortamı içinde anlatması muhteşem… Yazarın bilahare İbrahim’den önce tahliye olması, sağlık haberi iletmek üzere gelen İbrahim’i evde bizzat kendisinin karşılaması ve birbirlerini sadece seslerinden tanıyor olmaları ise öykünün harika bir finali olmuş…

“Koral” başlıklı öyküde, bir kitabın sayfalarına “Yaşam bize çirkin yüzlerini gösterse de doğanın güzel çiçeklerini toplayıp masamızın üstüne koymasını biliriz” diye not düşen ve öyküye ismini veren arkadaşının yaşamını yitirmesinin derin acıları içinde, Koral’ın babasının doğum günü olan 19 Mayıs 1919 unda önemsenerek not edilmiş olması öykünün, günümüzün de önemine binaen bu yanıyla pek bir uygun düştüğünü söylemek gerekmektedir. Yazarın İnsanoğlunun, özgürlük ve barış içinde, doğaya saygılı bir yaşam idealinin neferlerinden di o” diyerek tanımladığı arkadaşı Koral Dünyaoğullarının 27 Şubat 2008 de ebediyete intikal ettiğini anlıyoruz, ışıklar içinde uyusun…

 “Bir ışık demetiydi o” başlıklı öyküde; yazar öğrencilik dönemi arkadaşlarından Aydın Erol’u konu edinmektedir, andıkça gözyaşlarının akmasına ve yüreğinin burkulmasına neden olmaktadır anıları, 12 Eylül öncesi devrimci dostluğa dayalı devrimci arkadaşının artık hayatta olmaması kendisini derinden yaralamaktadır, Aydın Erol 24 Ekim 1987 de, 12 Eylül Faşist darbesinin ardından gitmek zorunda olduğu yaban el Almanya’da, sorumsuzca sıkılan bir silahın kurşunuyla kaza ile hayatını kaybetmiştir. Ölümünün ardından Mamak cezaevine haber vermek üzere görüşe gittiğini ve görüş sonrası durumu ise; “görüş bittiğinde dışarıya çıkarken Mamak Askeri Cezaevi’nin sarsıldığını hissettim. Bu sessiz ama büyük bir sarsıntıydı. Aydın’ın ölüm haberiyle sarsılıyordu A blok… Aslında hiç ses çıkmıyordu. Bir kargaşa da yoktu, Her şey olağan akışında gibiydi ama gerçek durum farklıydı. Derinden hissediyordum ki bu acı haber, hücreden hücreye ve koğuşlara yayılan büyük bir yangın olup dağlamıştı yürekleri… diyerek açıklamaktadır. 1970 li yılların iç savaş koşullarında, iyi bir balet olmanın iyi bir devrimci olmaktan geçeceğine inanan ve o biçimiyle düşünce ve fizik yapısını geliştiren, Aydın Erol; kendisi adına gelecek vadeden bale yanında yer jimnastiği ile yakından ilgilendiği için mükemmel bir vücut performansına sahiptir diye tarif edilmektedir kendisini yakından tanıyanlar. Sinema ve tiyatro sanatçısı İlyas Salman’ın Aydın Erol’un ölümü üzerine şu şiiri ölüm ilanlarına koşut verdiği bilinmektedir.

“Aç idik, seninle doyduk
Ağladık, sayende güldük
Aydın'ım, bir tanem benim
Dost kurşununa gidenim
Yaşayacak nem var benim?
Seni vurdular, biz öldük."

Kitabın son öyküsünde ise; ötekileştirme, yok etme, sürgün etme hedefleri ile yaratılan nefret politikaları sonucu, Manisa’nın Selendi ilçesinde yaşayan Roman Vatandaşlarımızın Salihli’ye sürülmeleri üzerine onlara yapılan ziyarete ve bu konudaki gerek Romanlara ve gerekse de diğer etnik ve dini farklılıklara sahip vatandaşlarımıza karşı uygulanan ırkçı politikalara ince ince sert eleştirilerde bulunmaktadır. Canım yurdumun 2010 yılına girmeye hazırlandığı bir dönemde, mezkûr ilçede Roman vatandaşlara karşı nefret duyguları içindeki ırkçılar ve yardakçılarının uzun süredir kaynattıkları cadı kazanı sonuç verir ve olaylar patlar, uyduruk bir bahane ile başlayan bu nefret Romanların Salihli’ye sürülmeleri ile nihayetlenir. Vurun Çingenelere! diye bağırdılar” Bu nefret dolu cümle, insanlık tarihinin karanlık dehlizlerinden yankılanarak geliyordu kulaklarımıza. Tarihin kanalizasyonları zaman zaman patlıyordu. İşte bir kez daha pis kokular sarmıştı ortalığı…

“Vurun Yahudilere”
“Vurun eşcinsellere”
“Vurun komünistlere”
“Vurun kahpeye” denilerek sürgün öncesini, “Dönüş yolunda faşizmi, ayrımcılığı, hoşgörüsüzlüğü, önyargılı yaklaşımları lanetlerken bu nefreti yaratan “karanlığı sorgulamak” gerektiğini bir kez daha düşünmeden edemedik.” diyerek te ziyaret sonrasını, diplomasiyi eleştiride zirveye oturtarak zorluyor, Yazar Alime Yalçın Mitap…

Evet; dünü güne bağlayan, bağlarken de insanlık adına kıssadan hisseleri inceden veren bu şiirimsi öykü kitabı, bence okuyacak herkes tarafından çok sevilecektir.

 

 

Pazartesi, Temmuz 08, 2013

PALA AYNI PALA


1970 li yıllar; “Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın ve Müslüman Türkiye” sloganları ile başlayan ve uluslar arası gladio örgütünden tam destek görerek gelişen, müdahale edilmeden tam 7 gün süren faşist saldırılarda, kimi görgü tanıklarının ifadelerine göre 500, resmi rakamlara göre ise 115 canım yurdum insanının can yitimiyle sonuçlanan bir katliam sürecinde tanıştık “siyasal pala” ile Kahramanmaraş olaylarında ve o dönem mezkûr kentinde emniyet müdürü herkesin çok yakından tanıdığı bir isim idi, Abdülkadir Aksu, son dönemde aslında aslına rücu ediyor… Daha önceden belirlenen ve işaretlenen evler basılmış, yaşlı genç ayrımı yapılmaksızın katliam yapılmış, kundaktaki çocuklar öldürülmüş, hamile kadınların karnı palalarla deşilmiş vs. vs. insanın kanını donduracak saldırılar yapılmış, cinayetler işlenmiş, her türlü fırıldak çevrilmiş, ama sonuç kocaman bir hiç, tutuklamalar, yargılamalar, sanki durumu aklama kabilinden işler…

1990 lı yıllar, yer Günaydoğu ve özellikle de Batman İli, teröre karşı bizim tosunlar, 1960 yılların Süleyman Demirel senaryosu “iti ite kırdırma” taktiği yine devrede dönemin siyasileri desteği ile binlerce faili meçhul, kâh enseye sıkılan kurşun kâh palalı dehşet saldırıları ile… Canım Yurdum; bu 12 Eylül öncesi başka mahfiller tarafından kullanılan ama artık posası sıkılıp kenara atılmış tosunları tekrar sahneye sürüldüğüne tanıklık etmiştir… Resmi güçlere yardımcı oluyorlar diye savunulan bu güruh için yine işaret aynı palalı kesme biçme kursları…

2010 lu yıllar; öykünülen ve aynı zamanda uluslar arası terzilerin biçtiği yeni Osmanlıcılık rolü ile, başta Suriye olmak üzere komşu ülkelerin iç sorunlarına yine aynı ekiplerin yeni versiyonları ile yapılan saldırılarda yeniden sahne almıştır, pala-satır…

2010 lu yıllar, bu sefer içerde, tarihe “Gezi parkı direnişi” diye geçmiş olan ve ileride Türkiye demokrasisi üzerine araştırma ve çalışmalar yapacakların ilk başvuracakları konu olacak ve bugün için insanların, demokrasi, adil yargılama, çevre talanına son, içki yasağı ile sosyal hayata müdahale, çocuk sayısı zikri ile de yatak odasına müdahale ve dayatmalar, laikliğin ayaklar altına alınması başta olmak üzere yüzlerce demokratik talebi kapsayan niyetlerle, üstelikte silahsız ve saldırısız olmak kaydıyla bir anayasal hak olan toplantı ve gösterilere katılmalarına bile tahammülsüzlük gösteren ve özellikle de “bize oy veren %50 yi evlerinde zor tutuyoruz” tehdidi ile karşı saldırıya geçen muktedirler sayesinde, desteğinde ya da verdikleri sınırsız cesaret ile “siyasal pala” yeniden sahne almıştır. Elinde pala; saldırdığı genç kadına önce pala ile vuruyor sonra kallavi bir tekme sallıyor, bilahare zembereğinden atmış gibi koşup diğer insanlara da, “Tayyip’in askerleriyiz” sloganı atarak dehşet saçan ve devlet büyüklerimizin açıklamalarına göre de artık kirasını bile ödeyemez duruma düşmüş bir esnaf diye takdim ettiği bu zatın, yukarıda bahsedilen birkaç 10 yıl içindeki saldırganlar ile benzerliği umalım ki sade ve sadece bir tesadüftür. Yahu bu ileri demokrasinin kurucularını da anlamak pek bir kolay olmuyor vallahi, bunlara, barış, kardeşlik, dayanışma, hak hukuk, adalet, çağdaş yaşam dedin mi hemen tüyleri diken diken oluyor ve su görmüş malumlar gibi saldırganlaşıyorlar ve barışçı gösteriler için meydanlara çıkanlara neden katlanılamıyorlar, neden bu gösteriler karşısında sabırları hemen tükeniyor ve neden hemen çaktırmadan ve tıpkı da öncülleri gibi bir takım abukluklara başvuruyorlar, neden ellerinde palalı saldırganlara hoşgörülü davranıyorlar, neden üniformalıların ancak gizli yerde yaptıklarını bu üniformasızların açık alanlarda yapması için cesaretlendiriyorlar, neden neden???. Gerçi mezkûr konunun başoyuncusunun babasının bilahare yaptığı ve inandırıcı görünen açıklamalar, kamuoyunda biraz vicdan soğuması yaratıyor ama ya hukuksal zeminde yaşananların burukluğu ne olacak… Peki, “Duran Adam”ı gözaltına alan, demokratik eylem yapma hakkını kullanan halkı gazlayan, coplayan hatta öldüresiye döven polisin, elinde öldürücü bir alet ile çevrede dehşet saçan insanlara bu müsamahası mıdır onları kahraman yapan yoksa destan yazmalarına neden olan, nedir nedir??? Fakat “Allah var pala da çocuğa pek yakışmış be” edasıyla olayı seyreden hatta ilk anda oradan uzaklaşmaya çalışan emniyet mensubu için ne yapıldı ya da ne yapılacak acaba, hemen rütbe ve maaş artışı ile kahraman mı ilan edilecektir, izleyeceğiz ve göreceğiz…

Çocuk hemen gözaltına alınıyor ve tutuklanma talebi ile de mahkemeye sevk ediliyor, saldırgan yandaş olunca adalet mekanizması olabildiğince hızlı çalışıyor, adeta üstüne basa basa deniliyor ki, bu kadar hızlı hukuk hukuksuzların hukukudur biz hala farkında değiliz ama… Neredesiniz eyyyyyyyy “yetmez ama evet” diyen bir avuç mutlu azınlık, yoksa siz zaten bu ifadeleri kullanırken bunu mu kast etmiştiniz, nerdesiniz Allasen nerdesiniz… Demokrasi, ileri demokrasi derken şimdi de pala demokrasisi, durmak yok yola devam… Neydi; aynı dağın yeliyiz biz, değil mi, 60 yıldır bu ülkede sürdürülen mart kedisi saikiyle mart politikaları, biz yedikçe yenisini çeviriyorlar…

Ama Canım Yurdum açısından en önemli gelişme olarak görülebilecek ve ne yazık ki bir kara leke olarak tarihteki yerini alacak, yandaş ve candaş nemalı mamalı medya hemen haberi şu şekilde verdi; “servis edilen görüntülerin yeni mi eski mi olduğu konusu açıklığa kavuşturulamamıştır”… Yaz bunları da CNN, yaz bunları da Reuters, yaz bunları da BBC… Yaz bu alçaklıkları da yaz, yaz ki insanlar görsün, yaz ki kendi evinde yangın varken başka mahallelerdeki yangınlar üzerine bir hiç uğruna geyiklemeler kabilinden beylik laflar eden, gazeteci müsveddelerini dünya âlem görsün, yaz ki giydirilmiş kıta kontenjanından nasıl gazetelerde köşe yazarı, TV lerde yorumcu ve uzman nasıl olunurmuş görsünler. Memleket yanıyor kimin umurunda, vah canım yurdum vah…

Ama daha da kötüsü ve asıl ağlamamız gereken nokta da; bir sürü de yalancı ve ahlaksız tanık bulunmuş olmasıdır, yok pala değildi sopa idi gibisinden şahadetlerde bulunarak durum hafifletilerek atlatılmaya çalışılmış ama ne yazık ki mahkeme kapısına kalmış Aklanmak… Biz 70 li yılların iç savaş koşullarında “nöbetçi tanık” kabilinden emniyetçilerin bulunduğunu, yandaşlara ihtiyaç oluştuğu an hemen imdade yetişilerek yalancı tanıklık icra edilmelerini asla unutmadık ve unutmayacağız işte bu nedenle de bugün eli palalı saldırganların nasıl kolayca serbest bırakıldığını kolayca anlamaktayız ve anlayacağız…

Muhalefet tarafından iktidar olununca ise; tüm bu olanlara göz yuman hatta başat rol oynayan başta kolluk kuvvetleri olmak üzere, adliye ve yargı personeli dâhil herkesin görevine son verileceği behemehâl açıklanmalı ve iktidar olunca da mutlaka yerine getirilmelidir ki hukukun kendisinden murat edilen örnek teşkil etme gerçekleşebilsin ve sonrasında yaşanacak olaylarda kamu görevlilerinin hukuka uygun davranışları ile vatandaşa davranılsın…

Sonuç itibariyle; provokatörlere ve marjinallere dikkat edelimi, olayların arkasında gizli örgütler ve uluslar arası kuruluşlar varı, diline pelesenk etmiş ve halkın kandırılmasından ve yanıltılmasından sorumlu imişcesine açıklamalar yapan, tüm mülki erkan onun valisi onun polisi ile tüm seçilmiş zevat, onun bakanı ve milletvekili, bu yaşananlardan özetle daha iyi provokatör nasıl olunabiliyor, burada toplantı yapılamaz deyip adamı patakla öteki tarafta sabahlara kadar vapur ve otobüs seferleri koy hem de bedava, Vallahi benden söylemesi mızrak bu çuvala da sığmadı galiba…

Sonuçta önce “polisimi yedirmem” sonra “esnafımı yedirmem” kampanyası “vatandaşı yiyelim” kampanyasına galip geldi, yeni saldırılara hazır olanların cesaretine cesaret katan bir olay gelişti ki bu cesaret ile bilmemkaçıncı nice Çanakkale zaferleri kazanılır, Allah selamet versin bunlara…

Pala yine aynı pala ama onu tutan eller sürekli değişiyor, bazen o bazen bu, ama hedef aynı…

Pazartesi, Temmuz 01, 2013

ÇEVRECİNİN DANİSKALARI

Geçtiğimiz tüm bir ayın gündemini oluşturan; yurttaşa davranış nezaketi ve çevre duyarlılığı ile hareket edilse olayın birkaç gün içinde kapanma ya da unutulma olasılığı bir hayli yüksek olan ama tam tersi bir davranış ile “kerim devlet saikiyle” hareket ederek, sonuçta da 4 kişinin ölümü, 12 kişinin gözünü yitirmesi ve yaklaşık 100 e yakın ağır olmak üzere binlerce insanın yaralanması ve “Devletin gücünü tebarüz ettirilmesi” ve “destan yazılması” ile nihayetlenen küçük çaplı bir iç savaş provasından herkesin ders çıkarıldığını söylemesine rağmen hala ders çıkar(a)mayaların iç savaşın her alanda ve topyekün hale gelmesi için sanki çaktırmadan çalışmalar yürütülmektedir ve bu uğurda ne çevre duyarlılığının ne de yurttaş talebinin göz önünde bulundurulmadığı gözlemlenmektedir. Gerçi belki hata “Yurttaş”tadır, karşında eğer varsa bir şey beklenebilir yani olmayan şey nasıl beklenebilir ki, oysa çevrecinin daniskasıyım diye ortada dolaşanlardan bu duyarlılığın olmayacağını öngörebilmeliydi, hadi yurttaşın kusurunu hafifletecek kömürlü ve makarnalı seansların varlığı hasebiyle anlaşılabilir durumdadır da; başta, taa bakanlık makamına kadar ulaşmış insanların da içinde bulunduğu ve kendilerini aydın(!!!!) diye tanımlayanların ve köşe başlarını tutmuşların bu öngörüde olamaması neyin emaresidir acaba, nema ve mama meselesidir herhal aslolan…
 
Muktedirlerin bitmez tükenmez ekonomik saldırıları karşısında Çeşme vadisini çevreleyen başta Karadağ olmak üzere 4 tepeyi de; enerji temin realitesi açısından da hiçte gereği yokken RES yatırımcılarına, Çeşme Halkının tüm karşı çıkışlarına rağmen, desteğe devam edilmektedir. İstanbul merkezli “Gezi Parkı” direnişine benzin püskürtülürken bu sefer Çeşme için, kaş ile göz arasında tüm süreç tamamlanarak 07.06.2013 tarih 28670 sayılı resmi gazetede yayınlanan acil kamulaştırma kararı çıkartılıvermiştir hem de hazine adına kamulaştırma yapılması kaydıyla, madem bu özel ve de güzel sektörün temsilcisi, OKMAN Enerji ki; sahibi “siz direnin biz yukarıdan işleri hallediyoruz ifadelerini kullanarak” ve “derenin taşı ile derenin kuşunu vurmak” kabilinden dalgasını da geçerek, bırakın kamulaştırmayı da kendi finansman marifetleri ile halletsinler, ama olmaz… Resmi Gazetede bakanlar kurulu üyelerinin imzaları ile yayınlanan ve “İzmir İli, Çeşme İlçesinde tesis edilecek Karadağ Rüzgâr Enerji Santralinin yapımı amacıyla ekli listede bulundukları yer ile ada ve parsel numaraları belirtilen taşınmazların Hazine adına tescil edilmek üzere Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu tarafından acele kamulaştırılması; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının 15/5/2013 tarihli ve 696 sayılı yazısı üzerine, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 27 nci maddesine göre, Bakanlar Kurulu’nca 27/5/2013 tarihinde kararlaştırılmıştır” biçimiyle ifade edilen karar; peki, kamulaştırma işlemlerinde “acil” kaydı şartı varsa bu neyin delaletidir deyip mezkur kanunun ilgili “acele kamulaştırma” başlıklı maddesine bakıyoruz; “Madde 27 - 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere ilgili idarenin istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz malın 11 ve 12 nci madde esasları dairesinde ve 15 inci madde uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek değeri, idare tarafından mal sahibi adına milli bir bankaya yatırılarak o taşınmaz mala el konulabilir. Bu Kanunun 3 üncü maddesinin 2 nci fıkrasında belirtilen hallerde yapılacak kamulaştırmalarda yatırılacak miktar, ödenecek ilk taksit bedelidir.”  “Hayda, ne oluyoruz kardeşim savaştamıyız” diye soran ve kamulaştırmanın muhatabı olan bir arkadaşımızın kendi sorusuna kendi cevabı “evet savaştayız, doğa ile, çevre ile ve onlara sahip çıkanlar ile savaştayız” . Eeee, tabi bu kadar çok bilen muktedirlerin olduğu yerde, tüm bunların başımıza gelmesi bizim kaçınılmaz ve karşı konulamaz mukadderatımızdır. Sonuçta anlaşılması gereken ise; “siz ne yaparsanız yapın, biz bir defa karar aldık” bunlar olacak, o kadar…
 
Peki; Çeşme’nin tek saldırıya uğradığı yer Karadağ üzerinden RES tesisleri midir? Nerdeeee, geçen yerel seçimler öncesi, idman ve manevralarının tuttuğu görülen ve halka ucuz konut verileceği vaadi ile canım yurdumun yarattığı ve son dönemde de tam bir rant devşirme aracı haline gelen TOKİ işi, yeniden ve yeni yerel seçim arifesinde tekrar hortlamıştır ve bu sefer de daha ciddi ciddi görüntüler vererek… Bir AKP li tanıdığımdan öğrendiğim kadarı ile; geçen yerel seçimler öncesi ilan edilen ve fakir-fukaraya TOKİ marifetiyle ucuz konut temin edilecektir çıkışı ile; yaklaşık 1.400 konut için 4.000 başvuru ve yaklaşık 2.200 parti üyesi kaydı gibi bir aritmetik büyüklük yaratılmış ancak rüzgarının bile bu büyüklüğü yakalamış olmasına istinaden de bu sefer daha somut adımlar atılmaktadır. Hani bu “özel sektör”e tapanlar, Cumhuriyetin çok olumsuz koşullarda yarattığı önemli sanayi değerlerinin, “devlet don mu üretir” gibi abuk laflarla itibarsızlaştırarak ve diğer taraftan da “devlet elini ekonomiden çekmelidir” propagandaları ile 3-5 kuruşa elden çıkarıldığı ortamda abdestsiz kapitalist davranışın sünnetlenerek, hatta rant varsa sadece muktedirler var diyecek mertebeye erişmesi olan TOKİ’nin ne olduğunu merak edenler, meclis lojmanlarının MESA’ya TOKİ üzerinden nasıl ihale edildiğine baksınlar yeter… 26 Haziran tarihinde Ilıca’da Çeşme AKP ilçe teşkilatı tarafından sunumu yapılan TOKİ’nin 1.584 konutluk Çeşme çıkarma harekâtının tanıtımı yapılmış ve katılan gazeteci arkadaşlarımızın aktardığına göre sunumu yapanlar ise yine fakir-fukaraya ucuz konut sloganı ile start alan tanıtımda bulunanlar; konu ile ilgili proje detaylarının AKP ilçe teşkilatından edinilebileceğini, müracaatların ise Kaymakamlığa yapılacağını, müracaat edeceklerin aylık 2.500 TL den az gelir ve 5 yıldır Çeşme’de oturmuş olmaları gereğini beyan etmeleri gerekebileceğini, sunumu yapanların TOKİ’nin kalite sorunu yaşadığı yönündeki yaklaşımın doğru olduğunu bildiklerini ama bu sefer kalite konusunun bizzat Sn. Başbakan tarafından denetleneceğini, güncel olan ve sıkıntı yarattığı görülen ağaç ve yeşil işinin ciddiyetinin boyutunu kavrayanlar hemen mezkur mahallere 30.000 ağaç dikileceği gibi çevreci bir rota tutturulacağını, AKP Çeşme İlçe Teşkilatı Başkanı Sn. Fatma Özen ‘‘Şükür rabbime, Dünya lideri Recep Tayyip ERDOĞAN’ın neferi olmayı bana nasip etti’’ diyerek yerel seçimlerde nasıl aday olunacağının tarihe not edileceğini vs. vs. diyerek teşekkürü hak etmişler, bakalım bu sefer gelişmeler açıklandığı gibi olacak mı? Ancak; kalite konusunda görevi olmayanlara görev tevdi etmenin de bir faydası olamayacağını, İstanbul’un siluetini bozan projeler konusunda yaşanan polemikler neticesinde binaların müteahhidine küsmüş olduklarından ötürü Sn. Başbakan’ın onca işinin arasında bu konu ile ilgili fazla mesaiye kalmasına yol açılacağını ve müteahhit’in de artık bu tür sözler karşılığında müteahhitlik yapmayacağını açıklamış olması nedeniyle de, benzer müteahhit kayıplarının yaşanabileceği gerçeğini de hatırlatmak gerekecektir.
 
Sonuç olarak görünen o ki; Çeşme sermayenin her türlü oluşumu için bir cazibe merkezi oluşturmuş durumdadır ve önce koy’lar sonra plajlar beach clup, arta kalanlar ise yat marina yapılarak denize ulaşım halka kapandı, şimdi RES ve TOKİ projeleri ile var olan SİT ve orman alanlarıda elden çıkarılacak gibi duruyor, eeeeeeee elindeki tek alet çekiç olana her şey çivi görünürmüş misali canım Yurdum tek bir arsaya indirilmiş iken Çeşme’nin bundan nasip almayacağı düşünülemez tabii ki… Görünen o ki daha çok Gezi Park vakaları yaşanacaktır çünkü hedef artık hatti değil sathidir ve bu satıh tüm vatandır ve denilen de odur ki; hodri meydan eeee ne de olsa çevrecinin daniskasıyız ya… Kaz dağları, Karadenizin tüm dereleri, Hasankeyf, Allonai, Sapanca Gölü başta olmak üzere tüm arkeolojik, doğal varlıklar elden gitmiş, kimin umurunda…  Hele birde “onların Bizans oyunlarına karşı da biz de onlara Osmanlı oyunu ile karşılık vereceğiz” gibi bir laf ortalıkta dolaşıyor ya, evlere şenlik… Durmak yok neobizans oyunu olan Osmanlı oyununa devam…
 
Marifet; kıl ya da kul-nefer olmanın dışında özgür bir tavır sergileyebilmektedir ve kimden ve nereden gelirse gelsin, bizden ya da onlardan gibi abukluklara tevessül etmeden davranabilmektedir, yoksa işin en kolay ve risksiz olanı ne olursa olsun kabullenmektir.

Cuma, Haziran 21, 2013

NÜRNBERG YARGILAMALARI

1930’lar dünyası, yaşanan ve tüm dünyayı sarsan büyük ekonomik kriz sonrası sermayenin azgın saldırılarının katmerleştiği bir dönem olarak tarihteki yerini almış ve kapitalizmin kalesi görünümü veren ülkelerde bu saldırılar faşist partilerin hile, hurda ve desise ile yönetime geçmelerinin tezahürü olmuş ancak totaliter yaklaşımların kriz içindeki kapitalizmin sorunlarını çözmesi hedeflenir ve beklenirken, sistemin despotik yaklaşımlarının yarattığı yan etkiler yeni krizlere yol açmış tıpkı bugünlerde yaşananlar gibi. Başta ve merkezi olarak tüm Avrupa olmakla birlikte tüm dünyayı çok derinden etkileyen ve yaraları bugün bile hala sarılamayan sosyal, kültürel, siyasal sonuçlar doğuran 2. paylaşım savaşı olarak tarihe geçen ve yaklaşık 70.000.000 insanın ölümüne yol açan ve yaklaşık 5 yıl süren kanlı bir boğazlaşma dönemi yaşanmıştır, kapitalizmin sorunlarına çözüm arama çalışmaları kapsamında… Peki, bulunabilmişmidir zinhar, peki bulunabilecekmidir zinhar… Ama çözüm arayışları sürekli olacaktır çünkü ayakta kalmanın yegâne yolu çözüm arayışlarındadır, sonuçlarımı, yoksulluk, sefalet, açlık, ölümler doğuracak küçük küçük bölgesel savaşlar ile… Tüm bu yaşananlara rağmen ders alınacak yerde bu savaşları savunacak, yürütecek insanlar hep bulunacaktır… Peki, çözüm arayışları adı altında gerek bölgesel savaşları ve gerekse de iç savaşları kışkırtanlardan hukuk içerisinde hesap sorulabilmişmidir, nerde… Peki, bu eli kanlı diktatörlerden hesap sorulamayışının ya da aklama süreçlerine dönüşen yargılamalar ile soruluyor gibi yapılıyor olmasının ya da tüm suçun birkaç kişinin üstüne yıkılarak kapatılmasının nedeni nedir diye bakıldığında, yine ve maalesef sermayenin sorunlarına çözüm arayışının bariyeri çıkmaktadır insanlığın önüne. Yaşanan büyük boğazlaşmanın ve yaklaşık 70.000.000 insanın ölümüne neden olmuş, Nazi zulmünün nihayetlendiği dönem sonunda yaşanan Nürnberg yargılamaları bunun en büyük örneklerinden biridir.
 
Bilindiği üzere, Faşist Adolf Hitler’in 1930’lar içinde; öncelikle Komünistleri, Sosyalistleri ve sosyal demokratları ve tüm siyasi muhalifleri “devlet düşmanı” kara propagandaları ile muhalefet edemez hale getirdikten sonra, başta Yahudiler olmak üzere, Yehova şahitleri, Romanlar, eşcinseller, “Ari Olmayanlar” ve ırk olarak “ikinci sınıf" olanlar veya “Ari ırkın” çoğalmasına engel olanlar gibi sıfatlarla yaftaladığı ve sonuçta da kendinden olmayan herkesi ve her kesimi hedefleyen toptancı bir tavır sergilemiş ve milyonların toplama kamplarında ölümlerine yol açmıştır. Hülasa kim biat etmemişse, bir kulp bulunup derdest ediliyor ve sonuçta yok ediliyordu, demir yumruk yok etme üzerine, son derece hırslı ve hızlı çalışıyordu… Sermayenin sorunlarına çözüm bulamadı diye sırtından attığı, binlerce örneğinde de görüldüğü ve ders alınamadığı için bundan sonra görüleceği üzere, artık totaliter yaklaşım yüzlerce denge parametresi adına yargı karşısına çıkarılmak zorunda kalındı, artık yargı “Nürnberg duruşmaları” diye tarihe geçen, sermayenin en baskıcı yüzü ile hesaplaşıyorum numaralarına sığınmıştı.
 
Galip gelen Müttefik kuvvetler (İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği ve ABD) tarafından atanan yargıçlar ile yapılacak duruşmalar için yer olarak Almanya’nın Nürnberg şehri seçilmiş olması nedeniyle “Nürnberg mahkemeleri” diye anılan mahkemelerde soykırım ve savaş suçları nedeniyle en önemli 22 Nazi’nin yargılanması gerçekleşti. 12 önde gelen Nazi’nin ölüme mahkûm edilmesi ile nihayetlenen duruşmalarda, sanıkların çoğu sadece üstlerinin emirlerini yerine getirdiklerini ısrarla belirtmiş olsalar bile, yöneltilen suçlamaları kabul ederek, katliamlara doğrudan katılmak nedeniyle sert cezalar aldılar ancak soykırımda kilit rolleri üstlenen, üst düzey hükümet yetkilileri ve bürokratlar ve toplama kampına getirilenleri zorunlu iş gücü olarak kullanan kuruluş sahipleri ya da yöneticileri gibileri, kısa süreli hapis cezaları ya da hiçbir ceza almamışlardır.
 
Ancak ve sonuç olarak, tüm savaş suçluları ve tüm insanlık suçu işleyenler yargılanmamış, hatta yargılananlarda layığı ile yargılanmamış olsa bile, milyonlarca insanın katili durumundaki generallerin ve bürokratın ortak savunmaları, “biz emir aldık, emirleri uyguladık, emir kuluyduk, vazifemizi yaptık” gibi başlangıçta masumiyet ifade etse bile sonraları sonuçları itibariyle birçok ülkede göstermelikte olsa, anayasalarda ve yasalarda “insanlık suçu işlemek ya da insan hakları ihlali olabilecek bir emri yerine getirmekte suçtur” ibaresinin yer almasına vesile olduğu için “Nürnberg mahkemeleri” tarihi önemdedir. Gerçek anlamda ise mahkemelerin sonunda, yaşanan boğazlaşmanın galiplerinin haklılığının teyidi gerçekleşirken, kapitalizmin sıklet merkezi de Avrupa’dan Amerika’ya kayıyordu…
 
İnsana ve insanlığa karşı işlenen suçların emir verilse dahi yerine getirilmemesi gerektiğine dair; oluşan yazılı ve örfi hukuk, tüm mücadelelere rağmen, başta canım Yurdum olmak üzere, ne yazık ki birçok ülkede hala uygulanamamakta olup bazen de tam tersine uygulanmaması için ciddi çabaların gösterildiğine tanıklık etmekteyiz.
 
Canım Yurdumu yönetenler; Avrupa Birliği ile flört zamanına denk geldiği anlaşılan dönemde düzenledikleri, 12.10.2004 tarihinde resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 24. madde 3. bendinde; “Konusu suç teşkil eden emir hiçbir surette yerine getirilemez. Aksi takdirde yerine getiren ile emri veren sorumlu olur”, demelerine rağmen, konu ile ilgili ciddi tavır takınmadıkları görünmektedirler, bu yüzden de bu düzenleme “defi bela kabilinden” durmaktadır sanki… Diğer taraftan 12 Eylül faşizminin temsilcileri bile; yaptıkları Anayasanın 137. maddesinde “Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimse, üstünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görürse, yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir. Ancak, üstü emrinde ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emir yerine getirilir; bu halde, emri yerine getiren sorumlu olmaz.” diye belirtmekten kaçınamadıkları bir ortam var iken, yasa ile düzenlemenin ruhuna; diğer taraftan da muktedirlerin hayatı tanımlamaktan maksat ve muratlarına uygun olarak düzenlemelere aykırı emirler verebilir, bunu kabul etmesek bile anlayabiliyoruz, günlük hayatın pratiğinden, peki kendilerini de işlenen suçun asli unsuru haline getirecek kanunsuz emri uygulayanlara ne demeli, bunlar ciddi ciddi yanlı ve seçilmiş ekiplermidir ya da durumun farkında mı değillerdir, sahi nedir onları bu kadar cesaretli ve umursamaz kılan… Üstler ve amirler tarafından verilen "yasal olmayan" emirlere uymama halinde, acımasız ve kıyasıya bir şekilde “emre itaatsizlikten” yargılanan binlerce, hatta bu yüzden memuriyetini ya da işini kaybeden onbinlerce insan varken, kanunsuz emri uygulayanlardan neredeyse kimsenin yargılanmamış olması hali mi bu cesaret ortamını yaratıyor acaba?
 
Günlerdir; artık adı tarihe “Gezi Parkı direnişi” diye geçecek, yaşanan çatışmalar içinde, üstelik yasal haklarını kullanan, şiddet içermeyen, barışçıl eylemlerde bulunan kişilere karşı, muhtemelen de çok yukarılardan gelen emir ile, sıvı biber gazı takviyeli tazyikli su, biber gazı, portakal gazı kullanarak, TOMA’ların insanların üzerine sürülmesi gibi, asla kabul edilemeyecek uygulamaların sorumluları, bu kanuni durumu düşünmeksizin belki de umursamaksızın tutumlarını sürdürmektedirler. Bu konuya ilk defa ama çok ta cesaretsizmiş gibi bir görüntüyle değinen CHP Genel Başkanı olmuştur, ileride muhtemel görevleri sırasında bu açıklamalarına uygun davranıp davranmayacakları ya da iktidarda bulundukları yerel yönetimlerde bu öngörüye uygun icraatlarda bulunup bulunmayacakları bundan sonra halkımızın ısrarla izleyeceği bir tutum olacaktır, herhalde.
Yapanın yanına kar kalmadığı, yasaların mutlaka bulunulan pozisyona ve duruma tabi olmaksızın ve kim olduğuna bakılmaksızın uygulanacağı bir güne kavuşmanın yegâne yolunun ise, gerçek anlamda bir hesap sorma ve verme mekanizmasının çalıştırılmasından geçeceği bilinerek ve asıl alınarak ve içselleştirilerek; 27 Mayısçılardan, 12 Martçılardan, 12 Eylülcülerden başlayarak, faili meçhullere, örtülü ödenekleri kendi hesaplarına aktaranlara, gezi parkı direnişine insani olmayan tutumlara kadar, kanuna ve hukuka aykırı kim ne yapmış ise, üstünü kapatmadan yılmadan ve korkmadan yargılanmalı ve hukukun ruh bulduğu örnek teşkil etme müessesesi çalışabilsin ve toplumsal yaşama katkısı olsun…
Son söz; AKP seçmenine; “Partimiz sadece kendi içinde değil, parlamento ve toplum içinde de kollektif iradenin tekil iradelerin yerini almasını sağlayacaktır. Yasalar sadece parlamento çoğunluğu değil, toplumun ortak iradesinin ifadesi olacaktır. Bu nedenle partimiz, hazırlayacağı yasa tekliflerini sivil toplum kuruluşlarının değerlendirmelerini alarak oluşturacaktır” şeklinde yazılan parti programını neden sadık kalınmadığını sorun ve sorgulayın ve toplumsal ah’lar ve beddualardan uzak durun, partinizi yönetenlerden bundan öte bir şey beklemeyenlerin sayısının hiçte az olmadığının farkına varın…  Peki, umutkâr bir ortam oluşuyor mu diye sorarsanız da? Ne yazık ki, hayır ve daha da vahimi 50 ya da 60 yaşına kadar şefkat ve sevgiden nasip almamışların, almadıklarını da veremeyeceklerine göre bundan sonra vah canım Yurdum vah diyeceğiz, galiba… Umarım yanılırım ve umarım ki meramım anlaşılmıştır…

Cumartesi, Haziran 15, 2013

SIRADAN FAŞİZM

Partisinin ve kendisinin yükselişi önlenemeyen ve kendisine geniş kitleler adına asla karşı durulamayan ama bir avuç sermayedar için ise kesinlikle parlatılması gereken lideri, uzunca bir süredir kolluk güçleri tarafından bilinen ve bu yüzden de izlenen ve aynı zamanda ilgili polis birimleri tarafından devlet bekasına tehdit mülahazası ile kendisine bir dosya bile oluşturulmuş biri olarak bilinmekte ve devletin buyurganlığı ile başı belada olan biridir.
Usta bir demagog olan lider, taraftarları ve destekçileri kimlerdi diye bakıldığında, küçük esnaf ve işletme sahiplerinin, memurların, işçilerin, geçmiş dönemlerde itibarını kaybedenlerin, hatta azda olsa kriminal unsurların olduğu açıkça görülecek olup, “prensiplerin durduramayacağı, güçlü yumruklara ihtiyacı olduğunu” sürekli vurgulayarak, bu taraftarların içinden gözünü budaktan esirgemeyen çekirdek bir oluşuma evrilmesi için her türlü fedakarlık yapılmıştır. Liderlik rolü başlangıçta kendisine pekte uygun görünmüyor olsa da, becerebileceği konusunda ise kendisini parlatanları endişelendiriyor olmasına rağmen, kendisi bu farkındalıkla her şeye rağmen inatla, sabırla ve yılmadan çalıştı, günlerce ayna karşısına geçerek hitabet antrenmanları yaptı, kaç kişi olduğuna bakmaksızın her tür kalabalığın önünde sahne alıyor, herkese refah sözü veriyor, kapalı kapılar ardında geçmiş dönemde ülkeyi yönetenler tarafından kaybedildiğini düşündüğü toprakların tekrar ülkeye katılacağı sözünü veriyordu, kiracıların çoğunlukta olduğu yerlerde kiraları düşürme, ev sahiplerinin yoğun olduğu yerlerde de kiraları yükseltme sözü veriyordu, büyük mağazaların sahiplerine rakiplerini ortadan kaldırma, küçük dükkân sahiplerine de büyük mağazaları kapatma sözü veriyordu, söz vermede asla cimri ve eli sıkı davranmıyordu, nasıl olsa insanlar da söylenenleri yiyordu atışlar serbest idi gayri, büyük mitingler ve gösteriler düzenleniyor, bu organizasyonlar için gerekli olan büyük bütçeler muvazaalı bağış sistemlerinin oluşturduğu gizli kanallardan sürekli olarak geliyordu, artık plan yürüyordu kendisine sahne verenler açısından… Sermaye açısından her şeyi, her alanı tam anlamıyla kapsayabilmek ve tanımlayabilmek, tayin edilmiş hayatı ve görece refahı sunabilmek ya da yaratabilmek için güçlü iktidara ihtiyaç vardı her zaman olduğu üzere, işte aranan kan bulunmuştu gayri…
Cumhuriyetin ne anlama geldiğini bilmeyen ya da aslında çok iyi bilen ama bir türlü içselleştiremeyen bir yönetim oluşturma sevdası ki büyük sermayenin böylesi bir yönetime ve diktatöre ihtiyacı olduğu ve bu uğurda da hiçbir finansal destekten kaçınılmayacağı çok açıktı ve de öyle tecelli etti. Artık bir diktatör doğuyor, bir güç yaratılıp önünde diz çöküp güce tapınma süreci başlıyordu, öyle ki başlangıçta kabine toplantılarında tüm kabine arkadaşlarına arkadaşça davranan, toplantıya geçilirken ilk oturan bile olmamak adına tevazünün zirve yapmasını bilhassa temin ederek, herkesin elini öncelikle sıkan ve oturulacak yeri bile tek tek işaret ederek arkadaşlarının oturmasını temin ediyor, herkesin oturmasını müteakip oturuyor, işte artık ülkenin kader yolcuğu kendisinden çok şey beklenen lider üstünden başlıyordu… Onlarda; ellerine geçirdikleri yeni düzenin gücünün kanıtlanması için hiçbir şeyi esirgemediler, insanları yapılan muhteşem gösteriler karşısında psikolojik baskı altına alıp önce nemalanmalarını sonra şaşırmalarını, en sonunda da güce tapmalarını temin ettiler…
Yukarıda anlatılan yakıcı ve ürkütücü gelişmelere gebe ortam; önemli Sovyet sinemacısı Mikhail Romm’un, hemen hemen tamamı Alman Faşist lider Adolf Hitler'in özel film arşivi, SS subaylarının çektiği özel filmler, Sovyetler'in ve diğer kimi ülkelerin devlet arşivleri gibi kaynaklar da bulunan filmler ile Almanya'da Nazizmin 1930'larda başlayan yükselişini ve yaşanan büyük bir trajedi ile yaklaşık 50.000.000 insanın ölümü ile nihayetlenen savaşın neticesi ile birlikte gelen çöküşün belgeselleşmiş film hikâyesidir.
Film; faşizm denen belanın hangi koşullar sonucu sermayenin dayattığı bir yönetim biçimi olduğunu; içeride, toplumun gündelik hayhuy içerisinde yönetime yönelik ilgisizliğin, durumun vahamet ve azametinin farkına varmakla birlikte çok tehlikeli sonuçlar doğuracak derece ya da aptallık seviyesinde hoşgörünün ya da iyi niyetin, küçük ve önemsiz değerlendirilmesi yapılarak olaylara zamanında müdahale edilmemesinin, sürekli savsaklanarak yerine getirilmeyen görev ve sorumlulukların, insani ilgisizliklerin, günlük kısır çekişmelerin deyim yerindeyse kayıkçı kavgalarının gözlerden ırak tuttuğu gelişmelerin ve dışarıda çağ dışı kalmış krallar ve kraliçelerin şatafatlı hayatların haricinde ilgi alanı oluşmamış uğraşların hikâyeleştirilmesinden yola çıkarak çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir.
“Sıradan Faşizm” filmi, sinemanın gücünü belgelerden alan, emperyalizmin yaşlı kıtadaki yaşama düşman kabulü ve tayini yapılan doğuda doğmakta olan sosyalizmin yok edilmesini nihai hedef koyan niyetlerin, Adolf Hitler’in başrollerinde, Benito Mussolini ve Franco’nun yardımcı rolünde, komedi düzeyindeki toplumsal aptallığın ve aymazlığın zirvesinin büyük bir trajediye dönüşmesini tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. Askerinden siviline Avrupa’nın öğrenimi en yüksek bürokrat, teknokrat ve askerlerini yetiştirip istihdam eden bir ülkenin, her birisinin ayrı ayrı görüp, teşhis etmesine rağmen, kâh kişisel menfaatler uğruna göz yumma kâh iyi niyetlerin gözleri kör etmesi, akılları dumura uğratması sonucu nasıl olurda bir felaketin eşiğine gelebileceğinin hikâyesinin anlatıldığı bu filmi uzun yıllar sonra bir kez daha hatırlayıp seyretmenin keyfini ama gerçek hayattaki karşılığının bir kez daha hatırlanılması adına da hüznünü yaşamış oldum, günümüzü yansıtma ve günümüze dersler çıkarma adına da seyretmiş olanlar da dâhil olmak üzere herkese bir kez daha filmin izlenmesi önemle önerilir.
Sokaktan gelerek; burada sakın ve zinhar sokaktan gelinmiş olmayı küçümsediğim anlaşılmasın, bir kültürel seviye anlaşılması niyetiyle, “Her çavuş öğretmen olabilir ama her öğretmen çavuş olamaz” gibi abuk-subuk olsa olsa kurtlar vadisi dizisinden fışkırmış olabilecek bir felsefe tezahürü bir Alman atasözünün yaratıcısı, bu faşist Adolf Hitler, tüm ezikliklerini üstünden attıktan sonra, sahip olduğu itibari güce de tapanların her geçen gün geometrik artış izlemesi karşısındaki kurgulanmış ve sanal ortamı gerçek zannıyla, eğitim ve öğretiminin bu işleri kıvıramayacak düzeyde olmasına rağmen, çıkarları uğruna kendi abukluklarına destek verenler ile günlük basit çıkarları ve kaçamakları uğruna duruma göz yumanların aymazlığı içinde, yerleşik Alman kültürü ve hayatıyla adeta dalga geçmekte ya da zihin ve akıl yaşı 5 i geçmeyen çocuksu fantezilerle ortalığı kırıp geçirmektedir artık…
Yerleşik Alman medeni hayat değerlerinin köklü olmasına rağmen; herkesin arı ırktan olması kaydı şartıyla 4 çocuk yapmasını istemektedir, karşısındakilerin suskunluğu karşısında ise, eğer bir arı ırka mensup Alman kadın 4 çocuğu yoksa derhal arı ırkın bir erkek temsilcisini bulup sayıyı 4 e iblağ etmesini isteyebilecek düzeyde fütursuzlaşmıştır gayri, üstelik kadının evli olup olmamasının ve de bulacağı arı ırkın temsilcisi erkeğin evli olup olmamasının önemsiz olduğunu söyleyebilecek kadar akıllar tutulmuştu bir kere, hatta yüce Führer bir keresinde bir kenar mahalle de yaşanan pejmurdeliğin üstüne oraya arı ırkın temsilcilerinin oluşturduğu bir askeri birliği yerleştirip arı ırkın yeni çocuklar kazanmasına vesile olmuş, hatta Himmler bir keresinde kadınların askerlere hayır diyemeyeceğine yönelik çok ayrıntılı emirler bile hazırlamıştır.
“Oyuncu ve sanatçılara ara sıra parmağın ucunu göstermek gerekir” gibi veciz bir söz ederek sanata ve sanatçıya, Alman 3. İmparatorluğun kızlarının geniş kalçalı olması gerekir diyerek biyolojiye, anatomiye ve modaya, Tereyağı şişmanlık yapıyor diyerek beslenmeye bakışını derç ederek hayatın en küçük detayını bile belirlemek ve dikte etmek adına toplum mühendisliğine soyunulmuş ve totaliter bir tavır sergilenmiştir.
Diğer taraftan ise vahim gelişmeler vardı; tüm üniversitelerin önünde kütüphaneler boşaltılarak kitap yakma seansları düzenleniyor, bir defasında üniversite önünde “halkı aydınlatma ve propaganda bakanı” Göebbells konuşuyor; “Yahudi entellektüelizmi artık son buluyor, bu gecenin yarısında geçmişin iblislerini alevlere teslim ediyoruz” diye ateşli ve etkileyicili konuşmalar yapıyor, bu arada kimin kitaplarını mı yakıyorlar, Tolstoy, Mayokovski, Volteire, Anatole France, Jack London vs. gibi yabancı ve Heine, Thomas Mann, Heinrichmann gibi dönemin en önemli Alman yazarların kitapları da yakılıyordu, ama aslında insanlığın fikri ve zekâsı idi ateşe atılan ama ne gam ne tasa…
Faşizmin ve gestaponun vahşetinden İlk etkilenenler komünistler oldu, hemen toplandılar hapislere atıldılar, sonra sosyal demokratlar, sendikacılar muhalif işçiler gazete ve radyo-TV muhabirleri, sonuçta Führer Hitler gibi düşünmeme cesareti gösteren herkes zulmün tadına bakacaktı… Artık fren tutmaz duruma gelinmiştir, Alman hukuk akademisinde konuşan bir yetkili “her Almanın en büyük sevgiyi Führer e göstermesi gerektiği üzerine nutuk atıyor, konu hukuk ya söylediklerinin bir yasa tasarısı haline getirilmesi için öneride bulunabiliyor, işte dönemin özeti bu idi. “Annem basit bir kadındı fakat Almanya’ya büyük bir evlat hediye etti” gibi megalomanik bir noktaya gelen düşünceye, “sizin aranızdan biriydim, çalışarak, öğrenerek, aç kalarak buraya geldim. Kısaca ben eskiden ne isem şimdi de oyum. Bu büyük esere başlarken cesareti entelektüellerden değil, alman çiftçi ve işçilerinden aldım” diyerek, toplum mühendisliğinin altyapısı güçlendirilerek konuya romantizm de katılıyordu Tüm konuşmaları sıradan bayağı idi ama ateşli ve histerik konuşmalardı bunlar ve artık “parti führer führer ise partidir”, ona göre ve kendisini partinin bir parçası, partiyi de kendisinin bir parçası gibi hissediyordu, böbürlenmenin buyurganlığa, buyurganlığın da kibre evrilmesinin bir sonucu olarak… Allah taksiratlarını afferder mi bilemiyorum…

Cuma, Haziran 07, 2013

AYAK TAKIMI OLAYA EL KOYUYOR GALİBA!

Bu başlığı koyarken çok düşündüm, ne olmalı diye; kucağa oturmuş kızlar kucaktan kalkmış ya da anamı aldım gidip eve bıraktım ve geldim ya da 2 ayyaş üzerine düzenlenen panelden çıkanlar ayağa kalkmış ya da Gâvur İzmirliler çaktırmadan gezi parkına dalmış ya da haftada 1-2 kadeh içerken birden alkolik olduğunu anlayanlar pişmanlık ve tövbe hareketi düzenlemiş ya da kaç çocuk yapamayacağını bilemeyip en hayırlı çocuk sayısının kaç olduğunu öğrenmek isteyenler sokaklara dökülmüş ya da hamile kalanların yoğun sezaryen baskılarından bıkan doktorlar yollara çıkmış ya da 10. yıl marşının ne kadar köhne olduğu ve ne kadar banal kaldığını anlayanların sevinç gösterileri parklara taşmış ya da erkek zulmü altında inleyen kadınların isyan ve öfke patlaması yaşanmış ya da asker ocağında yan gelip yatanlara kızanların sabrı taşmış ya da kelleler sokaklara çıkmış ya da Sivas’ta otelde yakılanların yerine yakıcılarının çocukları ile empati kurulmasına kızanların öfke patlaması ya da sigaranın zararlı diye yasaklanması ve yerine son derece organik hatta cilde faydalarından bahsedilmesi üzerine biber ve portakal gazından faydalanmak için fırsatı kaçırmak isteyenler gösterilere başlamış ya da alkoliklerin hezeyana kapılmış hali vs. vs. daha yüzlerce gaf ve toplumu tahkir edici söz yazılabilirdi ancak başlık bu şartlarda en geneli ifade etmesi bakımından en doğrusu herhalde…
Son günlerde; kamusal bir açık alan olan Taksim Gezi Parkı'nda, 31 Mart gerici-yobaz kalkışmasının simgesi durumundaki, 1940 yılında yıkılmış olan Topçu Kışlası yeniden yapılıyor görüntüsüyle hem de tarihimize sahip çıkıyoruz cinliğiyle, bir AVM (alışveriş merkezi) ve rezidans içerikli bir yeni yapı yapımı için mahkeme kararlarına rağmen yaratılan oldubitti projesine kazma vurulması ile birlikte üzerine ölü toprağı serildiğini düşündüğümüz, başta da apolitik diye çokça eleştirdiğimiz gençlik önderliğinde toplumun hemen hemen her kesiminde yoğun ve ciddi bir direniş oluşmuş, “Gezi Parkı” üzerinden dalga dalga Canım Yurdumu tam anlamıyla etkisi altına almış ve uzun süredir düdüklü tencere misali kendi kutsallarına saldırılmasının biriktirdiği basınç ve enerji dışa vurmuştur.
Bir tarihlerde, AKP Konak İlçe Başkanı Latif Özkan yaşam tarzlarına müdahaleden korkan İzmirlilere “Bizden korkmayın” demek üzere bir internet sitesinin kurulmasına ön ayak olmuş ve özellikle İzmirlilerin tercih etmedikleri bir yaşamın kendilerine dayatılmasının yarattığı tepkiler üzerine 03.02.2011 tarihinde “KORKUYORUM BAY BAŞKAN KORKUYORUM” başlıklı bir yazı kaleme almış ve http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=38384184#editor/target=post;postID=8922710789658740390;onPublishedMenu=overviewstats;onClosedMenu=overviewstats;postNum=93;src=postname adresindeki bloğumda yayınlamış idim. Toplumun sadece hamasi nutuklarla yönetilemeyeceğini, sahip olunan itibari gücün bunu sürgit yürütmesinin mümkün olmadığını ve insanların neden fazlaca bu dayatmalar karşısında korktuğunu ama korku eşiğinin de korkunun artmasıyla birlikte aşılacağını dilimizin döndüğünce ve aklımızın yettiğince anlatmaya çalışmış idik. İşte “3-5 ağaç kesiliyor diye insanlar yaygara yapıyor” diye izah edilmeye ve konunun küçültülmeye hatta yok sayılmaya çalışılmasına rağmen, kara propagandaya yönelik büyük finansal desteklere rağmen, büyük ölçüde medyanın 3 maymunu oynamasına rağmen konunun 3-5 ağaç olmadığı sağır sultanlar tarafından bile anlaşıldı kısa süre sonra, asıl muktedirin hala özür dilemiş olmamasına rağmen tüm yoldaşlarının özrü artık tarihin ilgili sayfalarına not olarak düşülmüştür. Peki; nedir, sosyolojik izah zemini tüm bu yaşananların diye bakılırsa, beğenelim ya da beğenmeyelim, toplumun kutsallarına giren konularda ve başta da, 2 büyük tarihi şahsiyet için 2 ayyaş değerlendirmesini, 2 sevgilinin metroda elele tutuşmasını “kızınız kucağa otursun istermisiniz” gibi ahlaki tüm sınırları ve sabırları zorlayan aşağılayan bizim gibi yaşamayan kızlar orospudur yaklaşımını, Elhamdülillah şeriatçıyız yaklaşımını, İstanbul’u Medine yapacağız yaklaşımını, İnsanlar Anıtkabirde sap gibi duruyorlar yaklaşımını, demokrasi tramvaydır varılacak noktada inilecektir yaklaşımını, sanata ve sanatçıya ucube ve içine tükürürüm böyle sanatın yaklaşımını, bize karşı direnenler 3-5 çapulcudur yaklaşımını, milletimiz bize tarihimize sahip çıkın diye oy vermiştir deyip tarihin kendi siyasal iklimine uygunlarını ihya, Hasankeyf, Bergama Allonai, İstanbul Boğaz geçişi sırasında çıkan 5.000 (yazıyla beşbin) yıllık kocaman tarihi buluntuları ise 3-5 taş çıkmıştır edasıyla imha etme yaklaşımını, Mahkeme kararlarına rağmen HES ler vasıtasıyla Karadeniz’in katline göz yumulması yaklaşımını, 3. Boğaz köprüsünün adının Sivas’ta empati kurduğu insan yakmaktan sorumlu gösterilenlerin çocuklarına ithaf ediyor görüntüsü veren yaklaşımını görmek mümkündür. İnsanların binlerce kitap yazdığı konuları ana başlıklar halinde ve emin olunmalı ki sadece sadece % 0,1 düzeyinde başlıklandırabildik ancak, görüldüğü üzere. Şimdi tüm bunları göz ardı ederek yapılacak her türlü değerlendirme gerçeklerden ve bilimsellikten uzaktır, eksiktir ve yanlıştır.
Bugün Taksim Gezi Parkı’na yapılması planlanan işlerin konunun uzmanlarına göre, hiç birinin ayrı ayrı ve birlikte hiçbir bilimsel değeri yoktur ve olamayacağı da aşikârdır ki bu görüşe aynen katılıyorum, şimdi birileri çıkar ve der ki “yahu kardeşim bizim uzmanlarda bu iddiaların tam tersini söylüyor” nasıl karar vereceğiz biz o zaman denilebilir, bizim uzmanlar denilen çakma uzmanlara ve kendi akıl yürütme süreci illiyetine ve de meşrebine çok da uygun düşer bu değerlendirme ama bilim, bilgi, akıl ve insana saygının ve insan tercihlerinin bu kadar devre dışı bırakılmasının da ahlaki olmaması gerçeğine de aykırı olmaya devam eder.
Devlet olmanın basiret, ahlak ve büyüklüğü vatandaşa özellikle de iktidar muhalif ve karşıtlarına gösterdiği hoşgörü ile ölçülen çağımızda, “bizde evlerinde zor tuttuğumuz % 50 yi sokağa davet ederiz” yaklaşımı olsa olsa birkaç küçük çocuğunun sokakta kavga ederken kullandıkları ve sidik yarıştırma kabilinden laflara benzer ve ne yazık ki vakur olunması gereğinden çok uzaktadır. Hele bu yaklaşım “azınlığın çoğunluğa tahakkümüne izin vermeyiz” saikiyle yapılırsa daha da vahim bir hal alır ve seçmen sayısının 52.758.907 olduğu canım Yurdumun 21.442.206 sının oyunu alıyorsanız, size oy vermeyenlerin azınlık olduğu savı da güme gider Allah muhafaza, bu sözlere dikkat etmek gerekir, ayrıca ve de özellikle demokrasi de çoğunluğun her istediğini yapabileceği hakkını doğurmayacağı gibi tam aksine azınlıkların haklarının teminat altında olması halidir, bunların bilinmiyor olması mümkün mü, zinhar ama politika işte, ama tehlikeli sularda yapılan cinsinden…
Diğer taraftan; devlet yönetmenin gereği olarak ta muhaliflerinizin de size güvenmesi gerekir, peki neden güvenmedikleri konusunda hiç kafa yordunuz mu; pekâlâ, Suriye ile mutlaka savaşılmalı diye yarattığınız izlenime bakabilirsiniz, Marmara gemisi ile yaratılan cinnet ortamına bakabilirsiniz, hala düşürülen uçak konusunda bir sonuç elde edilememiş olmasına bağlayabilirsiniz, ÖSYM sınavlarında ayan ve de beyan belli olan yolsuzluklara ve usulsüzlüklere bakabilirsiniz, İzmirlinin irfanı eksiktir yaklaşımına bakabilirsiniz, Deniz feneri yolsuzluk iddialarının bir şekilde üstünün kapatıldığı izlenimine bakabilirsiniz, TC yazılmasının kaldırılmasının yarattığı travmaya bakabilirsiniz, vs. vs. hele mağrurun ve kibrin küstahlığı sayılabilecek şekilde bir bakanın kalkıp ta; biz kestiğimiz her bir ağaç için yüzlerce ağaç dikeriz gibi abidik gubudik, bir büyük şehir belediye başkanının kalkıp ta istersek sizi bir kaşık suda boğarız ama dua edin ki istemiyoruz gibi külhanvari, bir başka bakanın kalkıp ta isteseydik interneti keserdik gibi komedi ama aynı zamanda zihinlerin bir tarafındaki bir niyet tezahürü görüntüsündeki yaklaşımlarının gözden geçirilmesi halinde, hele de tam keyfinize göre bir de muhalefet partileri bulmuşsunuz, tulum çıkararak keyif çatmak varken nelerle uğraşıyorsunuz…
Bir başka konu da beni bir hayli üzmüş bulunmaktadır, asıldı diye Menderes’i, zehirlendi diye Özal’ı kendisine öncül tayin eden ve öykünen ama kendilerini buralara taşıyan, kaldı ki hiçbir görüşüne artık katılmıyor olabilirsiniz ama en azından ahde vefa kabilinden de olsa Erbakan’a yönelik hiçbir şey söylemeyenlerin böyle davranıyor olmalarını kolaylıkla anlayabiliyor ve kendilerine Allah selamet versin diyoruz. Durmayın devam edin…

Cumartesi, Haziran 01, 2013

İLERİ DEMOKRASİNİN TEMELLERİ (Dejavu)

«Aziz İzmirli hemşehrilerim,
Karşımızdakiler görünen ve görülmeyen hasımlarımız tek bir cephe halinde hareket ettiler ve bir tek karargâhtan sevk ve idare edilmişcesine olan hareketlerindeki intizam ve insicam dikkatten kaçmayacak kadar aşikâr oldu.
Maalesef bir takım gazeteler de bu harekette mevkilerini aldılar ve rollerini her ne pahasına olursa olsun ifaya çalıştılar.
Gördük ki, muhtelif muhalefet partileri siyasi hayata doğuşlarındaki sebep ve hikmeti bir tarafa bırakarak ve bütün bir maziyi hattâ dünü ve bugünü tamamiyle unutarak, kendilerini her hal ve kârda desteklemeye azmetmiş bir kısım matbuat ile birlikte elele ve kucak kucağa gelerek karşımıza çıktılar. Muhalif gazetelerin muhalefetleri tabiidir. Fakat tarafsız olduklarını iddia edenlerin dahi bir kısmının hakikatlerden ne kadar uzaklaşmış olduklarını görmüş bulunuyoruz.
Bunlarda memleket manzarası olarak çizilmek istenen tabloyla memleketin hakikî manzarası gözünüzün Önünde olarak meydandadır. Bu ikisi arasında ak ile kara kadar fark vardır.
Sizin hayat şartlarınız ve duygu ve düşüncelerinizle bir avuç muhalefetçi politikacının ve her ne pahasına olursa olsun hükümranlığını hissettirmek hevesine ve her gün artan satış temini fikrine kapılmış bir takım gazetecilerin his ve düşünceleri arasında ne kadar derin bir fark mevcuttur.
Vaktiyle saray halktan ve milletten, politikası ile entrikaları ile hakikati görmemek temerrüdü ile hattâ sanatiyle, edebiyatiyle ve musikisiyle nasıl ayrılmış ve enderunu yaratmış idi ise, bugünün muhalefetçileri aynı suretle kendilerini millî tefekkür ve millî tahassüs âleminin dışında, bırakmışlar ve İllâ kendi düşündüklerini kendi ihtiraslarını ve kendi heveslerini hâkim kılmak için, mezbuhane bir mücadeleye girmiş görünüyorlar.
Ekalliyet olarak büyük bir ekseriyete ve 60.000 sandığın reylerinden hasıl olmuş bir millî iradeye nasıl hükmetmek istediklerinin birçok delil ve eserlerini gördük. Siz bunun için üzgünsünüz ve bundan dolayı münfail ve heyecanısınız. Vatanperverlik hisleriniz galeyandadır. «Biz varız» demek istiyorsunuz. Var olduğunuzu, memleketin sevk ve İdaresinde behemehal hissettirmek kararındasınız. Nitekim buradaki topluluk memleket ölçüsünde duyulan bu heyecanın bir sembolüdür.
40-50 kişinin 500 e yakın Büyük Millet Meclisinde nasıl tahakküm etmeğe yeltendiğini ve birkaç gazetecinin hakikatleri değil sade gizlemek daha da ileri giderek hakikatlerin aksini ve zıddını imal ve telkin için sarfettikleri gayretleri gören Türk milletinin böylesine bir mücadeleden teşe'üm etmesi, binnetice üzüntü ve infial duyması pek tabiîdir.
Nitekim bu toplantımız için de, hakikatleri, ketmetmek yahut değiştirmek temayülüne ve usulüne uyarak diyeceklerdir ki, Menderes bir iki bin adam karşısında konuştu. Yahut «Menderes matbuata ağır bir şekilde çattı ve hürmetsizlik gösterdi.»
Veyahut bunları da söylemiyerek bizim bu karşılaşmamızı sadece görmemezlikten ve bilmemezlikten geleceklerdir. Yani küskünlüklerini göstererek bize bu şekilde sitem edeceklerdir. Ama biz biliriz ki hasmın sitemini anlamamak hasma sitemdir. Mukabelemiz bundan ibaret kalacaktır.
Şu var ki ve bunu açıkça söylüyorum, bu tarz mücadele demokratik bir zihniyetin ve demokrasiye inanan vicdanların eseri olamaz.
Dört beş muhterem gazete sahibi 25 milyon vatandaşın hattâ büyük siyasî partilerin mahrum bulundukları maddî imkândan istifade edip vaktinde modern ve büyük matbaalar kurmuş olmanın rüçhanına güvenerek Büyük Millet Meclisinin rağmına halkımızın arzusu hilâfına hükümetler ve hattâ iktidarlar ve rejimler değiştirmek hevesi ile hareket etmektedirler.
Biz bu hali matbuatımızın geçirmekte olduğu bünyevî bir rahatsızlık devresi olarak kabul ediyoruz. Belki bu haller, demokrasimizin çok süratle inkişaf etmiş olmasının ve bir takım müesseselerimizin meselâ matbuatımızın bu süratli seyre göre inkişaf ve tekemmül edememiş bulunmasının tesirini göstermektedir.
Filhakika Ötedenberi bir matbuatın mevcut olması karşısında siyasî partilerimizin henüz matbuat sahasında kudretleriyle mütenasip olarak cihazlanmamış ve teşkilâtlanmamış olmaları, «tarafsızız» diyen bir takım gazetelere, böyle bir devreye mahsus olmak üzere, müstesna bir imkân ve iktidar vermektedir.
Onlar en ağır, en insafsız hücumları hürriyet fikri ve tenkid hürriyeti nam ve hesabına yapmakta beis görmedikleri için ben de müsaadenizle, bizim de sahip olmamız derkâr bulunan tenkid hürriyetimize ve hele meşru müdafaa hakkımıza dayanarak bunları konuşuyoruz.
Memleketimizde demokratik hareketin ananelerini kurduğumuz ve demokrasimizi şekillendirip istikametini tayin etmekte bulunduğumuz şu tesis devresinde ileride ve hattâ yakın bir istikbalde tehlikeler teşkil edecek kadar mühim olan bugünün bir takım hata ve heveslerine işaret etmeyi ve bunların kökleşmesine karşı mücadele etmeyi, hürriyet rejimine karşı gösterilmesi lâzım sevgi ile hürmetin icabı saymaktayım.
Matbuatın umumî efkârın tercümanı olmak vasfını kazanabilmesi için milli tahassüs, millî tefekkür, milletçe duyulan üzüntü, ıstırap veya iştiyak ve tahassürlerin maskesi olması lâzımdır. Memleket realitelerini, hakikatleri, hiç değilse maddî hakikatleri olduğu gibi aksettirmek matbuatın vazifesidir.»
«Bir kere haberleri, hâdiseleri ve hakikati değiştirmeden olduğu gibi halka bildirmek. Bunu yaptıktan sonra hür gazeteciliğin diğer vasfına geliyorum ki, o da, tezyif ve tahrik etmeden, haysiyet ve hürriyetlere kendi haysiyet ve hürriyeti gibi riayet göstermek şartiyle tenkid sahasında istediği gibi kalem yürütmek hakkına sahip olabilmelidir. Bu, asla münakaşa götürmez bir esastır. Görüyorsunuz ki, matbuata uluorta çatmakta değilim. Sadece onun için de kaideler mevcut olduğuna işaret eylemekteyim.
Zira, maddî hakikatleri de yani, bir çok insanların gözü önünde cereyan ve tekevvün eden hâdiseleri ya gizlemek, veyahut olduğundan başka göstermek, hülâsa bunları tağşiş etmek için çalışmak, bir köşe bakkalının halka mağşuş gıda maddeleri satmasına benzer.
Düpedüz yalan yazmak, maddi hakikatleri dahi maksadı mahsusla tam aksine göstermeğe çalışmak, memleket menfaatleri ile de, matbuata gösterilmesi lâzım hürmetle de telife imkân yoktur. Büyük Millet Meclisinin gözleri önünde cereyan eden hâdiseler ve sahneler bile baştanbaşa tahrif olundu.
Maddî hakikatleri ve Büyük Millet Meclisinin gözleri önünde cereyan eden hâdiseleri dahi umumî efkâra aksettiremeyen matbuatın, efkârı umumiyenin tercümanı ve maskesi olduğu iddiası, kabili müdafaa değildir. Haktan ayrılmak, memleket realitelerinden uzaklaşmak, bir nevi enderun hüviyetine bürünmek işte budur.»*
 
Yukarıdaki yazı; bugünkü devlet büyüklerimizden birinin ağdalı ve hamasi nutkunun eski Türkçe ağırlıklı çevirisi değildir, bu yazı çok eski devlet büyüklerimizden Adnan Menderes’in 1956 yılında İzmir’de bir açık hava mitinginde yaptığı bir konuşmanın bir bölümüdür. Hani bugünlerde “ileri demokrasinin” memleketimize avdet etmesine sebeb-i vasıta olduğunu iddia edenlerin, “muris” gördükleri ve demokrasi şehidi diye adlandırdıkları kişinin, ileri demokrasiye aslında diktatörlüğe; demokratikleşme çabalarına set çekerek hatta yer yer saldırarak, nasıl yelken açtığının bir ibretlik öyküdür. Bugünler aslında o günlerin “dejavu” su olmaktan başka bir şey olmayıp tam tersine ibretlik bir hikâye olmasının yanında, mart aylarının ünlüsü nasıl olunabileceğinin de harika bir örneğidir. Yahu size o günde bugünde muhalefet edenin başına ne geldiğini, ne geleceğini bilmek için kâhin olmaya gerek yok, hepsi ortada, matbuattan şikâyetçisiniz ama o günde bu günde %90 nını kontrol ediyorsunuz, ne kast ettiğimizi merak edenler bugün kendisine çok önemli şair dediklerini muhteremin geçmişinde örtülü ödenekten nasıl beslendiğine ve bugünkü ardıllarına nasıl örnek teşkil ettiğine bakabilir ve nasıl övgü ve güzellemeler yapılabileceğinin külliyatına sahip olabilirler. Ne yazık ki; o gün de bu gün de muhalif basının önemli bir bölümü bile kurma muhaliflik yapmaktadırlar, dün alkışlayanların bugün sahte ve kurma muhaliflik yapmalarını onların öngörüsüzlüğüne mi yoksa kolay kandırılabilecek olduklarına mı bağlarsınız bilemem ama her 2 halde çok kötü bir durum oluşturmaktadır.
 
 
* Basın yayın ve enformasyon Genel Müdürlüğü sayfasından alınmıştır.

Pazartesi, Mayıs 20, 2013

MÜBADELE TOPRAKLARINA SEYAHAT

Mübadele; gerçek manada gönülsüz-isteksiz-zorunlu göç ya da sürgün, her ne nedenle yapılırsa yapılsın, çok büyük ölçüde bir daha geri dönmemek üzere bir yerden bir başka yere gitme ya da gönderilme olup, insanın fazlaca sebebi olmaksızın sevdiği ve bağlandığı, toprağım dediği doğduğu toprakları terk ederek bir başka diyara yerleşmesidir. Devletin ali menfaatleri gereği diye başlayan yüksek hamaset ile şekillendirilmiş yaklaşımlarla, görece küçük bir grubun bir yerde ve şekilde karar alması sonucu milyonlarca insanın, bu insanların transferi nasıl olur, ne kadar süre de gerçekleşir, uygun sıhhi koşullar yaratılabilir mi, salgın hastalıklara nasıl engel olunabilir, muhtemel saldırılara karşı nasıl önlemler alınmalı, dahası uzun yılladır birlikte yaşam kültürü yaratmış aileler ve sülaleler parçalanmadan gideceklere yerlere nasıl ulaştırılabilir, ekonomik değerlerine ciddi bir kayıp olmadan tekrar nasıl kavuşabilirler, vs. vs. gibi detayların karar alıcılar tarafından en ince noktasına kadar düşünülerek ve gerekli önlemlerin alınması ve ehven koşulların yaratılması gerekirken, tarihin her döneminde ve her tehcirinde yaşanan trajediler, 30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Yunan Hükümeti arasında imzalanmış antlaşmanın 1. maddesinde “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının” şeklinde genel çerçevesi çizilmiş ve 1 Mayıs 1923 tarihinden itibaren de başlaması kararlaştırılan ve konumuzu teşkil eden sürgün ya da zorunlu göç “mübadele”de en katmerli biçimde yaşanmıştır.
Sözlüklerde; “mübadele; bir şeyi diğer şey ile değiştirme, karşılığını verme" olarak tariflenmekte ve çoğunlukta esir olsa bile genelde insan ya da mal değişimi üzerine kullanılmaktadır. Mübadele denilince kolayca anlaşılacağı üzere de, konunun kabaca, göç ve gidilecek yere varılabilirse de yerleşme (iskan) gibi önemli 2 ayağından bahsedilebilir. Yaşadığımız toprakların da bir göçler (tehcirler-sürgünler) coğrafyası olduğu düşünülürse ve bilinen tarihlerden bu yana, Karamanoğulları’nın Yunanistan’a sürülmesi ile başlayan, Kızılbaş sürgünleri, Ermeni tehciri, Dersim sürgünleri başta olmak üzere devam eden sürekli bir gönüllü ya da zorunlu göçlere tabi tutulmuş bir kavimler kapısıdır, nerdeyse canım Yurdumun tarihi de sürülen kavimlerin acıları, sefaletleri ve yok oluşlarının bir tarihidir adeta… Muktedirlerin oluşturdukları siyasal rejime ve bağlı olarak oluşan beklentilere uygun olarak, her birisinde de şüphesiz ki sürülenleri suçlu bulacak uygun bir bahane ve makul bir açıklama uydurularak, kendi beklentilerine uygun kitlesel ıslahın gerçekleşmediği gerekçesiyle bu rezalet uygulamaları gerçekleştirmişlerdir. Şimdi yaşanan bunca elem, keder ve ızdırap ortada iken birileri de çıkar canım o günün koşullarında bu kaçınılmazdır, mutlaka yapılması elzem idi gibi, durumu makul karşılanması gereken hale çevirmeye çalışabilir, onlara da karışamayız, Allah Selamet versin der geçeriz… Ve biliriz ki, onlar bu yaşanan trajedilerin ne olduğunu pek bilmezler ya da bilmezlikten gelirler… Ve biliriz ki, bu kabil sürgünlerin sonucunda toplumsal mutsuzluklar, uyumsuzluklar ve rahatsızlıklar oluşmuşsa, insanlardan ohhhhhh ne iyi oldu sürgün geldik, ne güzel oldu kabilinden durumu olumlayacak kelamlar duyulmuyorsa, sözün bitiği noktada bulunulmaktadır. Oysa bütün dinler ve ideolojiler insanlara mutluluk vaat eder, hedefe sürekli insanları mutlu etmek konur ama sonuçta milletin çoğunluğu mutlu değilse ya yalandır bu vaatler ya da uygulamalar yalandır…
Sürgünlerde sürgün edilenlerin sürgün edildikleri yerlere tutku ile bağlılıkları ölünceye kadar sürmüştür, yazılı ve sözlü tarih bunların binlerce örnekleriyle doludur, yazımıza konu oluşturmasını planladığım ve bu tutkunun ya da geride bırakılanlara bağlılığın ve yaşanmış trajedinin izlerinin örnekleri olabileceğini düşündüğüm, büyük ölçüde de ata topraklarına yaptığım seyahatte yaşadığım anılardan çarpıcı birkaçını akılda kaldığı kadarıyla kısa kısa aktaracağım…
2001 yılı Ekim ayı içinde “Mübadil buluşmaları” adı altında Ata topraklarına gerçekleştirilen seyahatimizin düzenleyicisi “Lozan Mübadilleri Vakfı” idi hatırlayabildiğim kadarıyla, lideri de bir barış emekçisi olan Sefer Güvenç idi, tüm katılımcıların uğramak istedikleri her yere uğrama gibi bir incelikte yaratılmış ve bu durumdan katılımcılardan da herhangi bir karşı yaklaşım oluşmamıştı ve bu kapsamda Batı Trakya’da bulunduğumuz süre içerisinde deyim yerindeyse kasaba kasaba, köy köy dolaşılmıştı seyahat süresince…
Birgün seyahatin gerçekleştirildiği otobüsün ikmal için girdiği bir akaryakıt istasyonunda, seyahate katılanların aracın durmasından istifade ederek, istasyonun tuvaletlerini kullanmak istediğinde, Mübadillerle dolu ve Türkiye’den gelen otobüsü fark eden Yunanlı çalışanın muhtemelen milliyetçi Saiklerle işgüzarca kapattığı tuvaleti kullandırmaması üzerine, “Mübadiller Vakfı” ile ilişkide bulunması hasebiyle rehber-tercüman olarak bulunan Yunanlı mübadil dostu derhal akaryakıt ikmalini durdurarak bağırışları ve çağırışları karşısında, 2 farklı portrenin tanığı olarak, hemen yakındaki bir başka istasyona hareket edilmiş, orada da kendi atalarının Trabzon Maçka’dan geldiğini ve bu nedenle her fırsat bulduğunda ata topraklarını ziyaret ettiğini beyan eden mübadil torununun, bırakın tuvalet blokajını ilaveten çay, kolonya ve akide şeker ikramını bizzat kendisinin yapması da takdire değer bir durum idi…
Hele ziyaretlerin birinde küçük bir mübadil köyünden tam da ayrılış saatinde, Türkiye’den mübadillerin geldiğini çok geç öğrenen ve son anda kendini otobüsün önüne atarak otobüsü durduran ve bana 5 dakika verin deyip, onca yaşına rağmen bir koşuda evden kaptığı kurabiye tepsisi ile otobüse giren ve herkese tek tek bizzat kendi elleriyle dağıtım yapıp, “sizler benim kurabiyemden yemeden giderseniz, kocamın mezarında kemikleri sızlar” diye kendisinin de Bursa civarından gelen Mübadil çocuğu olduğu, çok güzel bir Türkçe ile anlatması ise herkesin gözlerinin yaşarmasına sebep olmaya yetmiştir. Portrenin diğer yüzleri ise, aşırı milliyetçi propagandanın etkisi altında kalmış, kendilerini milliyetçi diye tanımlayan, seyahatin başlangıcında seyahat esnasında yer yer ikramlarda bulunmak için Türkiye’den temin edilmiş lokumun dağıtımı için kahvehaneye girdiğimizde her hallerinden milliyetçi oldukları anlaşılan gençlerin gözlerinin faltaşı gibi açılıp, çakmak çakmak bakışlarıyla tehdit edercesine lokum ikramlarımızı ret etmelerini bugün bile anımsıyorum.
Hele bir keresinde; Gagavuz (Gökoğuz) Türklerinden bir mübadil torununun, bilindiği üzere Gagavuzlar Hiristiyan Türklerdir, Tokat civarında Jandarmanın Hıristiyanları göç için hazırlanmaları için uyarırken, mezkûr mübadilin atalarının kendisinin de Türk olduğunu göç etmek istemediğini yalvar yakar anlatmasına rağmen kurtulamadığını ahlar vahlar içinde dinlemiştik…
Sokaklardaki çocukların 2000 yılında kazanılan UEFA Kupasının etkisiyle Galatasaray futbolcularını, başta Hakan Şükür, Arif, Hasan Şaş, Hagi olmak üzere neredeyse tamamını hatırlamaları ise, doğru ve adam gibi yapıldığında sporun nelere kadir olduğunun da ayrı bir göstergesi olarak tezahür etmiştir.
Peki, göç ettirildikleri topraklara ve oradan gelen insanlara bir taraftan iyi yaklaşım gösterenler ile diğer taraftan da nefret dolu bakışlar fırlatan insanlar sadece Yunanistan’a özgü bir şey mi, şüphesiz hayır, aynı sevecenliği ya da nefreti taşıyan dillendiren insanların varlığına yakın çevrenizden açıktan tanık olabilirsiniz, kolaylıkla…
Örneğin şimdi üst yaş grubu içinde olan bir abimizin, çocukluk dönemine denk gelen, 2. Dünya savaşında Alman-Hitler faşizminden kaçarak canım Yurduma bulabildikleri teknelerle sığınmak için gelen Yunanlıların karaya çıkmamaları hatta teknelerin kıyıya yanaşmamaları için, açık ve belli ki, dönemin muktedirlerinin Alman taraflısı olmaları ya da sempatisi taşımaları nedeniyle, direk kendilerinin yapamadığı ama kolaylıkla çocuklara taş attırmak suretiyle teknelerin karaya çıkmalarının önüne geçilmesini organize ettikleri, anlatımlarından durumun bu tarafta da vahametini ortaya koymaktadır. Diğer taraftan karaya ulaşabilme şansını yakalayıp ta açlık ve susuzlukla boğuşan Yunanlılara da, tarlalarında çalışan ve sadece çocukları için ayırmış oldukları ekmekleri veren insanlarında hiçte az olmadığı anlaşılmaktadır, Mübadillerin anlatımlarından… Portrenin 2 yüzü işte…
Batı Trakya’da bulunduğumuz dönem içinde Mübadil torunları ile olan ilişkilerde şaşırtıcı olacaktır belki ama iletişim dili kesinlikle Türkçe idi ve hayrete şayan bir durum oluşturmuştur en azından benim için, Türkçeyi bu kadar güzel konuşmayı nereden bildikleri sorusuna da hemen hemen her yerde sanki çalışılmış bir soru imişcesine, “babalarımız analarımız tarlada çalışırken, bize nenelerimiz baktı ve onlar Türkçe dışında dil bilmiyorlardı” cevabını veriyorlardı. Canım Yurdumda da durumun pek farklı olmadığını yaşayarak bilenlerdenim…
Ama sohbetlerimizde hep aklıma Yunanlı yazar Dido Sotiriyu’nun “Benden selam Anadolu’ya” adlı kitabı geldi ki 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasının ilk yaptığı işlerden biri de bu kitabı yasaklamak olmuştu, kitap bilindiği üzere Selçuk ilçesinin Şirince Köyünden olan ailenin yaşam öyküsüdür ve bir yerinde de kardeşinin, 1. Dünya savaşında Osmanlı saflarında, Yunanistan’ın işgali döneminde ise Yunanistan saflarında zorunlu askerliğinin trajedisini işlemektedir, savaşan tarafların her iki tarafına da askerlik yapma acılarını yaşamak nasıl bir travma yaratır insanoğlunda, Allah bilir…