Pazar, Haziran 24, 2018

ÂDEM-İ LİYAKAT


Hemen tüm sözlüklerin ittifak ile tanımladığı üzere; “liyakat” Arapça kökenli bir sözcük olup, ehliyet, layık olma, fazilet, kıymetlilik, layıklık, uygunluk vb. gibi manalarda kullanılmaktadır. Yeterlik ve ehliyet manasında görev alınan devlet katında vücut bulan bu tılsımlı kelam, aynı zamanda bir temsili kabiliyet ve mahareti de içermekte olup yaşamın her alanı için de geçerlidir, vesselam. Ayrıca, liyakat öyle bir diploma edinebilme ile kazanılır bir özellik değildir, nokta ı liyakat, ahlak, etik, namus, bilgi, görgü, eğitim (öğretim değil), ihtisas, sabır, metanet, hoşgörü, azim, istek, arzu gibi sıfatların aynı zamanda ve miktarda imbiklenmesinin ifadesi olup, herhangi bir organizasyonda dereceye sahip olunmanın görece sahipliğine uygun tahsis ve takdir edilir. Bakmayın siz, postal ile kep arasına sıkıştırılarak yaratılan az gelişmiş toplumlarda, liyakatin dalkavukluk manasında kullanılmasına, bunun konumuz ve günümüz gerçekliği ile hiçbir alakası yoktur, olamaz da… Liyakat, yukarıda sıraladığım sıfatların harmanlanması olmasa idi, Mekke’ye giden her adam hacı, Tekke’ye taş taşıyan her eşek derviş olurdu maazallah… Demek ki durum sadece zarf olmayıp, mazruf ta önemli imiş… Şimdi tüm bu sıralananların şüphesiz ki, Kamudaki karşılığı bizi ilgilendiriyor, yoksa adam kendi şirketinin başına kimi getirecek tarifi yapmak, bize düşmediği gibi bizim haddimize de değildir, hani orada da olsa gayet güzel olur ama… Hani çok büyük patronlar çocuklarını şirketlerine çalışmak üzere aldıklarında, en alt basamaklardan göreve başlatırlarmış, mavalı da güzel oluyordu ama olsun… Şimdi kamuda mübarekler, tıpkı “fenni sünnetçi Sabit” misali sabah sünnet, akşam deniz, sonra tılsımlı kelamlar, liyakat, sadakat ve ehliyet, vay ki vay, ben ölem…

Size yaşanmış bir hikâye anlatarak meram ve muradımı tam manası ile anlatmak isterim. Burada yaşananların nerede, kimlerle ve nasıl yaşandığını merak edeceklere özelden izah edeceğim, herhangi bir hukuksal sonuca muhatap olmamak adına, inşallah…

Yaklaşık 10 yıl önce, babası vefat eden çok iyi tanıdığım biri, herkesin başına geldiği üzere, veraset ve intikal ile ilgili Hâkimlikten “veraset ilamı”nı alır ve gerekli intikallerin gerçekleştirilmesi için ilgili “Tapu Dairesine” müracaat eder. Kendisine ilgili harçlar için cep telefonuna SMS ile bilgi verileceği, harçların ödenmesini müteakip ise gerekli işlemlerin gerçekleştirileceği bilgisi verilir. Üzerinden makul bir süre geçmesine rağmen herhangi bir bilgilendirme olmaması üzerine ilgili Tapu Dairesine gider, işlemin hala bitirilmemesinin nedenini sorar, işlemin yapılamayacağını, kayıtlarda bir sorun olduğunu ilgili memurdan öğrenir. İlgili ve bir hayli de genç memurun anlattığı üzere, mezkûr gayrimenkulün iktisap tarihindeki kayıtlarda vefat eden babanın soyadının görülmüyor olması nedeni ile işlemlerin yapılamayacağını öğrenir. Murisin yahu o tarih 1932 olup soyadı kaydının da olmamasının son derece anlaşılır bir şey olduğunu, Canım Yurdumda “Soyadı Kanununu” 1934 yılında kabul edildiğini, ilaveten 1976’dan sonra kadastro işlemleri için babasının, gerek Kadastro, gerekse de Tapu Dairesi nezdinde muhatap tutularak yazışmalar hatta mahkemeleşmelerin yapıldığını hem de soyadını kullanarak, konunun ise taaaa 2000 yıllarda nihayetlendiğini anlatır ama genç memur anlamaz hatta anlamamakta da ısrarcıdır. İlgili dairenin kararını son kez beyan eder genç memur; “mahkemeye git, karar getir, intikal gerçekleşsin”. Genç bir memurun basit bile olsa böyle bir kanundan haberinin olmamasını normal kabul eden arkadaşım, konuyu tekrar tekrar savunur, artık genç memur çaresiz ve bıkkın olarak konuyu ve çözümü Müdürde aramak gerektiği söyler ve birlikte Müdüre gidilir, aynı cevap ve aynı savunmalar defalarca ve giderek yükselen ses temposu ile tekrarlanır. Tam o sırada Müdür ile samimiyetleri hemen ve kolayca anlaşılan genç bir kadın girer içeri, Müdür, ne konuşulduğunu önceden bir bilgilendirme yapılıp bir mizansen oluşturulmamış ise bilinmesi mümkün olmayan konu için, kendisinin ancak o an avukat olduğu öğrenilen kadına sorulmasının mümkün olduğunu söyler, hemen kadın Avukat, durumdan vazifeyi çıkararak, “evet Müdür bey sizin iyiliğiniz için çalışıyor” gibi hukuka, bilgiye ve saygıya hiç uygun olmayan bir cevap verir. Artık emekli bir inşaat mühendisi olan çok iyi tanıdığım da, kadına döner; “bravo, ben 40 yıllık inşaat mühendisiyim, müdür beyin benim iyiliğime çalıştığını anlayamadım, siz daha dünün avukatı bir bakışta şıp diye anladınız. Bari bir de konuyu dinleseydiniz” der ve kadın avukat hiç uzatmadan çıkar gider. Artık, Müdür yalnız kalmış, soyadı kanununun tarihi ile ilgili bilgi sahibi olması gerekir iken bilmeyen, bilmediği için vatandaşı yanlış yönlendiren, vatandaşın ise bilgi sahibi olması ve bilgisine uygun olarak direnmesi karşısında, muhtemelen mahcubiyet hisseden (bu da önemli artık mahcubiyet hissedeni de bulmak kolay olmayabilir) bir tavır ile ama ilk söylediğinde de direnen bir görüntü vermek adına, idare-i maslahat faslından sayılmak üzere “muhtar”dan babanın soyadını gösterir bir kayıt getirilmesi ile sulha bağlanan bir işlem gerçekleştirir.

Liyakat değil de, itaat değerlendirme kriteri haline gelirse, varılacak yer asla bize ezberletilen şiar’daki “muasır medeniyet” olmayacaktır. Biline. Sonra yok ben duymamış idim, bilmiyor idim, gibi abuk subuk cevaplar verilmeye… Aslolan ise her daim; ehliyet, liyakat ve sebat olmak durumundadır… Gerçi bir başka manada; adem-i iktidar adem-i liyakat ile başlar diye bir atasözü bile olsa ne fayda olmasa ne fayda… Çavdar bahane…

Pazar, Haziran 17, 2018

“GEL BAKALIM BURAYA”


Malumunuz, tarihçiyim diye gerdan kıran bir muhterem var. İnanılmaz bir şey ama adam gerçekten kendini tarihçi zannediyor, onun bu zannı vasıtasıyla da insanların yanlış bilgilendirilmesinden ikbal medet edenler de kendisine bu minvalde muamele ediyorlar. Çok tesadüfi biçimde kendisine miras, bağış ve hibe yolu ile intikal etmiş, aslında orijinal ve el yazması olmalarından gayri de, okunmadığı ve diğer yazıtlarla kıyaslanmadığı sürece, bir faidesiz hazine olmaktan öteye gitmeyen ciddi bir arşivin sahibi olduğu bilinmektedir, bu muhteremin… Ancak, bu hazine, okunduğu, anlaşıldığı ve diğer benzerleri ile kıyaslandığı ve bu anlamda mealen değerlendirildiği sürece gerçek bir hazinedir. Yoksa Allah muhafaza, ansiklopedilerine göre “kitaplık” siparişi veren benzerlerinden ayırt edilmesi zor olur insanın, aman dikkat. Kendisinin bu sahte bilgiçliğinden istifade etmeyi matah bir şey zanneden medyanın köşe tutmuşları da, bunu bir adam belleyip, program tahsisi yolu ile toplumun zehirlenmesine yol açarlar, hani plan ve hedef te budur ama… Bir sakal ve bir gözlükten oluşan, bu çok bildiğini zanneden aslında bildiği yanıldığına yetmeyen ya da bildiği yanıltmaya yetmeyen, bu kerameti kendinden menkul zat, eleştiriye ya da övgüye tabi tutmak istediği her güncel olayın, devr-i Osmanide bir karşılığını ya da benzerini bulan ya da buldum numarası ile sunan ve de buradan hareketle davranış bekleyen ya da öneren muhterem, zaman zaman da merhabalaşmalarına binaen kendisini kıramayan ünlü bir tarihçimizi de konuk eder programına, programın ve sunduğu sığ bilgilerin bu sayede derinleşmesini hesap eder. Canım benim, bu haliyle de bir cicidir ki sormayın gitsin… Ancak bu hep böyle değildir, sahibinin sıkı takipçisidir, kendisi gibi düşünmeyip te, kendisini eleştiren insanlara da bir o kadar acımasız olabilmektedir, cevap verebilme hakkına sahip olmayan bu eleştiri sahiplerine kendisine tahsis edilen programdan hakaretler yağdırmaktan da geri durmamaktadır. Osmanlı diye diye, devri Osmaniye’nin de en fazla taktığı ya da öne çıkardığı tarafı da, padişahların harem hayatları, yeniçeriler arasındaki tensel münasebetler, hamamlarda tellak ve müşteri muhabbet ve münasebetleri gibi, “cemiyet haberleri” faslından kabul edilebilecek, tarihsel röntgencilikten öte olmayan, tam da bu nedenle bilakis Osmanlı hayranlarının kendisine eleştirel bakması gerekirken, hayranlıkla bakıyor olmalarını da canım Yurdumun bu kabil adam yetiştirmekteki mahareti ve mümbit oluşuna bağlamak gerekmektedir herhalde… Bakıyorum da kendisine yönelen bazı eleştirilerde; “yandaşlığı ilmini hiç etmiştir” gibi eleştiriler bulunmaktadır, ne yazık ki ben böyle düşünenlerden değilim, bana göre, yandaşlığı olmasa bildiğini zannettiği şeyler on pare etmez bir yana kendisini dinleyecek bir kişi bile bulamaz… Kimse kusura kalmasın, kendisine kütüphane miras kaldı diye insan âlim sayılacaksa, kütüphaneye kitap taşıma işinde kullanılan eşekler tasnif dışı tutulmamalıdır bu bapta.

Bu mezkûr zat; geçenler de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun partisinin cumhurbaşkanı adayını açıklaması sırasında kullandığı; “Muharrem İnce, gel bakalım buraya” diye seslenip kürsüye çağırışını bir yazı konusu yaparak, bir hayli de küçümseyerek, hatta dudak bükerek olmadı hiçte alakası olmayan örnekler vererek, rezil rüsva bir şey yapılmış edası ile takdim etmiştir. Genel Başkanın üslubu ile ilgili herkes bir şeyler diyebilir şüphesiz, bu konuyu ben şahsen sorun etmem, ama canım yurdumun göz önünde bulunanları arasında üslup problemi yaşayanların başında gelebilecek birinin bunu bu anlamda eleştiri konusu yaparak, köpürtmesi en azından hafiflik sayılmalıdır, esasen de bu muhtereme de çok yakışıyor bu bozuk ve dengesiz üslup…

Şimdi, Genel Başkan’ın üslubu konusunda şahsen benim de çok garipsediğim ama geneldeki davranış ve tutumları incelendiğinde, hayat uyumluluğu gayet net anlaşılan bir yaşanmışlığım var. Genel Başkan’ın Çeşme ziyaretinde Çarşı içinde bir arkadaşımla ile bir yerde oturmuş, ben çay içiyorum, arkadaşım da döner dürüm yemekte idi. Tam o sırada Genel Başkan bizim masaya geldi, “merhaba, ohhh malı götürüyorsunuz” gibi bir kelam etti. Aslında kendisine verilecek cevap, “politikacılardan bize mal kalmıyor ama” gibi olmalı idi ama bir akli fren ile “bunlar değerli mal ise buyurun beraber götürelim o zaman” dedim. Sonra merakla baktım, Genel Başkan’ın bu tür ilişkilerdeki üslubuna, yaklaşımı sorun olmaktan ziyade, tamamen halkımıza uygun ve abartılı samimiyet yansıtan bir biçimde olduğunu müşahede ettim. Tabii ki buradan her türlü imkân değerlendirilerek, “bir babanın oğluna kızışı”, “bir babanın oğlunu azarlayışı” gibi abuk subuk sonuçlar çıkarabilir bu muhterem gibiler, çünkü bunların lügatı ancak fırça, kızma, bağırma ve azarlama ile sınırlı, sevgi, samimiyet, sevinç ve heyecan yok… Mesela, babaların ayaklarının altının öpülüşü konusunda, zat-ı alilerinizin hijyeni öne alan bir yazı yazmasını boşuna bekledi insanlar… Mesela, al ananı da kaybol yaklaşımına yönelik bir kelam etmeni boşuna bekledi insanlar… Daha çok sıralayabilirim bu ve buna benzer harika üsluba yönelik örnekleri ama bunların hiçbiri önemli değil senin için ama konu diğeri ise üslup kaka… Sevsinler senin yazarlığını, sevsinler senin tarihçiliğini, sevsinler senin âlimliğini… Bak ben sana o tavrın ne olduğunu bir kez daha yazayım… Birisinin çok beklediği bir şeyi, ahada bak şimdi oldu, haydi şimdi de sen kendini göster faslından yüksek heyecan perdesinden bir haykırıştır. Bil istedim… Bilir misin bilmem…

 

Pazar, Haziran 10, 2018

CHATHAM HOUSE


İngiltere’de 1855 yılında kurulmuş, bünyesinde ezelden beri “Kürt Araştırma Enstitüsü” ve “Arap ve İslam Araştırmaları Enstitüsü” gibi bölümleri barındıran ve Ortadoğulu uluslar ve aşiretleri hedef tutan EXETER Üniversitesi, 20. Yüzyılın başından itibaren de bünyesine CHATHAM HOUSE gibi, şimdilerde bazı önemi kendinden menkul muhteremlerin çok şikâyet ettiği Ortadoğu’yu adeta paramparça dünyam benim mantığı ile bölen “Sykes–Picot haritalarını” çizen ve Sevr antlaşmasını hazırlayan, kuruluşu katarak etki ve yetki alanının arttırmıştır. Çok iyi bilindiği üzere Exeter Üniversitesi ilgili bölümlerinden mezun edilmiş ve yurt dışı görevlerde istihdam edilmek üzere hazırlanmış sayısız ajan vardır ve önemli bir kısmı açığa çıkmış ya da anılarını yayınlamıştır. Ayrıca daha detaylı izah edilmesi gerektiğini, iyi bilenlerin yapabileceği “Green Peace” adlı çevreci kuruluş ta bu üniversitenin yan kuruluşudur. Örneğin “İslam Kalkınma Bankası”nın önemli ve üst düzey yöneticilerinin nerede ise tamamı Exeter’den lisans ya da lisansüstü eğitim almışlardır, kolayca anlaşılacağı üzere de burada mezkûr eğitimlerin alınması için tercih edilecek öğrencileri de dini kuruluşlar belirler. Ajan ve provokatörler konusunda o kadar içli dışlıdırlar ki, dünya işkence tarihine bile “Exeter dükünün kızı” adlı bir işkence aleti kazandırılmıştır. Chatham House rabıtasını kolay ve anlaşılır tarifleyebilmek adına Exeter den bahsettiğimiz yeterlidir, bence ve asıl konuya dönelim.

“Yuvarlak Masa Toplantıcıları” adı ile 1920’lerde başlayıp ve genellikle İsrail Devletinin kuruluşu başta olmak üzere, Birleşik Krallığın çıkarlarına binaen ilgi alanına giren benzer her konuda uluslararası boyutta maydanoz olma çabaları bilahare “Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü” adına dönüştürülerek daha resmi ve daha cazip hale getirilmiştir. Aslında biz aldananlara uluslararası sivil bir düşünce kuruluşu gibi sunulan ve kabul ettirilen ve de hatta bu kabulden sonra asla ve kat’a aldatılmışım denilemez duruma getirilen halimiz ile, dünyada oluşacak ve oluşan her türlü krize sözde siviller vasıtası ile çözüm aranıyormuş görüntüsü verilen bu sözde hür platform, emperyalistlerce kurulan sayısız benzer kuruluşlardan biri olup, tek derdi kurucularının ve mümessillerinin çıkarlarıdır.

Bu kuruluş umdelerine sıkı sıkıya bağlı insanlar için, uluslararası arenaya sunulmak ve tanıtılmak üzere zaman zaman ödüllerde vermektedir. “Büyük Şövalye Nişanı” adı ile maruf bu ödül, çok önemli görülen zat-ı şahanelerine takdim edilmekte olup ve ne yazık ki bu tür kuruluşlardan alınan ödüller “yürü ya kulum” anlamında olmaktan öteye de gidememektedir ilgili şahıslar için ve sadece nişanı verenlerin yelkenine biraz daha rüzgâr olarak geri dönmektedir, plan bu. Bu unvan canım yurdumun topraklarında ilk defa Osmanlı Sultanı Abdülaziz’e bizzat dönemin İngiltere Kraliçesi tarafından takdim edilmiştir. Merak edenler olursa ise kısa bir araştırma ile daha kimlerin bu imkândan faydalandığını kolayca öğrenebilirler. Mesela bilindiği üzere 2008 yılında dönemin Cumhurbaşkanına da verilmiştir, diyelim ve bitirelim bu faslı.

“Council on Foreign relations” CFR adı ile maruf ABD merkezli kuruluş, küresel güçlerin dünyaya çeki-düzen verme, detayda buna muvafık nizam tesisi, tekelci sermayenin dünya egemenliğini, her yolu, buna askeri çözümlerde dâhil olmak üzere, deneyerek sürdürülmesi,  sermaye dolaşımına engel sınırların kaldırılmasının temin ve tesisi, dünyayı yöneten güçlerin değişmemesi adına misyon yürütürken yolu sürekli olarak, Chatham House kuruluşu “Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü” ile kesişmektedir, basını yakından takip edenler tarafından bilinmektedir. Ulus Devletlerin misyonu tamamlanmıştır, özgürlükçü demokrasi zamanıdır gibi şatafatlı kelamlar ile kim ki yola çıkmış ise aydınlar tarafından şüpheli karşılanması da bu yüzdendir zaten.

 

Bir anlamda “dünya derin devlet”i sayılan CFR’nin yoldaşı “Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü” kendisine yakın kuruluşlar tarafından sürekli çok önemli bir kuruluş sunumu ile ulusların gözünde masum ve cici gösterilmeye sürekli gayret gösterilen bir kuruluştur. Örneğin; ABD merkezli University of Pennsylania’nın bir değerlendirmesine göre, “Brookings institute”den sonra Dünyanın en etkili 2. think-tank'i kuruluşudur, vay ki vay. Ayrıca yakın takipçilerinin de iyi bildiği üzere mezkûr kuruluşun canım Yurdumdaki kurumsal ortağı Koç Holding’tir. Önceki kurumsal ortağı da Sabancı Holding olup, grubun bankası Akbank ise sponsoru idi. Koç Holding, Chatham House “Türkiye projesi” ana sponsorlarından olup, mezkûr proje de konusu da “One Belt, One Road” (Bir Kemer, Bir Yol) adı ile maruf olup, “Yeni İpek Yolu” tesisinde Türkiye’nin konumu ve Türkiye-Avrupa ilişkilerini içermekte olup Koç Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili Ali Koç da Chatham House’un Mütevelli Heyeti’ne dâhil edilmiştir. Yukarıda konu edilen tüm detaylar basında çeşitli zamanlarda çıkan yazılardan akılda kalanlar çerçevesinde düzenlenmiştir.

Cumartesi, Haziran 02, 2018

ÇEŞME LİMAN DOLGUSU – 1


Çeşme Liman’ının hoyratça doldurulduğu malumudur tüm herkesin, hem de muhalif ve muarızlarına nispet yaparcasına hatta tam da onların canını yakıyormuşçasına yapılan bir muameledir kanaatime göre… Peki, bu sadece benim kanaatim midir? Tabii ki hayır. Gazetemiz arşivinde, 23. Haziran 1988 tarihli Başbakanlık makamına yazılmış ve dağıtımı Cumhurbaşkanlığı, Devlet Bakanlığı, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma ve Yükseltme Kurulu Başkanlığı’na yapılmış ve Y. Mimar Mesut Kaynak, Y. Mimar Erol Güçiz, Armatör Vehbi Ertürk, Y. Mimar Cemil Çınar, Tüccar Çoşkun Vural, Kaptan Yaşar Çoşkun tarafından kaleme alınmış ve Çeşme Liman’ının tarihi, arkeolojik ve kültürel önemine vurgu yapılmış bir dilekçe ve ekleri haritalar ve fotoğraflar bulunmaktadır. Mezkûr dilekçede konunun bu anlamdaki önemine vurgu yapılan şu cümle çok çarpıcıdır; “Bilindiği gibi 1770 tarihli Osmanlı – Rus savaşı Çeşme’de cereyan etmiş ve Osmanlı savaş gemi batıklarının bir kısmı bu körfezde yatmaktadır. Bizlerin tespit edebildiği, iskele dolgu sahasının altında kalan, ilişikteki harita ve fotoğraflarda batıkların yeri ile resmi görülen, T.C. Deniz Kuvvetlerinin malı olan Osmanlı Savaş Gemileri enkazı yok olacaktır. Haritada (A) ile işaretleneni 10 metre genişlik ile 24 metre uzunluğunda, (B) ile işaretlenen 7 metre genişlik ve 18 metre uzunluğunda ahşap kadırgalar gülleri ile birlikte o tarihi canlandırmaktadır. Turizm ve arkeoloji açısından da ne derece önemli oldukları açık bir gerçektir.” Mezkûr dilekçede, limanın nasıl sirkülasyonu azalarak köreleceği, yaklaşık 58.000 m2 dolgu alanı için yeniden taş ocaklarının açılacağı, turizm iskelesi diye sunulup RO-RO taşımacılığı iskelesi olmanın öne çıkacağı gibi sayısız sakıncalar sıralanarak bitirildiği müşahede edilmiştir. Bugün öngörüleri gerçekleşmiş, ortaya çıkan olumsuz görüntünün kapatılabilmesi adına Marina hamlesi yapılmış Çeşme limanı için kaygı duyan ve bu kaygılarını çekinmeden ilgili makamlara sonuç alınamayacağını bile bile ama çıkmamış candan umut kesilmez sözü uyarınca ileten adı geçen büyüklerimize sonsuz teşekkür ediyoruz. Diğer taraftan tüm Çeşme’de dağıtımı yapılmış, 01.06. 1988 tarihli bir de “Çeşme’de Yapılması planlanana RO-RO İskelesi ve getireceği sorunlar” başlıklı bildiri bulunmaktadır. Mezkûr bildiride “Feribot, Şilep ve benzeri Uluslararası gemilerin yağ, mazot gibi bıraktıkları atıklar, TIR trafiğinin artması sonucu oluşacak trafik ve hava kirliliği” başta olmak üzere diğer sorun ve sonuçlar ele alınmış, ancak tüm bu tespitlere rağmen sonuç değişmemiştir. Kerim devlet, menkuliyeti kendinden kerametini yeniden göstermiştir, vatandaş ne diyor, ne talep ediyor, ne bekliyor yok hükmündedir, keen nem yekûndür hülasa. Ne hazindir ki; tarihimize sahip çıkıyoruz diye diye, tarihi, doğayı yok etmek bir marifet sayılıp, bir de iltifata tabi olunmak isteniyor, vay ki vay, canım yurdumun halleri… İşte ilgili ve yetkililerin bilgisiz, bilgililerin de ilgisiz, etkisiz ve yetkisiz olduğu yerin harmanı da böyle oluyor. Ne yazık ki siyasi hayatımız bu kabil mart ayı politikasını bir türlü aşamıyor ve korkarım ki, aşamayacak ta…

Peki; Çeşme limanı sadece Osmanlı – Rus Deniz Savaşı kalıntıları açısından mı önemlidir, şüphesiz hayır, bakın ünlü seyyah ve yazar Evliya Çelebi meşhur eseri “Seyahatname”sinde ne diyor; “Bir defa kaleye saldırmak isteyen küffarın kapudane gemisi kaleden atılan bir topla suyun dibine batmıştır. Bundan sonra küffar gemileri bir daha çeşmeden sulanmaya tövbe etti. Mağlup ve perişan dönüp gitti. Sonra sömbeki dalgıçları batan düşman gemisinden birçok para, cephane, iki yatırtma tunç top ve daha başka toplar çıkardırlar. Bütün toplarla çeşme kalesini zenginleştirdiler. Allah evvelce düşmanın kaleden aldıklarının on mislini ihsan etmiş oldu. Çeşme Kalesinin çok güzel limanı vardır. Bütün büyük Barca ve Karavala kalyonlar burada yatarlar. Zira bu liman gayet iyi demir tutar. Çok güzel yatak limandır. Fakat batı ve karayel ve yıldız rüzgârlarından sakınmak gerektir. Böyle havalarda demir atarken dikkat etmek lazımdır. Zira limanın ağzı bu üç rüzgâra karşı açıktır. Bu rüzgârlar burasını çok şiddetli tutar ama hamis rüzgârından çok emindir. Bir Mürsel paresi (gemi) ip ile bir kalyon yatsa korkulmaz.”  Bu anlatımdan kolayca anlaşılacağı üzere, arkeoloji açısından son derece mümbit bir alan olan Çeşme Limanı yeterince değerlendirilememiştir ya da değerlendirilmek istenmemiştir. En azından anlıyoruz ki; Seyahatname 17. Yüzyılı konu aldığına göre, Çeşme Limanı Osmanlı – Rus deniz savaşı öncesi de çeşitli savaşlara sahne olmuştur.

Sonuçta, gelip dayandığımız nokta hep aynı, “dostluklar ya da düşmanlıklar üstünden politika yapmak”, ne yazık ki böyle bir gelenek oluştu ve gidiyor. Herhangi bir şeyi “diye diye” tam tersini yapmak, vukuat-ı adiyedendir gayri, benzer siyasi kavrayış ve donanımlara sahip muktedirler açısından. Osmanlı’dan bu yana nizamnameler, kanunlar çıkarıp sadece lehlerine kullanma söz konusu ise meri, yoksa gel beri tarzından yaklaşımlar göstermekten ileri gitmemişlerdir. Örneğin; ilki 1869, ikincisi 1874 ve üçüncüsü 1884 yılında, görüleceği üzere birbirine çok yakın tarihlerde “asar-ı atika nizamnamesi” neşredilir, ama Bergama Zeus Tapınağının 1878 Almanlar tarafından kaçırılıp Berlin’e kurulmasına engel teşkil etmez, gerçi kaçırılma deyip te gerçek bir hırsızlık vakası dillendiriyor olmayalım, tevatür o ki, hani bazılarının deyimi ile “sultanlar sultanı” Sultan II. Abdülhamid’in talimatı ile “biz de bunlardan çok var” saikı ile Almanlara hediye edilmiştir. Peki, bu hediye ile sınırlı kalınmış mıdır? Zinhar, Milet Güney Agora Kuzey Kapısı, Bergama Athena Tapınağı Propylonu, Ksanthos Nereidler Anıtı başta olmak üzere daha neler, neler… Neyse konuyu çok dallandırıp budaklandırmadan asıl konumuza dönelim ama o günden bu güne miras ve tereke siyasi akrabalığa dikkat çekmeden olamazdı… Padişahlar tabii ki yeryüzünün önemli muktedirleri olarak bunların yok olmasına fetva eylerken, bu kabil büyük yok oluş kararlarına sahip olamayacak bugünkü mizahi ve küçük mirasçıları ne yapacaklardı, tabii ki “dostlukları-düşmanlıkları” üstünden politika yürütmeye devam edecekler ve dolaylı da olsa tarihin tahrip ve yok olmasına sebep, senarist olmaya devam edeceklerdi, netekim öyle olmaya da devam ettiler…

Pazar, Mayıs 27, 2018

GEÇMİŞTE EGE’nin PARİS’i ÇEŞME’nin İSKELESİ “ÇİFTLİK KÖYÜ”


Astım ve kalp hastalarına doğal hastane görevi yaptığı bazı kaynaklara göre Alman doktorları tarafından belirtilmiş olan, iyotça zengin rüzgârları iştah açtığı ve uykusuzluk giderici olduğu hemen herkes tarafından teslim edilmiştir, Çiftlik köyünün. Bugün Çiftlik köyünün Pırlanta plajı bu rüzgârlar sayesinde “kite surf” ün de merkezi sayılmaktadır.

Osmanlı döneminde; Yeni Nahiye, Çiftlik-i Kebir adlarıyla da belirtilen Çiftlik köy, Çeşme’nin Sakız adasına en yakın yeridir hatta o kadar yakındır ki güzel ve sakin havalarda horoz seslerinin bile duyulduğuna tanıklık etmişimdir çocukluğumda… Mübadele ile Çiftlik köyüne yerleşen atalarımızın sözlü aktarımlarına göre köy o kadar güzel bir yermiş ki; Ege’nin Paris’i olarak anıldığını bugün Rahmetle andığım anneannem Hacer Karagöz tarafından yüzlerce kez dinledim.

Çiftlik Köye yerleşen 1. kuşak mübadil atalarımın yerleştiği evin nasıl muhteşem bir ev olduğunu hatırlıyorum, birkaç tanesi hariç diğer hangi evlerde de bulunduğunu tam olarak hatırlamıyorum, büyüklerimin “taşlık” diye adlandırdığı ve kotarina denilen çakıl taşlarından siyah ve beyaz 2 farklı renk seçilerek siyahın ana renk ve beyazından ise desen oluşturularak yapılmış bir giriş vardı ki, tek başına muhteşemdi… Bu yerleşilen evin köyün başpapazının ya da papazının olduğundan söz edilirdi, evin içinden ahırlara geçilen bir kapı vardı, buradan girildiğinde ahırlar öncesi 2 adet kuyunun bulunduğu bir kapalı giriş bölümü vardı, oradan da bahçeye çıkılırdı, bahçeye çıkılan yerde ise 5 mt ye 4 mt lik yaklaşık ölçülerde kapalı bir alanda büyükçe bir fırın bulunmakta idi… Evin detayları ile ilgili teknik ve yaşamına yönelik olmak üzere geniş bir yazıyı ayrıca yazmayı planlamaktayım, ileriki günlerde.

Şu anda Çiftlik balıkçı barınağının üzerine inşa edildiği bilinen iskelesi nedeniyle de çok muhtemeldir ki, Çeşme’nin de iskelesi olduğunu düşünmekteyim, konunun uzmanı olmamama rağmen, 1920’ler ya da 1930’lar Çeşme limanının fotoğraflarına baktığımızda herhangi bir iskelenin olmadığını kolayca tespit edebiliriz, ama yapım tarihinin çok daha eskilere dayandığını tahmin ettiğim Çiftlik Köy iskelesi, gerek uzunluğu, gerekse de yapımında kullanılan taşların büyüklüğü ve düzgünlüğü ve gerekse de her 2 tarafının da çok farklı derinliklerde olması çok açıktan profesyonelce kullanıma yönelik olduğunu göstermektedir, ayrıca bugün Kaptanlık eğitimi için kullanılan binanın da gümrük binası olması nedeniyle faaliyetin büyüklüğünü tahmin etmek hiç de zor olmamaktadır.

Çeşme’nin önemli tarımsal ürünlerinden olan sakız ağaçları ne yazık ki, odun kalitesi nedeniyle mi yoksa gerekli özenin gösterilmemesi nedeniyle bakımsızlıktan mı; artık her ne nedenle ise, son 30 yılda neredeyse tamamen yok olmuştu, sakız ağacı yetiştiriciliği şimdilerde gerek bu işe gönül vermiş insanlar gerekse de Belediyenin özellikle yeni inşa edilen binaların bahçelerinde dikilmesine yönelik haklı talepleri ile yeniden artışa geçmiştir. Söylendiğine göre Sakız adası için; başta sakız rakısı, sakız reçeli, sakız likörü olmak üzere çok büyük ekonomik değer haline gelmiş olan sakızın, hem kalitesi hem de renginin daha beyaz olması nedeniyle Çeşmede sakızın önümüzdeki dönemde önemli bir değer haline gelecektir. Bugünlerde Çeşme Belediyesinin yeni yapılan binaların bahçelerinde her bağımsız bölüme bir adet gelecek şekilde sakız ağacı dikimini zorunlu kılması, bana göre çok doğru bir karar olmanın ötesinde muhteşem bir olaydır. Hatta Belediyenin sakız ağacını ihtiyaç sahiplerine vererek temin etmesi halinde bu zorunluluğu birkaç ağaca çıkarması hiçten bile değildir ve bence de hemen bu uygulamaya başlamalıdır da… Sakız ağacı yetiştiriciliğinde Çiftlik Köyün bir merkez haline gelmesi hemen planlanmalı ve Belediyenin yetiştirme ve bila bedel temin etmesi şeklindeki öncülüğünde her bahçe sahibinin bağımsız bölüm başına 4 adet ağaca ulaştırılması gerekmektedir.

Çiftlik köy; bir zamanlar Nahiye Belediyesine sahip, söylendiğine ve yazıldığına göre 2 kilise, 1 havra ve 1 camisi ile yaklaşık 1.000 hanelik ve yaklaşık 4.000 nüfuslu bir yerleşim yeridir. Sokaklarındaki Arnavut kaldırım döşemesini 1970’li yılların başına kadar yaşatabilmiş, inanılmaz güzel Rum evlerinin varlığıyla diğer taraftan da sosyal yaşamı ile Ege’nin Paris’i olduğu anlatılırdı büyüklerimizce… Ege’nin Paris’i ve Çeşme’nin İskelesi konumuna ulaşmış bu güzel yerleşim yeri maalesef sonraları kaderine terk edilmiş, tarımı yok etmeyi o günlerden kafasına koymuş devleti yöneten siyasiler eliyle başta da tarımsal ürünlerinin dikiminin yasaklanması ya da sınırlanması ile başta tütün ve anason üretimi ve ticaretinden mahrum kalmıştır. Kaldı ki anasonunun ünü tüm dünyada bilinmesine rağmen…

Diğer taraftan köyün içinden geçen derenin çok eski tarihlerde bile taş duvarlar ile örülmüş olması, su bulunduğu dönemlerde su almak için kuruduğu zamanlarda ise karşıdan karşıya geçişler için kullanılmak üzere yapılmış merdivenlerin ne kadar harika olduğunu ben bile hatırlamaktayım. Sonraları başta mezkûr dere olmak üzere tüm dereler kaderine terk edildi, bir taraftan imar uygulamalarına kurban edilirken diğer taraftan da işletme bakımları yapılmadığından zaman içinde dere vasıflarını yitirmiş durumdaydılar. Allahtan çok eskiden yağan yağmurlar da yağmamaya başladı ve bu nedenle derelerin önemi hep göz ardı edildi, şimdilerde Çeşme Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu’nun Çiftlik Köyüne verdiği öneme binaen Belediye Fen işlerinin yaptığı ihalelerle dere ıslahları bir felaket yaşanmadan gerçekleştirilmeye başladı, bu konuda doğanın acımasına bırakılmadan diğer dereleri de kapsayacak kapsamlı bir dere ıslah planı herhalde yapılmaktadır.

Diğer taraftan Çeşme Belediyesinin yaptığı yatırımlarla hızlı şekilde gelişmesini sürdüren Çiftlik Köyü yeniden, eskiden haklı olarak elde etmiş olduğunu düşündüğümüz Ege’nin Paris’i olma ününü yeniden kazanacaktır diye düşünmekteyiz. Konu ile ilgili; eksiklikler konusundaki eleştirilerini saklı tutmak kaydıyla, herkesin ve tek tek Çeşme Belediyesi Başkanından, Fen İşleri Yönetiminden, Belediye Çiftlik Köy temsilciliğine kadar emeği geçen herkese teşekkür borcu olduğunu düşünmekteyim.

Çeşmenin yeni yıldızı Çiftlik Köy (Mahallesi) Balık mezatları sayesinde de bir çekim alanı oluşturmaktadır, bana göre Çeşme’nin en iyi barbun balığının yakalandığı bu yerin mezatının mutlaka görülmesi gerekmektedir.

Cumartesi, Mayıs 19, 2018

ÖZÜR DİLEMEK ve AH ÇOŞKUN


Cem Küçük izlenir, gündüz saatlerinde bizim gazetede, “medya kritik” programında, gazetenin patronu “neden izliyorsun bunları, bunlar tetikçi” diye soranlara, sürekli “bunlar kimler tutuklanacak önceden hissederler”, ondan izliyorum diye cevap verir. Medya kritik programı askıya alınmış galiba, Patron artık AH Çoşkun’u da izleyebilir… Ne diyor AH Çoşkun “Sayın Muharrem İnce! Sayın Meral Akşener! Lütfen bu adama haddini bildiriniz!” Peki, neden böyle dedi ve kimi hedef aldı… Soma'da 301 madencinin hayatını kaybettiği katliam gibi kaza sonrası madenci Erdal Kocabıyık'ı tekmelerken çekilen fotoğrafı sebebiyle yıllar sonra kamuoyuna özür açıklaması yapan Başbakanlık eski Müşaviri Yusuf Yerkel, "Olaydan sonra bizzat Erdal Kocabıyık'ı arayıp kendisinden özür diledim ve helallik istedim. O da hakkını helal etti" iddiasında bulunmuştu. Hâlbuki bu konuda Erdal Kocabıyık, mezkûr zat ile görüşmediğini ve hakkını helal etmediği açıklaması yapmamıştı ya neyse. Oyuncu Barış Atay ise Twitter'dan Yerkel'e tepki göstererek "Hepiniz ağlayarak özür dileyeceksiniz. O gün geldiğinde; affedeni, acıyanı, yargılamaktan vazgeçeni de unutmayacağız! Yok, öyle “torunlarla emeklilik, hepimiz kardeşiz, kavga istemiyoruz” falan. Her şey yeni başlıyor. Bu ülkeye, insanına yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz" demişti. AH Çoşkun; hemen seslenince, oyuncu Barış Atay tutuklanıyor, yeniden, tıpkı diğer benzerleri gibi… Sonra çıkmış pişkin bir vaziyette “Benim çağrım polise, savcıya değil, Muharrem İnce’ye, Meral Akşener’e” diyerek aradan sıvışmanın yolunu arıyor… Eee bir de Savcıya ve Polise yapsaydın bari derler adama… Geç bunları, geç… Bu mesajın neresi seni üzdü, seni gerdi, neden böylesine celallendin AH Çoşkun, adamcağız ne diyor, “yok öyle usulca kenara çekilme, yaptığınız hukuksuzlukların cezasını çekeceksiniz, yargılanacaksınız!”… Sanki adam, öyle kenara çekilemezsiniz, kanınızı içeceğiz, asacağız, keseceğiz mi demiş, yok, ne demiş, “yargılanacaksınız”… “Yargılanacaksınız” lafından neden bu kadar, alındın… Üstüne üstlük Muharrem İnce, mezkûr danışmanı hedef tutarak; “bu tekmeci zat yargılanacak” demesine rağmen, inceden ve damardan sözde çaktırmadan Muharrem İnce düşmanlığı… Yok öyle ben duymamıştım, ben bilmiyordum ucuzluğu, sahteliği, ben vatandaş iken bilirken, sen kıymeti kendinden menkul ünlü anchorman olarak bilmiyordum deme sakın, komik olursun, zaten yeterince komiksin. Bırakın, müsaade edin onlarda, yargıya başvurup, suç duyurusu yapsınlar, yargı karar versin, yargılama olup olmayacağına… Sen kimsin de, sokak kabadayısı gibi, “kimin kime had bildirileceğine” karar vermek istiyorsun, al işte gözaltına aldılar ve hemen bıraktılar, senin bu kadar celallendiğin konuda Yargı bir suç unsuru görmemiş besbelli… Yahu madenciye tekme atıldığında da benzer bir tepki gösterse idin, büyük bedellerle milletle dalga geçerek program yaptığın kanalda “penguen belgeselleri” gösterildiğinde de benzer tepkiyi gösterse idin, anlaşılabilirdi kabul edilmese bile bu hadsizliğin…

Ama emin ol AH Çoşkun, senin zerre-i miskal kadar kusurun yok, zekâ yaşı “hepimiz kardeşiz” tatlı su kurnazlığının derin felsefesinden mülhem davranış erbabını alır baş tacı yaparsan olacağı budur işte… Hele bu konu özelinde, Yusuf Yerkel ile kendini kardeş ilan etmişsin, sür sefasını, sana ne daha ileri ahkâm kesmek, bırak bu “hepimiz kardeşiz” mavalını… Ama şunu bilmeni hassaten isterim ki; biz senin tercihinin “yapılanlar yapanın yanına kâr kalmalı” felsefesinin yegâne temsilcisi olduğunu ve tam da bu yüzden TV’lerde ve gazetelerde sözde aranan adam durumundasın… Ne diyelim, al paracıklarını, bak “güzel güzel karşı mahalleden de sevgililerin var”, gününü gün et, sana ne daha derin sulara dalma girişiminden… Bir özür de benden sana, hani biraz önce senin için tetikçi gibi bir ifade kullanıldığını söylemiştim ya, vallahi billahi sen tetikçi değilsin, olsan olsan tetik olursun bu görev dağılımı içinde, çünkü tetikçi gövdesinin üstünde baş taşır, sen öyle misin ya…

AH Çoşkun, senin “Ver mehteri ver” deme üstadı abiden farkın ne biliyor musun? Sen şanslısın, o değil, sen zengin evindesin, o da zengin ama nekes evinde… Evet, en önemli vasfın vasıfsızlığındır, desem bana kızmazsın umarım… Çapsızlık, omurgasızlık, bilgisizlik, adaletsizlik, sıradanlık, düşkünlük, altta kalanın canı çıksıncı tavrın, saygın ve aydın görünme çabalarının üstünde sakil durması nedeniyle pek sırıtmakta be… Bunlardan sıyrılman için günde kaç kez gusül abdestine ihtiyaç olur, ben bilemem ama din âlimleri bilebilir, en iyi tanıdığına başvur lütfen…

Bak sana Neyzen Tevfik’ten bir hikâyecik, Cumhuriyetin ilk yılları,  dönemin İstanbul vali ve belediye başkanı, atanmasının üstünden çok geçmeden yeğeninin önemli bir makama müdür olarak atanmasını sağlar. Bir karşılaştıklarında, Neyzen, “Maşallah, kardeşinizin oğlu tıpkı fasulyeye benziyor.” deyince adam, “Bu genç yasta müdür oldu, neden fasulyeye benzesin ki?” diye sorar. Neyzen de verir cevabı: “İşte ben de onun için benzetiyorum ya, fasulye de sırığa sarılarak büyür.”. İşte senin hayat hikâyen…

Finali yine Neyzen Tevfik ile yapalım…

Hayliden hayli kalınlaştı yobazlık yeniden,
Softalık zorlu anırtı ile aldı yürüdü.
Kara bir kinle taassup pusudan çıktı yine,
Yurdu şahane cehalet yeni baştan bürüdü.

Cuma, Mayıs 11, 2018

EŞEK METEFORUNA KATKILAR


“Zerduz palan ursan eşek yine eşektir” atalar kelamının makam-ı alilerinde taht-ı müzakeresi üstüne “eşek metaforuna” ben de katkı da bulunayım dedim. Bilindiği üzere, metafor Fransızca kökenli bir sözcük olup, mecaz anlamında kullanılmakta ve de bir şeyi başka şey ile benzetmeye, kıyaslamaya, anlatmaya yarayan mecazlardır.

Gayet güzel birkaç kısa hikâye vardır, eşek ve eşeklikle ilgili hemen onları alt alta yazıp, birkaç saptama ve birkaç atalar sözü ile katkımı şimdilik kaydı ile sonlandırayım diyorum.

Hikâye bu ya, 1950''li yıllarda, yol çalışmalarına katılan bir grup mühendis aletleri koymuşlar ölçü-biçi neticesi de kazıklar çakılarak güzergâh tespiti yapıyorlar. O sırada eşeğine binmiş yaşlı köylü geçiyor ve bu hummalı çalışma karşısında dikkat kesiliyor ve çalışanlara “kolay gele gençler, hayırdır ne yapıyorsunuz” diye sorunca “Sağol, yol çalışması yapılacak o nedenle güzergâh tespiti yapıyoruz” diye cevap verince “aaa öylemi bende Nafıa’dan emekliyim ve bizde yol işleri yapardık” demiş… Bunun üstüne yaşlı köylü merakla yeni kullanılan aletlere bakarak, ahhh çekince, genç çalışanlar, peki, siz nasıl tespit ederdiniz güzergâhı diye sorar ve “eskiden eşek özellikle yokuş ve inişlerde serbest bırakılır idi, biliyorsunuz eşekler eğim % 5 ten fazla ise çıkmaz ya da inmez, eğimi uygun güzergâhı takip ederler, biz de ayak izlerine kazık çakar, sağlı sollu yolu açardık” demiş. İlaveten “artık mühendisler var çok şükür” deyince, herkesi almış bir gülme…

Bir diğer hikâye ise; devir Atatürk devri, ünlü İstanbul Vali ve Belediye başkanı Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, içkinin zararları konusunda konferans vermektedir. Sormuş dinleyicilere: “İki kovadan birine su, diğerine rakı doldursak ve eşeğin önüne koysak, eşek hangisini içer?” diye sorar, dinleyiciler hep bir ağızdan “suyu” diye karşılık vermişler. Aldığı cevaptan memnun olan Gökay, bu kez “Neden?” diye sorunca, rivayete göre cevap Neyzen Tevfik’ten gelmiş: “Eşekliğinden.”

Atatürk de bir akşam Neyzen Tevfik ile Çiftlik’te yemek yerken, civarda dolaşan bir köylü çocuğu yanına çağırıp sormuş: “Biz ne içiyoruz?” diye sorar, “Rakı” diye cevap verir çocuk, “Peki, bir kovaya rakı, diğerine su doldurup eşeğin önüne koysak, eşek hangisini içer?” Çocuk “Rakıyı” diye cevap verince, Neyzen Tevfik Atatürk’e döner: “Aman, neden diye sormayalım!”… Aman aman biz biz olalım da “eşekleri” hafife almayalım…

Eşek deyip geçmemek lazım develerin liderliğini hep yapmıştır, inanmayanlar, ya bana soracak ya da gidip deve kervanlarına bakacak. “deve büyüktür amma beşini bir eşek yeder” sözünün ilham kaynağını uygulamalı görecektir.

Bugün “eşek” deyip burun kıvıranların, “aslan” deyince çok keyif aldıkları bir vakadır ama “eşek” çok geniş yelpazede insanlara yön veren metaforlara konu olmaktadır. “eşek sudan gelene kadar dayak”, “acemi nalbant gâvur eşeğinde öğrenir”, “aksak eşekle yüksek dağa çıkılmaz”, “anasını eşek kovalasın!”, “Eşeği kulaklarından, aptalı konuşmalarından anlarım”, “Eğer üç kişi sizin eşek olduğunuzu söylüyorsa, bir semer kuşanın”, “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye”  başta olmak üzere derin manalı daha onlarca atalar sözü bulunur. Eşek kadar adam oldun, sözünden hareketle şimdi atalarımız çocukların büyümesini kast ederek söyledikleri bu sözü eşek önemli olmasa örnek gösterecek kadar önemserler mi? Eşek önemli olmasa, tüm dünyaya mal olan ve tüm doğu toplumlarında hoca olarak bilinen Nasreddin Hoca eşeğe binmez ata binerdi, yoksa at sırtından atar diye mi korkmuştu, bilinmez olsa da… Peki, eşeklik bu abilerin dediği gibi kötü ise, âdemoğlu oğluna neden “eşek sıpası” der… Sahi, “Eşek cenneti” neresidir vs vs… Mesela çocuklar, hatta gençler “uzuneşek” oyununu neden tercih ederler acaba?

Eşek dikeni, eşek hıyarı, eşek baklası gibi bitki isimleri, eşek arısı, gibi hayvan isimleri de vardır, eşek’e öyküleniş olunca işte bu kabil sonuçları da oluyor vallahi…

Hele de en çok eşeğe edilen bu lafların kullanıcılarına, alkış tutucularına bakınca, ya sucuk imalatı meşguliyeti ya da erkekliklerinin ilk testini yapmak için tercih etmiş olmasını görmeden tam bir keçi edası ile gak guk ediyorlar ya, Allah layığınızı versin be, ne diyeyim…

Son olarak ta; “eşek sevmeyenlerin kurt sevgisi kaçınılmazdır” diye bir Tacik atasözünü hatırlatarak kapatayım… Bir de abuk subuk konuşmalara başlayanlara “eşek gibi anırma” derler, hatırlatalım… Say say bitmiyor ama ilaveten eşeğin üreme organının tarifi vardır, halk arasında kullanılan, “o” nu anlayan anladı… Öyle sizin hafife alacağınız kadar bir canlı değildir, sonra “Başçavuşun eşeği mi o.uruyor burada” derler adama maazallah… Bir söz de eşeklere olsun; “eşeksen binene kızmayacaksın, değilsen sırtında tutmayacaksın”, eyyy edebiyatımıza “eşek gözleri” ile giren karakaçan… Allahtan artık ülkemizde “eşek” azaldı, insan çoğaldı, çok şükür… “Oku da baban gibi eşek olma” mı desek acaba?

Cumartesi, Mayıs 05, 2018

AHMET SİNAN


Kent kimliği ve karakteri oluşumu ve de kentsel bellek yaratılması, tarihi, ekonomik ve toplumsal gelişmelerin, mezkûr mekân ve kişiler arasındaki karşılıklı üretilen ve yürütülen ilişkilerin diyalektik çözümlemesi, çevre algısı ve farkındalığı ile tüm kentin mekânsal, kişisel ve toplumsal gelişiminin birlikte harmanlamasındaki başarı ile doğru orantılıdır. Tüm bu detayların belleklerdeki şekli, yeri ve önemi ve de hatırlanmaya değer olma hali, bilgi ve doküman toplama, oluşturma ve sergileme isteği ve becerisi ile artar ya da eksilir. Bu anlamda bir taraftan doğru olmanın göreceliliğine rağmen aslolan neyin, nasıl olduğu, oluşuma etki eden toplumsal ve tarihsel köklerin nasıl anlaşıldığı, nasıl kavrandığı, belleklerde nasıl yer aldığı, bu yaklaşımların kent karakteri üzerindeki etkileri ve de geleceğe yönelik projeleri şekillendirmesi bakımından hayati öneme sahiptir. Bu yaklaşımla uzunca bir süredir, Çeşmenin kendimce, sıradışı ve diğerlerinden çok farklı olmalarından ötürü önemli bulduğum kişilerinin ve mekânların yâd edilmesi başta olmak üzere ileride oluşacak “Kent Müzesi” için, Çeşmede yaşayanların buraya yönelik, kişi, mekân ve olay bazında görüş geliştirmesi ve oluşturması ve nihayetinde de içleştirmesi ile daha harmonik bir kent kültürü oluşumuna katkı sunabilmek için yazmaya çalışıyorum. Eksik var mı, şüphesiz vardır, belki seçilen figürler yerine daha başkaları başkalarının önemine binaen öne geçmiş olabilir ve de olmalıdır, tam da bu yüzden başkaları tarafından, başka açılardan ele alınmalıdır vs vs… Konu ile ilgili daha önce de yazılar yazan, görüşler üretenlere katkı olsun anlamında ele alınmalı tüm bu çabalar, ilaveten daha başka anı tazelemesine de vesile olabilirse ne mutlu bana… Bu anlamdaki eksikler için baştan özür diliyorum…

Ahmet Sinan büyüğümüz, hatıralarımda yer almaya şu andaki restore edilerek kullanıma alınan Haralambos Kilisesinin (birilerinin uydurarak Çakabey Kültür Merkezi dediği) batı tarafına denk düşen hediyelik eşyaların satıldığı dükkânların önüne açılan kapıdan girilen ve diğer faaliyetlerden ayrılarak oluşturulan küçücük alandaki “üretici perakende hali”nde, yine rahmetle andığımız diğer büyüğümüz Manav İbrahim (İbrahim Gören) ile birlikte çalışmakta idiler.  Ayrıca Manav İbrahim (İbrahim Gören) de bir ayrı yazı konusu olacak kadar önemli bir kişidir Çeşme için ve yakında onu da yazma planım bulunmaktadır. Yerli üreticilerin mevsimine göre ürettikleri çok çeşitli sebze ve meyvelerin açık arttırma ile satıldığı bu işletmede tanışmış idim Ahmet Sinan ile. Ben de babamın küçük üretici olması nedeni ile bana düşen kasa veya sepet toplama işleri için gidip geliyordum çünkü bu anlamda yapılan tarım faaliyetleri ailenin tüm bireylerinin katılımı ile yapılıyor idi. Babam ile olan samimi ilişkileri ve kendisine her büyüğümüze yaptığımız üzere gösterdiğimiz titiz ve özenli saygı nedeni ile bizi hayli sever ve adam muamelesi yapardı.

Sonraları kendisi ile yollarımız yeniden; Çarşı içindeki (Old Bazaar) tarihi ve bir hayli ünlü ve sahipleri de çocukluk arkadaşımız olan “İmren Lokantasının” tam karşısında ve benim de yaz aylarında çalıştığım halı-deri-hediyelik eşya dükkânı “Bazaar 33” ün hemen yanındaki girişi çok dar, iç tarafı bir hayli geniş olan kendisinin ortakları Kaparo Kemal ve Arap Mehmet birlikte çalıştırdıkları balıkçı dükkânında kesişmiştir. Nasıl unutabilirim o balıkçı dükkânındaki muhteşem anılarımızı, o zaman dükkânın önünde balık sergilemek için yuvarlak kırmızı bir tezgâh bulunur ama nedense tezgâhta dönem itibari ile fazla da müşterisi olmayan ama bilenler tarafından da özellikle aranan Adabeyi (iskorpit) balıkları sergilenirdi. Ortakların bir şekilde içerde ve meşgul bulundukları bir sırada, sanki tezgâha kedi dadanmışçasına “pist pist, Mehmet abi koş kediler, balıkları kapıyor” diye erkete seslenişi ile balıklar yürütülerek hemen arkadaki mutfakta “kakavya” hazırlığı tamamlanır, fırında kara sırla kaplanmış toprak kap içinde (çükali) pişmesi sonrası mis gibi olan yemeğe, mezkûr ortakların davet edilmesi “yahu yine mi bizim balıkları yürüttünüz” fırçası ile birlikte yenilen öğlen yemekleri ve şimdilerde ise de yemekten ziyade her gün aynı mizansenin tekrarlanması ve üstüne kahkahaların atılması ile burnumda tütmekte… Evet, siz ne iyi insanlardınız, Ahmet Sinan, Kaporo Kemal ve Arap Mehmet büyüklerimiz, sizleri ve büyük hoşgörünüzü de büyük bir özlemle yâd ediyorum… Ahhh “Çarşının” dili olsa da Ahmet Sinan büyüğümüzün “Mavraki kefal” bağırışlarını dile getirse ya da tekrarlasa…

Bizim yaş kuşağımız hatırlar, yerel 12 Eylülcüler her şeyi katlettiği gibi, durup dururken “Atatürk heykelinin şeklini ve yerini” de değiştirerek, bir dönemin hayalini yok etti, gerçi durup dururken dediğime bakmayın gerekçesini %99,99 isabetle tahmin ediyorum da… Atatürk heykeli (aslında heykel de değil bir büst idi) şimdiki Ertan Otelin giriş kapısının tam önünde yaklaşık 20 mt uzağında, arkası Sakız Adasına bakar şekilde idi… Bu heykel ile ilgili büyük bir keyifle hatırladığım ve bizim kuşak ve daha büyüklerinin bildiği ve pek te sevimli karşıladığı, “Ahmet Sinan” büyüğümüzün mutat her akşam gelip “Atam kalkta gör memleketi ne hallere getirdiler” şikâyetname törenleridir. Bu konu ile ilgili detayları ve nedenleri ve de evinin hazin istimlaki konusundaki iddiaları bir başka yazımın konusu yapmayı planlamaktayım. Hayalimdeki Çeşme meydanında “Atatürk heykeli” aynı boyut ve şekliyle aynı yerde olmaya da devam edecektir. Elinde kovada getirdiği su ile Atatürk büstünü uzunca bir süre siler, temizler, aklar-paklar ve martılara ya da kargalara kızar, hatta küfreder… En sonunda da uzunca bir süre yalvarma ve yakarmalarına cevap alamayınca Atatürk’e de kızar, söylenerek oradan uzaklaşırdı. Peki, Ahmet Sinan büyüğümüz şimdi yaşasa idi neler söylerdi acaba? Aman da aman…

Elinde sepeti ile dolaşması, ne satın aldığını kendinden ve satandan başkasının, “alan var, alamayan var” gerekçesi ile asla bilmesini istemediği, şiir okumaları ile insanları kendisine hayran bırakması, geç evlenmesi gibi konular, Ahmet Sinan büyüğümüz anılmaya başladığında yaşıtları ya da kendisini yakından tanıyanların söz konusu ettiği yönleridir de aynı zamanda… Ruhu şad olsun…

Pazar, Nisan 29, 2018

İZZET


 “Gerçek bilgelik deliliktir. Kendini bilge kabul etmek ise gerçek deliliktir.” diyor büyük usta Aziz Nesin… İşte, yaşamımızın geldiği bu noktada, sorgulamamız gereken en önemli ayrıntı bu olmalı, delilik bir kişilik çökmesi midir? Yoksa aklın bulunduğu irtifadan büyük bir sıçrama yapması mıdır? Yoksa aklın etraftaki tahakküm edici ve baskıcı yaklaşımlara isyan ederek özgürleşmesi midir? Yoksa akıllılık ya da delilik insanın işgal ettiği hacimde “topyekûn” tariflenir bir şey midir? Yoksa akıl üstü az delilik midir ya da delilik üstü az akıl mıdır? Peki, bu nasıl bir tariftir, bu uğurda yüzlerce dahi, deli ithamları altında çökertilmiş ya da tam tersi nice deli, dahi diye âdemoğlunun önüne büyük payeler verilerek çıkarılmış, var olan akli muvazenemiz ve selametimiz yerinden depreştirilmiştir. Tarihin gördüğü en önemli dâhilerden ittifakla kabul edilen Albert Einstein’ın deli olarak itham edilmesi ile yine tarihin eli en kanlı diktatörü 10 numara deli Adolf Hitler’in de dahi diye sunulması bile tek başına durumumuzu sorgulamanın yegâne gerekçesini oluşturabilir. Peki, onun için “deli oluyorum” gibi başlayarak, ya ünlü bir sanatçıyı, ya ünlü bir futbolcuyu ya da güzel bir modeli kast ederek tebarüz ettirişimiz, azıcık da özlenen ya da güzel bir şeyi ifade etmez mi? Diğer taraftan, bizi kızdıran olaylar ile yüz yüze gelince “delirtme beni” denilmiyor mu? Vs vs… Görüleceği üzere delilik zannedildiği kadar da kötü bir durum olmasa gerek… Ya da Cem Karaca’nın “beni siz delirttiniz” adlı eserinde dediği üzere, deliliğin salt kendi çabaları ile oluşmadığı, dikkat çekilen konulara bakınca da, dışarıdan empoze edilen ve sonradan ya içselleştirilen ya da öyle imiş gibi davranılan bir hal olduğunun ispatı değil midir?

Neyse bu konuda sayfalar dolusu yazabileceğimi söylüyor içimdeki ses ama konuyu uzmanlarına bırakıp, biz başlıktaki konumuza dönelim. Ünlü yazar ve şair Samuel Beckett’in bir sözü ile bu faslı sonlandıralım; “Delilik çoğunlukla başka bir kılığa bürünmüş akıldan başka bir şey değildir.”

“Hadi oradan şapşal” diyerek kendisine takılanlara bir hayli ironik cevap verirdi, sözde kendisi deli olarak bilinirdi ama gel gör ki o da bu kabil takılan insanlara hiç te akıllı muamelesi yapmazdı. Tüm gençliğimiz boyunca hatta şimdilerde de kendisini yâd ederken “Deli İzzet” diye adlandırdığımız ama şimdiden o günlere baktığımda da aslında tam da öyle olmayabileceğini düşündüğüm, Çeşme’mizin önemli kişilerinden sayılan bu muhteremden hatırlayabildiğim kadarı ile bahsetmek ve kendisini bu anlamda da yâd etmek istiyorum.

Sürekli birlikte dolaştığı, aslında kendisinde de ne bulduğu da hiç anlaşılmadığı halde, kendisinin peşinden ayrılmayan “köpek” ile olan müthiş iletişiminin asla ve kat’a başka bir yaklaşım ile izah edilemeyeceğinin adeta ispatıdır onun hayvanseverliği. Ancak bugünlerde sosyal medya ortamlarında büyük bir sitayiş ile paylaşılan, kedi ya da köpeklerle aynı kaptan yemek yeme, su içme ya da birbirlerine sarılarak yatma gibi alışkanlıkların prototipidir, “Deli İzzet” ya da hayvan sever İzzet.

Parmaklarındaki, ya taşı düşmüş ya da sağı solu kırık ya da eğri büğrü ama bir hayli gösterişli yüzükleri ile adeta “Michael Jackson” tarzı dansın öncülü olan bu büyüğümüz, ağzından eksik olmayan gümüş sigara ağızlığı ile bazen 1 bazen de 2 camı da düşmüş güneş gözlüğü ve boynuna direk bağladığı kravatı ile hep aklımızda ve hatıralarımızda olacaktır. Bütün bu eksik halleri ile öne çıkıp, bazılarımızın anlam yükleyemediği ya da kolaycılıkla deli deyip geçtiği hallerin, kendisinde yarattığı mutluluğu ve rahatı, bugünlere kendimizi mutlu hissetmenin ön koşulu gibi görerek taşıdığımız “aman deliye her gün bayram” sözü ile kâindir sanki… Hayatında asla tembelliğin yer almadığı muhterem sürekli bir işler yapıyordu, boş durma boşa çalış sanki onun saklı bir ilkesi imiş gibi… Kahvehane temizliği, çimento indirme yükleme, tüp indirme yükleme ve taşıma, vs gibi her verilen iş için elinden gelen ne ise yapardı, tüm bu işlerde en önemli ekürisi de Köste’li Nezir idi… “Gübreye gübreye” diye kendisine seslenenlere, “Hadi oradan şapşal” diyerek, bir yandan ters tekme atarak, çalışılacak işte seçicilik yapardı, nedense sadece bu tür bir iş kendisine söylendiğinde bu kabil tepki verirdi…

Kendisine en fazla takıldığımız konu ise, maç anlatması ile 23 Nisan şiiri okuması olurdu. Çarşı içinden geçen muhterem, hemen uzatılan sandalyeye çıkar, başlardı ateşli ateşli maç anlatmaya, futbolcuların hepsi yüzde 100 yerli idi şüphesiz. Futbolcuların neredeyse tamamı, Balıkçı Seydiahmet, Köse İbrahim, Kaporo Kemal, Arap Mehmet gibi şimdilerde tıpkı kendisi gibi artık yaşamayan büyüklerimiz olup kadrolar genellikle balıkçılardan oluşurdu… Genellikle de o anda dükkânının önünde hangi esnafı görürse top ondadır, o topu alır, çalım atar, topu sürer, sürer, sürer ve sahayı bitirir idi, tabii ki ara sıra da gol ile sonuçlanan ataklar da anlatırdı. Şiir okuması da benim bildiğim sadece 23 Nisan üzerine idi, sandalyenin üzerinde duruşu ise tıpkı tecrübeli bir politikacı edası ile olur ve mutlaka “23 Nisan, 23 Nisan neşe doluyor insan”, tekerlemesi ile başlar, arada yer ve zaman ve de ruh hali ile ilgili olarak farklı mısralara yer verir ama sonu mutlaka    “kuzular me me dedi” ile nihayetlenir idi.

Her düğünün, davetsizi olmasına rağmen en müstesna katılımcısı olurdu, mutlaka dans edecek bir alan yaratır, ama mutluluk patlaması içinde olduğundan asla şüphe edilmezdi… Ulusal bayramlarda çalınan davulların en önde gelen oyuncusu idi aynı zamanda…

Çeşmeli önemli gördüğüm kişileri yazmaya devam edeceğim, bu fasıl deli lakabı ile müsemma  “İzzet”e ayrılmıştır. Bu vesile ile kendisini mekânının cennet olması dileği ile özlemle anıyorum… Önemli bir şahsiyet mi idi, evet hem de hiç şüpheniz olmasın ki, tıpkı ortalıklarda akıllıyım diye gerdan kıran bir dolu insan kadar… Tercihimiz, ortalıkta hem de rol alarak dolaşıp kendinden başkasına hiçbir hayrı dokunmayan akıllılar yerine herkese hayvanseverliği, çalışkanlığı ve mutlu yaşamı ile bir nebze de olsa yol ve iz göstermiş bu kabil delileri yazmaktır…

Cumartesi, Nisan 21, 2018

ÇEŞME KALESİ


Evliya Çelebi meşhur “Seyahatname”sinde şöyle anlatıyor Çeşme Kalesini; Çeşme kalesi denizin dudağında bir alçak kaya üzerine yapılmıştır. Batı tarafı deniz, doğu tarafı bayırlı bir sahra ve dağlardır. Dağların üstleri tamamen bağdır. Kalenin içindeki bütün evler, batı tarafında, Sakız Adasına ve denize bakan yerlere yapılmıştır. Elli kadar olan bu evlerin damları toprak örtülüdür. Kalenin dizdarı ve 185 kale muhafızı erler bu evlerde otururlardı. Dört köşeli kalesi safi taştan yapılmış çok güzel hoş âbâdır. Kale doğudan batıya doğru uzunca yapılmıştır. Uzunluğu yokuş aşağı hendek kenarınca 200, eni 150 adımdır.

Kalenin çepeçevre yüzölçümü 700 adımdır. Üç tarafı derin ve büyük hendektir. Lâkin batı tarafını teşkil eden kayaları deniz dövdüğü için burada hendek yoktur. Kalenin kıbleye bakan çok sağlam demir kapısı varoşa açılır. Kapı önünde hendeğin üstünde zemberekli bir asma köprüsü vardır. Bu kapıdan sonra içeride bir kat demir kapı daha vardır. İç Kaleye iki kapıdan girilmiş olur. İkinci kapı kuzeye açılır. Bu kapının üzerinde Sultan Beyazıt Velinin fevkâni camii vardır. Venedik gemileri buraya gelmiş, kaleyi boş bulmuş ve işgal etmişlerdi. Kalenin demir kapılarını camiinin altın âlemlerini almışlar ve kaleyi yer yer yıkarak savuşup gitmişlerdi. Sonra padişahın fermanı ile Ak Mehmet Paşa Sakız Adası muhafızı iken bu çeşme kalesini tamir etmiş bir ak inci haline getirmiştir. Bu sırada camiyi esaslı bir şekilde tamir ettirmiş, altın âlemlerle süslemiştir. Kale kapılarını da 50 şer kantar ağırlığında yeniden demirden yaptırmıştır. Hendekleri 20 şer arşın derinleştirmek sureti ile temizlettirmiştir. Kalenin deniz tarafına bakan yerine iki büyük tabya yaparak her birine balyemez topu yerleştirmiştir. Mahzenlerini de binlerce kantar siyah barutla doldurmuştur.”
Çeşme’nin önemli tarihi miraslarından biri mezkûr Kale olup, okuduğum kaynaklardan öğrenebildiğim kadarı ile yapımı, tadili ve ihyası ile ilgili çeşitli bilgiler bulunmaktadır. Bu bilgilerden, 14. Yüzyılda Cenevizliler tarafından yapıldığı, Osmanlı Padişahı II. Beyazıt tarafından 1508 yılında önemli ekler yaptırılarak bugünkü haline getirildiği, 18. Yüzyılda ciddi bir şekilde restore edildiği şeklinde kale tarihine yönelik olanların, sanki daha makul olduğu söylenebilir. Ve maalesef her tarihi eserin başına gelen burada da tekerrür etmektedir, süreç içerisinde, gerek yapılan ekler, gerekse de restorasyonlarda, antik yerleşimlerin taşlarının kullanılmış olduğu rivayet edilmektedir, diğer yerler ve uygulamalara da bakınca bu durum akla fazla da aykırı gelmemektedir.

1965 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Kale içerisinde, sergilenen eserlerin çok büyük çoğunluğu İstanbul Topkapı Sarayından getirilen, kılıçlar, kalkanlar, miğferler, zırhlar, kolçaklar ve dizceklerden oluşan bir müze haline getirilmiş iken, bugün ruhuna daha uygun düştüğü düşünülen 12 İyon Kentinden biri olan civardaki Erythrai (Ildırı) antik kentinden getirilen buluntularla arkeoloji müzesine dönüşmüştür. İlaveten düzenlenen Osmanlı-Rus Savaşı bölümünde ise haritalar, savaşı anlatan kitaplar, afişler, bayraklar, madalyalar, sikkelerden ağırlıklı oluşan bir koleksiyon bulunmaktadır.

Bilindiği üzere, korunaksız bulunan sahillerde yerleşim yerlerinin kurulması, ani korsan saldırı ve baskınlarına hedef olmamak adına tercih edilmeyen bir durumdur ama geçmişte kaldı tüm bunlar şimdi leb-i derya tercihimiz olmuştur. Bu nedenle en eski Çeşme yerleşim yeri, “Çeşme Köy” Limandan yaklaşık 3 km ötededir. Çeşme limanının, donanmanın iaşe temini ve güvenli beklemesi adına çok uygun olması nedeni ile bir Kale ile tahkim edilmesi ilk planlayıcıları tarafından gerçekleştirilmiştir. Çeşme Limanı Kale ile birlikte Kale sahiplerinin kim olduğuna bağlı olarak aynı tarafa güvenli bir askeri liman hizmeti vermektedir artık. Yakınlarında yerleşim ve konaklama mekânları da gelişmektedir… Buraya kadar yazılanları hemen herkes Kale ile ilgili tanıtımlarda bulabilmektedir.

 “Çeşme Müzik Yarışmalarının” meşhur olduğu dönemlerde, yarışmalara ev sahipliği yapmıştır mezkûr Kale… Hatta tarihi eserlerin bu hoyratça kullanımı o kadar ileri gitmiş idi ki, Çeşme Kalesi bir dönem restoran olarak bile kullanılmıştır. Eeee tabii ki, dönemde, tarihine, geçmişine ve değerlerine çok önem verdiğini söyleyenlerin dönemi idi ya, para kokusu var ise bir yerde bu değerlerin hiçbir önemi yoktur uygulamasını gözümüzün içine soka soka gerçekleştirdiler. Söz konusu ticaret ise her yol mubahtır…

Şu andaki giriş kapısının açıldığı avlu, çocukluğumuzda zaman zaman futbol oynamak için kullandığımız bir alan idi, ne güzel idi, saha sınırları duvarlardan oluşmuş doğal bir yapı, duvarların yüksekliğinden topun kaçması mümkün değildi, zemin özellikle baharda çim idi, en önemlisi de, hafiye gibi dolaşıp futbol oynayan çocukları görüp hafta başında okulda sorgusuz sualsiz, “eşek sudan gelene kadar döven” Çeşme Ortaokulu Müdür Yardımcısı Ahmet Uğur’a yakalanmadan top oynamak idi.

Dönemin Kale görevlisi Hacı İbrahim abimiz (İbrahim Özbay), mesai saatleri içinde sürekli olarak, şu anda sergi salonu olarak kullanılan Ceneviz Kulesinin alt kısmındaki kapının önünde, sandalyede oturur idi… Bizde yeni yetmeler olarak giderdik abimizin yanına, onun iyi niyetinden ve hoşgörüsünden faydalanarak, gelen yabancı turistlere Kale içinde gezmelerine, bildiğimiz ve hatta her gün geliştirdiğimiz İngilizcemiz ile rehberlik eder, turistlerden veren olursa ki, hemen hemen hepsi verirdi aldığımız bahşişler ile de, bahşişin miktarına bağlı olmak kaydıyla rakı ya da şarap ve Birinci ya da Bafra sigarası satın alırdık. Bunu da matah bir şey zannederdik. O tarihte, alkolü ben yasakladım, sigara içmeyin diyen büyüklerimiz yoktu ne de olsa…

Pazar, Nisan 15, 2018

MOBİL PAVYON


Sırrı Süreyya Önder’in “Beynelmilel” filminde ilk kez görmüştüm “mobil pavyon” uygulamasını, bir kamyon, kasası kapalı, hareket halinde iken kişiye özel pavyon haline getirilmiş, çengili çalgılı bir düzenek idi, maksat insanların cebinden parasını almak ya, yasak masak dinlemez bu duygu, bu dürtü ve sürekli değişkenlik ve girişimciliğin sınır tanımaz hali içinde yeni usul ve esaslarla devam eder… Gündemi Çiftlikbank, Sütbank işgal etmiş ya, bakın neler geldi aklıma, hay Allah…

Osmanlının fazlaca sıkıştığı dönem; devr-i iktidar Abdülhamit Han olup, dönemin Nafia Nazırı sayılan Hasan Fehmi Paşa Sadrazam delaleti ile Sultan katına,  demiryolu inşası için yabancı şirketlere imtiyaz vermenin bir sakıncasının olmadığını, bilakis kendilerince alınacak sıkı tedbirler ile imtiyaz vermenin memalik-i Osmaniye’ye muhteşem katkıları olacağını bildiren çok detaylı bir arzuhal havale eder. Nihayetinde binlerce Alman ve Türk’ün çalışacağı “İstanbul-Bağdat-Hicaz Demiryolu’nun” inşaatı için, Sultan II. Abdülhamid Han ile Almanya Kralı Kaizer Willheim II arasında 1888 yılında bir anlaşma imzalanır ve bu anlaşma demiryolu işletme imtiyazı başta olmak üzere, demiryolunun geçeceği, memalik-i Osmaniye’ye ait olan toprakların mülkiyetinin bedelsiz devredilmesini, binaların yapılmasına izin verilmesini, araziye kira ödenmeyecek olmasını, kum, çakıl ve taş ocaklarının bedelsiz işletilmesini, inşaatlar için gerekli kerestelerin ormanlardan bedelsiz kesilerek teminini, demiryolunun her bir yanındaki yirmi kilometre genişliği olan şeritlerdeki madenlerin izinsiz, ruhsatsız ve bedelsiz işletilmesinin devrini kapsıyordu. Neyse bu konuya fazlaca girip asıl konudan sapmadan, devam edelim, asıl konumuz ise demiryolun en çetin güzergâhı olan “Toros Dağlarının” Pozantı tarafından başlayıp Adana’ya doğru aşılması sürecindeki sosyal ve kültürel faaliyetleri kapsamaktadır. Bilindiği üzere, mezkûr güzergâhın en sorunlu geçidi burası olup, yaklaşık 20 yıl süren, Ulukışla Gümüş İstasyonu ile Adana’daki Durak İstasyonu arasında toplam 37 tünel inşaatı yapılmıştır.

Mezkûr güzergâhın merkezi sayılacak noktada yer alan Belemedik civarında çalışanlar için yerleşkeler planlanır ve tünellerin bir asır önceki teknoloji ile inşa edilebilmesi için ihtiyaç duyulan çalışan sayısının da 100.000 civarında olması beklenmektedir. 20 yıl ve 100.000 işçi, hemen bazı uyanıkların hem de gizliden ama devlet desteği ile işçilere ödenecek paraların geriye alınması konusunda bazı hinlikler düşünmesine yol açar, nihayetinde bugün hala yörede yaşayanların “Kerhane yıkığı” dedikleri yerde, sarışın 40 Alman sermayenin çalıştırılacağı bir organizasyon gerçekleşir, artık Cuma günleri işçilere ödenen paralar ertesi gün mezkûr mevkide ve malum yöntemlerle geri alınmaktadır…

Keban Barajı için toplu arazi kamulaştırmaları yapılmıştır, artık yörede yaşayan köylülerin ya da arazi sahiplerinin cebi toplu para görmüştür ya, hemen her dönem ve her yerde olduğu üzere uyanıklar devreye girmiştir… Civarda ismi lazım değil kentlerde, gece kulübü faslından batakhanelerden bir kısmı ıslah ve ihya edilerek, vatandaş nezdinde cazibeleri arttırılmış, süslü ve de püslü hatunlar devreye girmiş, kısa sürede maksat hâsıl olmuş ceplerde atıl olan paralar ekonomiye dinamik katkı yapar hale getirilmiştir. Yeter ki bir yerlerde atıl kalmış para olsun behemehâl uyanıklar tarafından ekonomiye itina ile kazandırılır kuralı burada da işler… Peki, bu sadece Keban Barajı arazi kamulaştırmaları ile sınırlı mıdır, bu tür ani para hareket ve temerküzünün bulunduğu her yer hedeftir, dünde, bugün de ve her daim… Yani canım yurdumun eğlence sektörünün alt seviyeden hizmet “aracı kurumu” pavyonlar artık mobildir, ihtiyaç nerde ise orda olunacaktır, netekim…

Ankara’nın Eskişehir girişinde solda BOTAŞ tesisleri arkası “Yapracık Köyü” arazileri de bir şekilde konut sektörünün köpürtmesi ile rant yaratıcı ya da arayıcılarının hedefi olmuştur bir vade önce… Köyün yerlilerinden yaşlı amcanın, anlatımları sonucu görülüyor ki daha arsa rantçıları köye hücum etmeden, kokuyu alan mobil pavyoncular devreye girer, köpürtülmüş müstakbel gelire güvenerek, büyük paralar sahibi olacakları hayali ile yanıp tutuşan canım Yurdum insanı, gelecek paranın bir kısmını şimdiden hem de hayatın bu tatlı bölümünde harcasalar, bu eğlence dünyasında ne olur sanki… Evet, loş ışıklar altında, müzik, içki ve süslü hatunlar ve sonuçta uçup giden paralar ve yarattığı hayaller… Sonuçta arazilerin büyük kısmı pavyoncuların elindedir artık…

Nasıl da etkili olmuştur, efsanelerin biattan başı dönmüşlerin beyinlerine nakşettikleri, “bir koy üç al” safsatası… Çok şükür şimdi artık bu tür pavyon, genelev kurarak vatandaşımızı kandırmak kolay değil… Günümüzü işgal eden Bankerler, çiftlikbanklar, Yimpaşlar da bir gün öğrenilir ve gündemden düşerler... İnşallah…

Cuma, Nisan 06, 2018

ÇEŞME ANASONU


Anayurdunun Mısır olduğu bilinen, 1300’lü yıllardan itibaren de Anadolu’da ziraatı yapılan yıllık bir bitki olup yeşilimsi, tatlı ve aroması yüksek olan tohumlarının, hamur işlerinde, simit ve çöreklerde, rakı üretiminde yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir. Yurt dışında özellikle de Avrupa’da bazı alkollü içeceklerde kullanılmasının yanında direk likör imalatında da kullanıldığına rastlanılmaktadır. Hazmı kolaylaştırması, iştahsızlığı önlemesi, antiseptik, spazm çözücü, göğüs yumuşatıcı, anne sütünün salgılanmasının arttırılması, sindirim düzensizlikleri, şişkinlik, kabızlık, solunum yolu enfeksiyonları ve bağlı öksürükler, mide ve bağırsak gazlarının oluşmasının önlenmesi, gaz söktürücü, idrara arttırıcı, kusmayı ve ishali durdurması gibi özellikleri ile de farmakoloji biliminin ilgi alanına girmiştir. Hatta çocukluğumuzda, her çocukta sıkça rastlanılan diş çürümesi ve ağrılarına karşı anason tanelerinin ezilerek çürük dişin üstüne konması istenirdi aile büyüklerimiz tarafından…

Anason dikimi, bakımı, hasadı sırası ile, işlenen toprakta ailemin yaptığı şekli, ilkel serpme yöntemi ile tohum serpilir, sonradan tırmık ve sürgü yöntemi ile tohumları gömmek, 3-5 hafta sonra tohumların bitkiye dönüşüp toprak üstüne çıkması ile birlikte kâh çapa, kâh ot testeresi ile ot temizliği ve köklere toprak desteği yapmak, hasat ise köklerin tamamen sökülmesi, kuruması için, desteler halinde yığılması, kuruyunca da temiz bir alanda tokmak ya da sopalarla kurumuş anason tohumlarının köklerden ayrılması için dövülmesi, savrularak ve kalburlayarak araya giren sap parçaları tohumlardan ayrılır, bilahare de depolanmak üzere keten çuvallar içerisinde nem oranlarının normal kabul edildiği depolarda satışa kadar bekletilmek üzere depolanırlardı. Genellikle 30-50 cm yüksekliğinde, çiçekleri beyaz açan şemsiye biçiminde, ta kökünden başlayarak çok dallı ve şemsiyeyi andıran görüntüsü ile anason çiftçinin sezon itibari ile erken paraya kavuştuğu bir bitkidir. Yolunması (toplanması) demetler şeklinde olur, kurumaya bırakılır, kuruyan demetlerin altında güneşten korunmak isteyen, örümcekten akrebe çok çeşitli börtü böcek olurdu. Çocukluğumuzda akrep sokmalarına sıkça rastlanırdı. Tarımı susuz yapıldığı için su fakiri olan Çeşme’nin önemli tarım ürünlerindendir. Aslında Osmanlı döneminde de çok etkilidir anason üretimi ancak 1. Dünya savaşı öncesi anason yağının etken maddesi anetol ithalatı serbest bırakılırsa da sonra Cumhuriyet döneminde bazı kaynaklarda 1924, bazı kaynaklarda 1927 de, ithalat yasaklanır ve Tekel İdaresi bünyesinde çiftçi destek ve ürün alımı bölümleri kurularak “millileştirilir”.

Bugün ülkemizde ve dünyada birçok yerde anason ziraatı yapılmaktadır, sahip olduğumuz bilgiler üzerinden konuşacak olursak, Çeşme ve de özellikle Çiftlik anasonunun kalitesini geçen hatta bulan yoktur. Çeşme’nin özellikle de Çiftlik’in, dünyada bir eşinin sadece ABD de Kaliforniya yakınlarındaki bir bölgede olduğu söylenen, mikroklimatik ortamının Rakının önemli katkılarından anason için çok uygun bir ortam oluşturduğu bilinmektedir. Zaten biraz literatür karıştırıldığı, özellikle “Büyük Larousse” ilgili maddesine bakıldığı zaman da Çeşme Anasonunun kıymetli bir ürün olduğu ortaya çıkmaktadır. Çeşme’nin yerlilerinden büyüğümüz Coşkun Vural tarafından Meydan Laousse ansiklopedisi kaynak gösterilerek, rakı yapımında Çeşme anasonunun kalitesini ve diğerlerinden farkını şöyle açıklanmış, “100 lt alkole 4 – 4,5 kg Çeşme anasonu, 9 – 10 kg Denizli anasonu, 10 - 12 kg Tefenni anasonu katılması gerekiyor”. Şu ana kadar elimizdeki en değerli bilgi budur, Çeşme ve Çiftlik anasonun kalitesini belirtmek adına.

“Çeşme Yerel Gündem 21 yayınları ANASON” başlıklı çalışmayı tekrar gözden geçiriyorum, anason başlıklı yazıma katkı sunacak bölümler bulmak için… İlgili çalışmadan enteresan bir bölüm; “1881 yılında Çeşme’ye gelen iki ecnebi hanım muhtemelen veba dolayısı ile karantinada kalmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu hanımlar Çeşme Kazasına ziyarete geliyorlar ve “şu Müslümanlık ne tuhaf bir din” diyorlar. Bunu söylemelerinin nedeni ise: Müslümanlıkta şarap içmek haram olduğu halde, kumandan ve askerlere, padişahın emri ile her gün kumanya olarak iki bardak rakı verilmekte olması idi. Bu durum anasonun o yıllarda bile sosyal bünyemizde mevcut olduğunu gösteriyor”. Bu vaka doğru mudur, yanlış mıdır, bilemem ama mezkûr çalışmada böyle deniliyor ve bende çok değişik bir vaka olduğu için aynen aktarıyorum.

Çeşme eskiden 12 ay boyunca değişik kokuların egemen olduğu bir kasaba idi, nisan, mayıs portakal ve limon çiçeği, haziran temmuz anason, temmuz ağustos kavun gibi ama sürekli iyot dolusu bir deniz kokusu… Şimdilerde özellikle de rüzgârsız havalarda kışın kömür ama sürekli ağır bir kanalizasyon kokusu hâkim… Bunda yanlış imar politikalarının etkisi olduğu kadar yanlış iş yapmalar ve yanlış yönetimler çok etkili olmuştur. Şimdilerde ise uğraşın durun gayri, yanlışı düzeltmek, doğru bir iş gerçekleştirmekten daha zordur, kolayca bilineceği üzere…

Evet, Çeşme’nin eski kokularına dönüşmesi artık bir hayal gibi ama ne yapalım biz o günleri özlüyoruz ve hep özleyeceğiz.

Pazar, Nisan 01, 2018

FAY KIRBY - KANADALI KADIN


Türkiye’nin “muasır medeniyeti” anlama, kavrama ve hedef tutma şiarı çerçevesinde “Eğitim davasının” ehil eller ve dimağlar vasıtasıyla uzun araştırmalar ve deneyimler neticesinde ortaya çıkan kollektif eğitimde atılım hatta sıçrama tahtası “Köy Enstitülerini” tarihsel ve sosyolojik açıdan inceleyen ve bunu akademik kariyeri için “tez konusu” yapan ve her nasılsa yolu da bizim köye düşen, Kanadalı Kadın olarak bilinen Fay Kirby’nin yaşam öyküsünden bir küçük kesiti, kendi hatırladıklarım ya da hatırlayabildiklerim ile Çiftlik Köy’e katkılarından ötürü teşekkür babında ve gecikmiş olarak bu yazı ile aktarmak istedim, şüphesiz ki çok eksik kalmış tarafı vardır…

Orijinal adı “The Village Institute Movement of Turkey: An Educational Mobilization for Social Change” olan doktora tezinin, bir takım sadeleştirmelerle “Türkiye’de Köy Enstitüleri” adı ile kitaplaştırmış ve mezkûr kitabın önsözünde “Köy Enstitüleri, bu toplumsal geçişin niteliğini en iyi kavramış olan Kemalizm prensiplerine dayanılarak bir yandan batı uygarlığını anlama, diğer yandan da bu uygarlığa geçişin yollarını, Türk toplumunun kendi ihtiyaçlarına göre bulma fikrinin bir zaferi olmuştur. Bundan ötürüdür ki, Türkiye’nin eğitim tarihinde girişilmiş deneylerin hiçbiri, Enstitülerin büyük güçlüklerin arasında ve kısa zamanda gösterdikleri başarıları gösterememiştir.” diyerek canım yurdumun gereksinim gerçekliğinin bir kez daha altını çizmiştir.

Kanadalı Kadın olarak bilinen Fay Kirby; kendisi ile ilgili ansiklopedik bilgilere göre; 1926'da Amerika'da doğmuş, yükseköğrenimini Cornell ve Columbia Üniversitelerinde tamamlamış, 1947 de Türkiye’ye gelmiş, yaklaşık 3 yıl öğretmenlik yapmış ve bu dönemde de tanıştığı Köy Enstitüleri hakkında, tez konusunu oluşturan bu mektepleri incelemiş ve bu çerçevede Türkiye’nin neredeyse tüm illerini dolaşmıştır. Bu yıllarda, canım Yurdumun yetiştirdiği çok önemli sosyologlardan biri olduğu tartışmasız, Prof. Dr. Niyazi Berkes ile tanışmış ve evlenmiştir ancak sonraları Niyazi Berkes’in Kanada’ya yerleşmesinden sonra eşlerin yolları ayrılmıştır. 1962 yılından sonra da Türkiye’ye kesin olarak yerleşmiş, 1960’lı yılların ortalarında yolu, Çeşme Çiftlik Köy’e düşmüş ve burada bir tavuk çiftliği kurarak yeni bir hayata başlamıştır. Tavukçuluk işletmesinin yönetilmesinde, Çiftlik köyün dinamik ve girişken “Gâvur Ali” lakaplı Ali Türken ile birlikte çalışmıştır. Gâvur Ali de, bu girişimcilik ve dinamizmi ile bir sonraki yazımın konusunu oluşturacak diye planlamaktayım. Fay Kirby, daha sonraları tekrar Ankara’ya döner ve yaşamını İngilizce öğretmenliği yaparak sürdürür, 1990 yılında da Ankara’da yaşamını yitirir.

Ben kendisini, en belirgin özelliği kurşuni saçları, kalın camlı gözlükleri ve yine yanlış hatırlamıyorsam gördüğüm araba süren ilk kadın olarak Volkswagen minibüsünü kullanışı ile dün gibi hatırlıyorum. Kanadalı Kadın, bugünden baktığımda, sanki yalnızdı ya da kendisini yalnız hissediyordu ya da fazlaca temkinli idi, şüphesiz kolay değil ülkesinden uzakta olması insanın ama görebildiğim bu ruh halini, yaşama cesareti ve paylaşımcı ruhu ve de etrafına faydalı olabilme isteği ile fazlası ile kapatıyordu. O tarihlerde çok fazla bilemediğim ama sonradan okumalar ile edindiğim bilgilere göre kendisi, tüm dünyada olduğu üzere Canım Yurduma da Marshall planı çerçevesinde gönderilen, özel eğitimli, toplumsal hareketleri ve gelişmeleri izlemek ve sosyolojik ve tarihsel araştırmalarda bulunmak gibi görevleri olanlardan birisi imiş. Gerçi, “Köy Enstitülerinin deneysel başarısını” tezinde detayları ile anlatan Fay Kirby, hem kendisini donatıp ve formatlayıp ulvi görev ile gönderen uluslararası kurum ya da kuruluşları, hem de onların canım yurdumdaki dâhili bedhahlarını büyük hayal kırıklığına uğratır ve tam da bu yüzden de siyaseten ve sosyal olarak aforoz edilmiştir gayri… Tüm yalnız görüntüsü ve kırgınlığına rağmen, hayata bağlılığı ve enerjisi müthişti diye hatırlarım. Yazılanlara bakılırsa kanser olmuştu ve kendisine anlatılan 6 aylık ömür bakiyesine aldırmadan daha uzun yaşayıp “tıp literatüründe” yer alma isteğinin olduğunu bir yerlerde okumuştum…

Ancak kendisine yüklenen misyonun gereğini yerine getirmeyince, olanlar olur, artık harici ve dâhili bedhahlar, devreye iyi saatte olsunları sokar, bazen CIA, bazen de KGB ajanlığı ithamları ile sürekli bir rahatsız etme, sorgulama ve araştırma fasılları açılır, tıpkı benzerlerine olanlar gibi… Pek tabii ki, itaat edip görev yapsa rahat edecek ama bu kelamın daha icat edilmediği günlerdir ve kerametinden kendisi de hiç faydalanamamıştır. Yazdığı kitabı KGB sufleleri ile yazdığı, olmadı Niyazi Berkes’in yazdığı gibi uyduruk tevatürlere inanılmaması gerektiği sonraki çalışma ve ilişkilerden de anlaşılmış görünmektedir, hatta daha da abuk olarak kitap CIA tarafından yazılmıştır gibi iddialar da duymuştum… At çamuru kalsın izi, nasıl olsa bu fani dünyada kimin söylediğine bağlı her türlü yalanı en doğru gibi yutturma kabiliyeti ve becerisine sahip muktedirler de var… Oysaki çok sevdiğim ve sık kullandığım, Anadolu’da “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olmalı” diye bir söz vardır ama nerdeeee…

Çiftlik Köy’de; tavukçuluk yaptığı ilk dönemlerde, şimdi deniz kenarında yer alan, dönemine göre bir hayli güzel ilkokul binasında akşamları, isteyen köylülere model motorlar, traktörler, uçaklar ve ilgili araçlar üstünden, kullanım, bakım, tamir gibi temel makine ve işletme bilgileri ile zirai bilgilerde verdiği kursları hatırlıyor olmama rağmen, yaşımdan ötürü herhangi birisinde dinleyici olarak bulunmamış olmanın üzüntüsünü yaşıyor gibiyim hafiften… Daha önceki bir yazımda bahsettiğim “Arka Deniz-Altınkum” tarafında kurduğu tavuk çiftliğinin, iyi saatte olsunları, gerek o dönemde gerekse de şimdi dinlediğim hikâyelerde fazlaca meşgul ettiği de açıktır.

Tezinde, Köy Enstitülerini toplumsal gelişim ve değişimin önemli bir aracı olarak gören ve kabul eden ve konunun evrensel boyutlarını bilimsel yöntemlerle inceleyip, değerlendiren ve yolu köyümüze de düşen bu değerli akademisyeni hatırlamak, hatırlatmak ve hayırlarla yâd etmek istedim.