Cumartesi, Kasım 28, 2020

TÜRKMENİSTAN'A BENZEMEK- 11 SİGARA YASAKLARI

 

Çalıştığım şirketin Türkmenistan Şubesinin tescili için gerekli müracaatları yaptık ve inşaat faaliyetleri için imkân ve ihtimaller üzerine kolları sıvadık, yoğun bir koşuşturmaca… Bu arada kayıtın tescili için bir kez daha kontrole geliyor, yerel yetkililer… Pasaportumu alıp incelemekle başladı, görevini yapmaya… Muhterem bir bana bir pasaporta bakıyor, tam bir emme-basma tulumba misali, yüzüme bakarken de hafiften gözlerini kısarak adeta bir sorun olduğunu tebarüz ettirircesine… Kısa süre sonra anladık neden böyle davranıyor olduğunu, pasaporttaki fotoğrafım sakallı idi ve ben sakalları burada topsakal bırakmanın yasak olduğunu duyduğum için tedbiren kesmiştim, dert buydu… Ülkelerinde sakal bırakmanın yasak olduğu ya da hoş karşılanmadığı gibi bir şeylerin söylendiği için bende kestim gibisinden diyerek konuyu kapatmak istediysem de başaramadım, yaklaşık 1 saatlik tirat sonunda, kılık kıyafet konusunun konuşulmasının söz konusu olamayacağı kadar özgür ve demokratik bir ülkede yaşıyormuşuz meğerse, inandım, gerçi 2 saat devam etseydi tam inanacaktım, ya… Evet, özgür ve demokratik bir ülkede ilk abuklukla karşılaşmış idim.

Bir sabah ofise geldiğim anda çalışan arkadaşın misafirler için bulunan küllükleri topladığını görünce, önce temizlik için olabileceğini zannettim ama yine de merak ettim ve sordum, nedenini… Sigarayı bırakmış idim ve çok büyük bir keyif alıyordum sebzelerden ve meyvelerden, artık inanılmaz bir durum idi. Demek ki sigaradaki başta nikotin ve katran olmak üzere ağızda tabaka oluşturan her türlü madde dilin tat alma yeteneğini yok ediyordu anlaşılan. Ancak anladım ki yeni bir “Başkanlık Kararnamesi” yayınlanmış ve artık kapalı alanlarda sigara içilmesi yasaklanmıştır. Esasen sigarayı bırakmış biri olarak böylesi bir karara çok sevinmiştim, oysa o güne kadar sokakta ya da açık alanlarda sigara içilmesi yasak olup iç mekanlarda serbest idi, şimdi ise tam tersi… Bu kararla, sokakta serbest ama kapalı mekânda yasak oldu. Gerçi şimdilerde duyduğum kadarı ile sigara içilmesi külliyen yasaklanmış hatta sigara ithalatı da durdurulmuş, ne kadar doğru bilmiyorum. Sokakta yasak, sonra kapalı alanda yasak, sonra içilmesi yasak, sonra satılması yasak, sonra ithalatı yasak… İşte böyle bir aşk hikayesi, sokakta yasak iken toplumun önemli bölümü, evet sokakta içilmemeli, kapalı alanda yasaklanırken toplumun önemli bir bölümü, evet doğru karar, içilmesi yasaklanırken de toplumun önemli bir bölümü, evet kardeşim sigara sağlığa zararlı içilmemeli, satılması ve ithalatı yasaklanırken de toplumun önemli bir bölümü, evet kardeşim madem ki yasak ne diye satılacak, satılmamalı gibi abuk subuk gerekçeler ile hatta bir adım önce kabul ettiği aptal tez üstüne daha da aptal tezlerle savunmaya geçerler. Sonra da yasaklayana kızarlar, kimse de, Firavun’un sözünü hatırlamaz… Hani; “Firavun’a sormuşlar, nasıl firavun oldun diye de, o da cevaben, kimse itiraz etmedi, demiş ya…” tüm hikaye bu… Gerçi bizim topraklarda da harika bir darb-ı mesel vardır bu konuda; “sarı öküzü kaptırmamak” başlıklı…

Kimse sormaz kendisine, yahu bu Türkmenbaşı bizim sağlığımızı düşünüyor gibi yaparak sigarayı yasaklar da, neden sağlıksız gıdaların satışı ve kullanımı konusunda kılı kıpırdamaz, tarım ilaçlarının kontrolü konusunda kılı kıpırdamaz, Çin yapımı sırf ucuz olduğu için ithalatı sınırsız artış gösteren zehirli boyalarla üretilmiş çocuk oyuncakları, mutfak gereçleri konusuna hiç değinmez. Mesela egzost gazlarının sokakta yürürken bile insanı nasıl rahatsız ettiğini hemen herkes bilir de, her şeye para bulan Türkmenbaşı’nın “petrol arıtma derinliğini %86’dan %92’ye çıkaracak” yatırımı yapmaya pek yanaşmadığını bilmez nedense… Diğer taraftan da daha anlamlı duran bölüm ise, müptelaların sigara içme işini bu tür önlemlerle sonlandıracaklarına dair hiçbir sonuç alınmamış olması bir kenara emare bile bulunamamasıdır. Akla hemen yeni bir sektör yaratma niyet ve çabaları geliyor. Ülkenin; yegâne iş alanı inşaat sektörüne bağlı ekonomik faaliyetinin ve mezkûr faaliyetten nemalanmanın, ki o da sadece Türkiye’den giden firmalara dayalıdır, hemen yanına kâr marjı ve paylaşılma marjının bir hayli yüksek olduğu söylenen kaçakçılık mı eklenecektir. Göreceğiz eğer görebilirsek… Şimdi kalksak, tercih ve hürriyet desek, bir sürü muarızımız çıkar inanıyorum, çünkü zordur “Allahın tanıdığı yalan söyleme hürriyetinin gaspıdır” diye düşünenlere bunu belletmek. Örnek verirsiniz, ya kardeşim İran’da ve Suudi Arabistan’da içki yasak ve ihlali neticesinde ağır cezalar var, çare olmuyor. Ne kaçakçılık bitiyor ne kaçak imalat bitiyor. Tabii ki adamda azıcık tefekkür edecek organ çalışmayınca ve de asıl önemlisi niyet ve takat olmayınca söylenecek kelamın da pek bir manası olmuyor, vesselam. Çünkü Türkmenbaşı, kendisine biat edenlere böyle söylemiş ve kimse bunun dışına çıkmıyor, yahu mademki söz konusu sağlık neden diğerlerine ses çıkarmaz, yaşananlar karşısında kılı kıpırdamaz… Evet, gözler kör, kulaklar sağır, diller lal, beyinler dumur olunca, bu sonucun sürpriz olmayacağı da aşikâr…  

Türkmenistan’ı bilenler bilir, hayatın nerdeyse durdurulduğu gece saat 22’den sonra bazı araçlar satışa geçer, yerli, yabancı içki, sigara ve bazı yiyecek ürünlerinin rahatlıkla bulunabildiği yerlerdir. Mesela yine bilenler bilir, Türkmenistan’da restoranlar saat 22’de kapanır, ama görüntü odur, kimi pencerelere perde çeker, kimi arka bahçede ayrı bir bölüm açar ama aslolan faaliyetin devamıdır ve devam da edecektir. Siz yasalarla, baskılarla bir şeyi yasaklarsınız da yok edemezsiniz. Suudi Arabistan’da ve İran’da paranız varsa istediğiniz tür ve miktarda içki bulunur yeter ki yolunu bilin ya da bulun… Aaaa bulmanın riskli olduğunu söyleyenlere de pek kulak vermeyin siz, risk sadece garibanadır, gariban değilseniz risk de yoktur…

 

Cumartesi, Kasım 21, 2020

UĞUR TAYLAN – KOMŞUMUZ, BİR GÜZEL DEVRİMCİ

 

Yaklaşık 10 yıldır, başta ABD olmak üzere uluslararası güçlere iyice teslim edilmiş bir ülke, teslimiyetin içeride önemli ekonomik ve siyasi sonuçları ve yaşanan güncel günlük olaylar neticesinde dış politikaya dikkat kesilmesi istenen etkisiz iç politik unsurların kündeye getirilmesi çabalarının yarattığı atmosfer… Meclisin görevini ıskata varan hamleler, tahkikat komisyonları, ekonominin canına okuyan enflasyon, örtülü ödenek hoyratlıkları, milletin fakirleşmesi, yaratılan kutuplaşma ortamında kardeş kavgasına sürüklenen millet vs vs… Başta tüm bu suçlamalarla birlikte ve aslolan ABD’ye ihanet sayılabilecek, SSCB ziyareti girişimine istinaden bir askeri darbe ile tanışıverdi canım Yurdum. Sözde özgürlük ve adalet ortamı isteyenler iktidar sahibidirler artık… Ama iyi saattekiler hemen devreye girer, tasfiyeler, dışlamalar, ara darbeler gibi kaotik bir ortam neticesinde, hop zapturapt politikaları yeniden gündemde… Bağımsızlıkmış, özgürlükler imiş,  demokrasi imiş, planlama imiş, kalkınma imiş, külliyen hikaye… Bir önceki dönemde “itaat et, rahat et” kabilinden anahtarların teslim edildiği yeni küresel güç ABD, öyle etkilidir ki, adeta bizimkilerin nefesini dinliyormuş, gerçi haberi olanın diğer söylemlerinden anlıyoruz ki sistem danışıklı dövüş tarzında çalışıyor. Ne diyor dönemin Genelkurmayı, orduya dağıttıkları bir broşür ile; “ABD’yi sevmeyenler komünisttir.” Amerikan aleyhtarlığı arttığında işbirlikçiler ve erketeler behemehâl devreye sokularak basın-yayın faaliyeti ile ABD’yi yeniden sevdirme faaliyetlerine hız verilmesi de cabası…

Ayrıca, gençliğin idol olarak aldığı kişi, Mustafa Kemal Atatürk’ün “gençliğe hitabesini” de sürekli dinliyor ve tekrarlıyor. “Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler...” Demiyor mu Cumhuriyetin kurucusu, “istiklal” yani bağımsızlık yegâne önemli durumdur. Eeee o zaman ne oluyor bu üsler, ne oluyor bu askeri, tarım ve endüstri alanındaki anahtar teslimi…

Diğer taraftan ise; Vietnam, Küba ve Filistin başta olmak üzere “bağımsızlık savaşı” veren dünya ve bağımsızlık uğruna al kanlara boyanan dünya… Ulusal kurtuluş savaşının muhteşem sonuçlarının, “keşke Yunanistan kazansaydı” diyenler tarafından bile en azından sessiz kalınarak, istemeyerek de olsa olumlandığı, bağımsızlığın çok önemli olduğu vurgusunun herkes tarafından yapılmakla birlikte, ABD bağımlılığı, çaktırmadan ve subliminal mesaj olarak kafalara çakılmaktadır. Bu uğurda “nurlu ufuklar” vaat edenlerin ABD ile emhal olmaları da gözden kaçmamaktadır. Bu ortamda yurdunu çok seven bu “Bağımsız Türkiye” önermeleriyle yetişmiş yeni nesil “bağımsızlık benim karakterimdir” şiarını düstur edinmişlerdir.

İşte bu ahval ve şeraitte; toplumun en dinamik kesimi gençlik, Mustafa Kemal Atatürk’ün verdiği rolü tereddütsüz almaktadır. Neyse uzatmadan konuyu komşumuz, güzel devrimci Uğur Taylan’a getirelim. Geleceğini bu umde uğruna feda edercesine gözünü kırpmadan davanın içinde yerini alır. İşte bu güzel nesil “Başkaları için ölmek, ne büyük bahtiyarlıktır.” diye düşünmekten geri durmamıştır. Tıpkı; yazar İnönü Alpat’ın “Günlüğe düşen notlar”ı kitaplaştırırken yazdığı bir hikâyeyi ele alması, benzer durumların müthiş bir tasviriymişçesine. Malum hikâye; milyonlarca karınca bir uçurumun kenarına gelir, karşıya geçmeleri gerekmektedir. Tek yol vardır önlerinde, yüz binlercesi canı pahasına uçurumu dolduracak, arkadan gelenler ölen karıncaların üstüne basarak karşıya güvenle geçecektir. Önden gelenler öleceklerini bilerek atarlar adımlarını uçuruma. Uçurum karınca ölüleri ile dolar ama arkadan gelenler rahatça geçer. İşte işgale karşı çıkan bu yiğit insanlar; tıpkı uçurumu arkadan gelen karıncalar geçsin diye dolduran öncüler gibidir, dünyada önceden ve sonradan olan binlerce benzerleri gibi tereddütsüz bir şekilde bu ahlaksız ve haksız duruma karşı durmuşlardır. Asker deyince insan aklına gelen "asık suratlı, karşısındaki insana dik bakan, sert mizaçlı" insan demek diye düşünenler için tam tersi bir görüntüdür Uğur Taylan, büyük bir tevazu, insanı hayran bırakacak bir alçak gönüllülük ve sadelik timsali birisidir, o... Fedakarlığı bile tüm bu sıfatları hak etmesinin teyidi ve tescilidir adeta.

Tekrar yaratılması planlanan teslimiyete karşı durmak için toplumun her kesiminde olduğu gibi T.C. Silahlı Kuvvetlerinde de başta da Hava Kuvvetlerindeki genç subaylar olmak üzere devrimci askerler bir araya gelirler. Hemşehrimiz ve Mahallemizin büyüğü Hava Yer Üsteğmen Uğur Taylan’da bu biraya gelişin asli unsurudur artık. Sonradan yargılanmaları döneminde, düzenlenen iddianameye göre “THKP-C’de üyesi olmuş ve Hava Kuvvetleri içerisinde teşkilatlanarak ülkenin makus kaderi gibi dayatılan yokluk, yoksulluk ve ABD vilayeti olmaya itirazları nedeni ile ceza almışlardır. Liderliğini Hava Pilot Yüzbaşı Orhan Savaşçı’nın yaptığı bu grubun nerdeyse tamamı tutuklanır, şiddetli işkencelerden geçirilir. Evet; THKP-C’nin bünyesinde bulunma iddiası ile 300’den fazla subay ve astsubay yargılanır. Kimi ceza alır kimi beraat eder lakin hemen hepsi küçük rütbeli subay veya askeri okul öğrencisidir, diğer darbeci generallerin etki alanları dışındadırlar. Davadan sonra orduda kalmayı başaran az sayıda subay ise çok fazla yükselemez ve en fazla gelebileceği rütbe Albaylıktır. Uğur Taylan ile ilgili bilinmeyen çok şey kaldı, bilinmeyenlerin de büyük kısmını geçen zamanın güçlü akıntısı silmiş süpürmüş, en azından bana böyle görünmüştür. 

Gözaltılar, işkenceler, ölenler, öldürülenler ve katledilenler o kadar çoktur ki etrafında artık saldırının büyüklüğü ve topyekünlüğü karşısında yıkılmamak, kahrolmamak imkansızdır. Bu kabil hissiyata kapılmanın sonuçlarından biri de geri çekilmek, içe kapanmak, içerideki dalgalanmalara mâni olamamak gibi sonuçlar doğurduğunu, hassaten tespit etmektedir bilim insanları. İçeride kopan fırtınalar bir kenara ruh hali korunaksız, korumasız ve yalnızlığın derinliğine itildiği inancı yerleşir insana…

Bu yazı; bir dönemi anlatmak ve yargılamaktan ziyade mezkûr dönemi layığı ile analiz edip, niyet ve tavır ve de irade beyanında bulunmuş ve bu uğurda ağır ve telafi edilemez bedeller ödemiş bir abimizin hayatının görünen bölümünün bir kısmını anlatmayı hedeflemiş olup yine mecburen fon kabilinden de olsa döneme ilişecektir kaçınılmaz olarak. Geçmişin ağır analizlerine girmeden, o dehlizlerde patinaj yapmadan, tercih yapan ve tercihine uygun davranan bir yiğit abimizin hayatı olacaktır, gerisi ise bir tarafı ile uzmanlık alanıma girmemesi diğer tarafı ile de mezkûr dönem zaten önemli ve ağır abiler tarafından yeterince değerlendirilmiştir. Bu yiğit insanın yaşanan ağır hayat koşulları ve ödenen büyük bedeller karşısında yaptığı en önemli hamle, temkinli yaşamı tercih etmek olmuştur. Bu temkinli olma tercihi zaman içinde yer yer küskünlükler oluşumuna neden olmuştur ama yaşananlara bakılınca da karşılığının da bu kadar olması hafif sayılmalıdır.

Ben; psikologlukları bile yanaşmacılıktan öteye gidememiş, karnı arta kalanlarla ziyadesiyle doyurulmuş okyanus ötesi beslemelerin, bilim adamı postuyla, dönemin yaşananlarını ve yaşayanlarını nefes almaksızın kötü gösterme çabalarına rağmen yurdumuzun en seçkin, en duyarlı, en hassas, en çelebi, en bilgili, en namuslu ve en yiğit bu neslinin önünde hayranlıkla ve saygıyla eğilmekteyim. Zamanın; bu kendisini feda edenlerin kaybına alışmamıza neden olduğu çok sarih lakin asla ve kat’a unutulmayacaklardır.

Pazar, Kasım 15, 2020

GEÇMİŞTEN GELECEĞE

 Söyleşinin hararetli bir anında kapı çalındı.

Yzb. Aziz bağırdı: -Kapıdaki kişiye seslenme yetkisi en kıdemli subayındı. Ayrıca Tabur Nöbetçi Amiri idi-

-Girrrr!

Kapı açıldı, içeri giren nöbetçi çavuş esas duruşa geçip, selam verdi.

Yzb. Aziz, arkadaşlarıyla söyleşinin bölünmesinden biraz sinirlenmiş olduğu için sertçe sordu:

-Ne var?

- Komutanım, polisler bir sivil getirdiler, bize teslim etmek istiyorlar. Bir de yazı getirdiler, buyrun.

Çakırkeyf Yüzbaşı, çavuşun uzattığı sarı zarfı biraz içkinin etkisiyle, biraz da meraktan doğan bir telaşla koparır gibi çekip aldı, parmağını yandan sokup zarfı açtı. Zarfın içinden çıkan çift kırmızı aylı ve kırmızı “zata mahsus” damgalı kâğıdı bir solukta okudu. Yüzbaşı, okuduğu yazı ile ayılır gibi olmuştu. Yazıyı bir kez daha okuduktan sonra arkadaşlarına döndü ve konuyu çok önemsediğini belirten bir ses tonu ile durumu açıkladı.

-        Yazı MAH’tan geliyor arkadaşlar! “Zata mahsus”; ama sizden gizleyecek değilim ya, size de okuyayım da ülkemizde ne şerefsiz adamlar varmış görün!..

Yazı şöyleydi:

“… yazı ile gönderilen kişi, (…) Üniversitesi hocalarından (…) Stalin’e gönderdiği dilekçe ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir… Kendisi, Bulgaristan sınırından, ‘usulü dairesince ve kimseye gösterilmeden’ sınır dışı edilecektir…”

Yzb. Aziz bu son cümleyi, üzerine basarak ve ağır ağır okurken, bir yandan da levazım subayına anlamlı bir şekilde göz kırpıyordu.

Ben, hem okunan yazıyı tam olarak anlayamamanın, hem de bir Türk vatandaşının, hele de bir bilim adamının Rusya vatandaşı olmak istemesinin yarattığı şaşkınlığın neden olduğu soru dolu gözlerle, bir süre yüzbaşıya baktım. Sonra düşüncemi açıkladım:

-Nasıl iştir bu? Bir Türk vatandaşı, bir üniversite hocası, ülkesini bırakıp düşmanı olan, şimdi de Türkiye’den toprak isteyen Sovyet Rusya gibi bir ülkenin vatandaşı olmayı nasıl ister?

Yüzbaşı, bana yanıt vermedi; herhalde o yıllardaki (1940’lı) her Türk subayı gibi o da böyle düşünüyordu.

Yüzbaşı çavuşa seslendi.

-Getir şu namussuz herifi de boyunu görelim!

Dışarı çıkan çavuş, biraz sonra adı geçen kişiyle beraber döndü.

Süklüm püklüm içeri giren kişinin elleri önden kelepçeliydi ve bir elinde içine birtakım kağıtlar doldurulmuş olan bir kâğıt sepeti tutuyordu. Ben buna bir anlam veremedim. Neden bir torba ya da küçük bir çantası yoktu? Belki de Stalin’e yazdığı dilekçe MAH’ın eline geçmez, hiçbir kişisel eşya almasına fırsat vermeden adamı yaka paça buraya göndermişlerdi. Belki de o, Rusya’da kendisinin her türlü gereksinmesinin karşılanacağını düşünerek hiçbir şey almak gereğini duymamıştı.

Adamın rengi sapsarıydı. Sınır dışı edilecek bir kişinin yüzü herhalde pembe beyaz olacak değildi ya! … Uzun boylu, kravatlı, takım elbiseli ve gözlüklü aydın bir kişi görünümündeki adam, tüm korkmuş durumuna karşın, soğukkanlılığını korumaya çalışır gibiydi. Gerçekte bu sonuca pek de şaşırmaması gerekirdi. Çünkü 1940’ların Türkiye’sinde, böyle bir girişimin sonucunun da böyle olacağını düşünmeliydi. Hem de Stalin daha birkaç yıl önce Türkiye’nin Doğusundan toprak isterken ve Boğazlar’ da hak iddiasında bulunurken, Türk istihbaratının ne denli duyarlı olabileceğini bilmesi gerekirdi. Böyle bir girişimin vatan hainliği olarak nitelendirileceğini hiç mi düşünmemişti? Aydın bir adamdı ve kuşkusuz bunları da biliyordu… Eh işte şimdi sınır dışı edilecek arzusuna kavuşabilecekti. Komünist Bulgaristan, her halde onu Rusya’ya gönderirdi. Gitsindi, hiç değilse Türkiye’den bir hain eksilmiş olurdu. Rusya’ya gidince de hanyayı konyayı görürdü.

Levazım üsteğmeni Fevzi ise, hafifçe sırıtıyordu. Bu çok tuhaf bir gülümsemeydi dudakları hafife açık, gergin ve dişlerinin uçları görünüyordu, sanki birini ısırmak istiyor gibiydi. Bu sırıtkan ağzı; kısılan, öç ve kin dolu gözleriyle birleşince, Fevzi’nin yüzü korkutucu bir şekil almıştı; sanki üstüne atlayıp, avını parçalamaya hazırlanan vahşi bir hayvan gibi bakıyordu adama…

Yüzbaşı, çavuşa döndü:

-Peki oğlum! dedi. Teslim alın ve nezarete atın. Dikkatli olun. Biz onu yarın sabah Bulgaristan’a postalarız, o da sevgili Rusya’sına kavuşur, hah hah hah!

Adam, dışarı çıkınca, Üsteğmen Fevzi, bana döndü ve sağ yumruğunu sol avucundan çıkarıp sallayarak:

-Nah! Rusya’ya gideceksin! Namussuz komünist piçi! Dedi.

Benim bu hareketten pek bir şey anlamadığımı görünce açıklamak gereğini duydu

-Biz, dedi. Bu namussuz gibi üç kişiyi postaladık sınır dışına; ama canlı olarak değil tabii. MAH’ın yazısındaki “kimseye gösterilmeden sınır dışı edilsin” sözlerinin anlamı, “adamı yok edin” demek oluyor. Anladın mı şimdi ha!?

 

Ertesi gün, …… öğlen yemeği için gazioya gittiğimde, orada Üstğm. Fevzi ile karşılaştım, iştahla yemeğini yiyordu. Benim, kendi masasına oturmamı işaret etti; ben de oturdum ve yemeğimi istedim.

-Domuzu sınır dışına postaladık, dedi.

-Eh, adam da isteğine kavuşmuştur artık.

Fevzi benim bu saflığıma kahkahalarla güldü:

-Yahu, sen de amma safsın be Nevzat! Dün gece anlattıklarımı hiç mi anlamadın yani?

...

Sabahleyin de tutanağı yazıp tabur komutanına verdik. “… hiç kimseye gösterilmeden sınır dışı edilmiştir.” Altına da üçümüzün imzası bulunuyordu.

 


Yukarıdaki satırlar; adeta
“elyazısı ile itiraflarını yazmış” 12 Eylül’ün kudretli generali Nevzat Bölügiray’ın “Geçmişten geleceğe” adlı kitabının hemen başında mesleğe başladığı ilk yıllarda ve de anlatımlara bakılırsa da muhtemelen Sabahattin Ali’nin katledildiği bir olayı anlatıyor. Çok vahim bir durum. Kitap yayınlanalı 11 yıl geçti. Çok merak ediyorum; acaba, herhangi bir kimse bu Yüzbaşı Aziz kim, Üsteğmen Fevzi kim diye sordu mu?  Bunlar Türkiye Cumhuriyeti ordusunda daha başka ne görevler üstlendi, görevleri sırasında ne tür vukuat raporları tutuldu, vs vs… Peki; anlatımlarda (…) şeklinde beyan edilen üniversite hangisi, (…) şeklinde yazılıp geçilen kişi kimdir diye kimse merak etmedi mi acaba? En ince detayı hatırlayan muhterem bu tarz ile gizleme mi yapıyor? Yoksa o da mı hatırlayamadı? Kimse bu anlatılan vahim olayı önemsemediğine göre acaba bu kudretli general hayal mahsulü olaylar mı anlattı? Yoksa bunlar vukuat-ı adiyeden mi kabul edilerek geçildi? Peki tüm bu anlatılanlar hayal mahsulü ise neden Türkiye Cumhuriyeti ordusunu bu kabil vahim olaylarla zan altında bırakıyor diye çemkirilmedi? Yoksa kendisinin kendi tanımını yaparken “saf” diye nitelemesini doğru mu buldu değerlendirme yapacaklar? Eğer öyleyse bu kadar saf bir subayın bu kadar kademe ilerlemesi makul bir durum mudur acaba? Sorular, sorular, sorular… Ya da merak etme üstüne meşhur “darbı mesel” mi devrede acaba?

Cumartesi, Kasım 07, 2020

GİRİTLİ OVASI ve DERESİ HARMANLAR YANI-1

 

Giritli Deresi yatağı; Giritli Ovası yönüne gidilince yaklaşık 10 ya da 15’mt lik bir bant içinde kıvrılarak ama değişkenlik göstererek akardı, Derenin içinden derenin suyunun akış miktar ve hızına bağlı olarak sürekli değişen bir patika yol da bulunur idi ki bu yol da Ova ile Köyümüz arasındaki yegâne bağlantı idi. Derenin denize bağlandığı yerde bugün “Yat Kaptanlığı Okulu” olarak kullanılan ve ne yazık ki layıkı ile restorasyonu yapılamamış bina bidayette “Gümrük İdarehanesi” olarak bilahare de Köyün İlkokulu olarak kullanılmış idi ta ki Derenin karşı tarafındaki Okul binasının yapımına kadar. Çiftlik Köy Gümrük işlemleri açısından çok önemli bir noktadır, Osmanlı dönemi Aydın Vilayeti Salnamelerinde yer alan ihracaatı yapılan ürünlerin cins ve miktarına bakılınca bu önem daha iyi anlaşılmaktadır. Mezkûr binanın şimdilerde artık balıkçı ve yat barınağı yapımına kurban edilmiş “Eski İskele” tarafına ve şimdiki “Ramazan Şenkul’un Kahvehanesine” doğru bulunan hizmet ve antrepo binalarının yıkıntılarını hatırlayınca bu önem gözümüzde bir miktar daha artmaktadır. Umarım bir gün okudukça, araştırdıkça mezkûr binalar manzumesinin planına, krokisine ya da tarifine ya da kullanımı üzerine bilgi ya da belgelere denk geliriz. Açıkçası çocukluğumuzun geçtiği, zaman zaman içerilerinde oynadığımız bu binaların işlevleri üzerine detaylı bilgi edinmek beni çok mutlu ve bahtiyar edecektir.

 

Biz, Dere’nin şimdilerde ıslah edilmesi üzerine Pazar yeri olarak düzenlenip hizmet veren bölümüne devam edelim. Şimdiki Minibüs yolu üzerindeki köprüden; ki o dönemde yok idi, yüzümüzü ovaya doğru çevirerek baktığımızda sağ tarafta “Balcı Hilmi”nin nispeten büyük bahçesi ve arı kovanları bulunan arsası bulunurdu. Hilmi Amca’mızın oğlu Halil benim çocukluk arkadaşım ve akranımdır. Hala zaman zaman görüşür muhabbet ederiz. Ancak çocukluğumuzda bir kuşak büyüklerimizin bizi her daim kızdırıp birbirimize düşürmek için yaptıkları provokasyonlar hala aklımdadır. Lakin bal toplama dönemi bir başka ritüel idi gerçi bizim için ritüel idi ama Hilmi Amca için öyle mi idi, hatırlamıyorum… Yoksa meşakkatli bu işin, her kovanın duman üfleme ile arısı boşaltılacak, kaçmayan arılara rağmen bal toplanacak, vs gibi zor ve ağır tarafları onlar için birer maişet mevzuu mu idi, bilinmez, öyle tahmin ediyorum ki kendileri bile hatırlamıyordur o duyguları şimdilerde… Yaz ortasında dereyi kullanarak tarlalarına gidenlerin, dereyi geçişleri esnasında derede yer yer öbeklenmiş suyun başında susuzluğunu gidermeye gelen arılar tarafından ve de ilaveten mezkur bal arılarını “besin zincirlerinin” en önemli hedefi bilen ve kılan “eşek arılarının” kadrine uğramaları çok sık karşılaşılan bir durum idi. Lakin her şeye rağmen, etrafta bulunan ama özellikle de Hilmi Amca’nın tam karşısında derenin öte tarafında kalan ve de sanki kiremitinden, tahtasından ya da kısmen taşından yararlanmak adına yarı yıkık binaların olduğu metruk alandaki bahçelerde yetişen papatya, kır lalesi başta olmak envai çeşit doğal çiçekten mamul balların tadına doyum olmazdı. Öyle şimdiki ballar ile kıyası kabil mamuller değillerdi. Artık tüm bu yaşananlar güzel birer anıdan ibarettir, ne yazık ki. Balcı Hilmi’nin evinden önce olabildiğince küçük, içinde Çoşkun adında bir köylümüzün yaşadığı bir evin varlığını hatırlıyorum lakin hayatı, çalışma alanları ile faaliyetleri hiçbir zaman ilgi alanıma girmediğinden detay hatırlamıyorum.

 

Balcı Hilmi’nin karşısında, Londi İbrahim’in evinden sonra, derenin diğer tarafındaki metruk alan deyince, enteresan duygulara kapılıyorum. Geniş bir alan 10’dan fazla oldukça büyük bahçeli ev ve sahipsizlik. Derenin karşı tarafında, şimdilerde yerinde yeller esen, bilindiği ve söylendiği kadarı ile yakın adaların ve bölgenin en büyük ve en önemli kilisesinin adeta mücavir alanındaki müştemilatı durumunda metruk bir alan… Enteresan… Binaların sadece taş duvarlarının hatta temellerinin dışında bakiyesi olmayan bir durum… İzaha muhtaç bir alan… Şimdilerde yapılan kadastro çalışmalarına istinaden yeni sahiplenmelere ya da eskilerine binaen tevzii…

 

Şu anda geniş ismini hatırlayamadığım ve hayatta olmayan derenin ovaya çıktığı son noktada “Kara Hasan” diye bildiğimiz bir büyüğümüzün evi bulunurdu, kilolu ve tıknaz mezkûr büyüğümüzün dere kenarındaki kuru taş duvarı üzerindeki bir hayli fazla olan teneke saksılardaki renk renk çiçekleri özellikle de karanfilleri unutulmaz olmuştur benim için her daim. Şimdilerde, içinde otel, restoran ve 2 de günübirlik tesisten türetilmiş malikane bulunan, Çeşme istikametinden gelip Köy içine dönen yolun hemen sağında geniş bir arazisi vardı bu büyüklerimizin köyümüzün en yaşlı zeytin ağaçlarının orada bulunduğu gibi bir şeyler hatırlıyorum, yarım yamalak… Oğlu Süleyman ki yakınlarda kaybettik kendisini köyümüzün mezarlığında bila bedel temizlik ve düzenleme işlerini de yürütmüştür ömrünün bir bölümünde… Gerçekten kendisini salt bu nedenle bile hayırla yad ediyorum. Diğer oğlu “Ali” ile bir kez artık ilerlemiş yaşlarımızda karşılaştık, artık tarlalar yeni sahiplerine devredilmiş, yaratılan yeni imkanlarla yeni hayatlar kurulmuş ama ne yazık ki büyük şehirde. Adeta bir turizm işgali neticesinde tam anlamı ile değişmiş ve dönüşmüş hayatların hikayesi saklı bulunuyor bu kıssa da…

 

Derenin denize taraf şimdiki 65 sokak tarafında daha önce uzun uzun yazdığım ve yazlarımın geçtiği Anneannem Hacer Karagöz’ün evinin tam karşısında, derenin öte yanında Ayran Dayı (Mustafa Amca) ve oğlu Hasan Abi (Küçük Hasan) bir hayli geniş bir evde yaşarlar idi. Hasan Abi evinin altında, zemin kattaki bir odayı dükkâna çevirmiş, bakkallık yapardı bir yandan da, öyle şimdilerdeki gibi sabahın köründen akşamın geç saatlerine kadar açık olan dükkanlardan değil. Tarla ve çiftçilikten arta kalan zamanlarda yürütülen bir faaliyet idi. Çocuklarının önemli bir kısmı çocukluk arkadaşım olan, şimdilerde artık ne yazık ki hayatta olmayan Tunay ve Selim’i özlem ve saygı ile analım, yeri gelmiş iken. Beni bir hayli fazla sevdiğini hatırladığım ve ömrünün son anlarında “Nefise’nin oğlu Ruhi” diye hatırlayan Hasan Abi’nin dükkanından aldığımız nohut tozu ile gazoz ve lokum ile bisküvi ikilileri müthiş etkilerdi bizleri o dönemde. Denilebilir ki çocuklar için, belki de büyükler için de, mezkur dönemin en önemli tandemleri bunlardı…

 

Hay Allah dere derken etrafındaki birkaç ev ve mukimini kaleme dökünce yine bana ayrılan yerin sonuna geldim. Dereye devam edeceğim…

 

Pazar, Kasım 01, 2020

KEMERHİSAR- TYANA


Feylesof Apollonius’un yaşadığı bu güzel kente yolumuzu özellikle düşürüyoruz, Roma Havuzu ve Su Kemerleri ile maruf tarihi “Tyana Şehrini” görmek için. Mezkûr Feylesof’a ilişkin bilgi edinmek için kaynaklara baktığımda da ise; özetle, Tyana’da doğup tahsil hayatı ve kariyeri için dönemin en meşhur kentlerinden Tarsus’a geçip orada da önemli temsilcilerinden kabul edildiği “Yeni Pisagorculuk” üzerine eğitim ve çalışmalarına devam etmiş olduğu bilgilerini edinmiştim.

Yine mezkûr kaynaklara göre, toprakları altında Klikya Bölgesinin en önemli antik kentinin yattığı anlaşılan bir alandır buraları. Kentin en önemli ve muhteşem yapısı sizi karşılıyor, “Su Kemerleri” ve zaten yerleşim yerinin adı da buradan geliyor. Su Yapıları Mühendisliğinin Anadoluda önemli örnek yapıları vardır, işte “Kemerhisar” Su Kemerleri de bu kapsamdan olup yaklaşık 4 km uzaktaki önemli bir su kaynağı sayılabilecek “Roma Havuzundan” su isale işi için gerçekleştirilmiştir. Kaynaktan itibaren, itibari sıfır kotundan artarak devam eden ve yaklaşık 6 mt yüksekliğe ve kemer açıklığı ortalama 3,5 mt’ye varan yaklaşık 1,5 mt uzunluk 1,5 mt genişlik ve 1 mt yükseklik boyutlu blok taşlardan oluşan ve üzerindeki su kanalı taşların 40 cm’ye 40 cm oyulması ile oluşturulmuş. Kemerlerin inşaatında kullanılan blok taşların yerel ve kireçtaşı olduğunu kaynaklardan öğrenip krem renkli olduğunu da gözlemleyebiliyorsunuz. Kaynaklardan anladığımız kadarı ile İskoçyalı Arkeolog ve tarihçi William Mitchell Ramsay, 1882 yılında Tyana’yı ziyaret eder ve tuttuğu notlarda ve anılarında kemerlerin tamamının eksiksiz olduğunu ifade eder, doğru yanlış bilemem ama görünen o ki mezkûr antik kent şanlı Osmanlı döneminde ciddi kayıplara uğramış… Gerçi hem geç Osmanlı dönem yerleşkelerindeki evlerde hem de Cumhuriyet döneminde inşa edilen evlerde ya da bu evlerin bahçe duvarlarında ya da bahçe kapılarında kemerlerden alınan taşların kullanıldığı görülmektedir, hem de halen ve  adeta birer tevsik belgesi niteliğinde. Burada vatandaşın bilinçsizliği ya da vurdumduymazlığı kadar mülki erkanın örnek alınmasının da etkili olduğunu göz ardı edemeyiz. Hatırlayın İzmir Sancak Kale yapımında ilkçağdan kalma tiyatro binasının kesme taş bloklarının sökülüp alınması hikayesini… Konu ile ilgili tafsilat için http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2017/09/sancak-kale.html linkindeki yazıma bakılabilir.

           

Şimdilerde nüfusu 5.000 civarında olan ve anlaşıldığı kadarı ile de tarih içerisinde sürekli ve ama gönüllü, ama gönülsüz göç veren Kemerhisar adını alarak evrilen tarihi kent “Tyana” ise Roma İmparatorluğu döneminde 30.000 nüfusa sahip, enteresan… Gerçi, Kapadokya’dan Önasya’ya giden en önemli geçittir, işte bu gözle bakınca, Niğde, Kayseri, Ankara ve Çukurova ve Mezopotamya aralığında da kalınca daha bir başka anlam yükleniyor bu kente ve sürekli yerleşim tercihinin nedeni kolay anlaşılıyor… Anadolu başta olmak üzere İtalya, Yunanistan İle Roma İmparatorluğunun hükümranlık alanlarına bakıldığında görülecektir, su ve su iletim konusundaki yönetim hassasiyetleri. Her nereye uğramışlar ise her nerede yerleşmişler ise orada mutlaka su kemerleri görmek, orada mutlaka su iletim amaçlı tünelleri, hamamları, havuzları ve termal tesisleri ya da kalıntıları görmek mümkün. Nasıl ki Büyük İskender nereye gitmiş “yol yapmış” ise, Romalılar da su yapılarını gerçekleştirmiş ya da geliştirmiş görünmektedir. İnsan Sisam (samos) Adasındaki “Eupalinos Tüneli ve Eupalinian Su Kemeri”ni görünce “ehem mühimme müreccahtır” sözünün derin ve tılsımlı manasını yeniden keşfediyor. Özel olarak ta Roma İmparatoru Hadrianus nerede bir su yapısı varsa karşımıza çıkıyor, tıpkı İstanbul, tıpkı Hatay, tıpkı İzmir, tıpkı Sisam Adasında olduğu üzere, tabii ki burada da karar verici…


Neyse, biz Tyana ile devam edelim. Roma İmparatorluğu döneminde bir aralar var olan “Kapadokya Krallığının” başkenti de olduğunu öğrendiğimiz Tyana mezkûr dönemde ihtişamının doruk noktasını sarayları, tapınakları, su kemerleri, hamamları ile yaratılan yüksek refah ortamı döneminde yaşamış. Konuya ilgi gösterenler haricinde pek yaygın olarak bilinmeyen ancak gidilince nasıl muhteşem bir kemerler manzumesi ve müthiş planlanmış su kaynağı ile karşı karşıya olduğunuzu anlayacağınız bir yerdir. Tarihi kentin gün ışığına çıkarılması çalışması ne yazık ki tamamlanamamış, devam etmektedir ve bir hayli de uzun süreceği anlaşılmaktadır ilave olarak. Canım Yurdumun “neresini kazsanız tarih fışkırıyor” sözünün bir kez daha gerçekleştiğini görüyoruz ve hüzünleniyoruz çünkü kazılmayı bekleyen çok yer var gibi. Gerçi bu çalışmaların hızı böyle mi olur yoksa daha hızlanabilir mi tam bilemiyorum, konunun uzmanlığı gereği birkaç koldan çalışmaların yapılması mümkün mü, gerçekten bilmiyorum. Çalışmaların yavaşlığı merkezi idarenin tercihi mi, konunun öneminin kavranmaması mı, tercihler dışında kalan uygarlıkların göz ardı edilmesi mi, bütçesel sıkıntılar mı, bilemem gayri ama muhteşem bu kentin bir an önce gün ışığına kavuşturulması gerektiğini düşünüyorum. Mesela dünyanın bir sürü yerinde yatırımlara ya da ihya çalışmalarına finansör olan Diyanetin bu kabil herhangi bir çalışmaya kuruş aktarmadığını da ibretle izlemekteyiz. Ayrıca konunun çözümünün de hiç de kolay olmadığı aşikardır, mülkiyet hukuku, kamulaştırmalar, kamulaştırılan yerlerdeki diğer yapıların korunması ya da ortadan kaldırılması, çalışmanın nazikliğine binaen uzman etüt ve çalışmaları, bütçeler, siyasi kararlar, vs vs… Ancak şurası muhakkak ki, Hititler ile başlayan Romalılar ile yükselen devamında Osmanlılar ile de hareketli bir dönem geçirip günümüzde de devam eden bu kent gezi severleri beklemektedir ve hiç pişman olmayacakları da kesindir.

Kentin içinde toprak üstünde kalmış Su Kemerleri boyunca yürüyünce nasıl bir çalışma planlanmış ve gerçekleştirilmiş açıkçası ve gerçekten ağzı açık kalıyorsunuz. Hemen su kaynağının bulunduğu alanı görme arzusu oluşuyor ve yola koyuluyorsunuz. Şüphesiz ki, adı “Roma Havuzu” olunca sanki su sporları ya da banyo faaliyetleri yapılıyormuş algısı oluşuveriyor. Lakin havuzun oraya gidince dönemine göre hayal edip gerçekleştirmenin boyutu karşısında şaşırıyorsunuz. Yapım tekniği itibariyle, havuzun doğal kayanın kazılarak, tüm kenarlarının kesme taş ve mermer blok taşlar ile örülmesi ile inşa edildiğini öğrendiğimiz havuz aslında rezervuar demek daha doğrudur ve tabandan kaynayan suyun biriktirilmesi maksadı ile planlanmış olup 23 mt genişlik 66 mt uzunluk ve 2,5 mt derinliktedir.  

Pazar, Ekim 25, 2020

VARDA KÖPRÜSÜ

 

Geçen hafta, Osmanlı’nın “Düyûn-ı Umûmiyye”ye teslimi ile Deustche Bank’ın kredisine istinaden emperyal güçler arasındaki “ipek yolu” kavgasının Osmanlı’yı Alman’ın arka bahçesine çevirecek bir teslimiyet ile daha sonuçlanmış olan Bağdat Demiryolu yatırımından bahisle, sonucun öyle böyle denilemeyecek prangalar oluşturduğunu yazarak ilerlemiş idim. Yani öyle bir sonuç ki, yerli ve milli ordunun komuta kademesi dahi mezkûr kuvvetlerin eline geçmiştir. Artık Bağdat Demiryolu hamlesi ile başta Demiryolunun her bir yanında yirmi kilometre genişliğindeki bir alanda madenlerin izinsiz, ruhsatsız ve bedelsiz işletilmesinin devri olmak üzere daha birçok konuda sınırsız ve sorumsuz bir ortak zuhur etmiştir, memalik i Osmaniye’ye. Emperyalizm doğası gereği 1 taş ile 1 kuş vurmaya rıza göstermez, birden fazla kuş vurmak ister, demiryolunun inşası ile bir an önce petrole, başta Hindistan Ticaret Yolu olmak üzere tüm uzak doğu merkezlerine ulaşılacak diğer taraftan da etrafta ne var ne yok bedelsiz, zahmetsiz sahiplenilecek… Ama emperyalizm de monoblok değil ki, rekabet var, hem de nasıl… Gözü kan bürüyünce tüm dünya kana bulanıyor… Neyse…  

Bağdat Demiryolu kapsamındaki; yöre halkı tarafından “Alman Köprüsü” ya da “Koca Köprü” diye bilinen tarihi köprü, TCDD kayıtlarına “Varda Köprüsü” diye geçirilmiş iken Alman kayıtlarında ise “Giaurdere Viadukt” yani “Gavurdere Köprüsü” olarak yer almakta imiş, A. Nadir İşibağ’ın “Belemedik tarihi” kitabından aktarılanlara göre… Köprünün yerini bilenler ve geçen yüzyılın başındaki imkân ve teknik seviyeleri bilenler açısından muhteşem bir köprü olduğu tartışmasızdır. Köprü 3 ana açıklık, 4 ana olmak üzere toplam 11 ayak üzerine, ana taşıyıcı çelik kolonlar ve dışı taş örülerek kaplanmış 172 mt. uzunluk orta ayak yüksekliği 93 mt. olarak, en genişi 12 mt olan kemerli tarzda inşa edilmiştir. 4 adet ana ayak içerisinde bakım merdivenleri olduğu tanıtım yazılarında belirtilmektedir. Köprünün 1907 yılında başlayıp 1912 yılında bittiği belirtilmekte ve yapımı 5 yıl süren ve toplamda yaklaşık 5.000 ya da 6.000 kişinin çalıştığı bilinmekte olup inşaat sırasında 21’i işçi, 1’i mühendis olmak üzere 22 kişinin öldüğü bilinmektedir. Böylesine müthiş bir inşaat eseri karşısında, işin süresi ve toplam çalışan insan sayısı ile işin zorluk derecesi göz önüne alındığında yaşanan kayıpların, önemsenerek alındığı belirtilen iş güvenlik tedbirleri neticesinde bir hayli az olduğu aşikardır. 1986 ya da 1987 yılında “iş güvenliği” konusunda aldığım eğitim seminerlerinde öğrendiğim ve aklımda kalan istatistik verilerine göre kıyaslandığında ciddi manada tedbirlerin alındığı izlenimini vermektedir. Canım Yurduma henüz yeni yeni girmiş olan “iş güvenliği” bilgi ve uygulamalarının geçen yüzyılın başında “gavurlar” tarafından alınmaya başlanmış olmasının da burukluğunu bugün bile yaşamaktayım, varın siz düşünün konunun ne kadar gerisindeyiz gayri. 


Diğer taraftan, Köprü’nün 2 tünel arasında kalması ile arazi şartlarından ötürü yaklaşık 1.200 mt. yarıçaplı bir yatay kurp (dönüş) üzerine oturmuş, yol deverinin (enine eğim) de yaklaşık 90 km hıza uygun 47 mm. olmuş olması ve bu nedenle köprü ayaklarının buna uygun bir aks üzerine denk gelmesi de konu üzerinde ne kadar çalışılmış olduğunun bir başka göstergesidir. Ne kadar çalışılmış diyorum çünkü Osmangazi Köprüsü için yanlış malzeme seçiminden ötürü olduğu söylenen Japon Mühendis intiharı hala akıllarımızdadır. 

Adana’nın Fransızlar tarafından işgali sonrasında genişleyen işgal Pozantı’yı da hedef alınca, Fransız ikmal yollarının kesilmesi niyeti ile Milis kuvvetlerince dinamitlenerek uçurulması düşünülmüş ise de yine Baş Mühendisin yardımcısı bir Fransız olan başka bir mühendisin mademki ikmalin kesilmesi amaç, “Varda” yerine “Yaramış Köprüsü” alternatifi önerisi yapılır ve aynı amaca matuf dinamitlenerek havaya uçurulur. Tarihi bilgiler böyle demektedir.

Demiryolu ve Varda Köprüsünün inşaatının yapımı için bir de servis yolu var ki, gerçekten müthiş ve görülmesi tek başına bile elzem, topoğrafyanın sunduğu manzara ve servis yolunda bile tünellerin düşünülmüş olması nasıl bir planla karşı karşıya olduğumuzun bir başka versiyonu adeta. Mezkûr servis yolunun, demir, çimento benzeri ithal inşaat malzemelerinin Mersin Limanından taşınarak inşaat mahalline getirilmesi için kullanılan deve kervanlarının ikmal hattı olarak kullanıldığı bilinmekte olup dahili nakliyeler için ise “vara-gele” denen bir nevi asansör ya da teleferik benzeri düzenekler kullanılmıştır. Kemer iskele ve kalıpları için ayaklar üstünde oluşturulan mesnetlerin bugün de görülmesi mümkündür. “Vara-gele” sistemi demiş iken hemen mezkûr köprünün adının “Varda”ya çıkması üzerine bir tevatür aktarayım. Tevatür o ki; bu kabil yükseklikte malzeme ikmali için çalışan bu asansör sistemi gözle tam olarak izlenemiyor, malzeme ikmalinin ulaşıp ulaşmadığı ise, en eski iletişim yöntemi olan bağırma-duyurma usulü ile gerçekleşiyor ya, “vardı mı” sorusuna “var daha, var daha” cevabı üzerine “Varda”ya evriliyor, işte öyle… İnanırsınız, inanmazsınız, size kalmış, bize düşen nakli kelam.

Köprü, ilaveten “James Bond” filminin son serisi olan “Skyfall”ın bazı aksiyon sahnelerinin çekiminde film platosu olarak da kullanılmıştır. Bu kabil film severlerin, bu filmin, ama duyurularından ama izlenmesinden sonra buraya akın edip bir trend oluşturdukları da vakadır. Özellikle başrol oyuncusu Daniel Craig’in trenden düşme sahnesinden sonra başta film severler olmak üzere, doğa ve fotoğraf meraklıları ile tarih severlerin bir akını olduğu söylenmektedir. Diğer taraftan artan ünü sayesinde başta “Gelin-Damat” fotoğrafımız olsun diye düşünen bazı düşkünleri de oluşmuştur, Varda Köprüsü’nün.  


Elin “gavuru” keşfetmiş gelmiş burada film platosu kurarak film çevirmiş, biz ise hala bilmeyiz, bilsek de gitmeyiz, gitsek de önemsemeyiz… Lütfen bilenler, bilmeyenlere iyi duyursun ki bu köprü ziyaret edile… Bu köprü, görülmeye değer, hatta ölmeden önce mutlaka görülmesi gerek yerlerden biri olarak kaydedilebilecek olup, gavurda olsa idi “neler yaparlardı neler” demeden gezilmeyecek bir yer olduğunu söylemeliyim. Şimdilerde Karaisalı Belediyesi görüntü ve görünüm açısından çok iyi ama servis açısından eksikleri olan bir de seyir kafesi gerçekleştirmiş, oturuyorsunuz sıcacık çayınızı içerken, köprüye bakarak, tarihi, ekonomi-politiği, sosyolojisi üstüne düşünürken kâh hüzünlenip kâh böbürleniyorsunuz lakin nasıl da emperyal oyunlar dönmüş de canım Osmanlı farkına varamamış diye üzülüyorsunuz, gerçi farkına varacak bir padişah ve yönetimde yok ama. Evet, seyir kafe'si yapılmış ama buna yeterli demek mümkün mü, şüphesiz değil ama bunun bir başlangıç olduğu kabul edilirse daha ciddi ve kapsamlı yatırımlar yapılacaktır. Evet, bu köprü ve civardaki tarihi yerler görülmeye davet ediyor herkesi…

Pazar, Ekim 18, 2020

BELEMEDİK ŞANTİYE YERLEŞKESİ

Osmanlı’nın artık eski yöntemlerle yönetmekte hayli zaafa uğradığı dönem; devr-i iktidar Abdülhamit Han olup, dönemin Nafia Nazırı sayılan Hasan Fehmi Paşa Sadrazam delaleti ile padişahlık makamına, demiryolu inşası için ecnebi sermayeye ihtiyaç olduğu ve bu sebeple de ecnebi şirketlere imtiyaz vermenin bir sakıncasının olmadığını, bilakis kendilerince alınacak sıkı tedbirler ile imtiyaz vermenin memalik-i Osmaniye’ye muhteşem katkıları olacağını bildiren çok detaylı bir lahiya irsal eder. Lahiya da teknik detaylar başta olmak üzere 2 ayrı güzergâh teklifi de bulunur, maliyet ve askeri ihtiyaçları açısından da Pozantı-Adana üzerinden olanın tercih edilmesi teklif edilir. Ancak Osmanlı sevicilerinin tüm söylemlerinin aksine deyim yerine ise “beyt ül mal” meteliğe kurşun atmaktadır. Tüm sıkıntılar “Düyûn-ı Umûmiyye”ye teslim olunca aşılıyor kendilerince, hani verilen tavizler, imtiyazlar ve neticesi iflas bile olsa, ne gam, ne keder… Maksat devri iktidarlarında gemi yürüsün yeter… Neyse… Ecnebi mali çevrelerinin garanti arayışları neticelenince de emperyal yatırımların önü açılır sözde başta demiryolları olmak üzere yatırımlar hızlanır ama emperyaller arası da rekabet çok artar aynı zamanda, kısa zaman sonra savaş marifeti ile paylaşıma varacak bir rekabet hem de…    

Biz tekrar konumuza dönelim; nihayetinde binlerce Alman ve Türk’ün ve de onbinlerce esirin çalıştırılacağı “İstanbul-Bağdat-Hicaz Demiryolu’nun” inşaatı için, Sultan II. Abdülhamid Han ile Almanya Kralı Kaizer Willheim II arasında 1888 yılında bir anlaşma imzalanır ve bu anlaşma demiryolu işletme imtiyazı başta olmak üzere, demiryolunun geçeceği, memalik-i Osmaniye’ye ait olan toprakların mülkiyetinin bedelsiz devredilmesini, binaların yapılmasına izin verilmesini, araziye kira ödenmeyecek olmasını, kum, çakıl ve taş ocaklarının bedelsiz işletilmesini, inşaatlar için gerekli kerestelerin ormanlardan bedelsiz kesilerek teminini, demiryolunun her bir yanındaki yirmi kilometre genişliği olan şeritlerdeki madenlerin izinsiz, ruhsatsız ve bedelsiz işletilmesinin devrini kapsıyordu. Nasıl imtiyaz ama… İngilizlerle muhabbet, Almanlarla balayı… Söylenecek çok laf var lakin zayi etmenin manası yok… Çok şükür artık ecnebi kumpanyaları yok böyle imtiyaz verilen, ve yine çok şükür ki hem yerlilerini, hem de millilerini yarattık, kocaman bir yoktan…

Demiryolu inşaatını yapmak üzere Philipp Holzmann adlı bir şirket tercih edilir ve projeyi yürütmek ve yönetmek ile ilgili Nicholas Mavrogordato başmühendis tayin edilir.  Şantiye Şefi mühendis Nicholas Mavrogordato, İstanbul Tarabya doğumlu, Osmanlı tebaası, ayrıca Alman vatandaşı yüksek inşaat ve demiryolu mühendisi olup, işin başından sonuna kadar, hiç ara vermeden, önce Almanlar adına, bilahare Osmanlı adına, işgal yıllarında Fransızlar adına nihayetinde de Yeni Türkiye Cumhuriyeti adına görev üstlenmiştir. 1903 yılından itibaren şantiyeleri Ulukışla, Tosunali-Pozantı-Belemedik ve Hacıkırı’nda kurmaya başlamış. Proje kapsamında Konya ile Kelebek arasında inşa edilmesi gereken 37 adet tünel bulunmaktaydı. Bu etabın en zorlu bölümü ise Belemedik ile Hacıkırı arasındaki 12 adet tünel, ki toplam uzunluğu yaklaşık 12 km’dir, 7 adet köprü ki en önemlisi Varda Köprüsü inşaatıdır. Bu zorlu parkurda personelin uzun süre bölgede konaklaması ve çalışması için bir lojistik üs gerekliliği o güne kadar olmayan Belemedik’in kurulmasına yol açar. Bu kapsamda Belemedik'e ilk yapılar 1905 yılında inşa edilmeye başlanır ve uzun sürecek bir proje ile karşı karşıya oldukları bilinci ile organizasyon yapılır. Ama bu nasıl bir yerleşke haline gelir, inanılmaz, Fırın, Kantin, Sinema, Kilise, Cami, Yemekhaneler, Atölyeler, ufak çaplı imalathaneler, Hastane, Postahane, Sosyal Evler, Yönetici Evleri-Villalar, Okullar, Lojmanlar, Su depoları, Elektrik üretimi ve şebekesi ile başlarda 5.000 kişilik bir nüfusun ihtiyaçlarına göre geliştirilir. Zaman içerisinde projenin bitmeyeceği kaygısı ile nüfus arttırılır daha sonra da savaşın da patlaması ile kısmen da olsa yavaşlayan proje ilerlemesi bu sefer de savaş esirlerinin buraya yollanmasıyla da hızlandırılmaya çalışılır. Artık bu kısır döngü bir ara 100.000 üstünde yöneteni ve çalışanı olan bir nüfusa çıkar. Hatta o kadar ki ihtiyaca binaen hafta sonuna girilirken dağıtılan paraların hafta sonu geriye alınması maksadına matuf Almanya’dan ithal sermayeler ile mezkûr mevkide malum faaliyetlere de zemin hazırlanır.

1. Dünya Savaşı devam ediyor olmasından ötürü yavaşlayan çalışmalar yüzünden Belemedik-Hacıkırı arasındaki 12 adet tünel inşaatı henüz bitirilememiş ve tünel inşaatlarının yavaş ilerlediğini yerinde gözlemlemek için Hacıkırı’na gelen Harbiye Nazırı Enver Paşa, yetişmiş eleman eksiği, yetersiz bütçe tespiti üzerine Düyun-u Umumiye’den 8 milyon Mark ve Almanya’dan 450 kişilik özel demiryolu teknik elemanını kapsayan bir askeri birliğin intikalini sağlanmış. İnşaat faaliyetleri hızlanmış lakin savaş Osmanlı’nın öğünmesinin hilafına hiç de hayırlı gelişmiyordu. Mondros Ateşkesi ile Almanya’nın ve Osmanlı’nın yenilgiyi kabul edip silah bırakması üzerine, ülke İngiltere, Fransa ve İtalya güçlerince işgale uğradı.      Pozantı-Belemedik-Hacıkırı Bölgesi Fransızlar tarafından işgal edilir ama inşaat faaliyetleri devam eder ama Şantiye Şefinin yardımcısı bir Fransız vatandaşıdır artık. İnşaatın tamamlanması ve işletmeye açılmasına yönelik detaylı bilgilerin tamamı internet ortamında kolay ulaşılabilir durumdadır, fazlası için bakılabilir.

Tanıtım tabelasındaki fotoğraflara bakıyoruz, yukarıda bahsettiğim ölçüde yepyeni kocaman bir şehir, peki alana doğru ilerleyince geriye kalan 3-5 yıkık dökük binadan başka bir şey değil. Oysa buralar ihya edilebilse, tarih ve doğa ile iç içe, hem öğren hem dinlen hem idman hem de temiz hava hem de bol gıda, ama nerde… Diğer taraftan Belemedik Tren İstasyonunun benim açımdan çok değerli ve anlamlı anılar içerdiği için ayrı bir önemdedir.

Esasen de, Canım Yurdumun öncelikleri çok farklı ve çok çeşitli, hangi birine yetişecek, iş çok, güç az… Olan gücüde planlı ve etkili kullanma becerisine sahip değiliz ne yazık ki, sonrası da Allah selamet versin.

Şimdilerde bakıyorum bir kıpırdanma var, doğa turları için oluşan “Tabiat Parkı”, kamping ve piknik imkanları ile… Adana Büyükşehir Belediyesi desteği ile Pozantı Belediyesi çalışmaları ancak bu kadar ile sınırlı anlaşılan, ama yine de eski ile kıyaslanınca muhteşem… Ama yeterli mi, zinhar… Oysa; Gülek Kalesi, İbrahim Paşa Tabyaları, Şekerpınarı su kaynağı ve Akköprü, Belemedik Alman Şantiyesi, Esir Kampı, Türk Şehitliği, Alman Mezarlığı, Varda Köprüsü, İskender Anıtı, Anahşa Kalesi, Anıt Ağaçları, Çakıt Çayı ve Vadisi başta olmak üzere yaylaları ile hem tarih, hem coğrafya, hem kültür, hem edebiyat, hem dinlence koridoru oluşturan bir kenttir Pozantı ve mutlaka zaman ayırılarak gezilmeli…

Evet; Pozantı Belediye Başkanı Mustafa Çay’ın bir söyleşisinde rastladığım bir tarifi ile bitirelim yazımızı; “Belemedik, Belemedik, Kıymetini bilemedik”

Cumartesi, Ekim 10, 2020

ŞEKERPINARI, PINAR, AKKÖPRÜ, SU VERENLER, SU ALANLAR

Hani fotoğraflarından hayranlıkla izlediğimiz “Mostar Köprüsü” vardır ya işte bi inceden o havayı yakaladığınız yerdir, “Pozantı Akköprü” ama maalesef yine uygun olmayan bir restorasyon örneği daha… Dilde tüy bitiyor ama ne gam, ne keder… Ehliyet, ehliyet, liyakat, liyakat… Oysa gençliğimizden beri bildiğimiz bir köprü burası her değişikliği fark ediyoruz hele de kaş yapıyorum derken göz çıkarıyorsanız. Bu güzel Roma Kemerli Taş köprü örneği çeşitli zamanlarda, başta su taşkınları olmak üzere doğal afetler neticesinde hasarlar görmüş olup son olarak da 1991’deki su taşkınlarında tamamen yıkılmıştır. Daha önce denenen kötü restorasyonlar da tamamen ortadan kalkmış olup yeniden yapımda daha önceki kötü girişimler akılda tutularak tecrübelerinden yararlanılır beklentisi ile çok iyi bir iş çıkarılması gerekir doğal olarak. Ama olmaz yine, örneğin kemer için seçilen taş malzeme gerekli test ve deneylerden geçmeden kullanıma alınır ve hali sırıtır şimdilerde, haydi biz yapsak ne ise, ama uzmanının yapması gereken bir iş… Neyse köprünün yeniden yapımı ve taşıt trafiğine kapatılması ve tescil edilmesi de bir başarıdır deyip ilerleyelim.

Akköprü ki zaman zaman Şekerpınarı Köprüsü diye de bilinir; taş kagir ve tek gözlü kemerli bir köprü olup anlaşıldığı kadarı ile yapım tarihi konusunda bir kesinlik yoktur. Köprü üzerine Kaymakamlık Portalından alınan bilgiler “Akköprü bir orta çağ köprüsüdür. Orta çağ tabiri belli bir tarih değildir. Romalılardan Fatih Sultan Mehmet’e kadar çok geniş bir zamanı kapsar. Roma- Bizans kadar, İslam ve Selçuklular devride bu zaman içine girer ancak IX yüzyılda halife Mem’unun Bizansa karşı seferinde köprünün mevcut olduğu kaynaklarda belirtildiğinden köprü bu tarihten önce (833) yapılmış olmalıdır. XIV. Yüzyılda Karaman oğullarının bir gümrük noktası olarak kullanılan Akköprü, XIV. Yüzyılda Gülek Beline hâkim Koca Mehmet Paşa zamanında da onarılmış olduğu tahmin edilmektedir. XIX. Yüzyılda ise Mısırlı İbrahim Paşa tarafından onarıldığı tarihsel kaynaklarından anlaşılmaktadır. Köprü kagir ve tek gözlüdür. Boyu 83 metre, genişliği 5,70 metre ve kemer açıklığı 10,35 metredir. Her iki kıyıdan orta kemere doğru yükselen meyilli bir şekli vardır. T.C. mülki idare sınırlarına göre Adana Niğde il sınırında bulunmaktadır. Akköprü, Çiftehan - Pozantı demiryolu arasında ve demiryolunun hemen doğusunda bulunmaktadır. Köprü civarı oldukça sarp dağlarla kaplıdır. Köprünün hemen kuzeyinde şeker pınarı kaynağı ve şeker pınarı turistik lokantası karayolundan dinlenme yeridir. Köprü sarımtırak renkli kesme taşlarla yapılmıştır. Köprü geçirdiği onarımlar sayesinde günümüze kadar gelebilmiştir.” şeklindedir. Kişisel kanaatim buranın görülmesi gereken yerler listesinde bir şekilde bulunmasıdır. 

Mezkûr Köprüye yakın, 1900’lerin başından itibaren yapımı gerçekleştirilen Bağdat Demiryolu kapsamında bir Köprü daha bulunmaktadır, şu andaki karayolundan suyun kaynağına doğru ilerlerken altından geçtiğiniz bir köprüdür. Evet bu köprüde yaklaşık 125 yıllık bir köprüdür ve ayrıca görülmeye de değerdir. Belki tek başına cazip bir durum oluşturmamaktadır ama mezkûr demiryolunun Bölgedeki tamamı içerisindeki 12 tünel ve 7 köprü ile Torosları geçilebilir kılması ayrı değerlendirilmesine neden olmaktadır.

Bu köprünün, Ulukışla tarafında Çakıt Çayının önemli bir kaynağı olan “Şekerpınarı Su Kaynağı” bulunmaktadır ve Sabancı Grup tarafından önceleri “SUSA” markası ile grup kaynakları ile yaptıkları bir yatırıma ana malzeme olmuş bu su kaynağı bilahare de kapitalizmin gereklerine uygun güncellemeler ile sermaye sahip değişiklikleri ile tamamen Fransızların “DANONE” firmasına devredilmiştir. DANONE Fransız firmasıdır bilindiği üzere, Şekerpınarı ise Adana’nın Pozantı İlçesi sınırları içindedir, Sevr antlaşması gereği Adana ve civarı Fransa işgal bölgesidir, peki SUSA’nın DANONE’ye devri hangi tarihte gerçekleşir, 5 Ocak, peki Adana’nın Fransız işgalinden kurtuluşu ne zamandır, 5 Ocak… Vallahi Ticaret Sicilinden bilemiyoruz tam tamına böyle mi ama konuştuğum Pozantılıların iddiasına göre böyle olduğunu anlıyoruz ki doğruysa çok manidar bir tarih şüphesiz ki temsiliyet açısından… Vallahi ben böyle konuşanların yalancısıyım… Yok bu verilen bilgi doğru değilse de temsiliyet açısından da sevineceğiz… Yoksa tarih takvim yapraklarından biri ise söylenecek bir laf olamaz hatta olmamalıdır da. Ama temsiliyet ise… Allah selamet versin…

15.10.2018 tarihinde “Su faciası” başlıklı ve  http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2018/10/su-faciasi.html adresinde yayınlanan yazımda; “Çocukluğumuzda bir dönem gelecek kesinlikle bedava-parasız su temin edilemeyecektir deselerdi, güler geçerdik büyük ihtimalle… Çünkü su o zaman gerçekten “Allah’ın suyu” idi… Bu kapitalizm konuyu alıştıra alıştıra buralara kadar getirdi ya, bir bravo da onlara… Göz göre göre bizi buna da alıştırdılar ya… Şimdilerde ise trend olmuş ev tipi su arıtma cihazları imal edip satıyorlar, gel de bravo deme, beleş suyu misli fiyatına satıyorlar, yeter mi, nerde, salma usulü elde edilen paralarla yaptıkları şebekeler üstünden yeterince temiz olmayan suyu satıyorlar, sonra da bunu arıtın diye ürettikleri su arıtıcıları da satıyorlar… Biz de bunu yiyoruz… Alkışlarımla yıldızlı bravo…” diye yazmış idim. Halen aynı fikirdeyim ve de değişmeyecek.

İşte bu kapsamda “Allahın suyunu” bile bize dünyanın parasına satıyorlar, hem de sağlıksız su dağıtılıyor denilen şebekeleri de inşa ederlerken, çifte kavrulmuş halleri cüzdanlara dikilen gözlerin… Gıda tekellerinin, Coca-Cola, Nestle, Danone, Pepsi başta olmak üzere her birinin şişelenmiş suları olmaları tesadüf değildir ve sektörel ekonomik büyüklüklerde göz önünde bulundurulunca tablo daha da netleşiyor. Hele hele Dünya şişelenmiş su tüketimi liginde Türkiye’nin yerinin de 3.lük olduğu ve parasal karşılığı yaklaşık 4 milyar TL ve 10 milyar litre olduğu görülürse, her şey daha da net olacaktır. 

Sonuçta işte Pozantı; aldıkları ve verdikleri ile, al gözüm seyreyle… Ama illaki 5 Ocak…

Cumartesi, Ekim 03, 2020

İBRAHİM PAŞA TABYALARI

Sonbahar gezileri kapsamında yolumuzu Pozantı’ya düşürdük. Pek bilinmez olmasına rağmen benim açımdan çok önemli bir turizm merkezi olup esasen de ne yaşayanları ne de yöneticileri bu işin farkında olunmadığı görüntüsü vermektedirler. 1902 de Bağdat Demiryolu kapsamında Torosların bu geçidinin aşılması adına yapılan müthiş çalışmalar ve bu çalışmaların üssü “Belemedik Köyü” şantiyesi bile başlı başına her detayın hem de geçen yüzyılın başında bugünkülere bile ilham verecek şekilde tesis edilmiş olması görülmeye değerdir. Yemyeşil bir vadi, Çakıt Çayı ve her daim insana özgürlüğün, kaçısın, ele geçmezliğin ve de ele vermezliğin sembolü dağların değişik orman örtüsü ile kaplı halinin yarattığı yer yer sükûnet, yer yer ürperti ve zaman zaman düdük sesleri ile geçen trenin sizi yeniden merkeze bağlar hali muhteşem. İşte tam da burada 12 adet “Tünel” ve en ünlüsü ve yapım tekniği ile yükseklik ve geçtiği açıklık açısından en muhteşemi “Varda Köprüsü” olmak üzere toplam 7 adet köprünün bulunduğu demiryolu inşaatı için çalışacak personelin ihtiyacına binaen resmi olarak Hastahane, Postahane, Fırın, Yemekhane, Sinema gibi lojistik tesisleri bile düşünülmüş ve de hatta gayri resmi olarak faaliyet gösteren “genelev” bile oluşmuş devasa bir yerleşke imiş. Bu “şantiye” konusunu, planlama, organizasyon, yerleşke ve sair sosyal faaliyetler açısından ele alarak ayrı bir yazı konusu yapmayı planlamaktayım. 

Şimdi gelelim, yazı başlığındaki konuya. Bilindiği üzere; “İbrahim Paşa” Osmanlı Padişahlığının Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın mahdumudur. Ve yine iyi bilindiği üzere, Mısır Hidivliği batı ile özellikle de Fransa ile olan iyi münasebetleri neticesinde modern tarım ve askeri uygulamaların sıkı takipçileri olmuşlardır. Fransa ile iyi münasebetlerin nişanesi olarakta Mısır’daki Luxor Tapınağının girişindeki 2 obeliksten 1’ini (dikilitaş) bugün hala dikildiği yerde durur şekilde Paris’in en müstesna muhitinde sergilenmek üzere hediye etmişlerdir. Modern ama her hali ile Osmanlı işte, gözünü kırpmadan bir tapınağı, bir obeliksi hediye edebiliyor.

Mısır Hidivliği Osmanlı ile ilki 1831-1833 arasında olmak üzere 2 kez ciddi manada savaşa tutuşurlar ve 2. sindeki 1839 ile 1841 yılları arasında gerçekleşir ve Osmanlı’nın külliyen yenilgisi ile sonuçlanır. Mısır Hidivinin oğlu Kavalalı İbrahim Paşa Orduları ile Osmanlı’nın tüm Orta Doğu ile ilişkisini keser. Dönem itibari ile tekstil sektörünün pamuk teminini yaptığı uçsuz bucaksız Amerika’da iç savaş patlar ve pamuk temini inkitaya uğrar. Ve Çukurova’ya gün doğmuştur. İşte o dönemde Çukurova’da pamuk üretimi, yeni tohum yanında mevcudun ıslahı ve yeni metotlar ve teknikler ile başta Manchester ve Paris olmak üzere batının tekstil endüstrisinin ihtiyacının karşılandığı yeni alan olur. Yine aynı dönemde artan ihtiyacı karşılamak üzere üretim artışını temin için çeşitli yerlerden büyük ırgat aktarılmaları olmuştur. Adana’nın kavurucu sıcağına dayanacağı düşünülen ağırlıklı Suriye’den olmak üzere ciddi bir Arap nüfus getirilmiştir. Adeta Pamuk ve Adana’yı ayrılmaz ikili tanımına sokan gelişmeler bu dönemde yaşanıyor, Fransız gezgin Langlois’in aktardığına bakılınca da; artık 1853’lere gelince Adana vilayetinde 50 pamuk işleme evi, 10 keçe yapımevi, 22 basmahane, 40 masara yeri faaliyette bulunmaktadır.

Siz bakmayın öyle konunun tarihçi olmayan lakin kerameti malum yerlerden menkul ve muteber Osmanlı tarihçileri tarafından konunun “Mısır İsyanı” diye küçültülerek ya da önemsizleştirilerek takdim ediliyor olmasına, durum hiç izah edildiği gibi değildir ve sonuç düpedüz yenilgidir. Hatta o kadar yenilgidir ki; Filistin, Lübnan, Suriye, Hicaz, Girit Adası, Çukurova artık Osmanlı Hükümranlığından çıkmıştır, hatta İbrahim Paşa’nın ordugahını Kütahya’ya kurduğuna dair de bilgiler mevcuttur, yine malum zevat tarafından rivayet olunur ki, Uluslararası odaklar komplolarla oldu bittiler yaratmıştır. Lakin bu savaşlarda Osmanlı’nın bağlaşığı Britanya Krallığı, Avusturya İmparatorluğu ile Prusya Krallığıdır bu görmezlikten gelinir ve bu bağlaşıklık İngiltere’nin Ortadoğu’ya kalıcı olmak kaydıyla müdahalesinin başlangıcıdır.  Sonra ne mi olur, işte iddia edilenin tam aksine bu bağlaşıklık neticesinde Ortadoğu’ya yerleşen Birleşik Krallık (İngiltere) bilahare bilinen her türlü herzenin düzenleyicisi ve azmettiricisi olur ve sürgünleri bu günlere kadar uzanan ve malum sonuçları olan İngiltere-Tarikat ilişkilerinin tohumu atılır.

Neyse bu değerlendirmeleri erbap tarihçilerden okumaya devam edelim ve asıl konumuza dönelim. Evet artık başta Çukurova olmak üzere bölgede kalıcı olmaya hazırlanan Mısır Hidivliği; yapılan yatırımların ve kazanılan toprakların korunması adına Osmanlı’ya karşı güvenlik tedbirlerini olağanüstü arttırır ve bu baptan Çukurova’ya yegâne bağlantı yolu olan Gülek Boğazının korunması adına tahkimatı arttırır. Bazı yerlerde mezkûr tahkimatın “Doğudan” gelecek tehlike ve saldırılara karşı yapıldığı söylense de bizatihi kendisinin doğulu oluyor olması bile başlı başına bir tekzip konusu gibi durmaktadır. Yolumuz Pozantı’ya düşünce bir araştıralım bakalım nereleri gezmeli ve görmeliyiz diye, görülecek yerlerden biri olarak karşımıza “İbrahim Paşa Tabyaları” çıkar ve gerek fotoğraflardan ve gerekse de bilgilerden mutlaka gidilesi bir yer gibi durduğu anlaşılmaktadır. Tanıtımlardan ve de özellikle Gülek Kalesi ile güvenlik konseptine uyumlu, Kızıl Tabya (Büyük veya Fenerli Tabya), Armutlu Tabya ve Ak Tabya (beyaz ya da ak tabya) mutlaka görülesi bir hal alır. Tamamı ile kompleks bir koruma aksı oluşturduğu anlaşılan bu tahkimatın dönem itibari ile iyi ilişkiler oluşturulan “Fransa”nın teknik ve askeri destekleri ile tesis edildiğine dair emareler ile bilgiler de mevcuttur. Ancak bana göre asıl önemlisi, Osmanlı’nın atanmış kişileri olmasına rağmen bilahare toprakların önemli bir kısmında ilk kez ayrı bir yönetim oluşturması daha da önemlisi kendilerini kalıcı hissederek, bu hem zaman hem de güvenlik içinde çalışma açısından kolay kolay inşa edilemeyecek tahkimatların yapımına girişmeleridir.   

Bu kadar bilgilendikten sonra ziyaret için yola çıkıldı, sonuç bir hayal kırıklığı… Tabyalara ulaşmakta ciddi zorluk çekiliyor, Belediyenin maalesef atık toplama alanı olarak kullandığını gördük. Şüphesiz bu topraklarda bu kabil eserlere adım başı rastlandığından bunları gün ışığına çıkarmak, restore etmek, korumak ciddi ve her açıdan maliyetli bir iştir ama böyle mi olmalı… Anladığımız kadarı ile daha da ciddi bir problem var, Mersin ve Adana illeri sınırında yer alması itibari ile de sahiplenme adına bir başka problem yaşanıyor, vs vs… Sonuçta dün hayvan damları olarak kullanılmış bu tabyalara bugün de ulaşmak gerçek manada çok zor. Böyle mi olmalı, hay Allah, çok üzüldüm vallahi. Başka bir kolay yolu da var idiyse ve biz bulamamışsak da bu benim haneme benim ayıbım olarak geçsin ama aynı zamanda bu benim kadar yine de idarenin bir kusuru olarak ortada durmaktadır.

 


Salı, Eylül 29, 2020

ZEYTİN EGELİLER İÇİN ÇOK ÖNEMLİDİR

Zeytin; biz Egeliler için çok önemlidir, bizim için savaş değil barış temsilcisidir, bizim için imam hatip değil köy enstitüsüdür, bizim için tabu değil aklın ve bilgeliğin sembolüdür, bizim için buyurganlığın ve saltanatın  değil hoşgörü ve adaletin sembolüdür, bizim için yokluğun ve kıtlığın değil bolluğun, refahın ve bereketin sembolüdür, bizim için maraz değil sağlık işaretidir, bizim için yok oluşun değil yeniden doğuşun ve güncellenmenin ifadesidir, bizim için cehaletin karanlığı değil bilgeliğinin nurudur, bizim için bulanmanın değil arınmanın nefasetidir, bizim için bayağılık ve çirkinlik değil efdal ve fazilettir, bizim için melamet değil gönenmedir, hülasa hepsi olmasa bile birkaç değerlendirmenin hemen hemen herkes için geçerli olduğunu düşündüğüm bir zirai üründür.

Tarihte en önemli değerlerin sembolü olarak görünen “zeytin ağacı” dinler açısından kutsaliyetini korumakla birlikte neredeyse tüm dini kitap ve yazılı kaynaklarda ve yaratılış ve de kuruluş menkıbelerinde sitayişle bahsedilen yegâne ağaçtır. Okuduğum kaynaklarda; ittifakla bahsedilen Latince “Olea prima omnium arborum est” gibi bir ibare bulunmakta ve “Zeytin bütün ağaçların ilkidir” anlamına gelmektedir. Böyle bir söz gerçekten var mıdır, yoksa “zeytinyağı tekellerinin” bir yanıltması mıdır gerçekten bilmiyorum ama kaynaklar zeytin yetiştiriciliğinin ilk insanlarla birlikte başladığını kaydetmiş görünmektedir ve kayda uygun da tarihsel ve kültürel manada her daim değerli ve derin anlamlara haiz kabul edilmiştir. Yine kaynaklara göre batı dillerinin tamamında değişik söyleniş biçimleri olmakla birlikte “oil” kelimesi, eski Yunancadan mülhem, zeytin ağacı anlamına gelen “eleia” kelimesindendir. Efsaneye göre ilk peygamber Âdem cennetten kovulduktan sonra hep Tanrı ile barışma yollarını aramıştır, lakin ölene kadar muvaffak olamaz ve ne yazık ki barışamadan ölür ve İsrail kuzeyindeki Tabor Dağı yakınındaki bir vadiye gömülür. Adem’in gömüldüğü yerde üç ağaç yeşerir, bunlardan biri zeytin, biri sedir ve diğeri de servidir. Bu yeşeren 3 ağacın tohumlarını ölmeden önce Âdem ağzında ıslatıp bekletmiştir, ıslatma ve bekletmenin yüzü suyu hürmetine de tohumlar Tanrı tarafından fide haline getirilmiştir. Tam da bu nedenle Tanrı ile Âdemoğlu arasında barış sağlandığına inanılmıştır. 

Zeytin ve zeytinyağı için tarihte, muktedirler sürekli şu ya da bu nedenle koruma ya da teşvik kararnameleri ve uygulamaları hazırlamışlardır. Ancak tarihte bilinen zeytini korumaya yönelik ilk korumanın, eski Yunanda bilge kişi Solon’un koyduğu kurallara göre zeytin ağacı kesenlere ağır cezalar uygulandı, bu kurallarda “Solon Kanunu” adı ile tarihteki yerini almış oldu.

İnsan oğlunun zeytin yağını; sağlık için, sırasıyla kas yumuşatmaya, cilt sağlığı ve korunmasına, sindirim sistemi hastalıklarına karşı, kalp sağlığının korumasına, antioksidan olmasına, safra kesesi sağlığına, kanser riskini azaltmaya yönelik kullanırken, hijyen malzemesi olarak başlarda yıkanamayanlara vücuda sürme tavsiye edilirken günümüzde kolonyasının üretimine kadar geniş bir kullanım alanı bulmaktadır. Ancak tarihte karanlıkların aydınlatılması anlamında ilk başlarda, kandil ve bilahare de lambalarda kullanılmasından meşalelerin hazırlanmasına kadar kullanıldığı aynıyla vakidir.  Tarihte olimpiyat kahramanları ve başarılı sporcuların “zeytin dalından yapılan taçlarla” ödüllendirildiği de bilinmektedir. 

Zeytin, Egeliler için önemlidir dedim ya, bunun en önemli nedenlerinden biri de, sadece Çeşme Yarımadasına yani Karaburun ve Urla’yı da içine alacak şekilde bu yöreye özgü hasat edilir edilmez tüketilebilen bir zeytin biçimi vardır; “hurma zeytin”. Bu yörede ve sadece bu yöreye has çevre ve iklim şartlarından mütevellit bazı zeytin ağaçları üzerinde bir tür mantarın enzimatik etkisi ile zeytin acılığını kaybeder ve yine yöreye has nispi nemin ve de yöreye has poyraz rüzgarlarının etkisi ile herhangi bir ilave işleme gerek kalmaksızın yenmeye hazır bir zeytindir hurma zeytin. Egelilerin dışındakilerin ilk başlarda çürük ya da çürümüş zeytin diye dudak büktükleri hurma zeytin şimdilerde sofralarda has yerini almıştır gayri. Yukarıda; zeytin bize köy enstitüsüdür derken geçmişte, köy enstitüsü mezunları ile hurma zeytinin metaforu üstünden, vicdanı ve aklı hür nesilleri konu alan keyifli bir yazı okumuş idim, tam da kastım odur.

Zeytin hasadı ise üretici ve ağaç arasında bir başka ritüeldir zira kimi ağaca son derece hoyrat davranır uzun sopalar ile zeytini çırpar, kimi de son derece sevecendir tek tek elle toplar, biri hoyratlığının nedenini ağacın kırılan filizlerinin bir saç traşı durumu oluşturması gibi anlatırken diğeri de ağacın da en az insan kadar sevgiye ihtiyacı vardır diyerek durumu izah eder.  Sonuçta hepsi ağaçlarını son derece sever ve korur, bazen öğretme isteği sevginin önüne geçtiği durumlardaki gibi nasıl ki çocuk “eşek sudan gelene kadar dövülürse” zeytin ağacı da son tanesi yere düşüne kadar çırpılır. Necip milletimizin sevgi tezahürü, ne diyeceksiniz işte. Arada 3 kuruş anlamsız ve kısa süreli çıkar ihtimalinin tezahürüne aldanıp saf değiştirenler olsa da zeytin ağacı sahipleri nerdeyse ittifakla ve topyekûn zeytin ağacı katliamlarına karşı durarak bu konudaki sevgi gösterilerini sahnelemişlerdir. Ancak bir takım gafil, müptezel, münkir ve münafıkların sahne alıp, zeytin ağacı özelinden hareketle tüm ağaçlara karşı taarruza geçtiklerine bakmayın, hani “zeytin ağacı Yahudi ağacıdır” vs gibi muhakemat derc ettiklerine bakarak yeise kapılmamak gerekir. Bunlar aslında gaflet, dalâlet ve hatta ihanet içinde, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleri ile tevhit etmiş olmadan yapılabilir işler olmaktan ıraktır. Biz; biz olarak başta zeytin ağacı olmak üzere tüm ağaçlara sahip çıkarken asla ve kat’a “doğanın bize atalarımızdan bir miras değil, çocuklarımıza aktaracağımız bir emanettir” şiarını unutmamalıyız. Evet, zeytin biz Egeliler için çok önemlidir, tıpkı Doğu Karadenizlinin fındığı gibi, çayı gibi… Karadenizlilerden de beklentimiz bizim fındığa ve çaya sahip çıktığımız kadar, onlarından da zeytine sahip çıkmaları, burası bizim ortak vatanımızdır demek kadar kolay olan sahiplenmeye de, evet…

Büyük usta Nazım Hikmet’in “yaşamaya dair” şiirinde insan zeytin ağacını yetmişinde bile dikmelidir der iken, duygularını anlamaya çalışıyoruz.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

                                      yaşamak yanı ağır bastığından.