Çarşamba, Ekim 19, 2016

MEHMET FATİH ÖKTÜLMÜŞ


Türkiye tarihinin bir kara sayfası olan, bugün hala acıları çekilen ve "ABD'nin çocukları” olarak tarihe adlarını yazdıranlar, yani 12 Eylül Faşist darbesinin mağrur generalleri ve sivil aveneleri, devletin iç yüzünü dışa vurarak, kendisinden öncekilerin mıntıka temizliği üstüne, toplumun her noktasının zapt-u rapt altına almak adına, yarattığı işkencehaneler ve işkenceler, hayatları kararan insanların yaşadığı dramlar, sakatlıklar ve ölümler, kayıplar, kimsesiz mezarlıklarının arttığı dönemler, hıyanet ve direniş... Tıpkı Ahmet Arif'in "Diyarbakır Kalesinden Notlar" şiirinde anlattığı üzere; bir tarafta, engerekler, çıyanlar ve ekmeğe göz koyanlar diğer tarafta ise, bu namustur künyemize kazınmış diyerek, bunları görerek, tanıyarak ve anlatarak büyüyenler...

Kurulan işkence tezgahlarında, dert, sadece işkenceye çekileni fizik olarak yok etmek değil, umudunu kırmak, güven duyduğun tüm insanları unutarak hatta yok sayarak, içinde büyük emeklerle yarattığın kendine, çevrene ve topluma saygı duymayı yıkmak, büyük bir özenle ben demek yerine biz demeyi tercih etmişliği tarumar etmek,  nihayetinde de psikolojik olarak çökertmek, ben birşey değilim artık, ruh haline büründürmek, hatta sorgucular açısından da artık bilgi edinmekten öte geçmiş bir ruh halinin sergilendiği, artık intikam alma haline dönüşmüş olma halidir, tüm bu yapılanlar. Artık, bir takım kişiliksiz profesör unvanlı sözde bilim adamları vasıtasıyla "tıp bilimi" de devletlerin işkence sistematiği hizmetine girmiş, şeytanın bile aklına gelmeyecek haltlar yemeğe başladıkları dönemler yaşanmıştır.

Bizlerin yaşadığı bu olağanüstü dönemleri nasıl ve nereden başlayarak anlatsak, daha net anlaşılır bilemiyorum açıkçası, bilen ve yaşayanlar açısından anımsamakta, algılamakta sorun olmaz diye düşünüyorum ama yaşamayanlar açısından çok ciddi bir sıkıntıdır, anlayabilmek, algılayabilmek...

Yarı sömürge, yarı feodal durumdaki ülkelerde devrimci mücadelenin, başat unsurlarının bağımsızlık ve demokrasi olarak öne çıkması neticesinde, canım yurdumda da, 60 yıllar ve 70 li yıllar öğrenci gençlik açısından, üniversite, eğitim-öğretim, gençlik sorunlarını ön plana alan ve bilahare ülkenin tüm yakıcı sorunlarını kendine dert haline getiren, dönemin en önde gelen devrimci önderi Che Guevera'nın "Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana kahraman diyorlar. Bunların neden aç olduğunu sorduğum zamansa; bana komünist diyorlar" sözü formülasyonu mucibince de, yoksul halkların neden yoksul olduklarını sorgulamaya başlayınca da, "ben, ailem ve geleceğim" diye kaygılanmayan, kendisi dışındaki sorunların etrafını yakıyor olmasını dert edinen ve bu uğurda mücadele edilen, bir süreç haline dönüşmüştür.

12 Mart'ın ve 12 Eylül'ün sürek avı şeklinde gelişen devrimci avı, tazı köpeklerini hasetinden çatlatacak biçimlerde gelişmeler göstermeye başlamıştır artık, Hollywood takipçiliği mi yapıyordu bu kepazeler, yoksa Hollywood mu onları takip ediyordu artık ayırt etmek çok zordu. Bakan düzeyindeki kahramanlar bile sorgu timlerinden intikam ve kan ister hale gelmişlerdi.

Bizim bir başka nedenle, Adana Emniyet Müdürlüğü'nün oto garajının sorgu merkezi haline dönüştürülmüş hücrelerinde tutulduğumuz dönemde, yanılmıyorsam Mart 1981 ortaları idi, sonradan tüm detaylarını öğrendiğimiz şekli ile, arkadaşları ile buluşmak üzere bir randevu yerine giden, Mehmet Fatih Öktülmüş, bir başka teşkilat için pusu kuran polis,  Fatih'i tanıyınca diğer operasyondan vazgeçer, Fatih'i hedef alır, çıkan silahlı çatışmada 3 aşamalı kurulmuş polis çemberinin bir kısmını aşarsa da yaralanır ve yaralı olarak ele geçer. Üzerinde Dilaver adına düzenlenmiş bir kimlik bulunur...

Adana Emniyet Müdürlüğü eski binasındaki bodrumdaki oto garajındaki hücrelerde, hücre komşum idi, tanımadığımız ama yaralı ele geçmiş yarı çıplak bir adam, demir kapıya kelepçeler ile gerilmiş vaziyette, yan hücreden bakınca, tüm zorluklara rağmen, sapsarı bir yüz ama gülümser vaziyette... Sorgucular geliyor gidiyor, sürekli aynı nakarat, en azından bizim duyduğumuz, "Mehmet Fatih Öktülmüş" diye sesleniş o ise ısrarla ve tereddütsüz, "Ben Dilaver...", gidiyor sorgucular... Sorgucuların gece ziyaretlerinde, çıplak vücuttaki yaralara tükenmez kalem sokarak kanırtma ve itiraf beklentisi, gündüz ise muhtemelen hastane ve dikiş yenilemesi, bir kaç gün böyle gitti... Duyduğumuz, sadece "ben Dilaver..." cevabı dışında, yan hücredekilere işkenceye karşı konulması yönündeki tavsiyeleri...Sonra İstanbul'a götürdüklerini duydum ve bilahare de mensubu olduğu teşkilatın önemli ve eski bir yöneticisi olduğunu öğrendim... Diğer sorgu odalarında neler olduğunu görme şansımız yoktu ama, gelince gördüğümüz kadarı ile bitkin ve ayakta duramayacak haldeki bu insanın, kendi hücresinde ise diğer hücrelerdekilerin bile görebileceği şekilde vahşeti andıran işkenceleri... Ancak, her soruya karşı kilitlenmiş dudaklar ile suskun kalmayı, konuşunca da aradıkları kişinin kendisi olmadığının belirtilmesi, tek anlaşılan şeyler bunlardı.

İnançlarına; saygının ve sadakatin ciddiyeti içinde, işkencelere ve tüm vahşet kabilinden zulümlere direnişin, tüm bu yapılanlara karşı dudaklarından gülüşünü eksiltmeyen, eğilmeyen bükülmeyen duruşun sembolü olan M. F. Öktülmüş'ü hatırlamak bir borçtur bize... Sonraları da; cezaevlerinde ceza çekmeyi aşıp, intikam uygulamaları yapılmasına karşı da direnişini sürdüren, ölüm orucuna yatan ve bu uğurda hayatını feda eden bu yiğit insanın, yıldızlar yoldaşı olsun...

 

 

Hiç yorum yok: