Türkiye
tarihinin bir kara sayfası olan, bugün hala acıları çekilen ve "ABD'nin çocukları” olarak tarihe
adlarını yazdıranlar, yani 12 Eylül Faşist darbesinin mağrur generalleri ve
sivil aveneleri, devletin iç yüzünü dışa vurarak, kendisinden öncekilerin
mıntıka temizliği üstüne, toplumun her noktasının zapt-u rapt altına almak
adına, yarattığı işkencehaneler ve işkenceler, hayatları kararan insanların
yaşadığı dramlar, sakatlıklar ve ölümler, kayıplar, kimsesiz mezarlıklarının
arttığı dönemler, hıyanet ve direniş... Tıpkı Ahmet Arif'in "Diyarbakır
Kalesinden Notlar" şiirinde anlattığı üzere; bir tarafta, engerekler,
çıyanlar ve ekmeğe göz koyanlar diğer tarafta ise, bu namustur künyemize
kazınmış diyerek, bunları görerek, tanıyarak ve anlatarak büyüyenler...
Kurulan
işkence tezgahlarında, dert, sadece işkenceye çekileni fizik olarak yok etmek
değil, umudunu kırmak, güven duyduğun tüm insanları unutarak hatta yok sayarak,
içinde büyük emeklerle yarattığın kendine, çevrene ve topluma saygı duymayı
yıkmak, büyük bir özenle ben demek yerine biz demeyi tercih etmişliği tarumar
etmek, nihayetinde de psikolojik olarak
çökertmek, ben birşey değilim artık, ruh haline büründürmek, hatta sorgucular
açısından da artık bilgi edinmekten öte geçmiş bir ruh halinin sergilendiği,
artık intikam alma haline dönüşmüş olma halidir, tüm bu yapılanlar. Artık, bir
takım kişiliksiz profesör unvanlı sözde bilim adamları vasıtasıyla "tıp
bilimi" de devletlerin işkence sistematiği hizmetine girmiş, şeytanın bile
aklına gelmeyecek haltlar yemeğe başladıkları dönemler yaşanmıştır.
Bizlerin
yaşadığı bu olağanüstü dönemleri nasıl ve nereden başlayarak anlatsak, daha net
anlaşılır bilemiyorum açıkçası, bilen ve yaşayanlar açısından anımsamakta,
algılamakta sorun olmaz diye düşünüyorum ama yaşamayanlar açısından çok ciddi
bir sıkıntıdır, anlayabilmek, algılayabilmek...
Yarı
sömürge, yarı feodal durumdaki ülkelerde devrimci mücadelenin, başat
unsurlarının bağımsızlık ve demokrasi olarak öne çıkması neticesinde, canım
yurdumda da, 60 yıllar ve 70 li yıllar öğrenci gençlik açısından, üniversite,
eğitim-öğretim, gençlik sorunlarını ön plana alan ve bilahare ülkenin tüm
yakıcı sorunlarını kendine dert haline getiren, dönemin en önde gelen devrimci
önderi Che Guevera'nın "Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana
kahraman diyorlar. Bunların neden aç olduğunu sorduğum zamansa; bana komünist
diyorlar" sözü formülasyonu mucibince de, yoksul halkların neden yoksul olduklarını
sorgulamaya başlayınca da, "ben, ailem ve geleceğim" diye
kaygılanmayan, kendisi dışındaki sorunların etrafını yakıyor olmasını dert
edinen ve bu uğurda mücadele edilen, bir süreç haline dönüşmüştür.
12
Mart'ın ve 12 Eylül'ün sürek avı şeklinde gelişen devrimci avı, tazı
köpeklerini hasetinden çatlatacak biçimlerde gelişmeler göstermeye başlamıştır
artık, Hollywood takipçiliği mi yapıyordu bu kepazeler, yoksa Hollywood mu
onları takip ediyordu artık ayırt etmek çok zordu. Bakan düzeyindeki kahramanlar
bile sorgu timlerinden intikam ve kan ister hale gelmişlerdi.
Bizim
bir başka nedenle, Adana Emniyet Müdürlüğü'nün oto garajının sorgu merkezi
haline dönüştürülmüş hücrelerinde tutulduğumuz dönemde, yanılmıyorsam Mart 1981
ortaları idi, sonradan tüm detaylarını öğrendiğimiz şekli ile, arkadaşları ile
buluşmak üzere bir randevu yerine giden, Mehmet Fatih Öktülmüş, bir başka teşkilat
için pusu kuran polis, Fatih'i tanıyınca
diğer operasyondan vazgeçer, Fatih'i hedef alır, çıkan silahlı çatışmada 3 aşamalı
kurulmuş polis çemberinin bir kısmını aşarsa da yaralanır ve yaralı olarak ele
geçer. Üzerinde Dilaver adına düzenlenmiş bir kimlik bulunur...
Adana
Emniyet Müdürlüğü eski binasındaki bodrumdaki oto garajındaki hücrelerde, hücre
komşum idi, tanımadığımız ama yaralı ele geçmiş yarı çıplak bir adam, demir
kapıya kelepçeler ile gerilmiş vaziyette, yan hücreden bakınca, tüm zorluklara
rağmen, sapsarı bir yüz ama gülümser vaziyette... Sorgucular geliyor gidiyor,
sürekli aynı nakarat, en azından bizim duyduğumuz, "Mehmet Fatih
Öktülmüş" diye sesleniş o ise ısrarla ve tereddütsüz, "Ben
Dilaver...", gidiyor sorgucular... Sorgucuların gece ziyaretlerinde,
çıplak vücuttaki yaralara tükenmez kalem sokarak kanırtma ve itiraf beklentisi,
gündüz ise muhtemelen hastane ve dikiş yenilemesi, bir kaç gün böyle gitti...
Duyduğumuz, sadece "ben Dilaver..." cevabı dışında, yan hücredekilere
işkenceye karşı konulması yönündeki tavsiyeleri...Sonra İstanbul'a
götürdüklerini duydum ve bilahare de mensubu olduğu teşkilatın önemli ve eski
bir yöneticisi olduğunu öğrendim... Diğer sorgu odalarında neler olduğunu görme
şansımız yoktu ama, gelince gördüğümüz kadarı ile bitkin ve ayakta duramayacak
haldeki bu insanın, kendi hücresinde ise diğer hücrelerdekilerin bile görebileceği
şekilde vahşeti andıran işkenceleri... Ancak, her soruya karşı kilitlenmiş
dudaklar ile suskun kalmayı, konuşunca da aradıkları kişinin kendisi
olmadığının belirtilmesi, tek anlaşılan şeyler bunlardı.
İnançlarına;
saygının ve sadakatin ciddiyeti içinde, işkencelere ve tüm vahşet kabilinden
zulümlere direnişin, tüm bu yapılanlara karşı dudaklarından gülüşünü
eksiltmeyen, eğilmeyen bükülmeyen duruşun sembolü olan M. F. Öktülmüş'ü
hatırlamak bir borçtur bize... Sonraları da; cezaevlerinde ceza çekmeyi aşıp,
intikam uygulamaları yapılmasına karşı da direnişini sürdüren, ölüm orucuna
yatan ve bu uğurda hayatını feda eden bu yiğit insanın, yıldızlar yoldaşı
olsun...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder