Cuma, Ekim 14, 2016

DİXİ ET SALVAVİ ANİMAM MEAM

1 Aralık 1945'te Sabahattin Ali, Cami Baykurt ile beraber Yeni Dünya gazetesini çıkarmaya başlar. Hemen ardından, 4 Aralık'ta yapılan gösteriler sonucu Yeni Dünya ile aynı çizgide olan Tan gazetesi ve Yeni Dünya'nın da basıldığı La Turquie gazetesinin matbaası yıkılır. Bu yüzden, Yeni Dünya gazetesi ancak dört sayı çıkar. 11 Aralık 1945'te Sabahattin Ali, Milli Eğitim Bakanlığı emrine alınır. Bu olaydan üç gün sonra, 14 Aralık 1945'te, zamanın Milli Eğitim Bakam olan Hasan Ali Yücel'e uzun bir mektup yazarak politik görüşlerini açıklar.

Sayın Yücel,
Siyasi hayata atıldığım için Bakanlık emrine alındığımı öğrendim. Bu karar bence pek yerindedir. Yalnız, şahsıma karşı senelerden beri göstermiş olduğunuz sevgi ve teveccühe karşılık, size ve büyük İnönü'ye durumumu açıklamayı bir borç bildiğim için bu satırları yaz-maya karar verdim.
Hükümet memuru olmanın bana yüklediği idari vazife ile muharrir hüviyetimin artık bağdaşamaz bir hale geldiğini son senelerde açıkça hissediyordum. Bir buçuk yıl önceki Turancılar davasından sonra ise, kendimi ve eserlerimi inkar edip yazı yazmaktan vazgeçmedikçe, siyasi mücadeleden kaçınmamın imkânsız olduğuna kesin şekilde hükmettim. Uzun uzadıya düşündüm. Sükun ve rahatı seven mizacımı, karımı, çocuğumu göz önünde tutarak memurluğa devam mı etmeliydim, yoksa memlekette çok okunan ve sevilen, şöhreti sınırlar dışına çıkmaya başlayan bir muharririn sosyal vazifelerini düşünerek açıkça mücadeleye mi atılmalıydım? Bana bu sonuncu vazife daha mühim, daha lüzumlu ve daha kaçınılmaz göründü.
Belirmiş siyasi kanaatlerim vardı; bugünün dünyasına hâkim olan belli başlı dünya görüşlerini oldukça iyi bildiğim gibi, yurdumu ve onun hususiyetlerini de yakından tanıyordum. Her şeyden evvel, bütün insanları ve bilhassa bu yurdun dört bucağında, sekiz yüz yıldan beri hemen hiç değişmeyen bir hayata rağmen, içinde tükenmez manevi hazineler taşıyan bu milleti delice seviyordum. Her sene üç dört ay köylerde kasabalarda dolaşarak onların arasına katılıyor, ancak o zaman sahiden yaşadığımı, sahiden yaşayan insanlar arasında olduğumu fark ediyor ve senenin diğer aylarında bundan kuvvet alarak çalışıyordum. Yollarda şoförlerle, hanlarda köylü kadınlarla, kasabalarda ve şehirlerde işçilerle, Köy Enstitülerinde, içlerindeki o tükenmez hazineyi dışarıya vurabilmek imkânını bulmuş çocuklarla haşır neşir oldukça, kafamda ümitler beliriyor, onlara hizmet edebilmek isteğim dayanılmaz şekilde artıyordu. Ama bütün bu sevdiğim insanların kültür ve sosyal seviyeleri, içinde bulunduğumuz dünya ile kıyaslanamayacak kadar geri idi.
Milletin layık olduğu seviyeye kısa zamanda varabilmesi için büyük bir hamle lazımdı ve bu hamle ancak bu milletin içinden, ortasından gelirse bir sonuca götürebilirdi.
Bunun için kafamda ilk beliren ve sarih şekiller alan siyasi kanaat tam bir demokrasi idi: Asırlardan beri bu memleketin mukadderatına karıştırılmamış olan on sekiz milyon insanın her birinin siyasi bakımdan aktif hale gelmesi, memleketin idaresine doğrudan doğruya karışması, tebaa halinden vatandaş haline yükselmesi şeklinde anladığım bir demokrasi.
Bundan başka, dünyanın dev adımlarıyla sosyalist bir iktisadi nizama gittiği inkâr edilemezdi. Hele bizim gibi istihsal seviyesi pek düşük olan bir memleketi yüksek medeniyet seviyesine ancak sosyalizm çıkarabilirdi. Fakat yurdumuzun birçok bölgeleri ekonomik ve sosyal bakımdan henüz pek iptidai bir vaziyette bulunduğu, halkımızın kültür seviyesi sosyalizmi kavramasına müsait olmadığı için, kanaatimce bizde bu yolda yapılacak iş, sosyalist cemiyete geçiş için gereken şartların hazırlanmasına hizmet etmek olabilirdi.
İç siyaset hakkındaki fikirlerim bu şekilde hulasa edilebilir. Dış siyaset hakkında neler düşünmüş olduğumu da kısaca arz edeyim:
Türkiye'nin emniyet ve selametini bütün dünya milletleri ile bilhassa etrafını çeviren komşuları ile iyi dostluk münasebetleri kurmasında görüyordum. Dış siyasette gaye, bize karşı herhangi bir devletin girişebileceği herhangi bir tecavüzü, mütecaviz için büyük bir prestij kaybı ve haksız bir müdahale haline getirebilmek için, iç ve dış siyasette bize hücum vesilesi vermemek, içerde büyük halk kitlelerine dayanmak, dışarıda her türlü yabancı tesir ve nüfuzundan kaçınmak, kısacası, coğrafi vaziyeti Türkiye'ye pek benzeyen İsveç'in yolunu tutmak olmalıydı. Buna rağmen haksız bir tecavüze uğrarsak, istiklalimizi kanımızın son damlasına kadar müdafaa etmeliydik. Böylece bir savaşta yenilsek bile, istiklalini gönül rızasıyla feda etmeyen bir milletin tekrar dirilmesi, kalkınması her zaman için mukadderdi.
Bu kanaatlerimi açıkça müdafaa için nasıl bir yol tutacağım hakkında sarih bir karar vermemiştim. Elimdeki bir miktar para ile bir kütüphane açarak kendi eserlerimi kendim neşretmeyi, böylece kitapçı istismarından kurtulmayı, kendimi tam manasıyla yazı hayatına vermeyi düşünüyordum. Bu sıralarda İstanbul'da Halide Edip Adıvar'ın evinde Cami Baykurt'la tanıştım. Siyasi fikirlerini kendiminkilere yakın buldum. O da her milletin kendi sosyalist nizamını kendi bünyesine göre kurması hususunda bana iştirak ediyordu. Bu tanışmadan bir kaç ay sonra tekrar Cami Baykurt'u gördüğüm zaman, oğlunun bir gündelik siyasi gazete çı-karmak istediğini, benim "fikri iştirakimi" rica ettiğini söyledi. Yukarıdaki siyasi kanaatlerimi açıkça ve bir daha izah ettim. "Her noktada mutabıkız" dedi. Bunun dışına asla çıkmayacağımızı taahhüt ettik. Ben de edebi yazılarla iştirake söz verdim. Gazetenin çıkması uzadıkça uzadı, sebebini sordum, mali zorluklar dediler. İşi büyük tuttukları için yüzde %24 faizle para almağa kalkmışlardı. Ben onları bundan vazgeçmeye ikna ettim. La Turquie'nin basılmakta olduğu matbaada, düz makinede, mütevazi bir fikir gazetesi çıkarmanın daha doğru olacağını, bu takdirde benim de bir miktar para katabileceğimi söyledim. Razı oldular. Yirmi iki yıldan beri arkadaşım olan ve dürüstlüğü, vatanseverliği, ileri fikirleri, tok yazıları ile tanınan Esat Adil Müstecaplıoğlu da bu işe katıldı, ben memurluk sıfatını üzerimde taşıdığım müddetçe gazetenin fikri kontrolünü üzerine aldı.
Böyle bir harekete girişirken bize cesaret veren iki şey vardı: Türkiye'de demokrasi cereyanının gitgide ilerlemekte olması ve memleketin başında bulunanların, bilhassa büyük İnönü'nün böyle bir siyasi hareketi anlayış, hatta takdirle karşılayacağı kanaati. Çünkü onun büyük eseri olan Köy Enstitüleri, adeta bizim tasavvur, mesut, ileri, kuvvetli Türkiye'nin küçük birer örneği idi. Buna rağmen gazeteyi yayınlamaya kesin olarak ancak İnönü'nün 1 Kasım nutuklarını dinledikten ve orada açıklanan ileri hamlelere inandıktan sonra karar verdik.
Yayınlayabildiğimiz dört nüsha, nasıl hayırlı bir yolda her gün biraz daha gayretle, mutedil fakat azimli adımlarla yürümek istediğimizi göstermeye kafidir. Böyle bir işe ilk başlamanın ve en fakir, en acemi şartlarla başlamanın doğurduğu bazı talihsizlikler istisna edilirse, gazetede yüzümüzü kızartacak bir şey bulunmadığını açıkça söyleyebilirim. Afişi yapan ressam buna Sovyet bayrağını koymayı unutmuş, ilave etmesi istendiği zaman da, boş yer arayıp en başa koymuş ve telaş arasında bu gözden kaçmış, ama kem gözlerden kaçmadı. Gazetenin başlığı altındaki yıldızlar bile dedikodulara meydan verdi. Sovyet cumhuriyetleri sayısının 16 olduğunu bile bilmeyen kötü niyet sahipleri tarafından, Abdülhamit devrini hatırlatan bir zihniyetle, bu yıldızlar 13 Sovyet Cumhuriyetine alamettir denildi. Afiş meselesinin ressamdan ve afişi basan matbaadan tahkiki her an mümkündür.
Yurduma ve milletime karşı borcum olduğuna inanarak ve hizmetten kaçmamak kaygısıyla, kendimin ve ailemin refah ve huzurunu tehlikeye koydum. Hiç bir menfaat düşüncesinin ve şahsi ihtirasın hareketlerime müessir olmadığına, her biri başıma sadece bin bir dert ve huzursuzluk getirdiği halde bir türlü yazmaktan vazgeçemediğim kitaplarımla iki odalı bir evde bir hizmetçi bile tutmadan geçen şahsi hayatım en açık delildir.
Böylece on yılda dişimden tırnağımdan arttırdığım birkaç bin lira şimdi bir anda yok olduğu gibi, gazete yüzünden girdiğim bir hayli borç da üzerimde ağır bir yük olarak kaldı.
Gerçi ben siyasi hayata girmeye niyetlenmiştim, fakat bu niyetimi fiil haline getirmek için attığım ilk adımda öyle ağır bir darbe yedim, öyle ziyanlara girdim, öyle iğrenç bir tezvir ve iftira yağmuruna tutuldum ki, bu yolda devamıma şimdilik ne maddi ne de manevi bir imkân görüyorum. Ama buna karşılık, "siyasi hayata atıldı" diye, ortada bir tek satır siyasi yazım bile yokken, bütün niyetlerim henüz teşebbüs halindeyken, vazifemden uzaklaştırılıyorum.
Son günlerde kendi kendimle çok muhasebe ettim; “acaba ben mi haksızım, acaba taraftarı olduğum fikirler mi yanlış?” diye çok düşündüm, uykusuz geceler geçirdim. Fakat karşı tarafın mücadele metotlarına bir göz atınca, onların haklı olmasına imkân olmadığı neticesine vardım. Haklı olanlar bu yoldan yürüyemezlerdi, hayır, hak hiç bir zaman söz ve fikir tarafını bırakıp tekme ve balyoz tarafını tutmuş olamazdı.
Hiç ummadığım bu ağır darbe karşısında, bunun sebeplerini düşündüm ve araştırdım. O zaman gördüğüm manzara bana dehşet verdi. Turancılar davası sırasında arz etmiş olduğum gibi, bu sefer de tehlike yine benden ziyade memleketimi tehdit ediyordu:
İnönü, 1 Kasım nutuklarında Türkiye'nin bugünkü dünya içinde şerefli, itibarlı, refahlı bir mevkiye ulaşması için gereken değişiklikleri açıkça ortaya serince, uzun zamandan beri dünyanın ve Türkiye'nin gidişinden memnun olmayan bir takım geri görüşlü, menfaat düşkünü kimseler büyük bir telaşa kapılmışlardı. Bugün ellerinde tuttukları gelirli mevkileri, daha geniş bir halk kitlesine dayanan, daha hür ve daha adaletli bir Türkiye'de asla muhafaza edemeyeceklerinden korkan ve tek dereceli seçim, birden fazla parti, hür basın gibi sözlerin ağza alınmasından bile dehşete düşen bu karanlık ruhlu insanlar derhal harekete geçtiler. İlk olarak kendi aralarında guruplaşmaya, teşkilatlanmaya, kendilerine liderler seçmeye koyuldular. Bir taraftan da basın hürriyetine şiddetle hücum ediyorlar, her türlü tenkidi bir cinayet sayıyorlardı. Muhalif basın da buna vesile vermekte kusur etmiyordu. Siyasi terbiye ve olgunluk noksanı, yurdun hususiyetlerini bilmeme, uzun yıllar susmanın doğurduğu acemilik ve realitelerden ziyade klişe fikirlere bağlılık onları çok kere yanlış, belki de zararlı yollara götürüyordu. Fakat açık ve hür bir fikir mücadelesi sonunda bu sancılı devir elbette geçecek, memlekete hayırlı bir sonuca varılacaktı. Millet, kültür seviyesi ve siyasi olgunluğu arttıkça, elbette iyiyi kötüden, hası kalptan ayıracak, bu yurda hizmet etmek isteyenlerle, başka emellere hizmet edenlerin arasındaki farkı görecekti.
Fakat karanlık ruhlu insanları en çok korkutan da işte halkın bu olgunluğa varması idi. Bu memlekette atılacak her ileri adımı kendi hak edilmemiş ekmeklerine bir tecavüz gibi nefretle karşılayan bu insanlar, hiç bir kötü vasıtayı ihmal etmeden açık ve kapalı tezvirlerine devam ediyorlardı. Ellerindeki en kuvvetli silah komünizmdi. Her ileri hamleyi, her ileri fikri bu damga ile gözden düşürmeye uğraşıyorlardı. Köy Enstitülerine komünist yuvası diyen onlardı; Hasan Ali Yücel'e komünistlerin koruyucusu diyen onlardı; Sabahattin Ali'nin, içlerinde bu memleket ve bu millet endişesinden başka bir tek heyecanın ifadesi bulunmayan eserlerine komünist damgasını vuran onlardı; Turancıları, ırkçılığı, geriliği himayelerine alan onlardı; ve bugün, İnönü'nün 1 Kasım nutkundan sonra, o büyük ve hâkim insana bile dil uzatmaya cüret ederek: "İnönü mütereddit... Dış baskının tesiri altında yurdun disiplinini gevşetiyor, milli bünyemize ve seviyemize uymayan değişikliklere girişiyor; tek dereceli seçim memlekette anarşi doğurur, hür basın bizi Bolşevik istilasına götürür" diyenler de onlardır.
Memleketimin ve milletimin ilerlemesini isteyen bir insan sıfatıyla İnönü'nün ve sizin eserlerinize karşı nasıl duygular beslediğimi yakından bilirsiniz. Bugün bu eserleri ve yurdu bir irtica hamlesinin tehdit etmekte olduğunu, fikir mücadelesini kanunsuzluk ve zorbalık yollarına dökmek isteyen sorumsuz kuvvetlerin harekete geçtiğini, bunun içerden ve dışarıdan rahatsızlıklara sebep olabileceğini görüyor ve bir buçuk sene önceki gibi yine size başvuruyorum. Kendim için hiç bir şey istemiyorum. Bugün her sofraya oturuşumda karımla çocuğuma bakarak: "Bunlara bu yemeği daha kaç gün yedirebileceğim acaba?" diye içim titrediği halde, şerefimle siyasi hayata atılabilmemin mümkün olabileceği günü bekleyeceğim ve bundan ümidimi kesersem, bütün siyasi emellerimden toptan vazgeçerek, tekrar devlet kapısına dönmek isteyeceğim. O zamana kadar da kalemimle geçinmeğe çalışacağım.
Derin saygılarımı sunar, bana karşı teveccühleri olduğuna ve teveccühe layık olmayacak hiç bir harekette bulunmadığıma emin olduğum büyük İnönü'ye bu hususların arzına delalet buyurmanızı istirham ederim.

Dixi et salvavi animam meam.(Konuştum ve ruhumu kurtardım)

Sabahattin Ali


Evet; yıl 1945, nüfus 18 milyon, sorunlar demokrasi, adalet ve komşularla iyi münasebet... Sanki bugüne manifesto...

Hiç yorum yok: