Pazartesi, Haziran 23, 2014

PADYSHAIMUS SYNDROME

Osmanlı tarihinde; fetihlerin, ülke zapt etmelerin zirve yaptığı dönemin malum hikâyesidir, Fransa kralı Fransçois (Fransuva) Alman Kralı Şarlken ile 1525 yılında Pavye savaşı diye bilinen savaşı kaybeder ve esir düşer. Bunun üzerine Fransçois’in annesi Düşeş hanımefendi Osmanlı büyükelçisi vasıtasıyla, Padişah Kanuni Sultan Süleyman’a Fransçois’in esaretinin sona erdirilmesi talebini içeren bir mektup yazarak, himmet ve yardım bekler. Böyle bir mektup gerçekte var mıdır, varsa da orijinal midir, yoksa bazı lobiler tarafından dublajı yapılmış mıdır, montaj mıdır, bilinmez ancak her nasıl ise, kıssa üstünden günümüze hisse çıkarmamıza engel oluşturmamaktadır.

Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransa kralı François’e gönderdiği 1526 tarihli cevabi mektup;

“Allah-ü Teala’nın lütuf ve yardımıyla, peygamberimiz Hz. Muhammet Mustafa (S.A.V.)’nın mucizesi, dört halifenin ve Allah’ın sevgili kulları olan velilerin mukaddes ruhlarının yardımıyla;
Ben ki,
Sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara taç veren Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Dulkadir Vilayeti’nin ve Diyarbakır’ın ve Kürdistan'ın ve Azerbaycan’ın Acem’in ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve daha nice memleketlerin ki, yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dâhi ateş saçan zafer kılıcımla fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezıd Hân'ın torunu, Sultan Selim Hân'ın oğlu, Sultan Süleyman Hân’ım.
Sen ki,
Françe vilayetinin kralı Françesko (François, Fransuva)’sun.
Sultanların sığınma yeri olan kapıma, adamın Frankipan ile mektup gönderip, memleketinizin düşman istilâsına uğradığını, hâlen hapiste olduğunuzu bildirip, kurtulmanız hususunda bu taraftan yardım ve medet istida etmişsiniz. Her ne ki demiş iseniz benim yüksek katıma arz olunup, teferruatıyla öğrendim.
Padişahların mağlup olması ve hapsolması tuhaf değildir. Gönlünüzü hoş tutup, hatırınızı incitmeyiniz. Bizim ulu ecdadımız, daima düşmanı kovmak ve memleketler fethetmek için seferden geri kalmamıştır. Biz dahi onların yolundan yürüyüp, her zaman memleketler ve kuvvetli kaleler fetheyleyip gece, gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Allah hayırlar müyesser eyleyip meşiyyet ve iradatı neye müteallik olmuş ise vücuda gele. Bunun dışındaki vaziyet ve haberleri adamınızdan sorup öğrenesiniz. Böyle bilesiniz.
Cevabi mektup kimilerine göre; dönemin Osmanlı İmparatorluğu açısından diplomasi ve askeri üstünlüğünü göstermesi açısından son derece makul ve anlaşılabilir iken, kimilerine göre de, hoşgörüden azade kibrin zirve yaptığı bir tutum ve davranış olarak değerlendirilmektedir. Ancak, nasıl değerlendirilir ise değerlendirilsin, uluslararası kabul görmüş bir seviye, güç ve kabiliyet gerektiren bir durumun yansımasıdır, tüm bu yaklaşımlar…
Bu vesile ile de; kısaca da olsa bu tarihi tespit üzerinden günümüze bakarak görüş belirtmenin faydalı olacağı mülahazasıyla, bir devlet büyüğümüzün geçenlerde mezkur mektubun bir bölümünü, bir şeylerin tebarüz ettirilmesi adına tekrarlanması, en hafif deyimiyle bir halüsinasyon durumudur… Akıllara ziyan…
İktidar hırsının ve sahipliğinin yarattığı bu sarhoş edici hormonlu güç, Kanuni’nin söylemindekine benzer “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi” yaklaşımı, mezkûr padişahların doğru işler yapmasına engel oluşturması yanında, yanlışlıklar bataklığına gark olmalarına yol açmıştır sürekli… Bu kabil ruh hali, mezkûr padişahlara, yapılan yanlışları bilseler ya da anlasalar dahi geri adım atma, kararı düzeltme gibi davranışlar önünde en ciddi engeli oluştururlar… Tam da bu yüzden, bir yanlışın kendi yorumlarına uygun olarak düzeltilmesi çabası yeni yanlışları doğurmakta, sadrazamları bile sahipliğin devamı için göz kırpmadan harcamaya kadar vardırmaktadırlar yanlışlıkları bazen de… Bu padişahların, bu padişahlık ruh hallerinin, “padişahım çok yaşa” nutuklarından beslendikleri aşikâr olup, bu ruh halinin zaman içinde padişahların sonunun hazırlayıcısı olması ise idraklerinden kaçmaktadır.
Son olarak yeni öğrendiğim haliyle belirtmeliyim ki, mezkûr hikâyenin ruhuna uygun olarak tespiti yapılan bu durumun, tıp dilindeki karşılığının “padyshaımus syndrome” denilen bir hastalık olduğu geniş çevreler tarafından kabul edilmektedir. Türkçemize “Padişah hastalığı” olarak çevrilebilecek bu sendrom, aslında makam koltuğuna oturulduğunda koltuktaki fitilin “fitillenmesi” neticesinde malum sonuçlara neden olurmuş… Hastalar ise oldum (çırak, usta, kalfa, müteahhit sıfatları ile) sanırlarmış kendilerini, her olmadığını gördüğünde de, hastanın ruhunu ateşler sararmış, kontrolden çıkarmış ve terbiyesiz, hazımsız, saygısız hatta küstah oluverirmiş... Yüce Rab ül âlemin bu kabil hastaların yar ve yardımcısı olsun… “Sen kimsin be” diye sağa sola sataşma gibi sonuçları olan bu hastalığın ne yazık ki hâlihazırda bir tedavisi de yokmuş… Muhataplarına da sabır ihsanı dilemekten başka bir şey yapamıyoruz… Herkese geçmiş olsun…

Salı, Haziran 17, 2014

SİZİN VEYSEL


Darbenin kaybettiği bir devrimcinin izinde “SİZİN VEYSEL” adlı kitabın yazarı, eski Mersin 78’liler Dernek Başkanı Ethem Dinçer, muhtemel ki konunun uzmanları ve tanıkları ile birlikte ya da onların ciddi destekleriyle hazırladığı ve 12 Eylül askeri darbesi döneminde hiçbir hukuki, ahlaki ve insani yaklaşım gösterilmeden idam edilen Veysel Güney’in, ancak 2 aya sığan yakalanma ve yargılanma ve infaz sürecini tüm detayları ile ele almaktadır. Kitap bu süreci ele alırken dönemin Cumhuriyet Savcısı Mete Göktürk’ün, özellikle bu infazdaki hukuksuzlukları öne çıkaran “adaleti gördünüz mü” adlı kitabını da refere ederek, gerek hukuki yaklaşımlarına gerekse de tanıklıklarına başvurmaktadır. Dönemin Cumhuriyet Savcısı Mete Göktürk yazdığı “adaleti gördünüz mü” adlı kitabında, Veysel Güney’in yargılanmasına yönelik çok ciddi ve fahiş hataları işler, burada “Veysel’in silah kullandığına yönelik delil olmadığından tutun, gerek yakalanma yerinin krokileri gerekse de çatışmada bulunan polislerin tanıklıkları üzerinden yapılan özensizlikleri ve aldıklar talimat gereği acele ile bir gencin idam edilmesi sürecini adeta yargılamaktadır. Artık infaz gerçekleşmiş ama daha da feciatı, Gaziantep mezarlık Müdürünün mezarın kimsesizler mezarlığında olduğunu ispatlayan tüm evrak ibrazına rağmen Veysel Güney’in hala bir mezarının bulunmamasıdır. Ancak uzun yazışmalardan sonra bir hukuk garabeti daha gerçekleşir, TBMM İnsan hakları komisyonu’nun sorusu üzerine Gaziantep Savcılığı’nca “her ne kadar DNA testleri uyuşmasa da Veysel Güney’in Gaziantep Mezarlığı 105341 nolu mezarda yattığı anlaşılmaktadır” denilerek, ölüm gerekçesi “İ.D” (İdam) ve cenazenin geldiği yer “Orduevi” notları bulunan “faili meçhul” kayıtlı mezarın Veysel Güney’e ait olduğu kabul edilmiştir.

Veysel Güney’in infazını müteakip, bugün bir kopyası Mersin 78 liler Derneğinde de bulunduğunu öğrendiğimiz, “gömülme izni” belgesi düzenlenir, belge savcı Mete Göktürk, Hükümet Tabibi Fahri Zincircioğlu ve Yüzbaşı Burhan Erdem 3’lüsü tarafından imzalanır ve belgede “Veysel Güney’in cenazesi babası Ali Güney verilmek üzere Yüzbaşı Burhan Erdem’e teslim edilmiştir” diye yazılmaktadır. Ancak aradan bunca yıl geçmesine karşın cenaze acılı aileye teslim edilmemiştir hatta cenazenin bile peşine düşülmesinden rahatsızlıklar oluştuğu ortaya çıktığı “kerim devlet” reflekslerinden anlaşılmaktadır. Darbenin hatta darbecilerin bile kendilerine has bir hukuku olmasına karşın, bu bile çiğnenerek, mezarsız ölüler cenneti yaratmanın keyfini sürmektedir sanki bazı caniler… İnsanın aklı havsalası asla ve kata almıyor, yahu bu nasıl bir kindir, yahu bu nasıl bir intikamdır; ölüleri bile kaybetmekten çekinilmiyor, bunun bir insan tarafından yapılmış olma ihtimali olamaz, olmamalıdır da… Gerçi; canım yurdum, bir emniyet müdürü yaratıyor ve bu mezkûr zat sırıtarak “bu herif asılırken bize söverse ne yaparız?” diye bir soru atıyor ortaya ve yanıt canım yurdumun bir sıkıyönetim komutanından geliyor, aynı şımarıklık ve sırıtkanlıkla,”ipten indirir, yeniden asarız sen kafanı yorma müdürüm”… Bunu söyleme ve yapma cüretinde bulunan insanlar yönetti bu ülkeyi zaman zaman… Hatta şimdi de bol miktarda benzerleri var… Bu dönem yaşananlara bir örnek olsun diye, utana sıkıla bir kez daha yazmak istiyorum ki; cenazesini almak üzere ilgili makamlara başvuran acılı aileye; “biz oğlunuzu mezara gömmeyeceğiz. Onun mezara ihtiyacı yok. Ölüsünü nehre atacağız. Canımız isterse belki bir köpeğin önüne atarız.” denilmiştir ve bu ahlaksız ve şerefsizliğin paçalardan akmasının adeta bir tezahürü olan bu lafları söyleyebilecek bol miktarda insan yetişmiştir bu topraklarda… Toprakta mümbit hani… Hani dönem itibariyle; faili meçhullerin, gözaltında kayıpların, kaçarken vurulanların, teslim ol denildiği halde teslim olmadı denilip kurşuna dizilenlerin, gözaltına alınma kaydı tutulmayanların, yer gösterirken kaçtı denilenlerin, öldürülüp bir kenara atılanların vs. vs. gibi gerekçelerle her yerleşim alanındaki kimsesizler mezarlıklarının sakinlerinin artmasına alışmış idi toplum ama devletin emniyetçileri, adalet erbapları ve infaz kurum yöneticileri vasıtasıyla zimmeti altında olan bir genç insanın cenazesi bile kayıp edilebiliyordu…

CHP Malatya milletvekili Veli Ağbaba “idam kararını verenler biliniyor, infaz edenler biliniyor, infazın yapıldığı yer biliniyor, idamda görev alan savcı biliniyor, cesedin teslim edildiği yüzbaşı biliniyor ama Veysel’in yeri halen bilinmiyor. Bu utanç tablosunu anlayabilmek, normalleştirmek, bunu sıradan bir olay olarak kabul etmek mümkün değildir” diyor… Ama ne yazık ki çok az bir insan topluluğu tarafından, konunun ehemmiyeti anlaşılıyor…

Mezkûr kitabın; İnönü Alpat’ın “Günlüğe düşen notlar”ı kitaplaştırırken yazdığı bir hikâyeyi ele alması, durumun müthiş bir tasviridir. Malum hikâye; milyonlarca karınca bir uçurumun kenarına gelir, karşıya geçmeleri gerekmektedir. Tek yol vardır önlerinde, yüzbinlercesi canı pahasına uçurumu dolduracak, arkadan gelenler ölen karıncaların üstüne basarak karşıya güvenle geçecektir. Önden gelenler öleceklerini bilerek atarlar adımlarını uçuruma. Uçurum karınca ölüleri ile dolar ama arkadan gelenler rahatça geçer.

Gözlerini kırpmadan uçuruma inen karıncalardan biri de Veysel Güney’dir.  Veysel Güney’e bunu reva görenler son tahlilde kaybedeceklerdir, her ne kadar kendileri cenaze kaybetme konusunda mahir olsalar bile, tarih karşısında hep kaybedeceklerdir… Bu cüreti gösteren tüm katiller tarihte birer alçak olmaktan öteye gidememişlerdir ve de gidemeyeceklerdir…

Marks’ın “Anlatılan senin hikâyendir” sözü mucibince herkese bir kez daha diyelim ki, sakın ha bana ne deme, sakın ha arkanı dönüp gitme, bu kadar hukuksuzluğa ve ahlaksızlığa göz kapatırsan, ses çıkarmazsan muktedirlerin yaptıklarını onaylamış olursun ve inşallah kimsenin hatta düşmanımın bile başına gelmez ama bu yaşanan hukuksuzluklar bir gün senin de kapını çalabilir diyelim ve sözü Grup Bandista’nın “de te fabula narratur” albümünden “hiçbir şeyin şarkısı”ndan bir bölüm ile sonuçlandıralım.

Bir kimsesiz mezarında yatıyor
Katilleri şimdi resim yapıyor
Veysel kalkıyor hesap soruyor
Güneş, güneş yine doğuyor
Sabah oluyor, sabah oluyor

Pazartesi, Haziran 09, 2014

GÜNEŞTEN GELDİM GÜNEŞE GİDİYORUM


E tipi cezaevine hareket ettik. Cezaevi müdürünün odası kalabalıktı. Yasa gereği infazda bulunması gereken görevliler dışında, pek çok subay ve emniyet görevlisinin de infazı izlemek için meraklı ve neşeli bir bekleyiş içinde olduklarını gördüm. Çaylar, kahveler ard arda içiliyor, şakalar, espriler havada patlıyordu. “Eşleriyle çocuklarının bu gösteriyi kaçıracaklarına üzülmüşlerdir mutlaka” diye geçti içimden. Bir ara içkili olduğu belli olan emniyet müdürü sırıtarak “bu herif asılırken bize söverse ne yaparız?” diye bir soru attı ortaya. Yanıt sıkıyönetim komutan yardımcısı’ndan geldi aynı sırıtkanlıkla,”ipten indirir, yeniden asarız sen kafanı yorma müdürüm”.

Kalabalığın içinde bir kadın çarptı gözüme. Bunun Sıkıyönetim askeri mahkemesi’nde görevli bir zabıt kâtibesi olduğunu söylediler. İdam kararını veren mahkeme heyetinde görevli askeri yargıçla birlikte gelmişti. Aşırı makyajlı, parfüm kokulu, baygın baygın çevresini süzen bu genç kadının hiçbir zorunluluk olmamasına karşın, gece vakti kalkıp buralara kadar neden geldiğine önce anlam veremedim. Ancak aralarındaki konuşmanın üslubundan askeri yargıçla ilişkilerinin pek içli dışlı olduğunu sezdim. Sanıyorum kâtibe hanım sevgili yargıcı ile birlikte baş başa bir yolculuk yapmak ve heyecan verici bir gösteriyi onunla birlikte izlemenin keyfini yaşayıp paylaşmak için gelmişti buraya.

Burada gördüklerim beni fazla şaşırtmadı. Bunlar hiç beklemediğim görüntüler ve davranışlar değildi. Ne var ki yine de midem bulandı, boğazım düğümlendi, boğulur gibi oldum bir ara.

Yukarıda aktarılan satırlar, bir infaz savcısının yazdığı kitaptan aktarılan satırlardır… Bu satırların içeriği tam bir rezaletin, sefaletin, alçaklığın ve kepazeliğin paçalardan akmasının kitaba tezahürüdür adeta, bir insan nasıl olur da birinin öldürülmesini bu şekilde seyreder, hadi diyelim görevi gereği gitti seyrediyor, peki nasıl olur da büyük bir neşe içinde, büyük bir keyif içinde öldürülme olayını izler, insanın içi kaldırmıyor bunları okurken ve yazarken… Aaa tabii bunların insanlığı tartışılır denilebilir, evet katılırım ama tek farkla bunlar insan olamaz, bunlar insan müsveddeleridir. Bir idam edilerek öldürülme ise eğer olay, durum daha da vahimleşiyor, ama bu mezkûr erkânda böyle bir duygu ve ahlak olmayınca, söylenecek fazlaca bir şey olamıyor… Nede olsa bu güruh “sallandıracaksın bunlardan birkaç tane bakalım bir daha yaparlar mı” geleneğinin günümüz temsilcileridir ve bunlar için hukuk adalet hak getiredir. Evet, konu bir 12 Eylül konusudur, şahsi menfaatlerini müstevlilerinin siyasi emellerine tevhit etmiş içimizdeki “ABD’nin çocukları”, yaptıkları askeri faşist darbe ile canım yurdumun altını üstüne getirip terör estirdikleri bir dönem… Dudaklarının arasından çıkan kelimelerin “hukuk” haydi yumuşatalım “kanun” sayıldığı bu faşistlerin, yönettiği ülkenin iş gören takımlarının böyle olması kaçınılmazdır, çünkü bu kabil insanlar vicdan, ahlak ve akıllarını zinhar kullanmadıklarını her daim ispat etmişlerdir… Bu alçaklar zor durumda kalınca da çıkarlar derler ki, “ne yapalım böyle emir verildi biz de yaptık”, ha be namussuzlar darbeci başı mı size gidin idam gecesini içki içerek kutlayın ve zil takıp göbek atın dedi, denilince de gak guk edip dururlar… Canım yurdumun garip halleri işte…

Mezkûr idam sehpası kimin için kurulmuştu, nerede kurulmuştu, kimler bu alçakça öldürülme olayına tanık olmuştu, bunun yazılması gerekmiyor… Başlıkta cümle, bilenler için kılavuz olabilir… Bugünlerde 33. yılı dolmuş olan bu katliamın, hem de tüm itirazlara rağmen, tüm lehte olan delillere rağmen, tüm hukuksuzluklara rağmen hatta kendisine savunma için avukat tutma hakkı bile verilmemiş olan ama neredeyse tüm idam edilenlere reva görülen sonucun, idrakinin kahrını yaşamaktayız yeniden…

Görüyorsunuz değil mi; devletin, hem de bu işlerle ilgili görevlisinin bile dayanamadığı, midesini bulandıran bir sahnenin yaşandığı yerde, 2 en önemli devlet görevlisinin laflarına, “indirir yeniden asarız”… Ne denir ki böyle durumlarda bu tür davranan insanlara, efendim meczuptur deyip geçilebilir ama mümkün mü, zinhar, çünkü bunlar görev icra ediyorlar, operasyon yapıyorlar, insanları tutukluyorlar, insanlara idam cezası veriyorlar vs. vs. Peki diyelim bunlar 12 Eylül döneminin yani her türlü adaletsizliğin ve ahlaksızlığın yaşandığı dönemin sonuçları, geçen seçim çalışmaları sırasında kitlelerin önüne idam cezasını neden uygulayamıyorsun diye “ip atmalar”, diğerinin de ona cevabı “hadi idam cezası getiriyoruz, var mısınız” diye çıkışları, nasıl unutacağız ya da değerlendireceğiz… Efendim birileri de çıkar ama bu son tartışmalar o senin bildiğin tartışmalar değil diyebilir, çok özel durumdur diyebilir… Ama unutmayalım ki, bu ülkenin başbakanı idam edilirken karşıtlarından alkış tutmuşların hadi sevinmişlerin diyelim, diğer taraftan bugün olsa idi birkaç ay hapis cezası ile cezalandırılacak olma ihtimali çok yüksek olan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının sırf kendilerinden olmadığı için meclisteki idam oylamasında 2 ellerini kaldırarak, 3 e 3 intikam diyerek oy kullanan başbakanların ülkesidir, mutlaka bu tarz muhalifliğin sonucu kendilerine göre memleketin kendisinin dâhil olmadığı diğer yarısının asılarak öldürülmesine zil takıp oynayacak kadar kin ve nefret sahibidirler… Hatta bazı başbakanlar da özellikle “kininizi ve nefretinizi unutmayın” diye konuyu kaşır ve memleketin yarısı da “bravo” der…Hal-i pür melalimiz budur işte… Osmanlı döneminde idamları, halkın da izleyip görmeleri için şehrin en kalabalık meydanlarında yaparlarmış diyerek eskiyi kötüleyen en azından onaylamayan önemli bir güruhun bugün hala insanların asılarak öldürülmesinden zevk alıyor olması normal bir ruh hali yansıması olamaz ve de olmamalıdır… Peki, bundan kurtulabilme yolu ve yöntemi nedir diye azıcık tefekkür edilirse, kim olursa olsun ama her kim olursa olsun, telafisi olmayan bu cezalandırma yöntemine karşı çıkılmalıdır… Hatta suç tanımlarının yapılması ve uygulanmasının yanında, hatta tam karşısında suç diye nitelendirilecek durumların oluşmaması için ehven vasatın oluşturulması için canla başla çalışmalıyız… Yukarıda, kısaca özeti verilen ahlaksızlığın bir daha yaşanmaması için daha çok özgürlük, daha çok demokrasi talep etmeliyiz ve bunu sadece kendimiz acze düştüğümüzde değil tam tersine en güçlü olduğumuz dönemimizde bile böyle olmalıdır…

Bu vesile ile insanın insana kulluğuna ve insanın insanı sömürmesine karşı çıkma yolunda, şahsi hiçbir menfaat gözetmeden mücadele ederken katledilen tüm insanları bir kez daha özlemle anıyoruz.

Pazar, Haziran 01, 2014

MÜHENDİS EL EHLİ


Yıllar önce; Mısır’da çalıştığım yıllarda, iş yaptığımız idareye ilk gittiğim günlerde, çalışanların birbirlerine “başmendiz” gibi bir sözcük ile seslendiklerini görünce meraklanmış ve anlamını sormuş ve “mühendis” olduğunu da öğrenince de, neden çay servisi yapanlara da aynı şekilde hitap edildiğini sorunca da anladım ki; Mısır’da kendi kabullerine göre 2 tür mühendis var imiş, “mühendis el ehli” ve “mühendis el fenni”, kısaca birincisini “alaylı” ikincisini de “mektepli” diye çevirebileceğimizi öğrenmiş idim… Kelimelerin, kendilerinin bile durumun ruhunu yansıtması adına yeterli olduğunu düşünmenin uygun olmasına rağmen, yine de yazının akışındaki muradımın ve meramımın tam anlaşılabilmesi için söylemeliyim ki; alaylı mühendis uzun yıllar benzer işlerin yapıldığı yerde bulunuyor olmak ve mezkûr işin yapılmasının akışının izlenmesi neticesinde el becerisi edinilmesinin, mektepli olmak ise yapılan işin, fenni ve ilmi art planını bilmek ve bunun ruhunun işin pratiğe dökülmesinde muhakkak kullanılmasının teminini ifade etmek demektir. Yani, kısacası birincisi kafa yerine el kullanmayı gerektirir iken diğeri ise muhakkak kafa kullanmayı gerektirir bir durum tarifidir, ezcümle mühendisleri bu baptan aklı kullanmayan ya da kullanma gereği duymayan ve aklı kullanmayı olmazsa olmaz kabul eden biçimde sıralayabiliriz… Peki, birinci durumdaki, kafa ve akıl kullanmayan ya da kullanmayı sevmeyen mühendis var olan aklını ne yapar, vallahi görebildiğim kadarıyla, şahsi menfaatlerini akli müstevlilerinin ceplerinden düşecek 3 ya da 5 e tevhit eder dururlar, sonra mı; sahibinin sesi haline gelirler… Peki, böyle bir hakları var mı, şüphesiz vardır… Neden olmasın, onların da akılılarını ve vicdanlarını kiraya verme hakkı vardır, tıpkı vermek istemeyenlerin vermeme hakkı olduğu kadar… Ancak bu kabil insanlar tarihe, bilinen ve çok kullanılan sıfatlarla yazılır ve anılırlar… Kadim Anadolu toprakları, bu kabil insanları yetiştirdiği ve beslediği üzerine yüzlerce hikâyeye tanık ve sahiptir…

Mühendislik; hayatın fiziksel yanının neredeyse tamamını kurgular ve gerçeğe dönüştürürken, doğal kaynakların doğru ve yerinde kullanımının insan sağlığına ve ihtiyaçlarına uygun olabilmesi dikkati ile doğaya ve dengelerine azami özen ve hassasiyeti gösterme beceri, yetenek ve ahlakını bilimsel değer düsturu kabul eden bir disiplindir ve asla da mensupları tarafından istilacıların çıkarları hayrına çıkarılmış olan kanunlara uygun doğa nasıl kirletilir, sömürülür hatta yok edilir kampanyalarının bilimsel aleti de olmaz. Siz bakmayın bazı çevrelerde; temiz su temini, atık su arıtma, toprak kirliliğini önleme, hava kirliliğinin kontrolü, katı atık bertarafı vs vs gibi disiplin tariflerine, bunun böyle algılanmasını isteyen çevreler böyle diktelerle uğraşırlar oysa mühendislik disiplini, doğanın; insan yaşamı ile uyum içerisinde dengeli ve ölçülü, yenilenebilirlik ahlak ve disiplinine helak getirmeden, doğal ortam ve dengelere saygı gösterilerek asıl olanın kirliliklere yol açmadan kaynak kullanımının yol ve yöntemlerini uygular olmasının iştigal alanıdır. Yoksa sermaye sahiplerinin kendi varlıklarını ve değerlerini büyütmesi adına doğanın yok edilmesi ya da yenilenebilme kabiliyetinin yitirilmesinin ardından timsah gözyaşları içerisinde, ahlarla vahlarla kirletilenlerin temizlenmesinin yöntemlerinin bulunması değildir bu bilim dalı, ayrıca ahlaken olmamalıdır da… Tüm mühendislik disiplinleri doğanın sunduğu kaynakları, şüphesiz ki bilimsel ve ahlaki bir ölçü dâhilinde nasıl kullanırımın yolunu arar ve açarken, “Çevre Mühendisliği” disiplini ise doğanın ve doğal kaynakların tüketilmesini değil doğanın sahip olduğu ve insanoğluna sunduğu değerlerin ölçülü ve minimal kullanımını ve insanın doğadan aldığının asla ve kata yenilenebilirliğin üstünde olmamasına özen gösterme üzerine kafa yoran ve doğadan alındığı kadar geri verilmesinin yöntemini arayandır ve anlamayanlar için bir kez daha yineleyelim olmalıdır da…

Muktedirlerin bitmez tükenmez ekonomik saldırıları karşısında Çeşme vadisini çevreleyen başta Karadağ olmak üzere 4 tepeyi de korumak ve Çeşme’ye karşı açılan bu ahlaksız RES saldırısının, durumu tarif adına daha uygun bir kelime bulamadığım için özür dileyerek,  istilacı ve soyguncuların erketeliğine soyunan, bu uğurda öncüllerinden ve maaşını aldığı ekipten iyi ilim, irfan ve feyz aldığı görüntüsü veren ve aynı zamanda canım yurdum insanının zayıf noktalarını iyi hatim ettiği her halinden belli olan ve kartvizitinde ne yazık ki “Mühendis” yazan vatandaş, sufle edilenleri ne kadar iyi tekrarladığı ile doğru orantılı pırıltılı geleceği ve cukkası arasında bizlere yalan ve kara propagandaya devam etmektedir. Yalnız böylesine pespaye ve demode görüşleri bize matah bir şeymiş gibi anlattıklarına göre çocuklarda kabahat yok Vallahi, bunları yiyebileceğimizi düşündüğü için kabahat bizde demek biz böyle bir izlenim veriyoruz, sevsinler senin mühendisliğini…

Ben haddimi bilirim; bu kartvizitinde ne yazık ki “Mühendis” yazan vatandaşın mühendisliğini tartışmayı ne haddim ne de hakkım olarak görürüm, ona diploma verenler bu alanda faaliyet gösterme konusunda kendisini yeterli bulmuşlar demek ki, ne yapalım, ama mühendisliğe “mühendis yemini” ile sadık kalması gerektiği konusunda yeminin metnini hatırlatarak her türlü eleştiriyi yapmaya kendimi mezun ve hak sahibi görüyorum. Nasıldı Mühendis yemini; “Bana verilen mühendislik unvanına daima layık olmaya, onun bana sağladığı yetki ve yüklediği sorumluluğu bilerek, hangi şartlar altında olursa olsun onları ancak iyiye kullanmaya, yurduma ve insanlığa yararlı olmaya, kendimi ve mesleğimi maddi ve manevi alanlarda yükseltmeye çalışacağıma namusum üzerine yemin ederim.” Şimdi bu mezkûr meslektaşım çıkıp kendimi maddi olarak yükseltiyorum tam da bu nedenle mühendis yemini ettim diyebilir, kendisine neyi yakıştırıyorsa onu yapmaya yetki ve hak sahibidir, bize ancak Allah selamet versin demek düşer. Ancak mühendis yeminine bağlı değil de, dert; dünya nimetlerinden olabildiğince yararlanmak adına gözleri, cüzdanları ve kasaları bir türlü doymayan ve dolmayan patrona bağlılık ve sadakat temelinde mühendis postu altından çanak yalama tekliflerini bizim önümüze nimet diye koyma ise, işte buna itirazımız ve şiddetli tepkimiz vardır, olacaktır da… Mühendislik ve müsveddeliğinin karıştırıldığı her durumda itiraz etmeyi de “haddini bilmeyene haddini bildirmeyen haddini bilmeyendir” prensibinin bir gereği olarak görmekteyim.

Son söz; aslolan aklı ve vicdanı kiralamadan, mühendislik ahlak ve etik’ine uygun, yukarıda koordinatları verilen şekilde “mühendis el fenni” olmaktan geçer, zordur ama vicdan huzuru verir… Yoksa senin gibi dürzülerden bol geçti, geçiyor ve geçecek bu güzel Yurdumdan… Aaaaa, tercih ettiğin şekilde yaşadığın sürece istilacı ve yerel işbirlikçilerinden çokça destek bulabilirsin, dert etme, hatta seni destekleyen gazeteciler ve gazetelerde olabilir… Ama Çeşme’yi yok edenler tarihindeki yerin ve bu anlamdaki sıfatın asla ve kata değişmeyecektir, haberin ola…

Pazar, Mayıs 25, 2014

KOMÜNİSTİR RÜŞVET YEMEZ


Uzun yıllar önce; Canım yurdumda, kardeş ve soydaş toprakları söylemi ve malum ülkenin ileri karakolu olmak hasebi ile de müteahhit taifesinin Orta Asya çıkartmalarının moda olarak yaşandığı bir dönemde; çalıştığım şirketin Kırgızistan tarafından duyurulan uluslararası bir ihalesine katılmak talebi ve talimatı üzerine, benim de aralarında bulunduğum bir ekip tarafından ihale hazırlıklarına başlanılmıştır. Malum ihale fırıldakları çerçevesinde yaptığım çalışmalar ve araştırmalar sonucunda; hedef ülkedeki dönem itibari ile çok üst düzeyde görev yapan bir muhteremin kız kardeşinin bir üniversitemize yüksek lisans öğrenimi için geldiğini ve ataları çok uzun yıllar önce “komünist Kırgızistan’dan” kaçmış bir ailenin çocuklarından biri ile evlenmiş olduğunu öğrendim ve mezkûr muhtereme hemen birlikte gitme teklifi yaptım. Kamu görevlisi Kardeşimiz, bir taraftan ata topraklarını, bir taraftan da eşinin akrabalarını göreceğinin yarattığı heyecan ve sevinçle teklifimi tereddütsüz kabul etti ve gidiş hazırlıkları yapıldı, götürülecek özel hediyeler temin edildi ve yola düşüldü…

Aktarmalardan dolayı hatırı sayılır bir uçak yolculuğu yapılıyor ve dönem itibariyle de uçaklarda ön taraflarda sigara yasağı olmasına rağmen arka taraflarda serbest olarak içilebiliyordu, sigara içme faslı için arkada bulunduğumuz bir sırada, bize katılan Kırgızistan yetkilisinin, kendisi de azılı bir antikomünist olan damadına, “sen kayınbiraderine sor bu işi ayarlaması karşılığında bizden ne bekler” benzeri bir soru sordum, aldığım cevap hiç beklemediğim, ummadığım ve beni oldukça şaşırtan ama otomatikman verilen bir cevap oldu; “bunlar komünisttir kardeşim rüşvet yemezler”… Sonraları herkesin malumudur, artık rüşvet bir efsanedir bu coğrafyada, kâh rüşvet almayan komünistler görevden alındılar ya da onlarda modaya uyarak, geliştiler dönüştüler ve serpildiler…

Vardığımız zaman, kapıda yaratılan kolaylıklar nedeniyle kolayca gümrük ve pasaport işleri halledildi, otele yerleşildi…

Ertesi gün; ihale duyurusu yapan idarenin kapısı çalındı, en üst düzey 2 yöneticisinden 2. si bir Rus idi, büyük bir iltifatla bizi karşıladı… Mezkûr tanıdık muhteremin devreye girdiği ve bu görüşmeyi ayarladığını bilmemize rağmen ne biz özel bir şey sorduk ne de mezkûr yetkili bize özel davrandı, ilk anlar peşrev çalışmaları ile geçti… Kendisi için hazırlanan ve ilk elde verilmesi planlanan hediyeler verildi, genel konuşmalar yapıldı, teknoloji ve hayat üstüne… Bilahare benzer tesisler gezildi, bilgi alındı vs. vs. Konuşmalarda mezkûr Rus kendisini Kırgızistan’ın kadim vatandaşı ilan ediyor ve asla bu topraklardan ayrılamayacağından bahsediyor, idarede geçen uzun yıllarının kilometre taşlarını tek tek ama sitayişle anlatıyor, gözleri, kâh dolu dolu, kâh yaptıklarının gururunu yansıtan bir şekilde çakmak çakmak oluyordu. Merkezi olarak Sovyetler Birliği başkenti Moskova’dan, dağıtılan yatırım ödenek ve tahsisatların Kırgızistan ve kendi idaresi için hızlı ve planlanandan az da olsa fazla olabilmesi için gösterdiği çalışma ve çabalardan, gururla bahsediyordu. Hatta konuşmanın bir yerinde, bir defasında Moskova’ya ciddi bir rüşvet verdiğini de söyleyince, konuşmanın rutin temposundan dürtülmüşçesine birden ayılıp, rüşvetin ne olduğu, kime ve nasıl verildiği gibi sorular içinde, rüşvetin tıpkı bizim ülkelerimizdeki gibi olacağı beklenirken, muhteremin Kırgız yazar Cengiz AYTMATOV’un kitaplarından oluşan yüzlerce kitabın dağıtılmasına rüşvet dediğini öğrenince de şaşırmış idik hep beraber… Ama rejim değişikliği öncesi mezkûr idarenin 1. adamı olmasına karşın rejim değişir değişmez, güvenilmez ilan edilen Rusların hemen üst makamlarına, en 1. adam babından bir Kırgız tayin edilmesinden gönül ve gurur kırgınlığını gizleyemeyecek şekilde bahsetmekten de geri durmuyordu, ancak görevini de, tıpkı eskiden olduğu üzere, tüm değişikliklere rağmen yalın ve etkin bir biçimde yapmaya devam edeceğini de beyan ediyordu…

Ellerindeki, görüntü ve ifadenin bedenen de çalışıyor görüntüsü vermesi üzerine bizim ekip tarafından “gördünüz mü adam bedenen de çalışıyor galiba” biçiminde bir ortak karar çıkarken, sosyalist rejimin kendilerine tahsis ettiği bahçelerde kendi ihtiyaçları için sebze yetiştirmelerine izin vermesi nedeniyle olsa olsa görüntünün bu kabil bir çalışmadan kaynaklandığını belirtiyordu, bizim ekibe dâhil olan damat… Şüphesiz ki bu soru kendisine sorulamadı ve gerçek cevap ne idi öğrenilemedi… Ancak bu düzey de bir bürokratın, şoförünün olmaması, sekreterinin olmaması, hatta odasına misafir ettiği insanlara çay ve kahve ikramını bizzat kendisinin yapmış olması sistemin ve insanların yalın çalışma ortamlarının ne olduğunu bizlere göstermiş ve sorulamayan sorunun muhtemel cevabının ne olacağı konusunda ipuçları vermiş idi… Şimdilerde ise aynı makamları dolduran-süsleyen bu muhteremlerin, ihtişamlı odalarından, arabalarından, şoförlerinden ve sekreter ve çaycılarından kendilerine ulaşımın bile fiziken ciddi bir zaman kaybı oluşturduğunu söylemekle iktifa edeyim şimdilik… Artık onlarda kapitalizmin kendilerine sunduğu bu gösterişli ve ihtişamı yüksek olanaklardan gani gani faydalanıyorlar, bilenler bilir, ne demek istediğimi…

Bişkek’te bulunduğumuz bu sürede yukarılarda ve çok yetkili olan zatın anne ve babasının evine bir ziyaret gerçekleştirildi bu arada, Damadın isteğine binaen… O yüksek makamın yetkilerine karşılık gelmeyecek sıradanlıkta ve yalınlıkta idi ev, son derece sade ve alçakgönüllü ama ısıtma sisteminden tutun da diğer bir dolu ayrıntısına kadar son derece fonksiyonel ve kendi şartlarına uygun ama en önemlisi doğa ile uyumlu bir bahçeli ev idi…

Bu arada ihale mi ne oldu; mezkûr idarenin 1. yöneticisi olan Kırgız muhteremin, bir görüşmemizde, dünyayı yöneten bir avuç azınlık olan Yahudilerden şikâyetleri ve onlara karşı nasıl durulması hatta savaşılması görüşlerinden anladığımız kadarı ile en büyük rakibimiz olan İsrail firması şanslı olamazdı, çünkü suyun başındaki muhterem kadim bir Yahudi düşmanı idi… Sonuç, ihale bir İsrail firmasına verildi… Kara propaganda… Yanıltma… Yönlendirme… Görev başında idi burada da…

Bakın bakalım etrafınıza bizde de bu kabil işler ve fırıldaklar çevriliyor mu diye, ama dikkatli bakın bakalım neler göreceksiniz…

Cumartesi, Mayıs 17, 2014

ÇAMLI PANSİYON


Çocukluğumuzdaki Çeşme, ne kadar da sessiz, ne kadar da dingin, ne kadar da huzur verici imiş, ne yazık ki ademoğlu kaybetmeden değer veremiyor ki, şimdilerde kimsenin hayal bile edemeyeceği düzeyde, mezkûr sıfatları hak ettiği dönemidir şüphesiz… Ovacık yolu ile Çiftlik yolunun kesiştiği nokta, şimdilerde olduğu gibi denizi doldurma gibi bir cinliğin icat edilmediği, rantın gözleri bu kadar karartmadığı zaman, Ovacık köyü 5 km, Çiftlik köyü 5 km levhalarının tam karşısında, deniz kenarına denk gelen bölümde, yaşlı, heybetli ve gölgesi bol çam ağacının bahçesini süslediği, bahçeden büyük ve geniş taş merdivenle konut ve sonraları pansiyon olarak kullanılan üst katına çıkılan, yarı batar vaziyetteki zemin katın ise depo olarak kullanıldığı, muhteşem bir bina bulunurdu… Mezkûr bina, Çeşme’nin Osmanlı döneminde Müslüman bölümünde, dönem itibariyle bizim gözümüzde, şimdilerde ise aklımızda “Çamlı Pansiyon” olarak yer etmiştir ve de öyle de kalacaktır. Bir tarafı ile Çiftlik yoluna diğer tarafı ile Ovacık yoluna cepheli, yön levhalarını sürekli değiştirdiğimiz ve az sayıda da olsa misafirlerini, Çiftlik diye Ovacık’a, Ovacık diye Çiftlik’e gönderdiğimiz sapakta, Ovacık yolu girişinin hemen solunda yer alan, mezar taşlarının bugün bile birer mermer işçiliği sanatı olarak hatırladığımız Osmanlı dönemi mezarlığının ki; bir sabah Belediye tarafından, dönemin Belediye Başkanı büyüğümüz Hulusi Öztin’in de başında bulunduğu ekibin yönlendirdiği iş makineleri ile artık arsa olarak hizmet vermeye hazırlanan, bir alanın karşısında bulunmakta idi… Mezkûr mezarlığın tahribi ile birlikte, alanda bulunan ve adını “akar” diye hatırladığım bir su mahzeni ile buradan da taşan suların denize akması için bir küçük dere de ebediyete havale edilmiştir ne yazık ki, derenin hemen denize ulaştığı yerin sağında geniş bir çayır ile kaplı alan ve ortasında bir adet beyaz dut ağacı bulunurdu, bu çayırda rüzgârın az olduğu zamanlarda futbol veya voleybol oynadığımızı hatırlıyorum. Şimdilerde, ancak köşesinde arda kalan birkaç mezarın bulunduğu bir hale dönüşmüş olan bu mezarlıkta, ne kabil mermer işçiliğinden bahis edildiğinin örneği olabilecek mezar taşlarını hala görmek mümkündür. Hemen yanında Ülker Hanımın ahşap panjurlu, hayalimi küçük ama muhteşem bir ev olarak süsleyen, hele kendisinin üst katın penceresinden etrafa baktığı, bizlere uzaktan gelenin kim olduğunu ya da bizim kimin çocuğu olduğumuzu, merak ettiğini, öğrenemese meraktan çatlayabileceği izlenimi vererek sorduğu sorularla, pencerede bulunuşunu dün gibi anımsıyorum… Yolun diğer tarafında ise, “Beyaz Saçlı” lakabı ile maruf ve Ender, Ateş, Aslan, Gönül Gönüllü’nün annelerine ait, üst katında deniz manzaralı kocaman bir terası olan bir ev vardı… Ovacık yoluna girince, Çelebi ailesine ait Osmanlı mimarisinin hâkim olduğu, yine ahşap panjurlu harika bir evi asla unutamadık… Daha ilerideki bahçeler içinde ve bahçe sahiplerine ait bağdadi yapılardan bir sonraki yazımda bahsetmek üzere şimdilik Ovacık yolu tarafı ile ilgili anlatımı sonlandırıyorum… Çiftlik tarafında ise, bugün hala ayakta ama son demlerini yaşadığı her halinden belli, şimdi ismini anımsayamadığım ama herkesin tarifler iken kullandığı, Burunsuz Doktor lakabı ile maruf bir büyüğümüzün (umarım bu tarifte kırıcı ya da üzücü bir hata yapmıyorumdur) hala restore edilip hayata döndürülecek durumda bir evi bulunmaktadır. Bunun dışında Kasap Mehmet büyüğümüzün, büyük, azametli ama aynı evsafta bir evi bulunmakta iken şimdilerde sadece hayallerimizi süslemektedir. Biraz ileride ise, yine şimdilerde yerinde yel esen köprübaşında, bugün ancak çok kötü bir kopyasının tıpkı yapımı ile ayakta duran bir tarihi su çeşmesi, yine hemen yanı başında yüksek ve yaşlı bir çam ağacı bulunmakta idi ki Çiftlik dolmuşu için “Çam” durağı olarak anılırdı…

Yazı konumuzu oluşturan “Çamlı Pansiyon” hatırladığım kadarı ile şimdilerde Çeşme’yi merkeze alan roman ve hikâyeler yazan ünlü yazar Mehmet Culum ve kardeşi Hüsnü ve annelerine ait idi ve etrafı taş duvar ile çevrili olup, binanın tam arkasına denk gelen denizde, yosunlarla kaplı olan bölümünde, çocukluğumuzun ilk tekesakal’ı (küçük karides), bugünlerde kullanılan ve sert plastikten imal edilmiş olan ama o dönem bizim kendimizin imal ettiği kargılı-kamışlı dediğimiz alet ile yakaladığımız ilk ısparoz’u, ilk ahtapot’u ile tanıştığımızı söylemeden geçmek tarifte eksik kalmamıza neden olur. 10 yıllık bir yaş dilimi içinde bulunan; Ateş ve Aslan Gönüllü, Ali Rıza Sağırbay, Zafer ve Danış Sağırbay, Halim Oranlı, Osman Kabasakal, Mustafa Özşahin, Tapıştı Mustafa, Latif, Ali ve Kelami Çelebi, Ömer Tütüncüoğlu başta olmak üzere, şu anda ismini anımsayamadığım için diğerleri beni bağışlasınlar, büyüklü küçüklü geniş bir arkadaş grubunun, deniz, balık, futbol ve hayat üstüne muhabbetlerinin hayranlıkla dinleyicisi olmak zevkini yaşadık… Dönemin sonlarına doğru, nasıl bir amaç ile konulduğunu şu an anımsayamadığım büyük bir siyah duba vardı, hele onun üstünde kendi akranlarım Danış Sağırbay, Mustafa Özşahin, Mustafa Sağdıç, Nuri Özocak gibi arkadaşlarımla denize girdikten sonra, üstünde oturur iken yapılan koyu muhabbetlerin, şimdilerde hayali bile cihana değer…

Anımsıyor olmanın bile büyük bir keyif yaşattığı “Çamlı Pansiyonda”; maalesef yaşanan yangın hayatımda gördüğüm ilk yangın idi ve Çeşme Belediyesinin sahip olduğu ilk itfaiye aracını ve çalışmasını yine o günlerde ilk defa görmüş oldum… Hatırladığım kadarı ile itfaiye aracını kullanan büyüğümüz Fehmi Karababa’nın, yangında deniz suyumu, kuyu suyumu kullanılması gerektiği üstüne, şimdi kiminle olduğunu anımsayamadığım, hararetli tartışma, aklımda kalan enteresan bir andır…

Şimdi artık “Çamlı Pansiyon” yok, keşke olsaydı, keşke olabilseydi ama yok… Dönemin yükselen değeri eskileri yıkmak olduğuna göre, kimseye kızacak halimiz olamıyor, sadece keşke olmasa idi deyip duruyoruz… Şehir korumak deyince, burun kıvrılan, tarih deyince sadece işin edebiyatı yapılan, şehir yıkıp yeniden yapmayı ilerleme kabul eden ilk ve tek batılı ülke olma yolunda koşar adım ilerliyoruz. Ne yazık ki hala, deve dişi gibi yöneticilerimiz, işlerine geldiği zaman “ne var 3 taş çıkmış tarih diyorlar, projemizi yedirmeyiz” hafifliğinde yaklaşımlar içinde, yönetmeye devam ediyorlar, canım Yurdumu…

İçinde yaşanılan sistemi asla uygun bulmamama rağmen, mademki değiştirilemiyor ve mademki buna ve sonuçlarına katlanılacak, neden acaba daha ılımlı bir hale getirilemiyor, örneğin “çamlı pansiyon” gibi değerlere özel mülkiyet ve ekonomik hak gaspı oluşmaması, yıkmadan ama mülkiyet sahibini de mağdur etmeden bir çözüm bulunamaz mı, tıpkı batıdaki örneklerinde olduğu üzere… Örneğin, yeni imara açılan bölgelerden yerel yönetimlerce, ortak kullanımlar için, vatandaşın hakkının minimum %40’ına kamu adına el konuluyor, bu vatandaştan el konulmak suretiyle yeni ihdas edilen kamu malından, bu kabil ev sahiplerine verin bir kısmını ve eskilere koruma şartı getirin, olamaz mı? Ben konunun uzmanı olmadığım için fazlaca öneri üretemiyorum ama konunun uzmanlarına sorulursa, yüzlerce yöntem aktarıverirler, ihtiyaç sahiplerine…

Bir kenti yönetmek, görev süresi boyunca yol ve kaldırım yapmak, çöp toplamak, vergi almak değildir. Bunlar elbette yerel yönetimlerin genel sorumluluklarıdır ancak bir kenti yönetmek, o kentin tarihine, kültürüne, insanına ve geleceğine sahip çıkmak demektir. Bu anlayışın bir tezahürü de, tarihi değerleri çağdaş kent yaşamıyla bütünleştirmek, kent kimliği ve ruhu oluşturan değerleri, yok etmemek, kanuni boşluklarına sığınarak mülkiyet hukuku bahanesi arkasına geçerek yok olmasına seyirci olmamak, tam tersine mümkünse daha alımlı ve anlamlı hale getirmek olmalıdır. Bu vesile ile yazıda ismi geçen ve kaybettiğimiz büyüklerimizi rahmetle, tüm diğerlerini de selamlarımızla bir kez daha anıyoruz…

Pazar, Mayıs 11, 2014

ÇEŞME KERVANSARAYI


Çeşme’de artan ticari faaliyete dayalı kervan trafiğine bağlı olarak, daha önceki yazılarımda bahsettiğim üzere, cazibenin yarattığı çekim ve sonunda ortaya çıkan şekavet hareketinin, kervan trafiğinden uzak tutulabilmesi adına 2. Beyazıt tarafından yapılan “Çeşme Kalesinin” yarattığı güvenli ortamda gelişen ve oldukça artan ticari trafiğin konaklamalı ve karşılıklı hale gelmesi üzerine 1528-29 yıllarında Kanuni Sultan Süleyman devrinde, tipik Osmanlı kervansaraylarından biri olan Çeşme Kervansarayının inşa edildiği belirtilmektedir kayıtlarda. “U” biçiminde bir planı ve ortasında oldukça geniş bir avlusu, çevresinde de dükkân, depo ve odaları yer alan yapıda her iki tarafından merdivenlerle, biçim olarak, alt katın aynısı olan üst kata çıkılan bu kervansarayda, bir taraftan yabancıların konaklaması ve hayvanlarının barınması hedeflenmiş diğer taraftan da ticarete konu olan malların depolanacağı, satılacağı ya da değiştirileceği bir alan oluşturulmuştur.

“Yeni Çeşme Gazetesi” sahibi Aydın Korkmaz’ın yeniden ve kısmen yayına hazırladığı ve Demokrat Parti İzmir milletvekili Çeşme’li Mehmet Aldemir ve arkadaşları tarafından kurulan “Çeşmeyi Sevenler Derneği” tarafından yayınlanan “Çeşme ve Ilıcaları” adlı kitapta; “EMERE BİİNŞA-İ HAZ-EL-BİNA İL-MASUN SULTAN-Ü BERRİV-EL BAHRİ SULTAN SÜLEYMAN İBN-İ SULTAN SELİM Fİ TARİHİ SENETE HAMSE VE SELASİN VE TİSAMİYE. AMİLE ALİ İBN-İ BABUÇÇU” yazdığı ve bugünkü Türkçe ile “(Tanrı Tarafından) korunulan bu binanın yapılmasını kara ve denizin sultanı Sultan Selim oğlu Sultan Süleyman 935 yılı tarihinde emretti. Bunu, Babuççuoğlu Ali yaptı” yazan bir kitabeye sahip olduğu belirtilmiş olan Çeşme Kervansarayı, şimdilerde; yap işlet modeli özelleştirmeler kapsamında 2. restorasyonunu tamamlanarak otel olarak hizmet vermektedir. Asıl ve önemli restorasyon çalışmaları ise 80’li yılların 2. yarısında tamamlanmıştır. Mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait olan bu yapı Avrupa Konseyi “Doğal ve Kültürel varlıkları koruma envanteri” kapsamında olup İzmir 1 nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından 23.07.2001 tarihinde tescillenmiştir. 

İlk Restorasyon çalışmaları, Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesinden temin edilen kaynakla, VGM’lüğü iştiraki olan “Vakıf İnşaat” tarafından gerçekleştirilmiş ve o dönem çalışmalarını meslektaşımız ve büyüğümüz İnşaat Mühendisi Ahmet ağabeyimiz de Şantiye Şefi olarak yürütmekte idi. Kendisi bir ziyaretim sırasında, çalışmaların en ilginç yanının yıkım sonrası toprak altında kalan temellerin ortaya çıkarılması sırasında bulunan ve boyları yaklaşık 1 ile 2 mt arasında, çapları ise yaklaşık 10 cm ile 15 cm arasında değişen ardıç ağacından yapılmış ve zemin stabilizasyonu amacıyla kullanılmış yüzlerce temel kazığının bulunmasından söz etmiş hatta bir kısmını göstermişti. Zemin su seviyesinin yüksekliği ve zeminin stabil olmamasından, gövdesi bol çıralı olan ve su içerisinde çok uzun yıllar bozulmadan durabilen bu temel kazıkları nasıl bir etüd ve çalışma ile karşı karşıya olduğumuzu göstermekte idi.

Kervansarayda konaklayanların ibadet gereksinimini çözmek için; tam karşısında küçük cami ve su ihtiyacını karşılamak içinde muhteşem bir cephesi olan bir çeşme ve hemen dibinde 2 adet selvi ağacı bulunurdu. Deniz dolduracağım sevdasına kapılmış büyüklerimizin gözlerine dolgudan başka bir şey görünmez olunca cami dışındaki, çeşme, selvi ağaçları ve etrafı yüksek taş duvarla çevrili bahçenin yerinde yeller esmeye başlamıştır.

Bu kadar tanıtım ve gözlem aktardıktan sonra, mesleğimin de daha fazla kelama uygun olmadığı düşüncesi ile mezkur Han’ın; çocukluk, gençlik ve yetişkinlik yıllarımıza denk düşen dönemdeki kullanma biçimlerinden bahsederek nostalji yapmak istiyorum.

60 lı ve 70 li yıllar boyunca Kervansaray dış cephesinde; dönem itibariyle de ticaretin merkezi olma hasebiyle dükkânlar yer alırdı ve bunlar gazoz imalathanesi, bakkal, kahvehane, demirci, testereci, fırın ve tenekeci vb faaliyetleri sürdürürlerdi… Kim hatırlıyor şimdi, sanki sürekli muhtarımız gibiymiş olan Kadim Muhtar Ali Tunar’ı… Kahveci Yahya’nın kahve kokusunun tüm alanı kaplamasını. Hele yaz aylarında başta Ovacıklı üreticiler olmak üzere, üreticilerin getirdiği yüzlerce köfün kavun ve karpuzun ve diğer tüm sebze ve meyvelerin doldurduğu alanın güzelliğini… Taa başından beri üretici halin yöneticisi, İbrahim Gören’in (manav İbrahim) sesinin tüm alanı kapladığı günleri kim hatırlamaz… Yaz, Balin Otel…Yaz Mantolu… Gözlerimizin dolarak, hafızalarımızın huzur bularak hatırladığı bu günleri yaşamamızı engelleyen, bu yıkım ve deniz dolduran zihniyeti de nasıl anacağımıza karar veremiyoruz, cahillik mi, öngörüsüzlükmü, tarihbilmezlikmi, yoksa necip milletimizin hasleti rantçılık mı, artık herkes kendi kararını verecek… Peki, mezkûr büyüklerimizden hayatta olanları, en azından sıralanan bu yapılanların yanlış olduğu idrakine erenlerin, başka konularda aynı zihniyeti halen sürdürüyor olmasının izahı nasıl yapılacaktır… Aklın ve vicdanın dama dediği noktadayız, artık yeni hamle yapılamaz durumdadır ne yazık ki… 

Han’ın; Otobüs garajı, Yazlık sinema, Üretici Toptancı Hali’ne gelen üreticilerin hayvanlarının bağlama yeri olarak kullanıldığı uzun yıllar… Bizim kuşak ve öncekilerinin, otobüs yazıhanesi olarak kullanılan yerden bilet alarak yine Han’ın oldukça büyük avlusunda bekleyen otobüslere bindikleri bir alan olduğunu kimler nemli gözlerle anıyordur, kimler ana giriş kapısına kocaman bezden bir örtü çekilerek kapatılan ve yazlık sinema olduğu dönemi hatırlıyor ve seslerini duyduğu, dönemin önemli aktrist ve aktörlerinin duydukları seslerine vücut vermek adına perdeye sessizce yaklaşıp perdenin kenarından karşıdaki beyaz duvara baktıklarını hatırlıyorlardır… Kimler ünlü “Kahraman” testereleri ve bıçaklarının neden artık üretilemediğine hayıflanıyordur… Kimler şimdilerde, taaa Niğde’den gelen ünlü “Niğde Gazozu”nu içerken “Somalı Gazozlarını” hatırlıyordur… Kimler Bekir Usta’nın mis gibi kokan “nohut hamuru” ekmeklerini ve gevreklerini hatırlıyordur…

Hatıra… Hatıra… Erbaplarının, hatıralar ve hatırlananlar üzerinden yarattığı turizm figürleri, umarım ki günümüze ışık tutar dilekleri sunmaya devam…

 

Cuma, Mayıs 02, 2014

HARALOMBOS KİLİSESİ


Çeşme Belediyesi tarafından 1990’lı yılların başında yeniden düzenlenerek kongre ve sergi merkezi olarak hizmete sunulan “Haralombos Kilisesi”, mezkûr yıllarda yine bir sergi için tahsis edildiğinde, emekli öğretmenler sergide görev almaktadırlar. Yeni işlevler için tahsis edilen bu dini mabetteki sergiye gelenlerin binanın yapımına ve tarihçesine yönelik sorular karşısında gerekli bilginin olmaması nedeniyle Belediye ilgili birimine gidilir bilgi edinmek adına, ancak görülür ki düzenlemeyi yapan makamın da yeterli bir bilgisi yoktur. Aynı soru ile Turizm Müdürlüğü, Müze ve Kale Müdürlüğü kapıları da ancak ne yazık ki kilise üzerine herhangi bir bilgiye ulaşılamaz. Bu süreçte başvurulan herkes konu ile ilgili bilgi sahibi olma ihtimali en yüksek kişinin, Hüsnü Karaman olabileceğini telaffuz etmiş ve bilahare de kendisine başvurulmuş, ne yazık ki onun da detaylı bilgisinin olmadığı anlaşılmıştır. Ama tarih ve kültür konularıyla ilgili bilgi edinme merakı yüksek olan Hüsnü arkadaşımız, o anda kendisine ziyarete gelen bir Yunanlı arkadaşının önerisi üzerine hemen İstanbul Fener Rum Patrikliğine bir yazı ile başvurur ve ellerindeki bilginin kendileri ile paylaşılması konusunda olabildiğince edebiyat parçalayarak ricada bulunur. Kendisine ulaşan cevabi yazının; bölgede çok miktarda kilise kaydı bulunuyor olması nedeniyle, mezkûr kilisenin bulunduğu yer için detaylı bilgi talebi ve teşekkür kelamları ile bezelidir. Bu müracaattan da murat edilen bilginin elde edilmesi adına bu sefer önce Çeşme Belediyesinden lokasyon bilgileri ve Çeşme Tapu Sicil Müdürlüğünden de alınan tapu kayıtları ile yeniden mezkûr makama başvurulur bu sefer de cevap verme nezaketi dahi gösterilmez. Çeşme Tapu Sicil Müdürlüğünde dönemin Müdürünün nazik ve görev anlayışı içindeki davranışı ile ilgili bilgileri Hüsnü arkadaşımıza verirken, eski Belediye Başkanlarından bir büyüğümüzde tesadüfen orada bulunmaktadır ve tarihe, kültüre ve geçmişe nasıl baktığını adeta tarihe not düşecek ve müstehzi bir şekilde, “Kilise ile bu kadar ilgileneceğine biraz da Camilerle ilgilen” diyerek meseleye duhul olmuş ve bilahare de Sakız Adasından bir restoratörün kilisenin ikonalarını bilabedel yapma önerisine de, kamunun öncelikleri arasında olmaması hasebiyle de olumsuz yanıt vermiştir. Bilahare Hüsnü Karaman arkadaşımız, halen Yunanistan da yaşayan ve konunun başlangıcına da tanık olan dostlarına müracaat eder ve nihayetinde yeterince ve anlaşılır bilgiye oradan gelen “ERITRAI” adını taşıyan bir kitaptan ulaşılır ve en azından mezkûr kilisenin 1832 tarihinde yapılmış olduğu gibi kesin bir bilgi başta olmak üzere daha başka bilgilere de ulaşılır. Oysaki aynı dönem itibari ile yukarıda referans edilen bu zihniyetin öncül ve ardıllarının tıpatıp benzer olması hasebiyle kayıt altına almamız gerekir ki; İzmir Valiliği İl Kültür Müdürlüğü tarafından 2001 tarihinde bastırmış olduğu “Çeşme Karaburun” adlı kitapta bile sadece laf olsun kabilinden yazılmış şu not bulunmaktadır; “yapılış tarihi kesin olmamakla birlikte 19. yüzyıl olduğu düşünülmektedir. Bazilikal planlı, üç nefli ve iki katlıdır. İkinci katında galeri bulunur. Yığma taştan bir yapıdır. Orta nefin üzeri tonozla geçilmiş çapraz tonozlar ile kapatılmış dıştan orta nefin çatısından aşağıda kalan ve ona dayanan düz damlı sundurma çatılar ile örtülmüştür. Tavanlarda ve apsislerde yer alan freskler alçı ile örtüldüğü için kısmen korunmuştur”. Görüldüğü üzere kocaman bir tarihten geriye sadece bu kadar yazılabiliyor oysaki Çeşme’nin geriye kalmış en önemli tarih, kültür ve turizm figürü için olan bu kilise için arşivleri ve yönetimleri elinde bulunduranların daha fazla bilgiye sahip olmaları gerekmektedir. Osmanlı Arşivlerine girilebilse ya da sıra bu konuya gelebilse, bu kilisenin yapımı, yapımcıları ve cemaati üzerine ciddi bilgilere ulaşılabilir görülmektedir. Örneğin; tevatür olarak güne gelen “kilisenin yapım ölçüleri ve planları için Bab-ı Ali’ye başvuran cemaat alınan izne ilaveten dönemin uygulaması gereği bina ölçüsünün iki ucu balmumu ile mühürlenerek kapatılmış bir şişedeki ölçü iplerinin daha uzunları ile değiştirilerek binanın verilen izin dışında bir ölçüye çıkarılmış olması” bilgisi konusunda bir tezahüre ulaşılabilir.

Bilindiği üzere; “Haralombos Kilisesi” çeşitli tarihlerde, Elektrik santralı, Belediye Otogarı, Belediye araç tamir atölyesi, Üretici toptancı hali, çeşitli dükkânlar gibi farklı farklı amaçlara yönelik kullanılmış, şimdilerde ise sergi, müzik sunu ve konserleri için kullanılmaktadır. Bu kullanımlara tahsis edildiği 1960 öncesi bir dönemde, belki “gavur izi kalmasın” saikiyle belki de imar beklentisi gereği ile yıkım kararı alınır, DP’li belediye yönetimi tarafından… Yıkım başlar ve bugün artık binanın restore edilmiş halinde de bulunmayan “çan kulesinin” yıkılması tamamlandığında, geçen süre ve gerekli atık taşıma araçları ile gereken işçinin yarattığı maliyetin büyüklüğü ve zorluğu ya da dinamit gibi patlayıcıları kullanmanın riskli olması konusundaki zorluklar nedeniyle yıkım ileri bir tarihe ertelenir. Yıkım ile ilgili bu yaşananlar dönemin belediye meclis üyesi bir büyüğümüz tarafından aynen bu biçimiyle anlatılmış olup nihayetinde bir anı aktarımıdır, abartılı ve aksi bilgiler olup olmadığı bilinmemektedir.

Diğer taraftan; kilisenin son restorasyonları kapsamında güney bölümünde, şimdilerde yıkılmış olan eski Belediye pasajının bulunduğu alanda yapılan kazılarda, yukarıda referans edilen kitapta da bulunan mevcut kilisenin aslında kendisinden önceki ve tamamen yıkılmış bir kilisenin temelleri üzerinde yükselmektedir. Bu bilgilerin doğruluğu konusunda iddia sahip olmamın, konunun uzmanı olmamam nedeniyle söz konusu olamayacağının altını özellikle çizerek, tüm bunları etrafında neler oluyor konusunda ve tarihine ve kültürüne gerçek anlamda ilgi duyan bir vatandaş duyarlılığı ile yazılmış yazı ve sorulmuş sorular olarak görerek, bilgi eksikliğini gidermeye çalışan biri kabulüyle, bu kabil bilgilerin ilgili makamlar tarafından toplanması ve derlenmesi ve halkımızın hizmetine güvenilir bilgiler haliyle sunulması gerektiğinin aşikâr olduğunu söyleyerek iktifa etmek istiyorum.

Çeşme’nin kamu tarafından kurulan “ilk elektrik santrali” bu kilisede kurulmuş olup dönem itibariyle sadece aydınlatma için ve karanlık çökmesiyle başlayan ve gece saat 23:00 ile sınırlı olan bir enerji üretimi söz konusudur. Şu anda ismini ne yazık ki anımsayamadığım ama “Sn. Bay” diye bir lakabı olan bir büyüğümüzün teknik sorumluluğunda çalıştırılan yine anımsayabildiğimiz kadarı ile “mak” marka dizel motor ile müteharrik bir jeneratör vardı. Üretilen elektrik, yaşanan dönemin ekonomisinin, teknolojisinin ve aklı baliğin konfordan azade ihtiyacın karşılanması ile iktifa edildiğinden, elektrik sadece aydınlatma amacıyla kullanılmıştır. Gece saat 23’e yaklaşınca, birkaç kez arka arkaya elektrik voltajının düşürülmesi marifetiyle insanlar uyarılır, kısa süre içinde elektrik enerjisinin kesileceği tebarüz ettirilir ve herkesin işini ve durumunu ayarlaması sağlanırdı. Soğutma suyu olarak, kilisenin kuzey ucunda ve kapalı alan dışındaki havuzda bulunan su kullanılır (ya da ben böyle hatırlıyorum) dizel motora buradan uzatılan borularla devridaim imkânı sağlanırdı.

Kilise ile ilgili, gerek anı gerekse de bilgi düzeyinde paylaşımlara önümüzdeki haftalarda da devam edeceğim, umarım tüm bu çabalar daha geniş bilgiye ulaşma ve varsa yanlış anımsamalarımızın düzeltilmesi çerçevesinde bir girişim olur.

Cuma, Nisan 25, 2014

DOĞA MI KORUNACAK?


Malum ve çok bilinip az hatırlanan hikâye; “Bir Meksika sahil kasabasına yolu düşen Amerikalı iş adamı, kıyıya yanaşan kayıktaki balıkçıyla çok az balık yakalamış olması nedeniyle konuşur. “neden daha fazla denizde kalıp da daha çok balık tutmadın?”
“Bu kadarı bugünlük aileme yeter.”
“Peki”, der Amerikalı iş adamı.
“Geri kalan zamanın nasıl dolduruyorsun?”
“Sabahları geç kalkıyorum. Sonra birkaç balık tutuyorum. Sonra çocuklarla oynuyorum. Öğleden sonra eşimle biraz şekerleme yapıyorum. Akşamları da kasabaya iniyorum; Amigolarla birşeyler içip gitar çalıyoruz. Böylece hayatı dolu dolu yaşıyoruz, senyör.”
Amerikalı iş adamı bu hayatı son derece sevimsiz bulur.
“Ben Harvard mezunuyum, sana yardımım dokunabilir” der.
“Herşeyden önce, daha fazla balık tutmalısın.”
Balıkçı hayretle sorar: “Niçin senyör?”
“Artan balıkları satar, daha çok kazanırsın.”
“Sonra senyör?”
“Zamanla kendine daha büyük bir tekne alırsın.”
“Sonra senyör?”
“Daha büyük tekneyle daha çok balık tutar, daha çok kazanırsın.”
“Sonra senyör?”
“Daha başka tekneler alır, bir filo kurarsın.”
“Sonra senyör?”
“Sonra balıkları işlemek için kendin konserve tesisleri kurarsın. Böylece kârın önemli bir kısmını başkalarına kaptırmamış olursun.”
“Sonra senyör?”
“Tabii, bütün bu işleri böyle küçük bir sahil kasabasında yürütemezsin. bu arada Los Angeles veya New York gibi büyük bir dünya kentine taşınmış olursun.”
“Sonra senyör?”
“Yeteri kadar büyüyünce halka açılır, hisse senetlerini satarsın. Büyük zengin olursun. Milyonlarca doların olur.”
“Sonra senyör?
“Bu kadar paran olduktan sonra çalışmana gerek kalmaz. Emekliye ayrılır, bir sahil kasabasında kafanı dinlersin. Sabah geç saatlere kadar uyursun. Biraz balık tutar, çocuklarla oynar, öğlenleri de şekerleme yaparsın. Akşamları ise amigolarınla bir şeyler içip gitar çalarsın.”
“Şu an bunları yapıyorum zaten senyör!..”

Yukarıdaki kıssadan, vatandaş teorik olarak ne hisse çıkarır bilemem ama yaşadıkları hayata bakarak pratik olarak ne hisse çıkardıklarını görerek kahroluyorum. İFRAT… İFRAT… İFRAT… Ne adına ifrat, sözde konfor adına yaratılan motivasyonun (güdülemenin), sömürüye türban oluşturması adına… Konfor artıyor, doğa batıyor, ne gam ne tasa…

Isısı birkaç derece düşük tutulmuş ya da azaltılmış evlerde hayat sürme tercihi neden yapılmaz ki? Neden klimalarla iklimlendirilmiş ortamlarda yaşama tercihi yapılır? Neden soğuk havalarda evimizde otururken, biraz daha kalın, sıcak havalarda ise ince giyinme tercihi yapmayız? Örneğin, “Herkes içlik giysin yeni HES’lere ihtiyaç kalmaz” diye bir ileti dolaşmakta “facebook” ta, katılmamak ne mümkün, çünkü bu yüzyılda yaşayanların konforu uğruna önümüzdeki yüzyılların, gelecek nesillere zindan edilmesi söz konusu… Ama kimin umurunda, ne gam ne tasa…

Neden “derin dondurucularda” büyük enerji tüketimlerine rağmen gıda saklama ihtiyacı duyar insanoğlu? Oysaki “derin dondurucular” çıktı, gıda koruma teknolojileri gelişti de ne oldu, kimyasal proseslerin hastalıklara neden olduğu bu kadar ayan beyan bilinirken, özellikle hücre hastalıkları bu kadar fazla artmış iken, neden hala derin dondurucu kullanma ısrarı sürmekte? Oysaki sadece doğal ortamlarında ve hücre yazılımlarına uygun şartlarda yetişmiş sebze, meyve tüketiminden ne zarar gördü de insanoğlu şartlar bu kadar manipüle edildi?  Bir arkadaşımın annesi hala klasik mevsiminde sebze meyve yemektedir ki, bence doğrusu da budur, üstelik damak tadı üstüne methiyeler düzülen “gastronomi” programları hatta kitapları el üstünde tutulurken, mevsiminde yetişmemişliğin oluşturduğu bu kabil lezzetsizliklere neden katlanır insanoğlu…

Yürüme mesafesindeki yerlere mutlaka yürünmeli iddiasını sürekli canlı tutmalıyız bence… Yürüyerek gidilip işlerimizin halledileceği yerlere bile araç ile gitme tercihi ne kadar akli bir yoldur acaba? Yürüyerek gidilecek yerlere araç ile gidip, sonra spor yapıyoruz adına kilometrelerce yol yürüme tercihi nasıl bir tercihtir acaba? Bizlerin yürüyerek gittiği okullara şimdi çocuklarımızı servislerle gönderiyoruz, ne kadar doğru yapıyoruz acaba? Konfor adına otobüsler boş gidip gelmekte, yakıta mı yanarsın egzost ile yaratılan hava kirliliğine mi… Toplu taşıma yerine bireysel ulaşımın kutsanması, sürekli “batı”da 1.000 kişiye düşen otomobil sayısına ulaşamamış olmanın hayıflanması ne kadar ahlaki acaba? Yürümek yerine araç kullanma arttı ya da mezkûr zevatın iddiasına göre konfor arttı ama sonuçta bel kalınlıklarımız da arttı sağlık bozuldu vs. vs… Bu tüketime, bu hoyratlığa, bu görgüsüzlüğe, bu kahredici doğa tahribatına, bu alçakça talana, hülasa bu konfora, ne doğa, ne can, ne imkân, ne de üretim dayanır…

“Biz çevrecinin daniskasıyız” diyerek yaratılan yanılsama ortamında, adeta kapitalizmin gölgesini satamadığı ağacı keser sözünü doğrulatırcasına sadece gölgesini satacakları ağacı korumaya çalışarak,   tam anlamı ile bir talan ortamı oluşmaktadır. Tılsımlı söz; “daha çok üretim” yerine “daha az tüketim” ya da “daha ekonomik tüketim” ya da en doğrusu “ihtiyaç kadar tüketim” olmalı ve kutsal kelam ilan edilmeli bence…

Sürekli reklâm, sürekli tüketimin pohpohlanması, sürekli marka olalım palavraları üstünden maksat kapitalist sömürü, yaşasın artan üretimin yarattığı muktedirlerin cebine dolan kârlar… Kapitalizm ve muktedirler, bize, üretimin ihtiyaçtan fazla yapılarak abartılı tüketilmesinin kutsiyeti üstüne nutuklar atarak, yarattıkları büyülü, tılsımlı ve göz boyayıcı ortamda, daha çok artı değer, daha çok sömürü yaratılmış, sonuçta da muktedirler için ve adına tek yol sömürmek ve tüketim toplumu yaratmaktır murat ve bu aynı zamanda caiz ve mubahtır… Kapitalizmin, insanoğlunun kollektif bilinçaltını kontrol altına alarak hatta ele geçirerek, yarattığı bu uyuşmuşluk ve uyuşukluk hali sürmeye devam etmekte ve aynı zamanda da doğanın katline yeni fermanlar yazılmaktadır…

Azıcık çaba ve uğraşı, azıcık para ve imkân, azıcık dert ve kaygı ile doğaya uygun ama son derece mutlu bir hayat sürmek mümkün iken edilgen ve tepkisiz kalarak, fiziki ve akli atalet içinde, her geçen gün sefalet ve çaresizliğe gark olunmasının kanıksanmasını anlamak ve kabullenmek nasıl bu kadar kolay olur acaba?

Yazının başındaki balıkçının yerine koyun kendinizi bir an ve daha fazla konfor ve şaaşa, debdebe için, maddiyat elde etmek adına geçen zamanın bedelinin, kocaman bir yaşam olduğunu görün lütfen…

 

Cumartesi, Nisan 19, 2014

OTOPARK ve PAZARYERİ PROJELERİ


Çeşme’de yerel seçim çalışmaları sırasında, aday adaylarının çok yoğun bir şekilde proje sunumları arasında öne çıkan birkaç projelerden biri “otopark” diğeri de “Pazaryeri” idi. Evet görünürde ve de ne yazık ki ısrarla tekrarlandığı için de, gerçekmiş gibi görünen bir problem söz konusudur ama çözüm önerileri de ne yazık ki kalıcı olmaktan çok uzak ama janjanlı sunumu nedeniyle de bir o kadar da parlak idi. Bazı aday adayları; otopark sorunun çözümü için, “Çeşme şehir stadı”nı ve terk edilmiş “Hükümet Konağı”nın bulunduğu alanı, kendi projeleri için uygulama hedefi seçmişler ve “Gençlik Spor İl Müdürlüğü’ne ait Çeşme Stadı’nı, Bakanlıktan talep edeceğiz. İstemeyi bileceğiz, eğer vermezlerse Belediye Meclisi’nden alacağımız kararla istimlâk edeceğiz. 2 katlı otopark, üzerine de pazaryerimizi yapacağız, Maliye Hazinesine ait çok büyük, Spor imarlı yerler var, oraya bir spor kompleksi yapacağız..” diye de vaatte bulunmuşlar ve anlaşılan o ki, planlar ve projeler detaylı hazırlanmış, “1000 araç kapasiteli otopark Çeşme Merkez’i ziyarete gelen misafirlerimizin otopark çilesini sona erdirecek.” denilerek kapasite tayinleri bile netleşmiş idi. “Pazaryeri” içinde, “Otoparkın üstüne yapılacak modern pazaryeri ile yaz kış üreticinin, pazarcının ürünlerini temiz ve düzenli bir ortamda tüketiciye ulaştırması hedeflenmiştir” denilmekte idi.  

Bir politikacının, talip olduğu makamın icraatlarına uygun projeler düşünmesinde ve bunları vaat etmesinde bir sakınca olmadığı gibi son derecede takdire şayandır, üstünde çalışılmıştır, fikir üretilmiştir, plan yapılmıştır vs. vs…

“Çeşme’nin en acil çözülmesi gereken sorunlarının başında pazaryeri ve otopark geliyor” sözü doğru mu, peki? Evet, Çeşme’de araçların park edilmesi diye bir sorun var, ama bunun çözümü park yeri icat edilerek mi çözülecek, yoksa çağdaş şehircilik gerekleri mucibince şehir içi, kent merkezi araçlara mı, gerçek sahipleri insanlara mı bırakılmalı sorusu karşısında verdiği cevaptaki gibi tartışmasız, insana bırakılmalıdır, yani araçların şehir içine minimum düzeyde girme ihtiyacı duyacak şekilde düzenlemeler yapılmalıdır… Otopark sorunu çözülecek diye, kesinlikle şehrin içine otopark yapıp, araçlar için cazibe oluşturmaktan ısrarla kaçınılmalı ve yerine şehrin dışına park edilip buradan mümkün ise düzenli ve sık atlı arabalarla insanlar merkeze taşınmalı olamıyorsa da akülü araçlar ile yerine getirilmelidir bu işlemler…

Gelişmiş hiçbir ülkenin, yeni gelişen bölgeleri hariç, hiçbir şekilde bazı yerleri yıkalım otopark yapalım gibi lüzumsuz ve beyhude çabaları olmamaktadır, üstelik te yaşanan çok yoğun ve ağır taş trafiğine rağmen… Hele vakıf iş hanı altına otopark yapalım diyen bir grup olduğu anlaşılıyor ki; anlamak ve anlatmak mümkün değildir bu zevatı… Yahu be adam buraya kadar sen araçların gelmesi için cazibe yaratırsan bu defa da yeni yol ihtiyacı çıkması halinde ne yapacaksın… Peki, bu yeraltı otoparkına yaklaşma yolları, giriş çıkış yolları için gereken standart yapılar için alan nereden karşılanacak, haaaa Melih Gökçek gibi ben yaptım oldu denilecekse sözüm olamaz… Ne yazık ki, şehir içlerini taşıtlar için cazibe merkezi haline getirmek için yoğun çaba sarf edenler revaçta bu ülkede, tabii ki çağdaş şehircilik gereği “insan için şehir yerine taşıt için şehir” yaratmak moda ya, durmak yok yola devam… Bu zevat “demiryolları komünizmin, karayolları hür teşebbüsün ifadesidir” tezinin katıksız ve insafsız taraftarıdırlar ve bu yüzden de canım yurdum çağdaşlaşma hızında yakalanamıyor!!! Diğer taraftan ve bilindiği kadarı ile taşıt trafiğinin pik yaptığı dönemlerde, 1.000 araçlık otopark sorunun çözümüne katkı sunuyor gibi görünse dahi asla ve kata çözüm olamayacağı ve 1.000 araç ortalama 3 kişi ile gelinse 3.000 kişilik bir sorundan bahsediyor gibi algılanacaktır, oysa talep ve arz arasındaki fahiş uçuruma bakıldığında daha farklı ama aynı zamanda köklü çözümler bulunması gerektiği açıktır.

Otoparkların şehir içlerinde tesisi adına, orada uzun yıllar önce inşa edilmiş tesisleri gözden çıkarır isek, daha sonraki iktidarların yeni inşaat biçimlerine göz yumması açıktır, sonra da “hayaldi gerçek oldu” benzeri bir sürü dalga geçeceğimiz slogan üretilir… Denizi ilk doldurur iken eski halin arkasından başlandığında, bugüne gelineceğini iddia edenlerin sayısı bir elin parmak sayısı geçmez iken, bugün kaybın büyüklüğü karşısında hayret edenlerin bir hayli fazla olduğu söylemek de durumu iyi bir şekilde tespit etmektir. Durumu değiştirmek yerine korumanın sağlanmasının en önemli ve en muhteşem örneği Alaçatı’dır ve behemehal örnek alınmalıdır.

Eski Hükümet konağı’nın yerine bırakın otopark yapmayı, Çeşme’yi daha çok yansıtacak, belki de çok önceleri yıkılmış olan kale yakınındaki hükümet konağına benzer bir taş bina yapılabilir hatta bana göre de yapılmalıdır ve “Hükümet Konağı” olarak ta hizmet vermelidir. Arkasındaki cezaevi şehrin kimlik ve ruhunun korunması adına da muhafaza edilmelidir ayrıca…

İstanbul – İzmir otoyolunun tamamlanması ile birlikte, Çeşme’nin bekleyen “İmar sorunu” kontrolsüz aşılırsa, burada artacak taşıt trafiğinin şimdiden düşünülerek, Çeşme’nin ve Alaçatı’nın şehir içine yaklaşılan yerlerine, şehir periferinde olmak kaydıyla büyük otoparklar oluşturulmalı ve buradan çeşitli güzergâhlar ile ulaşımı temin edilmelidir.

Sabah yürüyüş adına, spor adına kilometrelerce yürüyen bazıları ise küçücük ilçemiz içerisinde bile otomobil kullanmakta beis görmemektedirler.

Çokta taraftar olmamama rağmen, taşıtları ile gelecek insan sayısını azaltmanın bir başka yolu da olabileceği görünen “hava ulaşımı” konusuna kalıcı ve hızlı bir çözüm bulunmalıdır. Belki de bazılarının önerdiği gibi “hakkı bokunu” kurtarması hayalde bile kurulamayacak “çılgın proje”ler olmamak kaydı ile deniz ulaşımına çözüm bulunmalıdır.

Kapalı Pazaryeri modasının da geçmiş olmasına rağmen ısrarla takip edilmesini de anlayamıyorum, Pazaryeri dediğinizin sadece alışveriş alanı olmadığını birileri bu yöneticilerimize ya da yönetici adaylarımıza anlatmalı… Gidin görün, öykündüğünüz Avrupa’da Pazaryerlerinin nasıl olduğunu diyesi geliyor adamın, Barcelona gibi çok tarihsel Pazaryerlerini bir kenara bırakır isek, kimse bu kabil yerler için yeni talepte ve ısrarda bulunmuyor… Pazaryeri, Pazar kurulduğu günden itibaren yeni Pazar gününe kadar tekrar eski fonksiyonuna döner ve dönmeli, oysaki özel Pazaryeri kurarsanız burası sadece bu amaçla kullanılır bir daha ki Pazar gününe kadar kullanılmaz…

Bir taraftan taşıt trafiği hukuk kuralları fazlaca zorlanarak hızını ve yönünü sınırlamakta ve düzenlemekte bariyerler kullanacaksın hem de taşıt trafiğinin artmasına da alkış tutacaksın, tam bize yaraşan bir “yaman çelişkidir”…

Stadımıza dokunmayın, Eski Hükümet Konağını yeniden ve bölgemize uygun taş bina olarak yeniden inşa edin, mümkünse Pazaryerini Çeşme Merkezindeki Cumhuriyet Meydanına taşıyın… Pandofilya’yı yeniden eski haline getirin, bankaların merkezden uzaklaştırılmasının yollarını arayın, burada insanlar yeniden, tıpkı eskisi gibi oralara gelerek eğlensin…

Bunları niye mi yazıyorum, hiç işte, biz tarihe not düşelim de…

Pazar, Nisan 13, 2014

AGORA


-         Evet, ama aslında ben ptolemy’i eleştiriyordum. Çember üstünde çemberle her şeyi karıştırdığı için eleştiriyordum. Bilemiyorum, belki de basit bir cevap aradığımdandır.
-         Hayır. Gökyüzü basit olmalı.
-         Bu durumda ben haklımıyım?
-         Ya gezegenler için… Çok daha basit açıklama varsa?
-         Var… Ama çok saçma ve eskidir. Bu yüzden kimse itibar etmez.
-         Hangi teoriymiş bu?
-         Aristarchus’tan mı söz ediyorsun?
-         Aristarchus dünyanın hareket ettiğini gezegenlerin garip davranışının göz aldanmasından başka bir şey olmadığını bunun hareketimiz ve Dünya’nın Güneş etrafında dönmesi sonucu oluştuğunu ileri sürdü.
-         Güneş merkezli model.
-         Doğru. Güneş tabiri caizse Yıldızların kralıymış gibi merkezde olmalı.
-         Bu durumda Dünya sadece… Bir başka gezegen olmuş olur. Çalışmaları ana kütüphaneyi telef eden yangında kayboldu. İşte bu yüzden buraya çok dikkat etmeliyiz. Kütüphanemiz insanlığın bilgeliğinden geriye kalan tek şeydir.
-         Ama o zaman yere bir şey bıraktığımızda…
-         Konuşan kim?
-         Affedin beni Hanımefendi… Dinliyordum da…
-         Konuş Davus
-         Dünya hareket ediyorsa, bir şeyi her bıraktığımızda arkanıza düşmesi gerek, rüzgâr her zaman karşıdan gelmeli, kuşlar uçarken yollarını kaybetmeli…
-         Size Aristarchus’un hipotezinin mantıklı olmadığını söylemiştim…
-         Bu söylediklerinin çürütülebileceğini hissediyorum. Ama şu ana nasıl çürütülebilir bilmiyorum…

Yer, Mısır İskenderiye, tarih, M.S. 3 yüzyıl, Paganlar ile Hıristiyanların çatışmalarının neticesinde Paganların, Hıristiyanlar tarafından “Serapeum ve Kütüphanesi” ne sığınmak zorunda kaldıkları sırada tartışmalarını aktaran bir rep, “Vali” asi olarak görülen Paganların, Kütüphaneyi terk etmeleri halinde, başlarına bir şey gelmeyeceği garantisini verir ve ilaveten Hıristiyanların Kütüphaneye girmelerine izin vermeleri ve istedikleri bir şekilde kütüphaneyi talan etmelerine ses çıkarmamaları halinde can emniyetlerinin teminat altında olduğunu açıklayınca;
-         Neyi bekliyoruz… Her şeyi yok edecekler… Çığlıkları yayılır paganların arasında…
Vali devamla; paganların düzenli bir şekilde kütüphaneyi terk etmeleri halinde kendilerine evlerine kadar eşlik edileceği açıklamasını yaparken;
-         Kitaplar… Kitaplar… Diyerek en önemli eserleri kurtarma telaşı başlamıştır, kütüphane içindekilerde…
Birden Vali ve askerlerinin ayrılmaya başladığı ve artık dışarıdaki Hıristiyan kalabalığının kapılara yüklendiği, kapıların kırılması ile birlikte “tanrı tektir” nidaları ile kütüphane ve müştemilatı yerle bir edilir… Tüm kitaplar büyük yığınlar halinde yakılır, yakılır… İnsanlığın bilgeliğinden geriye kalan tek şey diye nitelenen “Kütüphane” artık yoktur…

Yukarıdaki anlatılanlar 2009 yılı yapımı “Agora” isimli filmden… Vahşet değil mi? Paganlara düşmanlığın ve bu nedenle saldırının anlaşılabileceği bir dönem ama kitaplarda mı pagan? Yoksa hedef kendilerinin düşüncelerine aykırı iddia ve bilimsel izahları olanları kitapları ile birlikte yok etmek mi? Ama gerekçe her ne ise; Hıristiyan hâkimiyetine geçen kentte, yaşanan büyük travma ve trajedi sonucu uzun süre bir sükunet dönemi yaşanmıştır. Tıpkı tarihteki benzer ardılları gibi yapılan katliamlar ve talandan sonra, yaratılan korku ve dehşet tablosu karşısında yaşanan sahte barış dönemlerinde olduğu gibi… Ancak saldırının pusuya yattığını göremeyen ya da görmek istemeyen ve kendilerine dokunulmadığından, bu yaşanan cinnet ortamına ses çıkarmayan “Museviler” bir vade sonra, ne yazık ki, aynı akıbete uğrayacaklardır. Tıpkı sonra Medine de başlarına geldiği üzere…

Bilindiği üzere; M.Ö. 3. yüzyılda Makedonyalı İmparator Büyük İskender tarafından kurulmuş olan “İskenderiye Kütüphanesi” sadece kütüphane değildir aynı zamanda fizik, kimya, astronomi, tıp, matematik, geometri ve felsefe bilimlerinin de tedrisine elverişli ortamın bulunmasının yanında çok kapsamlı botanik bahçesi ve rasathanenin de varlığı söz konusudur. Anlaşıldığı kadarıyla, burası bugünkü anlamıyla bir kütüphane olmakla birlikte, yüksek tahsil verilen bir okul ve aynı zamanda bir akademi hüviyetindedir. Kütüphane ve akademi, günümüz bilimine de referanslar oluşturan araştırmalar yapan bilim adamlarının yetiştiği ve öğretim verdiği bir zemin olmuştur.  Arşimet suyun kaldırma kuvvetini, Eratosthenes dünyanın çapı ile ilgili bilgileri, Euclid geometrinin kurallarını, bu akademi ve kütüphanede yaptığı araştırma ve çalışmalarla açıklamışlardır.

Yazımızın konusunu oluşturan, “İskenderiye kütüphanesinin yakılarak talan ve yok edilmesi” konusunda yine tarihte çeşitli rivayetlerin bulunduğu aşikâr olmakla birlikte, en fazla öne çıkanlar; ünlü Roma İmparatoru Julius Sezar ya da Hıristiyan İmparator Theodosius ya da Mısır’ı fetheden Müslüman komutan Amr İbn Ül As olmuştur. Sonuçta, ister o, ister bu olsun burayı yakan ve talan eden, özünde hep “dine mugayir ve hurafe şeyler” in varlığı öne sürülerek, insanoğlunun damla damla biriktirdiği bu kadim bilgelik kaynağının yok edilmesine neden olunmuştur.

Kütüphaneler ve bilim nezdinde; bilim, bilgi, kendinden olmayan, kendi gibi düşünmeyen, kendine benzemeyen, kendine biat etmeyen; bidayetten beri doğmanın hedefine, hep yok edilmek, talan edilmek üzere, cehaletten gözü kararmış kitlelerin önüne atılmıştır. İnsanoğlunun geldiği nokta itibariyle artık çok şükür ki, kütüphaneler yakılmıyor, kütüphanelerdeki kitaplar yakılıyor, tıpkı geçmişte, Perslerin, Romalıların, Bizanslıların, Cengiz Hanın, Katolik kilisesinin, Nazilerin vs. vs. yaptığı üzere. Gerçi yolunu şaşıran ve ancak cehennem zebanileri olacak insan postundakilerin, kitap yakanların birgün mutlaka insan da yakacakları iddiasına karine oluşturması kabilinden, ne yazık ki 20. yüzyılda Sivas’ta yaptıkları gibi otele doluşmuş insanları yakmak gibi sapıklıkları ara sıra olsa da, kütüphaneleri kurtardık, çok şükür…

Peki, unutuldu mu, modern dünya için insanlık suçu kabilinden yaşanan 12 Eylül Faşist darbesinin ve onun başı Kenan Evren tarafından, başta TDK arşivleri olmak üzere, SEKA’da kâğıt hamuru yapılarak yeniden değerlendirmek üzere sevk edilen yüzbinlerce belgenin ve kitabın yok edilişi… Peki, unutuldu mu, demokrasi getiriyoruz diye Irak’a giren ABD işgal kuvvetleri tarafından Bağdat müzesi ve kütüphanesinin yağmalanması ve yok edilmesi… Peki, unutuldu mu daha dün “Milli Kütüphanenin” 147 ton kitap ve dokümanı, tarihi çok eskiye dayanan yazılı eserleri, kilosu 15 kuruştan hurdacılara sattıkları ve buradan müzadeyecilerin eliyle de sahaf ve koleksiyonerlere çok büyük bedeller karşılığında satıldığı…

Daha çok örnek yazılabilir bu konuda ancak bu kadar ile iktifa edip, dini ve siyasi taassup nelere kadir demekten kendimi alamıyorum…