Pazar, Haziran 28, 2020

BERBER SABİT- TIRAŞ ve SÜNNET

Sünnet toplumuzda erkek çocukları açısından koca bir ömür boyu unutulmayacak, ittifakla da aileler için “mürüvvet görme” diye bilinen, kimilerine göre olumlu kimilerine göre de olumsuz sonuçları olan bir “fazlalık aldırma” ameliyatı geleneğidir. Geleneği layığı ve kurumlarıyla yürüten eski dönem erbapları, nasıl olur da en azından 2 tanesi çok önemli sonuçlar vermeye mütemayil ciddi bilgi ve tecrübe gerektiren operasyonları kolaylıkla yürütmüşlerdir. Çok şükür ortalık, sonuçları büyük anormalliklerle dolu sünnetler, enjeksiyonlar ve ağız diş sağlığı problemlerinden geçilmez değildir, gerçi pantolon altında olan bölümü pek bilemiyoruz ama… Diğer taraftan  biz görmesek te konunun uzmanları, ehil olmayan bu zevat tarafından gerçekleştirilmiş, iğne ve aşı nedeniyle çağdaş toplumlarla kıyaslanamayacak kadar fazla olumsuz sonuç bulunduğu, sünnet operasyonlarının olumsuz ve kötü sonuçlarının sünnet olmayanlara göre had safhada olduğu, ağız ve diş sağlığı açısından ise hiç te parlak bir durumumuzun olmadığını sürekli anlatmaktadırlar, berberlikte ise ne yazık ki “Amerikan tıraşı”, Fransız “a la brosse”, Alman Nazi tıraşı ve Elazığ “tas tıraşı” arasına sıkışıp kalınmıştır.

Sünnet geleneğinin sadece tarafımıza ait olduğunu zannedenlerin varlığı ise bilgi ve ilgi seviyemizin harika bir göstergesidir, oysa okuyanlar ve araştıranlar bilir kökeni taa Sümerlere kadar dayanır tek tanrılı dinlerde ise Yahudilerle devam ettirilir. Sünnet bilindiği üzere dünyanın en eski ameliyatlarından sayılmakta olup, çok tanrılı toplumlarda ilgili tanrılara üretimden pay verilme şekli ile ilk kez Sümerlerde görülür, Hititlerde devam eder, Yahudilerde uygulanır, eski Mısırda da vardır, vardır da vardır… Hatta Afrika’da kadınların bile sünnetten yaygın nasiplendiği bilinmektedir. Öyle sadece bir inanca ya da bir etnik yapıya ait değildir, anlaşılacağı üzere. Özetle berberler tarihte ciddi manada sağlık memuru rolü ile donanmış görünmektedir, tıraş, sünnet, diş tedavisi, ufak tefek yaralara müdahale etmek, iğne ve aşı yapmak gibi benim de görme ve yaşama baht(sız)lığına düçar olduğum vaka iken yazımın ilk bölümünü okuyan dost ve okurlardan gelen bilgiler tüm bunlara ilaveten “hacamat çekmek”, “sülük çekmek” gibi faaliyetlerinde olduğu yönünde idi ki ben bu son 2 faaliyetten bihaberdim. Çok eskilerde, sağlık çantasını, berber, sıhhiyeci, sünnetçi ve dişçi faaliyetleri için gerekli olan el aletleri, müdahale ve tedavi malzemeleri ile doldurup köy köy dolaşıp ihtiyaç gideren seyyar bir ehl-i zenaat vardı ve ben bu çantalardan bir tanesini yakından görme şansına eriştim ancak ne çanta, çantadan ziyade tahtadan imal edilmiş kocaman bir bavulu andırır idi… Çanta adeta, seyyar dişçi, seyyar iğneci, seyyar sünnetçi dükkânı idi açıldığı zaman. Bu seyyar erbaplara tanıklık edip yine beni arayarak ilave görev tanımında bulunan bir arkadaşım ısrarla “nalbantlık” görevi de ilave etmek istedi, ben de yok artık dedim, yine de “olmaz olmaz deme, olmaz olmaz” diyelim… Bir de bu görev tanım kalabalıklığı içinde bakıyorum da; hepsini kapsayan bir “sağlık memuru gibi” yaklaşımı var iken, iş sünnete gelince birden “fenni sünnetçi” tanımı zuhur ediyor, sanki diğer faaliyetler “fen”den azade imiş manası oluşuyor. Sanki sünnet dışında her şey “örfi” yani “ehl-i tabip” ama sünnete gelince “fenni sünnetçi” … Konu; halktaki karşılığı sağlık olunca teşkilatsız halkın karşısında teşkilatlanmanın kaçınılmazlığı gereği İstanbul’da “sünnetçi berberler loncası” olduğunu Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde okumuştum.

Evet artık tekrar, “Berber Sabit”e kıralım rotayı. Bir önceki yazımda halamın oğlu olduğunu ve sünnetimi yaptığını belirtmiştim. Tabii ki gelenek ve göreneklerin yoğun etkisi altında hayatını şekillendiren ailemin dayatması karşısında sünnet konusunda da sünnetçinin karşısına savunmasız daha da önemlisi desteksiz bir vaziyette çıktım. Büyük abilerimizin anlattığı bir sürü abuk subuk ve mesnetsiz tevatürlerin etkisinden kurtulmak o yaş itibari ile hiç de kolay değildir, kolay olmadığı gibi üstüne üstlük büyüklerimizden de yalan yanlış hikayeler duyuyordum. Bunlardan en fazla aklımda kalan ve beni etkileyen de, kesilen parçanın bir etli yemeğe katılarak sünnet olan çocuğa yedirildiği uydurması idi, hadi gel bakalım et ye. Bu et yememe işi bir hayli uzun sürdü, vaktaki artık malum parçadan eser kalmamıştır kanaati oluştu ancak o zaman et yenilmeye başlandı. Artık fazla et tüketilmesin diye bizimkilerinde bu uyduruk hikâyeye katılması mı etkili oldu bu konuda bilemiyorum. Serde küçük çocuk olma durumu da var diğer taraftan ileri yaşlarda malum işi balta ile yapacaklar palavraları da var, gel de çık işin içinden o küçük başınla… Hatta bir tanıdığımız, başından geçenleri anlatırken, “usturayı vurdu, fış diye kan fışkırmaya başladı” deyince diğer tanıdık “basmıştır penisilini sorun çözülmüştür” deyince de “ne penisilini be, boca etti ince talaşı” diye cevaplayınca, hayli vahim bir badire olduğu şekillenmişti kafamızda.

Halamın oğlu aynı zamanda berberdir ya, berberin de dedikodusu eksik değildir diye bilinir ya. “Berber Sabit” berberdir ama dedikodu işinin pek yakınında durmaz ama müthiş bir mukallittir, insanlara takılmayı da severdi. Mukallit adamdır da haydi kendi deyimi ile söyleyelim, “ciddi şakacı” idi. Birilerini dalgaya almak için çok ciddi biçimde hikayeler uydurur idi hani hikâye külliyen uyduruk olsa bile ciddi bir anlatım yapardı. Bir gün elektrikler kesilmiş, nedenini soran muhteremlere “Uzunkuyu’da elektrik tellerine kartal çarpmış”, elektrikler de sürekli kesilir ya o dönemde bir başka gün de başka muhteremlere “elektrik direklerini çalmışlar” derdi. Hele birilerini tarifi vardı ki; hızlı anlatım içinde kimse farklılıkları ya da şamatayı yakalayamazdı. Tarif derken “kim” tabii ki “Ahmet”, o da uzun boylu, kısamtrak, etine dolgun, zayıfça, karakuru beyaz tenli, benzeri kelimeler arka arkaya sıralanır idi.

Bekardı, ben anlayamamıştım neden evlenmemiş olduğunu, kız kardeşi de bekardı ama onun çok ciddi mazereti vardı, felçli ve hareket edemeyen annenin bakımını fedakârca üstlenmişti. Ancak son derece bakımlı ve düzenli biri idi. Bizim hala oğlu mühim adam derdim kendi kendime, baksana berber, sünnetçi ve sıhhiyeci, 3 önemli meslek sahibi derken Adana’ya gidince gördüm ki berber, iğneci (sıhhıyeci) sünnetçi ve dişçi gibi ihtisasları da barındırıp hala oğlumu geçmiş muhteremler gördüm, lakin Adana’daki gördüklerimi de geride bırakanları bilahare çalıştığım Hindistan’da görmüş idim.

Neyse ki; artık “fenni sünnetçi” ya da “sünnetçi” uygulaması yasaklandı da, çocuklar kurtuldu lakin madem ki bir gereksinimdir, hastane ortamında ya da steril ortamlarda ve “doktorlar” marifeti ile ciddi ameliyatlar titizliği ile icra edilir hale gelmeliydi nitekim geldi de, çok şükür.

Anlatılacaklar bitmedi lakin yer bitti bir sonraki yazıya sünnet ile ilgili anıları da; Hollandalı Mühendis arkadaşımızın Türk Kızı ile evlenmek istediğinde başından geçenleri, Çeşme’nin ilk Alman damadının başına gelenleri, oğlumun sünneti konusu ve de canım yurdumda bir zamanların matah işlerinden belediyeler öncülüğünde toplu sünnet törenleri yapılması, Venizelos’un bakanlarına sünnet yapanlar için dedikleri vb gibi konuları, yetiştiririm umarım.  

 


1 yorum:

KARALAMA DEFTERİ dedi ki...

Yaşam öyle bir yere savruluyor ki ilkel toplumlardaki sünnet gibi birtakım operasyonlara karşı çıkmanın olanağı kalmadığı gibi dinsel bir gelenekmiş haline getirilen bu uygulamaya karşı çıkmak şöyle dursun mahalle baskısına boyun büküp hepimiz de bir solukta dahil oluveriyoruz. Bir yerlerden başlamak gerek. Değilse karşı duruşun bir anlamı olmayacak sanki.