Perşembe, Mayıs 28, 2020

DAYIM – YAŞAR KARAGÖZ – 2

Dayımı anlatmaya devam… Sevgili dayım askerliğinin önemli bir bölümünün geçtiği Pozantı Jandarma Karakolunu büyük bir gururla anlatırdı, kendisini gurura gark eden boyutu ise özellikle bastıra bastıra söylediği karakol komutanlığı icrasıdır. Dayım “Karakol Komutanlığını” hangi askeri öğretim ve eğitimine dayandırdığını bir türlü açıklamamış idi, en azından bana, gerçi her fırsatta “jandarma çavuş” olduğunu vurgulardı bu yüzden de bu anısı benim nezdimde çok inanılır gelmemişti, şüphesiz o günün koşullarını tam manası ile bilmediğim için anlamlandıramıyor olabilirim. Ancak bazı Pozantı kökenli arkadaşlarımdan öğrendiğim kadarı ile her ne kadar kurtuluş savaşı döneminde Adana Fransızlar tarafından işgal edilmiş ve bu nedenle il merkezi Pozantı’ya taşınmış olsa da dayımın askerliği döneminde Karaisalı’ya bağlı bir bucaktır. Gerçi bundan daha detaylı anlattığını da çok hatırlamıyorum açıkçası.

Bana karşı halen izah edemediğim bir bağlılığı ve sevgisi vardı. Her şeye rağmen çok uzun yıllar devam etti bu güzel düşüncesi ve yaklaşımı ben de kendisine karşı “tek dayı” hürmetini eksiksiz gösterdim. Dayım gerçek manada enteresan bir adamdı, bir önceki yazıda bahsettiğim üzere, hemen hemen hiç anlaşamazdık ama sık sık İzmir’e gittiğimizi hatırlıyorum. Her gidişimizde de mutlaka Çankaya taraflarında bir tezgâhta satış yapan kokoreççi ziyaret edilirdi. Günün moda deyimi ile “paran ile malumu ye” cazibesi ağır basıyordu bizde demek ki… Pişirme ve servis etme teknolojisi öyle şimdiki gibi ciddi manada gelişme göstermemiş olup, tezgâh tekerlekli bir araba üstüne yerleştirilmiş gaz tenekesinden oluşturulmuş mangal ve şiş yerleşme yerlerinden ibaret idi. Baharat ise yine dönemin ruhuna uygun olarak şimdiki gibi envai çeşit değil idi.

Fikri ayrılığımıza rağmen 12 Eylül mapushanelerinde bulunduğum dönemde, kendince ve kendi inandığı insanların önerdiği yolları takip ederek ama umudunu ve girişimciliğini asla yitirmeden oradan bir an önce kurtulabilmemin arayışına hiç son vermemiştir. Bu hem dönemin insanının insanlık hamurunun gereği bir şey idi hem de her şeye rağmen toplum da bu kadar kutuplaştırılmamış ve kindar değil idi. Mapushane sonrası yaşanmışlıkları makul görüp destek verenlerden biri de siyaseten 180 derece farklı olmamıza rağmen dönemin Belediye Başkanı Nuri Ertan büyüğümüz olmuştur. Gerçi o da kendi meşrebince örnekler vererek bu desteği veriyordu, “bunlar siyasi davalardır, dert etme Celal Bayar bile siyaseten uzun yıllar aynı çileleri çekti” diyerek. Neyse dayımın uzun yollar katederek, dönem itibari ile uçak yaygın olmadığından minimum 12 saatlik otobüs yolculuğu yaparak, sürekli ziyaretlerime geliyor olması bile benim açımdan her daim bir saygı gerektiren bir tutum olmuştur. Gerçi siyaseten tutukluluk, çok geç hazırlanan iddianame, uzun ve talimat gereği yapılan yargılamalardan ne çıktı. Kocaman bir hiç. Beraat ettim birçok insan gibi ama çekilenler yanımıza kâr kaldı. Bu baptan bile kocaman bir teşekkürü hak ediyordu, bu kara gözlü “Karagöz Dayım”.

Her zor anımda kendisi yanımda idi, çocukluğumda geçirdiğim göz ameliyatı neticesinde uzun süre yattığım hastanede sürekli neredeyse her gün ziyaretime gelirdi. İlk ziyaretinde dönem itibari ile bulunması bir hayli zor olan “cep tipi pilli” bir radyo getirip, akşamları ajansları dinlersin demesi bile o çocuk halimin kendisince nasıl bir adama benzetildiğimin adeta somut bir tezahürüdür. Hayatımda ilk defa böyle bir radyo görüyorum ve sahip oluyorum, koğuşta yattığımız diğer hastalar nezdinde bir anda başka bir noktaya geliyorsun, hay Allah.

Sünnetimde de gelenler içinde en güzel hediye diye düşündüğüm kol saati hediyesi yine Dayıdan. Evet “Hislon” marka idi, ki dönem itibari ile bir hayli prestijli bir marka ve ürünü saat olup hayatımda ilk sahip olduğum saattir. Gerçi oğlu Kâmil ile “lan bu kadar küçük aletin içine ne koyarlar ki” merakı ile parça parça parçaladığımız ilk saatte bu olmuştu. Hey gidi anılar…

Ilıca’da Ankara Otel sergüzeşti de hayatımızın önemli ama kısa bir dönemini kapsamıştır. Neler olmadı ki o yıl, Türkiye’nin Kıbrıs girişimi, Almanya’nın Dünya Kupasını kazanması başta olmak üzere. Dayımın otelinde çalıştığım dönemde, çok erken yaşlarda olmasına rağmen uzun süreli olmasını hayal ettiğim ama olamayacağını adım gibi bildiğim ilk karşı cins ile temasımı kuruyordum. Bunun erken ve güzel olmasının ortamını da dayımın o dönemde yaptığı işe borçluydum. Otel işçiliği deyip geçmeyin, yan tarafta da Çekirge Mehmet’in (Çınar) çalıştırdığı Otelde de benden birkaç yaş büyük olmasına karşın kadim dostluk oluşturduğumuz Tufan Çınar’ın işçiliği söz konusu idi, inanılmaz ve müthiş anılarımız oldu kendisi ile. İşçi dayanışması dışında neler neler. Bu vesile ile hem Tufan Kaptan’ı hem de babası Mehmet abiyi hayırla yad edelim, nurlar içinde olsunlar.

 

Dayımın bir de detaylarını tam bilmediğim bir biçimde traktör alım satımına aracılık ettiğini hatırlıyorum, o tarihlerde şimdiki gibi koy cebine parayı git al traktörü lüksü yoktu şüphesiz, tıpkı otomobilde olduğu gibi birkaç ay beklenen sıraya yazılma fasılları vardı. Yine hatırladığım kadarı ile bu sıra işlerinde ciddi kolaylaştırmalar ya da kısaltmalara vesile olabilecek tanıdıkları vardı, yüksek mevkilerde, ama nasıl bilmiyorum. Bir anlamda “komisyonculuk” gibi duran bu işi Dayımın çok makul, çok cüzi taleplerle gerçekleştirdiğini, adını bile yeni duyduğumuz kasabalardan, köylerden ziyaretçisinin sınırsız olmasından bile anlardık. Çok profesyonelce olmasa da tarla ve arsa alım satımına da aracılık ettiği olurdu. Öyle şimdiki komisyoncular gibi, satıcının 500.000 TL istemesine rağmen alıcıya gözünün içine bakarak 550.000 TL demediğinden adım kadar emindim. Bu manada kendisini hak ve hayırlarla yad eden bir dolu insan vardır etrafımızda.

Bir önceki yazımda masa ortakları diye bahsettiğim, Uğur Öztin ile Çiftlik Köyünün ilk minibüsünü (dolmuş) alıp işletmişler idi. Adını “Karayılan” koyup, üzerine de yazdırdıkları, Thames marka burunsuz bir minibüs idi. Günde; Çeşmeden Çiftliğe şeklinde sabah ve akşamüzeri 2 seferden oluşan bir trafik idi söz konusu, şimdiki gibi her 30 dakikada sefer hayal bile edilemezdi. Çiftlik sabah seferinde Çeşmeden gelen beyaz ekmekle tanışır oldu bu sayede, kadınlar bahçedeki fırınlarda ekmek yapmaktan kurtulduklarından, çocuklarda annelerinin ekmeğinden daha leziz bir ekmekle karın doyurmaktan memnun idiler. Minibüsün bir pikabı vardı, dönem itibari ile muhteşem, birkaç ta 45’lik plak bulunur, plaklar için de bir çanta. Biz neredeyse mal mülk sahibi gibi her sabah gider plak dinlerdik, Çiftlikte kaldığı sürece…

Yere sıkı basan, her daim gözünü budaktan esirgemeyen “Karagöz” soyadına mütenasip Dayımı da bu vesile ile bir kez daha yad edelim ve nurlar içinde yatması dileğimizi tekrarlayalım… Ordu pazarı anılarımız, tarla işlerinden kaçış organizasyonları, avcılık yapması, birlikte rakı içip ama yanında sigara içemeyişim, 1974 dünya kupası sonrası anımız başta olmak üzere daha birçok şey kaldı detaylayamadığım, olsun, bir gün onları da yazarım elbet. 

Cumartesi, Mayıs 23, 2020

CEMAZİYEL EVVEL 11- HANİ İYİ İDİ YA İŞTE O

Halk tutunca hani “devamı kabilinden çevrilir de çevrilir” repliği vardır ya, tam da durum o, gerçi zıbın değiştirerek ilerliyor ama olsun. Şimdi hani bilmeyenlere masallar anlatılıyor ya bakalım öyle midir gerçekten?

Canım Yurdumun klasik sağının vazgeçilmez ve dayanılmaz yöntemidir, her şeyi ters yüz etmek, bazı şeylere teleskop tutmak, bazı şeylere de teleskopu ters tutmak ama sorarsan teleskop tutuyorum ya der, işte o… Şimdi bize, yani yaşı tutanlara masallar bab’ından anlatılır da anlatılır… DP (demokrat parti) dönemi şöyle iyi idi, böyle iyi idi. Ama gerçekten öyle mi idi? Zinhar… Gerçekte o dönemde halkın önemli bir bölümü, takip ettikleri gazetecilerin mapushaneye atılması ya da gazetelerinin kapatılması, muhalif her sesin kısılması, gibi hiç de adı ile mütenasip bir durum oluşturmayan bu iktidardan son derece muzdariptir. Başlangıçta; o dönemdeki “yeter söz milletin” sloganına kanıp mezkûr Amerikancı Menderes ve ekibini iktidara taşımaya destek veren dönemin “yetmez ama evetçileri” de dahil olmak üzere halkın büyük bir kesiminin desteği alınmış idi. Ancak sonra durum sıkıştıkça deyim yerinde ise sırlar dökülüyor, postun altından despotik yöntemler çıkıyor. Muhalefetin, Halk ile meydanlarda düzenlenecek açık hava mitinglerine bile katlanamayacak bir durum tezahür etmektedir. Bu kapsamda, Kayseri, Uşak ve İstanbul Topkapı olayları başta olmak üzere yurdun her tarafında zora başvurularak halk ile muhalefetin buluşmasına engel olunmaya çalışıldı. Peki bununla yetiniyor mu muktedirler, nerde, kurulan “Vatan Cephesi” ile başlayan, 18.04.1960 ta onbeş DP milletvekilinden oluşan “Tahkikat Komisyonu”na varıyor işler ve tek dert CHP kapatılmaya geliyor… Tüm bu yapılanlar adeta “Kurtuluş Savaşı”nın rövanş planı gibi görünmektedir. Kurtuluş Savaşının direk hedef alınamaması nedeni ile önderleri topa tutuluyor izlenimi verilmekte aynı zamanda kim ki kurtuluş savaşına karşı çıkmış, kurtuluş savaşı önderlerine saldırmış ve küfretmiş baş tacı ediliyor. Tek dert CHP dedim ya diğer muhalefeti zaten zabıta gücü ile sindirmişler, mapushanelere tıkmışlar ya da yurt dışına kaçmaya mecbur bırakmışlar halihazırda. Ancak bu ahvalde dahi CHP darbe planları yapıyor vaveylası koparmayı da ihmal etmiyor DP sözcüleri, temelde bir kara propaganda örneği kabilinden koparılan vaveyla altında da ciddi manada bir korkuda var açıkçası. Çünkü biliyorlar nerelere dokunduklarını ve nerelerden kendilerini hedef alacak geri dönüşler olacak, kaçın kurası zevat onlar bilmezler mi tazıya kaç tavşana tut politikasını. ABD ile yatağa girip sıkıntı doğunca da sırf kıskandırmak için SSCB’ye rota kırıyoruz kur yapışlarının neye mal olacağını iyi hesaplıyorlar ancak yapacak başka hamle kalmıyor. Efendim, tüm bunların sonunda darbe olmadı mı diyeceksiniz, oldu şüphesiz, ama klasik replik ile “oldu da sor bakalım neden oldu” diye bakarsanız, anlaşılır neden, nasıl ve kim için yapıldığı… Neyse konumuzu görüşlerimi özetlemekten ziyade vakalar nezdinde tutmak istiyorum ve oraya döneceğim. Reel politika bedeni sıkınca soyunmak yerine terziyi dövmeye yeltenmenin tezahürü yaşanıyordu adeta… Erken seçim kararı alınabilse belki bazı mahfillerde biriken gücün yoğunlaşmasının önüne geçilebilecek ama Atlantik ötesinden gelen sufle devam yönünde iken aynı ekibe darbe sonrası bağlılık gösterisinde bulunan ve NATO ve CENTO umdelerine selam çakarak sıkı sıkıya bağlı olduğunu beyan eden zinde ekibe de organize olun, hazırlıklı olun demekte idi aynı sufle. Yani sonuçta derenin kuşu derenin taşı ile vurulmuştur.  

Erken seçim sıkleti düşürebilir dedim ya aslında bunu Menderes’te tam inanmıyor olsa bile yer yer seslendirerek bazı malum güçlerin cesaretini ve yoğunlaşmasını düşürmeye, zaman kazanmaya çalışıyordu. Karar aldık dese de aslında alınmadığı konusunda hemen herkes mutabıktı. Ancak karşı cepheye saldırıda da kantarın topu bir hayli kaçırılmış idi. Mesela; 7 Nisan 1960 tarihinde Demokrat Parti meclis grubu noktasında Milletvekili Bahadır Dülger bakın neler söylüyordu.

“İsmet Paşa ölür, ama leşi kalır ortada. Bozuşmuş etmiş leşi, zihniyeti kalır. Onu da bertaraf etmeye mecbursunuz. O halde tahkikat açalım. Fakat daha acil tedbir ne olur? Benim aklıma gelen şu… Biz Halk Partisi’nin merkez muamelatını ve merkez faaliyetini bir tahkikat mevzuu yapabilir miyiz? Yılanı başından kavrıyoruz demektir.”

Cevaben, İsmet İnönü yaptığı bir konuşmada, şunları söylüyordu:

“Baskı idaresi kurmak isteyenler, tabii olarak kendilerini daimi bir ihtilal tehlikesi karşısında görürler. Vaziyetin düğümlendiği esas nokta şudur: Dürüst seçim teminatını verirseniz rahat edeceksiniz. Vermezseniz gene gideceksiniz. Hem de çok fena gideceksiniz.”

 Aman yarabbi, bu ne kin, bu ne düşmanlık ve bu ne intikam…

Ancak çıkarılan bir yasa mucibince kurulan “Tahkikat Komisyonu” ile bağlı alt komisyonlara ve haliyle üyelerine, “Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu”, “Askeri Muhakeme Usulü Kanunu”, “Basın Kanunu” ile diğer tüm kanunlarda Cumhuriyet Savcılarına, Sorgu Hakimlerine, Sulh Hakimlerine ve tüm Askeri Adli Yetkililere tanınmış olan haklar mütekâmilen tanınır. Artık; yayın yasağı koymak, gazete ve dergi basım ve yayımını durdurma, dağıtımını yasaklama, matbaaların kapatılmasına ve mallarının müsadere edilmesine karar verme, her türlü evrak, arşiv, vesika ve araca el koymaya karar verme, siyasal toplantı ve gösterileri yasaklama başta olmak üzere akla gelen her türlü icraatı yapmaya yetkilidir, mezkur komisyonlar ve üyeleri… Eeee daha ne olsun ki, geriye kalan bir şey mi var… Sonra Demokrat’mış, sevsinler demokratlığınızı… Ellerine geçirmişler yasa yapma hakkını, kullan baba kullan…

Bu gelişmeler karşısında ise CHP, tabii ki o zaman daha twitter, facebook, instagram, youtube gibi sosyal medya kuruluşları olmadığından, basın açıklamaları ile “sert kınamalar” yapıyordu, bu sertlik karşısında da “mülayim olsan ne yazar” diyen zevat dalgasını geçiyordu.

Diğer taraftan, ekonomik gelişmelerin halkı yakmaya başlaması, muhalefet yapılmasına tahammülsüzlük ve yöneticilerin yönetememe sorunu yaşıyor olması DP’yi, buna bağlı olarak daha da otoriterleştirmektedir. Bu gelişmeler karşısında CHP ise Osman Bölükbaşı önderliğindeki Cumhuriyetçi Millet Partisi ve Hürriyet Partisi ile “güç birliği” kurma kararı alır, ancak Osmanlı’da oyun bitmez, yeni bir yasa çıkarılarak partilerin güç birliği yapması yasaklanır. Ama kendileri de boş durmamak adına “Vatan Cephesi” kurarlar.

Hani o dönemler iyi idi deniliyor ya, kötülükleri yaz yaz bitmez. Kötülüklerin organize olmaya başladığı dönemdir. Sonra yine içlerinden bir kısmı darbe ile bunları devirince adları “düşük”e çıkınca da, duygu sömürüsüne yelken aç, yok böyle baskı gördük yok şöyle baskı gördük, eee be adam haklısın da sen yapınca iyi mi oluyordu, derler adama… Ama artık çok geç...


Pazar, Mayıs 17, 2020

ÇEŞME MANDALİNI ve LİMONU

Çeşme narenciye dikim alanları; öyle insanların zannettiği gibi sınırsız değil idi. Şimdi bu yazı ile yayınladığım fotoğrafa bakarsanız ne demek istediğimi çok daha net anlatabilirim sizlere. Bugünkü Çeşme Çevreyolu yarım dairesi içinde kalan alanda yerleşime açılan yerler hariç, (Ilıca, Migros, Çeşme ve Dalyan Kavşağından, Otogara ve oradan da Limana bağlanan yol) yüzyıllar içinde daha önce yazdığım “Akarca Deresi” yazısında da söz ettiğim üzere, mezkûr dere ve kollarından gelen alüvyonların oluşturduğu küçük bir alandır söz konusu narenciye alanları. Görüldüğü üzere Çevreyolu çember dışındaki alan yine tarım alanıdır ancak narenciye dışıdır. Narenciye denilince de sakın ola mutat Akdeniz bitkisi akla gelmesin, özelde ve özellikle “Çeşme Mandalini ve Çeşme Limonu”dur söz konusu. Bu manada narenciye ağacı sahibi ya da tarımı yapanları tek tek sayabilirim, öyle fazla olmadığı görülecektir. Bugünkü 1034 sokak yani “eski Ovacık Yolu” ve Mezarlıklar yanından yine Ovacık yoluna bağlanan yol üzeri üreticileri sırasıyla saymak ve de bu manada onları da hayırla yad etmek isterim. Karadağ tarafından başlayayım; Amcam Murat Çilek’e ait, yaklaşık 8 dönüm, Bekir Hoca’ya ait yaklaşık 5 dönüm, Mustafa Soma’ya (eski muhtarımız Mehmet Soma babası, yeni muhtarımız Önder Soma’nın dedesi) ait yaklaşık 2 dönüm, babam Yaşar Çilek’e ait yaklaşık 2,5 dönüm, Tevfik Kabasakal’a ait yaklaşık 3 dönüm, amcamın oğlu Kadir Çilek’e ait yaklaşık 2 dönüm, Ali Hoca ve çocuklarına ait yaklaşık 7 dönüm, Nuri Sağırbay’a ait yaklaşık 1,5 dönüm, Uğur Öztin’e ait yaklaşık 1,5 dönüm, Kasap Mehmet Poyraz’a ait yaklaşık 1,5 dönüm, Hafız Ahmet’e (Cemal Şık’ın babası) ait yaklaşık 4 dönüm, Aydın Satçioğlu ve akrabalarına ait yaklaşık 2,5 dönüm, Seyit Onur’a ait (Avukat Akgün Onur’un babası) yaklaşık 4 dönüm, Nefise Hanım’a ait yaklaşık 2 dönüm ve küçük parçalar halinde birkaç alanın daha dahil olduğu yaklaşık ve toplam 55-60 dönüm arazidir hepi topu… Bir de eskiden “Yağhaneler” bölgesi diye bilinen, şimdi Vakıf Çarşısı ve civarı olan bölgede “Aldemir bahçesi” diye bilinen yerde Çeşme Mandalini ve Çeşme Limonu bahçesi bulunurdu. Evet bu alandır, müthiş güzel “Çeşme Mandalini ve Çeşme Limonu” yetiştirilen alan ve yetiştiricileri… Hepsini bu vesile ile saygıyla yad ediyorum.

Gerçi mezkûr alanların imar uygulamalarına yenilerek binaya kesmeleri neticesinde, bazı komşularımız ki ağaca ve de özellikle Çeşme Mandalini ve Çeşme Limonuna saygılarından ötürü, bu ağaçları Çevre Yolu dışına taşıyarak koruma yolunu seçmişlerdir ve bu manada kendilerine müteşekkiriz. Diğer taraftan bugün ciddi manada Ildırı ovasında ve az da olsa Ovacık Ovasında mezkûr ürünlerin ziraatı yapılmaktadır. Ancak gerek toprak içerik ve kalitesinin özelde de PH, kireç miktarı ve organik maddelerin çeşitliliği gibi, gerekse de su ve rüzgâr farklılığının, hava kirliliğinin meyvenin aromasına yaptığı olumlu ya da olumsuz etki gözden kaçırılmıştır. Benzer olmakla birlikte artık onlarda aynı şeyler olmaktan ıraktır maalesef. 

Kolayca anlaşılacağı üzere, meyvede renk, şekil, aroma, yani tat, koku ve lezzet konusunda bazı makro kriterler vardır, haydi lezzeti kişiden kişiye, hatta zamana ve zemine göre göreceli kabul ederek tasnif dışı bırakalım, aromatik özellikler tercihte belirleyici olarak öne çıkarsa da renk ve şekil estetizmi de hiç göz ardı edilemez. Diğer taraftan, meyve şekeri “fruktoz”, su ve posa oranı, kabuk ve dilim sertliği, çekirdek miktarı ve büyüklüğü ve de çekirdeğin ayrılma kolaylığı, asit seviyesi ve miktarı, bünyedeki nişastanın şekere dönüşüm uygunluğu ve seviyesi değerlendirmeye ciddi etki eden amillerdir. Tüketim uygunluğu da, asla detay denilerek geçiştirilecek bir şart değildir ve uygun ve de ehven hasat süre ve şartları ile makul süre içinde tüketme sonuca bir hayli olumlu ya da olumsuz katkı yapmaktadır. Meyve bünyesinde şeker oluşması ve artması gerek şart olmakla birlikte güneş, rüzgâr, havadaki ayrı ayrı gündüz ve gece nemi, çiy gibi diğer faktörler ise kesinlikle yeter şart olarak değerlendirilmeli çünkü şekere dönüşme süreci ve miktarı meyvenin sertlik-yumuşaklık dengesini de yakından etkilemektedir. Kokunun da bir gaz hali olup zamanla azalma ya da değişime uğrama gibi risk oluşturması da asla ve kat’a göz ardı edilmemeli ve hasat ile tüketim süreleri ehven olmalıdır. Neyse bundan kelli, bilgi yazamayacağımdan değil ama mesleğim olmaması nedeniyle yazacaklarım fazlaca ukalalık sayılabilir, tafsilat için “gıda teknoloji uzmanları” ile “Gıda Mühendislerine” müracaat.

Hülasa; bahse konu iklim farkı, toprak ve su terkibi, yine bahse konu limonu ve mandalini “Çeşme Mandalini” ve “Çeşme Limonu” haline getirmiş olup, benzerleri “Bodrum Mandalini” ve “Sakız Mandalininden” az da olsa farklı ve daha değerli hale getirmiştir, şüphesiz bana göre… Biri de çıkar bunların hepsi hikâye derse de, demek ki bu da ona göre imiş, bu da onun ağız tadı imiş, onun ağız salgıları ile birlikte böyle bir tat oluşmuş, der çekilirim kenara…

Eskiden her evin bahçesinde olmakla birlikte ve şimdi az da olsa devam eden bir gelenek vardır, her Çeşmelinin bahçesinde en az 1 adet limon ve daha nazenin bir ağaç olmakla birlikte 1 mandalin ağacı olurdu. Limon ve Mandalin çiçeği kokuları nisan, mayıs hatta haziran ayının ilk yarısında bile başta sıraladığım arazileri başka hiçbir kokuya yer bırakmaksızın kaplar ve başta bal arısı olmak üzere envaı çeşit arıya ev sahipliği ederdi.  

Adana’da çalıştığım dönemlerde Babamın narenciye deposu sayılan Çukurova’ya kargo ile Çeşme Mandalini göndermiş olmasını bu vesile ile anayım ve kendisine şükranlarımı sunayım. Keza Ankara’da yaşadığım dönemde de devam etti bu gönderimler. Çeşme Mandalinin geldiği dönemler başta komşularımız olmakla birlikte tüm binayı koku kaplamasının tılsımı bir başka idi benim gözümde. Diğer taraftan ise çocukluğumda evde yanan sobanın üstünde Çeşme Mandalin kabuğu konularak elde edilen koku da bir nostalji olarak hala hayalimi süslemektedir.

Bu yazının hazırlanması sırasında yardımlarını esirgemeyen Ziraat Odası Başkanı arkadaşımız Süleyman Özer ile emekli İlçe Tarım Müdürü Köksal Tuncer’in katkıları için teşekkürler.


Pazar, Mayıs 10, 2020

LAZIMÜ’T-TASHİH

Yayınlanmasında az da olsa katkım bulunan ve haftalık yayınlanan bir yerel gazetemiz var, YENİ ÇEŞME… Bu gazetenin, meccanen çalışanı ve katkı sunanı bir hayli fazladır, bakmayın öyle künyesinde yazıldığı biçimi ile “One Man Show” görünümüne… Gazete son derece mütevazi iktisadi şartlarda hazırlanır, ancak haftalık olması nedeni ile haberden ziyade, bir tayin-i telakki ve ibraz-ı nazariye bazen de ihsas-ı nazariye platformu olup muharrirleri ve mütefekkirleri hadid ün nazar (görüşü keskin olan) sahibidirler. Gazetenin patronu; Aydın Korkmaz, esasen bu meşgalenin, iktisadi, hukuki ve siyasi manada en büyük “hamalı” olup uzun yıllardan beri aynı manadaki sonuçlarına katlanmaktadır. Bu çok meşakkatli faaliyetin sonuçlarına katlanarak yerel düzeyde çok farklı tefsir ve tevil sahibi yazı yazacak insana platform olmaya devam etmektedir. Bu manada hem okuyucular hem de mütefekkir ve muharrirler kendisine müteşekkir olmak durumundadır. Bu vesile ile şahsım da kendisine bir kez daha kentim ve şahsım adına şükranlarımı sunmalıyım. Kendisi ile birçok konu detayında çok farklı yaklaşımlara ve tefsirlere sahip olup daha önceleri de okuyucularımızla da paylaştığım üzere, aramızdaki büyük ayrılıklardan birisi de “yetmez ama evet” konusudur.  Maalesef kendisi iflah olmaz, iğne, ilaç, hastahane ve doktor kâr etmez bir “yetmez ama evet”çidir. Tüm yaşananları tüm aleniyetiyle görmesine rağmen hala kendince tefsir ve telakki sahibi bir eda ile fikri muhafaza ve müdafaa içerisindedir. Muhtemelen fikri değişti denilmesinden ziyadesiyle ürker bir halet-i ruhiye içindedir, bilemiyorum. Kendince galat-ı meşhurları da vardır, bunlardan bir tanesi; eski Başbakanlardan Süleyman Bey’e (Demirel) atfen “Demokrasilerde çare tükenmez” lafı olup doğrusunun “meşruiyet içinde çareler tükenmez” olduğunu onlarca kez anlatmama rağmen ısrarla mezkûr yanlışı tekrara devam etmektedir.

Bilindiği üzere; mezkûr Başbakan “içimizdeki Amerikalılara” mütenasip en mühim misaldir. Amerikancı olmasının altını çiziyor olmamızın yegâne sebebi, temsiliyetinin hilafına bir davranış içinde olamayacağını tebarüz ettirme gayesidir. Amerika ve demokrasi, asla ve kat’a bir araya, yan yana, ard arda, alt alta getirilebilecek kelamlar olmayıp olsa olsa mezkûr ülkenin sadece kendi içinde, sınırlı ve sorunlu bir versiyonunun tatbikatından mürekkep olabilir. Ya da Amerika’nın (şüphesiz ABD) demokrasi tarifinin ne olduğunu görmek için, taşeronları marifetiyle; önce Afganistan bilahare Irak’a getirdiği iddiasına göz atmak yeterlidir. Uzatmadan ben söyleyeyim “meşruiyet içinde çareler tükenmez” lafının manasını, Süleyman Bey’e atfen ve mealen; şartlar ne olursa olsun, kimse merak etmesin, iktidarımıza itimat göstersin, biz “uydururuz bir kılıf canım” fikriyatından ibarettir. Bu kadar, ancak bu tefsirde birkaç derin mana vardır, en birincisi ve en önemlisi “yeter ki ben iktidarda olayım” olup kanun yapma, yönetmelik hazırlama yetkisi ben de olsun, görürsünüz siz kılıfı ya da nasıl kılıf hazırlanırmışı… Asıl olanın “demokrasiye” değil “kanuna uydurma” olduğunu ömrüm boyunca mezkûr muhteşem muhteremin 17 kere iktidara gelişini ve gidişini maalesef yaşayarak öğrendim. Netice itibariyle pek muhterem ve muhteşem zat; devri iktidarında başta müdavimlerine ve kendisine itimat edenlere yönelik olmak üzere ama esasen de Canım Yurdumu yönetebilmek adına, zaptı raptı adına dillere pelesenk olan; “Meşruiyet içinde çareler tükenmez” lafını sarf eder, bu lafın da zinhar demokrasi ile uzaktan yakından alakası olmaz. 

Ülkemizin sömürgeleştirilme sürecinde hiçbir beis görmeyen hatta bunu nemaya ve de mamaya dönüştürme mahareti gösteren ve içimizdeki Amerikalıların en önemlisi dedim ya; Morrison’luk mertebesine ulaşmış olması da, Johnson fotosuyla propaganda da bu kabil bir delilidir iddiamızın. Hatta o kadar güzel bir delildir ki; "Dostlar Arasında: 1923-2007 Arasında Türk-Amerikan Diplomatik İlişkileri" adı altında ABD Büyükelçiliği'nin Türk-Amerikan Derneği merkezinde düzenlenen sergide; ABD Başkanı Lyndon Johnson ile 1962 yılında çektirdiği fotoğrafın altında; “ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı onuruna düzenlenen törende, Başkan Yardımcısı Lyndon Johnson, Süleyman Demirel ile. O tarihte Morrison Knudsen mühendislik firmasında çalışan Demirel, daha sonra “Morrison Süleyman” lakabı ile anılmıştır” yazmakta olduğunu basından da öğrenmiş ve canım yurdum adına tekrardan üzülmüştük. Hatta hatırlanacağı üzere mezkûr muhteşem zat bu fotoğrafı delegelere dağıtarak AP’ye (Adalet Partisi) genel başkan bilahare de Necip Türk milletine dağıtarak başbakan olmuştur. Bahse konu fotoğraf sergisini gezerken fotoğrafın altında yazan bu notu kendisine gösteren gazetecilere “İngilizcesinde böyle bir not yok” diyerek te dalga geçmiştir. İşte bu muhteremin bu sözü üzerine ne desek azdır, vallahi…

Neyse biz yine gelelim; Süleyman Bey’in takipçileri ve ardılları 1980’lerin sonunda tekrar hükümet edebilme ihtimalinin belirmesi üzerine, nema ve mama kokusuna dayanamayarak ve muhalefette edilebilecek en tılsımlı kelam olan “demokrasi” lafını “meşruiyet” lafının yerine ikame etmesi meselesine. Yaşları ve hafızaları müsait olanların kolayca hatırlayacağı üzere, 70’li yılların sonuna doğru muktedirlerin hükümet etmekte düçar oldukları biçare durumdan çıkma arayışlarının bir manada sözcüsü de olan Süleyman Bey gerek savunduğu sistemin gerekse de şahsının ve ekibinin muvaffakiyet gösterememesi konusunda kendisine sorulan bir soru üzerine; dönemin TBMM de yeterlik sayısı olan 226 sayısını bulursunuz, bizi düşürürsünüz, olur biter, demesinden ibarettir, tüm mevzuu. Dönem itibariyle kendisini sınırsız ve sorumsuz destekleyen komşu mahallenin “Partileri”de kimsenin 226’yı bulamayacağını bilerek ya da durumdan emin olarak şişkin egoları ile mangalda kül bırakmıyorlardı. Daha çok laf etmek kabildir, mevzuu üstüne ama yer kalmadı yine. Yani ve özetle; Sn. Gazete Patronu Aydın Korkmaz, mevzuu neymiş, “demokrasi” ve “meşruiyet” neymiş ve nasıl kullanılmalıdır konusunda artık lütfen ve Allahaşkına dilini ve görüşünü değiştir. Muhteşem muhteremin “Meşruiyet içinde çareler tükenmez” sözünü ederken, amacında ve niyetinde asla ve kat’a demokrasi yoktur hatta aklının ucundan bile geçmez. Onun için, hükümet etmek ve kanun ve yönetmelik yapma hakkını elde tutmak yegâne ve meşru durumdur. Efendim hukuki olmamış ahlaki olmamış ne gam ne keder, yeter ki meşru olsun, yeter ki resmi olsun, meşruiyet, resmiyet adına, devlet rutinler dışına da çıkara vardırmıştır ahlaki olmama durumunu, çareler tükenmez diye diye, ne çare ne de kaynak bırakmışlardır, elhamdülüllah…

Peki, şimdi mezkûr sözü gerçek manada “demokrasilerde çare tükenmez” haline dönüştürmek istiyorsak eğer, behemehâl neler yapmalıyız, yukarıda bahsedilen zulümleri bize yaşatanları ve ardıllarını teşhis ve tespit etmeli ve sırtımızdan atmalıyız, buradan başlarsak arkası çorap söküğü gibi gelecektir.


Cumartesi, Mayıs 02, 2020

DAYIM – YAŞAR KARAGÖZ - 1



Evin tek oğlu, bu yüzden ziyadesi ile “yüzbulmuş”, biraz da mübadillerde olduğunu her daim gözlemlediğim erkek çocuğu kollama ve kayırma geleneği tezahürü bir şımarmışlık vardı üzerinde. Mübadillerde, en azından bizimkilerde, annem ve tüm teyzelerimde de hayatlarının sonuna kadar gözlemlenebilecek bir davranış olarak erkek çocuk kutsaması varittir. Ağa çocuğu, Ömer Ağa’nın torunu Ahmet’in oğlu Yaşar, dayım Yaşar Karagöz, Dedenin mülkiyetine yönelik birkaç bin küçükbaş hayvan tevatürü, sayısı üstüne çeşitli “binler” ve katları zikrediliyor, dilin kemiği yok şüphesiz. Hay Allah, “adı yok yaylasında, beş bin koyunum var benim” türküsü geliyor da aklıma, gülüyorum. Türkiye tarım ve hayvancılık serüvenin adeta bir numunesi gibi, ne kendisi ve ne de ondan sonrakiler bu kapasitede tarım ve hayvancılık yapmadılar, her geçen gün azalarak, sonunda da bitiyor. O her daim benim için tek “dayı” ve ben de onun için, kendi deyimi ile “hemşiresinin” oğlu diyeceği yerde sürekli uyarmama rağmen bir türlü düzeltmediği biçimi ile “hemşerisinin” oğlu idim ve bazı takdimlerinde istediği etkiyi yaratmadığını görmesine rağmen düzeltmeye de hiç çabalamadı diyebilirim.

Kış aylarında, siyah pardösü, her daim güzel ütülenmiş kahverengi pantolonu, siyah ve burnu hafif sivri ayakkabısı, göğüs cebi mutlaka olan bir gömlek, yaz aylarında ise değişmez tip gömleği, pantolonu ve ayakkabısı, baharda ise giyimi tamamlayan bazen kahverengi bazen de grili alacalı bir ceket, bunların sadece eskileri gider yenileri gelirdi ama renkler baki kalırdı. Demek ki bu renkler taviz vermek istemediği tercihi imiş. Pantolonun ütü izi müthiş idi ya da ben öyle hatırlıyorum, ama pantolonun asgari 5 kg’lik kömür ütüsü karşısında yapacağı başka bir şey yoktu. O devir, en azından bizlerde, kömür ütüsünden başka seçenek yoktu ki. Yıllar sonra Hindistan’da çalıştığım dönemde hatta en asri semtlerde bile sokak aralarında, çadır düzeneği içindeki kuru temizlemecilerde de görmüştüm, halâ kömür ütüsünün kullanılışını da şaşırmıştım. Neyse diyeceğim, devir öyle, canım pantolonu hemen ütüleyeyim istiyor diye, fişi tak ütüyü kullan yok, fişli ütün olsa ne yazar, fişi takacağın priz yok… Ayakkabı konusunda ise, siyah tercihi dışında bir tercihi yoktu, varsa da ben şahit olamadım, ilaveten bir ömür boyu tek tip bir ayakkabı olup sadece eskiyince yenilenen ama muhtemelen her biri kunduracı el imalatı. Pantolon ve cekette en fazla tercih ettiği alacalı da olsa hâkim renk kahverengi nadiren de gri idi. Elbise, pantolon ve gömlekte dönemin en havalı kartviziti kabul edilen “tüccar terzi”yi temsil eden “Terzi Çetin” idi. Çetin ağbimizi de bu vesile ile saygıyla yad edelim. Nurlar içinde olsun. Sonraları benim de pantolonlarım burada dikildi ama artık daha sonradan her biri kendi terzihanelerini açmış, sırası ile çırak, usta ve kalfalık görevleri üstlenmiş Hasan ve Celal kardeşlerdi, kesimi ve dikimi gerçekleştirenler.
 
İlk evliliği uzun süremiyor, eşini kaybediyor, 2 oğlu oluyor, 2. Evliliği sonuna kadar sürüyor, kendisi vefat etse de, eşi, Yengem Aişe halen yaşıyor ve bu vesile ile de kendisine uzun ömürler dileyeyim. Nedense eşine karşı Nazım Hikmet şiirindeki tarifi katıksız uyguluyor, hani tariftekinin hilafına çaktırmadan bir yer veriyor mu, bilemiyorum ama veriyor idiyse de vallahi ben hissedemedim. Maalesef ve muhtemeldir ki, kız kardeşlerin pek münasip görmedikleri bir izdivaç gerçekleşmiş görüntüsü vermekten hiç kurtulamamıştır. Peki, karısını sever mi idi, evet tüm beğendiği diğer kadınlardan fazla severdi, çünkü her defasında istikamet Aişe’nin yanı idi, ben buna şahitlik edebilecek kadar anı biriktirdim kendisi ile ilgili. Bu kadar ile iktifa edelim…

Soyadına münasip davranışlar gösterir, gözü karadır “Karagöz”ün, şüphesiz organize güçlere mukabelede kullanılan göz karalığı değildir bu. Bu göz karalığının, bu mangal gibi yüreğin ardında kimsenin inanamayacağı kadar yumuşak ve duygusal bir insan bulunur ki buna defalarca şahitlik ettim. Anne ve kız kardeşlerine karşı yufka yüreği, sulu gözleri her ihtiyaç anında vazifelerini eksiksiz yaparlardı. Kardeşleri yalandan bile olsa, bir dertlerini, bir zor anlarını yeter ki aktarsınlar kendisine, behemehal aktarılan konuya göre, cesaret ihdası ya da sınırsız yardım arzı ya da birlikte hüzün, gam ve kederin kaleleri fethedilirdi. Evet, ağlamaksa ağlamak, o koca adamının ağladığı anlardaki duygu patlaması hala gözümün önündedir. Evet, bu koca yürekli adam aynı zamanda bir küçük çocuk bile olabiliyordu. Bu hallerinin tamamı hakikat olup hiçbir rol kırıntısına rastlamak kabil değildi.

Sadri Alışık ile karışık Ayhan Işık ince çizgi bıyıklı dayım; daha önce yazdığım üzere gömleğinde mutlaka göğüs cebi olurdu ve bu cep sürekli bir vaziyette dopdoludur, biriktirdiği ve kendince önemli saydığı muhteremlerin kartvizitleri hep orada desteleniyordu. Bu muhteremler ihtiyaç halinde yaraya merhem olurlar mı idi, hiç zannetmiyorum, bu yönde aksi bilgi de varit olmamıştır. Önemli saydığı kişilerin kartvizit sunumları çok şatafatlı olunca, herkesi kendi gibi belleyen ve sanki iş unvanı yazmada hukuki sınırlamalar varmışçasına bir yaklaşımla değerleme yapardı. Sevgili Dayıcığım, nereden bilecek kendisine kendi bulunduğu ortam nedeniyle denk gelenlerin abartı boyutlarını, nereden bilsin kendisini kim nasıl tanıtmak istiyorsa öyle kart bastırmış, nereden bilsin bu muhteremleri, essah belleyip dururdu. Bu cepte mutlaka bir de kalem olurdu, ama kurşun, ama tükenmez, ki son dönemlerde sadece tükenmez idi, neden kalem taşıdığı konusunda kimsenin cevap verebileceğini zannetmiyorum, kendisinin herhangi bir not aldığı ya da bir şeyler yazdığına dair bir şahadetim olmadı. Ancak son dönemlerde telefon yaygınlaşınca artık telefon numarası yazmak gibi bir usul geliştirmiş idi. Telefon görüşmelerini de müdavimi olduğu Çeşme’nin en eskilerinden sayılan Saffet Dinçalp’in çalıştırdığı Sahil Restorandan ihbarlı yazdırdığı telefonlardan gerçekleştirir idi. İlaveten Sahil Restoran denince, sahibi Saffet Bey ve Oğullarından Yener’i de saygıyla yad edelim, nurlar içinde olsunlar. Dayım müdavimdir dedim ya; gerçek müdavimdir, zannedersiniz ki orası yoklama yapılan yerdir ve o da yok yazılmaya hiç de hazır değildir. Genellikle masa ortakları, Fehmi Karababa, Uğur Öztin ve Mehmet Çınar (Çekirge) idi. Bu büyüklerimi de saygı ile yad edip nurlar içinde olmalarını temenni ederim.

Hafif abartı ve yer yer gerçek olmayan tevatürlere sarılmış olan bu abide adamı bir yazıya sığdıramadım. Haftaya devam… Bana 12 eylülün mapushanelerinde verdiği desteği, Çiftlik köyünün ilk minibüsü “karayılan”ı, sünnetimde hayatımın ilk saatini hediye edişini, hastahanede yatarken kolaylıkla bulunamayacak olan bir radyo getirip ajansları dinleyebileceğimi söylemesi, Ilıca’daki “Ankara Otel” sergüzeşti ve benzeri diğer anılarımı yazmaya devam… Hay Allah, sıkı bir antikomünist olan ve hayata yorum manasında, hemen hemen hiç de ortak bir yanımızın olmadığı bu adamla ilgili neler hatırlıyorum ve bir yazıya sığmıyor. Demek ki kendisi ile tıpkı o günlerde yaptığımız gibi rakı içip, tartışıp konuşmayı ne de özlemişim meğerse… Huzur içinde uyu kara gözlü “KARAGÖZ”.

Cumartesi, Nisan 25, 2020

BİR (1) KOY ÜÇ (3) AL


Irak savaşının açıktan taraf olunan 1. fazında “Yeni Osmanlıcılık” fikriyatının tezahürü babındandır, başlıkta verildiği biçimi ile formülize edilen, yeni dünyanın, yeni anlayışlı ülkesinin, yeni cihat anlayışı. Dönemin muktediri, Turgut Bey, canım yurdumun milliyetçi ve muhafazakâr damarını okkalayarak, ilaveten dönemin rüzgarını ve ruhunu da iyi yakalaması hasebiyle, o günün “ver mehteri” teraneleri ve terennümleri muvacehesinde, Kerkük’ü ve Musul’u canım Yurdumun topraklarına katmayı da, küçücük hayal dünyasından geçirdiğini ve bunu da bizlere alenen ve açıktan ve de korkmadan hatta arlanmadan, elindeki dolmakalemi tıpkı gözümüze sokarcasına sallayarak, izah etmişti. Asla tefekkür etmedi ve demedi, “yahu buralar bizim de taraf olduğumuz anlaşmalarla terk edilmiştir”, nerdeee, eeee Allah izan ve haya etmeyi herkese nasip etmemiş ki, ne yapalım… Oysa azıcık tefekkür etse, buralar bizim komşumuzun evinin bir odasıdır, biz nasıl komşumuzun evinin bir ya da iki odasına göz dikeriz, sonucuna varacak ama işte… Milletlerarası nizamın tesisi peşinde ve kendilerini emsali şimdiye dek görülmemiş bir gücün mümessili zannedenlerin siyasi ve iktisadi menfaatlerine çıpa atarak nemalanmanın hayhuyu dahilinde gaflet ve delalet ile göz ve akıl karalığı maalesef ki sonuç vermemektedir, en azından beynelmilel düzeyde. Lakin, Türkiye sağının bitmez tükenmez “Yeni Osmanlıcılık” ve “Yeni Halifecilik” hayallerinin sınır yoktur… Bugün artık yaşları ve illiyetleri gereği ortalıkta dolaşamayan ve “Kemalizmin” Yurtta sulh ve cihanda sulh ile ifade edilen hiçbir komşunun ya da ülkenin içişlerine karışmama yaklaşımını hedef tahtasına oturtarak, bağnaz, tutucu ve pasif olarak değerlendiren ebleh güruh öncülüğünde yeni liberalizm postu altında bir yanıyla başkanlık sisteminin yoluna seramik döşüyor, esasen de cihatçı çevrelere cesaret aşısı zerk ediyor diğer yanıyla da beynelmilel mahfillere selam çakıyor ve hanutlarını (bir tür komisyon) kapıyorlardı. İşte bu akıldışı hayaller ve hülyalar ile cümbür cemaat canım Yurdumu getirip 1994 krizinin duvarına dayadılar. Rüyanın ve hülyanın sınırı olmasa da iktisadın bir sınırı ve sıkleti vardı… Mezkûr dönemin, dünyalığını yedi sülalesini doyuracak düzeyde yapan ve nihayet-i vazifeşinas iş aleminin ikinci sınıf mümessillerinden şimdilerde faaliyetini yürüten var mı? Zinhar… Hepsi tarihin sayfalarındaki yerlerine kurulmuşlar, o gün işten ve dişten arttırdıkları ile bugün idame-i hayat eyliyorlar…  Peki, ne oldu “Musul ve Kerkük” hayallerine, geçmiş olsun, Türkiye sağının tüm hayallerinde gerçekleştiği üzere, “sukut-u hayal” … Bir Galatasaray, Milan maçından sonra bir İtalyan gazeteciye, “yendiniz ama çok kötü oynadınız” demesi üzerine, şişik egosu ve sönük dil bilgisi ile Fatih Bey (Terim) cevaben “Resultante importante” demişti ya, tam o realize oldu sanki…

Evet Turgut Bey ve o dönemdeki, yardakçı, yardımcı, avene ve erketelerine şimdi bunu hep beraber tekrarlamalıyız. Sen kimsin, hayatında hamamda 2 türkü çığırdın diye seni assolist yerine koyacaklarını mı zannetmiştin, demişlerdi de çok kızmıştı, şahsı şahsen… Siyasal İslamcıların, ılımlı İslamcıların şahı, piri, Adnan Bey olup, onu ayağa kaldıran ise, konjonktür ve dünya jandarması ABD ile Turgut Beydir ve bu uğurda en büyük avenesi de Kenan Beydir. Ama, Bir (1) koyup üç (3) alacağız andevüllüğünün bayraktarıdır Turgut Bey.

Şimdi bakıyorum da, hal-i pürmelal sırıtıyor; çıkar peşinde koşanları vareste tutarak, toplumun aklı başındakilerin liderliğine soyunmuş bir kısım ise koro halinde; “ne çıkarımız var da Irak’tayız” gibi abuk ve de subuk görüşün muvafıkları olmuş, yahu deki çıkarın var, işgale mi yelteneceksin hemen, de ki komşunun evinde ya da işinde gözün var (yani bu senin çıkarına) gücün ve imkanın da yerinde adam garip ve bedenen de cılız ve çelimsiz biri, hemen hücum mu çıkarmak gerek, hemen oraya çökmek mi gerek. Bu kafayı anlamak mümkün değil, adam gibi, devlet gibi verdiğin sözün, attığın imza ile bağıtladığın anlaşmaya sadık kal değil mi, nerde… “Çıkar” tılsımlı kelime tabii ki… Çıkar hırsı gözü bürümüş ise ne hak, ne hukuk, ne düzen, ne nizam ne de iltizam… Varsa yoksa çıkar. Oysa azıcık tefekkür etse, senin çıkarına olan bir şey muhatabının zararına, ama akıl çıkar hırsı dolmuşsa, gözü kan bürüyebiliyor demek ki…Evet, ne yazık ki, “çıkar” hırsı “ortak çıkar” fikriyatının önüne geçmiş… Yani “ne çıkarımız var” deyip politika yapanlar ve toplumun aklı başındakilere liderlik iddiasında bulunan zevatın behemehâl, biz hukuk gözeticisiyiz, çıkar üstünden komşu ya da hamle değerlendirmesi yapmayız. “Ne demek çıkar, ayıptır, günahtır” demeleri gerekmektedir. Peki, derler mi, nerdeeee… Bak iddia ediyorum, kazara direksiyona geçseler, var seyreyle durumu dedirtecekleri ayan beyan sırıtıyor. Nokta. Hatta üç nokta.    

Gelelim yeniden, “Yeni Osmanlıcılık” hayallerinin mümessili Turgut Beyin, cihatçı politikalarının, askeri, siyasi ve iktisadi sonuçlarına tekrar. Devr-i iktidarında, hayali ihracat patlamış, gecelik tebliğlerle (örnek terlik tebliği) ödenen devasa vergi iadeleri, ihracat teşvikleri ve nihayetinde abuk subuk inşaat ihaleleri ile “beytül mal”a su taşıyan tulumbada su kalmamış idi. Çıkarımız oradadır, gazı ve dolduruşu ile yelkenine iyi de bir rüzgâr alan muhterem ve aveneleri hiç beklemedikleri yerden ve biçimde bir tepki ile karşılaştılar. Devrin Genel Kurmay Başkanı, görevini biat et rahat et yerine, fikri hür vicdanı hür ve yasadan gelen yetkisini kullanarak esasen de hissi kablel vukusu yüksek şekilde bir yaklaşım göstererek ve anlaşılan o ki, savaşa girelim baskısına müthiş bir direniş göstererek ancak sonuçta da durumu kurtaramayacağını anlar ve tarih önünde mesuliyet yüklenmeme adına basar istifayı… Şüphesiz ben devrin Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay’ı askeri açıdan değerlendirebilecek biri değilim, ilaveten mezkur zata alkış çalacak biri de değilim, ayrıca yine mezkur zata takdir yazısı da yazabilecek kadar da tanımam kendisini… Ancak hilaf-ı akıl karşısında, bir hiç uğruna sürüklenilen sergüzeşte karşı abide gibi dikilişi ve vaziyet alışına da alkış tutmazsam kendimi huzurlu hissedemem açıkçası… Böylesi durumlarda şapka çıkarıp, selam durmak insanlığın gereğidir. Diğer taraftan askeri rol alınamayınca, hariçten ve havadan yapılan erkete görevlerin maliyetlerini ise bugün Irak’a bakan her göz, velev ki görme kabiliyeti ola, tüm çıplaklığı ile görmektedir.  

Savaş çocuk oyuncağı değildir, bilgisayar ortamlarındaki oyun hiç değildir, sonuçları çok acı ve kahredicidir. Çocuklarınızı yitirirsiniz, “Yemen Türküleri” yakmak yürekleri soğutmaz olur sonra. Sonra baş belaya, burun boka sarınca da, sarıl dur mazerete, hani mesela 1. Dünya Savaşına “Sergüzeşt Paşaların” abidiki-gubidiki ile girip sonunda makus kader tecelli ediyor ya, yeniliyorsun ya, gelsin mazeret aslında biz yenilmemiştik te, ittifak yaptığımız ülkeler yenildiği için biz de yenik sayıldık ta, bıdı bıdı. Tam da kargaların sırt üstü yatıp güleceği cinsten bir mazeret, ne demek yenik sayıldık, futbol maçı mı bu meret, savaş, sen yenilmedi isen savaşmaya devam et, elinden tutan mı var. Neyse ki Allahtan bir Atatürk ve ekibi çıkıyor da yenilginin belgesini yırtıp atıyor. Amannnn, sergüzeşt paşaların soktuğu savaşa da benzemez artık çağımızın savaşları, ilaveten ufukta da bir Mustafa Kemal geliyor gibi görünmüyor. Neyse ki artık Turgut Bey gibi sergüzeştler de yok, çok şükür…

Pazar, Nisan 19, 2020

TÜRKMENİSTAN'A BENZEMEK 10 YASAKLAR


Türkmenistan; esasında genellikle çok sert ve acımasız eleştirilere hedef olmuş bir ülke olmakla beraber, az da olsa karşılıksız seveni ya da her haliyle seveni vardır. Ancak sevenlerin durumu, Suudi Arabistan’ı görmeden çok sevenlerin gördükten sonra “asla yaşamayacağım bir ülke” diye tanımlamasından ibaret olsa gerek. Anlayacağınız “seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” şarkısının terennümatı mübarek. Ancak öyle ya da böyle Türkmenistan; kısıtlamalar, yasaklamalar konusunda mümbit bir coğrafya olup mütemadiyen TOP10 listelerindeki yerini alır, önceleri 1. Türkmenbaşı şimdilerde ise selefini asla ve kat’a aratmayacak 2. Türkmenbaşı ile. Son günlerde tüm Dünyayı kasıp kavuran “Covit 19” corona virüsünden mütevellit yepyeni bir yasak ile yeniden gündemde bir numara olmayı başarmıştır. Artık Türkmenbaşı kararı ile; “Türkmenistan sınırları dahilinde Corona virüs kelimesi kullanılmayacaktır ve kullananlar hakkında kanuni işlem yapılacaktır”. Bu kabil bir kararı, mezkûr coğrafyayı ve muktedirlerini bilmeyenler şaşkınlıkla karşılamış olabilirler lakin oraları iyi bildiğim için bana hiç şaşırtıcı gelmemiştir. Son derece makul anlaşılır ve kabul edilebilir bir irade beyanıdır bu… Malumdur; hani Firavun’a sormuşlar “nasıl firavun oldun” diye o da “hiç itiraz eden olmadı ki” diye cevaplamış ya… Hay Allah…

Daha önceki yazılarımı okuyanlar bilirler, “Türkistan Coğrafyasındaki” ülkeleri başta da Türkmenistan, Kazakistan ve Kırgızistan olmak üzere fikir beyan edebilecek kadar yeterince iyi bilirim. Bu seferde kısaca ama kısaca Türkmenistan’da yaşayarak öğrendiğim yasakları müşahhas örnekler üzerinden sıralamak istedim.

Daha 1. Türkmenbaşı dönemi; çalıştığım şirketin Türkmenistan Şubesini açtık ve inşaat faaliyetleri için imkanların ne olduğu ve bizim neleri ve nasıl yapacağımızı araştırmaya başladık. Şirketin kuruluşunun beyanı üzerine gelen kontrol ekibi, öncelikle benim pasaportumu aldı ve tespit yapmaya hazırlanıyordu ki. Muhterem bir bana bir pasaporta bakıyor, tam bir emme-basma tulumba misali, adeta bir sorun olduğunu tebarüz ettirircesine… Hemen anlaşıldı, pasaporttaki fotoğrafım sakallı idi ve ben sakalları kesmiştim, dert buydu… Ülkelerinde sakal bırakmanın yasak olduğu ya da hoş karşılanmadığı gibi bir şeylerin söylendiği için bende kestim gibisinden diyerek konuyu kapatmak istediysem de başaramadım, yaklaşık 1 saatlik tirat sonunda, kılık kıyafet konusu konuşulmayacak kadar özgür ve demokratik bir ülkede yaşıyormuşuz meğerse, inandım, gerçi 2 saat devam etseydi tam inanacaktım, ya… Evet, özgür ve demokratik bir ülkede ilk abuklukla karşılaşmış idim.

Sigara içmememe rağmen misafirler için bulunan küllüklerin bir sabah toplandığını görünce, hayırdır dedim, artık kapalı alanlarda sigara içilme yasağı geldiğini ve polis tarafından kontroller yapılabileceğini ve bu yüzden küllüklerin tedbiren kaldırılması gerektiğini söylediler. Esasen böylesi bir karara sevinmiştim, oysa o güne kadar sokakta ya da açık alanlarda sigara içilmesi yasak olup iç mekanlarda serbest idi, şimdi ise tam tersi… Bu kararla, sokakta serbest ama kapalı mekânda yasak oldu. Gerçi şimdilerde duyduğum kadarı ile sigara içilmesi külliyen yasaklanmış hatta sigara ithalatı da durdurulmuş, ne kadar doğru bilmiyorum.

Bir diğer abuk karar da; akşam saat 22.00 den sonra lokanta, restoran ve benzeri mekanların faaliyetlerini bitirmesi idi. Yani o saatten sonra karnınız acıkır ise dışarıda bir şeyler yeme-içme şansınız yoktur, daha doğrusu genel mekanlarda yok idi, buna karşın otellerin restoranları ya da barları kısıtlamasız faaliyette idiler. Ancak, insan oğlu ve yasak bir arada olur mu, zinhar. İnsan hemen yasak işinin arkasına dolanmanın bir yolunu bulur. Bizim sürekli gittiğimiz bir restoran vardı, adını vermeyeyim, bilenler bilir, ön taraf yani bina bölümü kurallara uygun yemek yiyecekler için düzenlenmiş idi, bir de arkada bahçe bölümü vardı bir hayli geniş… Bahçede sayısını tam hatırlamıyorum ama yanılmıyorsam 10 adet mütekâmilen tesis ve teçhiz edilmiş Türkmen çadırları vardı. Çadır deyip geçmeyin lütfen, klima, TV, müzik sistemi ile yemek servisi süresince ne tür alet edevat gerek ise mevcut olup yaklaşık 12 ya da 15 kişinin rahatlıkla yemek ve eğlence işini çözen bir yerdi. Diğer restoranlar da benzeri çözümler bulmuş idi, pek tabii ki, onlar neden geri kalsın değil mi? Kolluk kuvvetlerinin haberi yok mu idi, şüphesi ki var idi, zaten yasak onlara değil ki, sade vatandaşa idi ve sade vatandaş görmesin yeter…İzlenir hal ile gizli yürütülen hal…

Akşam evde uzun süren bir akşam yemeğiniz var, beklenmeyen bir şey oldu, içki bitti, hay Allah, ne yapacağım demeyin, bilenlere danışın hemen çözüm var, mobil marketler hizmetinizde. Hemen hatırı yüksek tanıdığınızdan öğreniyorsunuz, hangi sokağın başında hangi arabanın bagajında satılmak üzere ne stoklanmış… Allahtan sokağa çıkma yasağı yok, gerçi onu da çözer insanoğlu ya… Neyse hemen çıkıyorsunuz, öğrendiğiniz sokak başına gidip, orada duran arabaya yaklaşıp, camı tıklatıyorsunuz içinde oturan abi sizi güvenilir bulursa, arabadan çıkıp, bagajı açıp, istediğiniz ürünü size satıyor, hem de makul bir fiyata öyle “yakalamışım mağduru” muamelesi yok. Tabii ki, sigara isteniyorsa başka sokağa, ithal içki isteniyorsa bir başka sokağa, yerli içki için bir başka sokağa gidileceğini söylemeye gerek yoktur, hülasa bunlar “organize işlerdir”. Bu kabil yasaklar ve yasaksavar uygulamalar bir hayli fazla, ama bu haftalık bu kadar…

Sonuç itibari ile; insanoğlu her türlü yasak altında ve her şeye rağmen kendi hayatını yani özel ve gizli iletişimini, ilişkisini, ihtiyacını, beklentisini, planını ve hayalini gerçekleştirir. Haaa, siz bunu önlersiniz, onlar bir yenisini bulur, hayat böyle akar gider… Son olarak ta, Devekuşu Kabare’nin “geceler” oyunundan aklımda kalan bir söz ile bitirelim, “insanların rüya görmesini engellemeyin, gerçekleri görürler”.

Cuma, Nisan 10, 2020

ESAT ve DESTAN KARDEŞLER ve AŞ(ÇI)EVLERİ

Henüz ve sıkça; restoran ya da restaurantların dilimize girmediği, küçük olanın “Aşevi” görece büyük ve profesyonel işletilenin “Lokanta” olarak adlandırıldığı, ticari hayatın şimdiki ile kıyaslanamayacak kadar yerel ve sınırlı olduğu bir dönemdir, söz konusu olan… Küçük işletmeler, aile işletmeleri halinde organize olmuştur kasabalarda ve küçük olduğu kadar şirin ve bir o kadar da samimidirler. Öyle yapmacık ve okullarda bile öğretilmeye başlayan, müşteriyi yanıltmaya yönelik eda, tavır ve davranışlar yoktur. Devir; ar etme, utanma ve aldatmama gibi insanı insan kılan çok önemli etmenlerin başat olduğu hülasa namusun baş tacı edildiği devirdir. Daha o zamanlar hatırladığım kadarı ile; hile, hurda ve desise varsa bile organize olmamış, örgütlü güç haline gelmemiştir, daha doğrusu icat edilmemiştir. Vaktaki, cehalet ve kötülük örgütlendi ve kurumsal yapıya dönüştü, yandım gülüm keten helva işte…

Aşhane kültürü Orta Asya ülkelerinde devam etmekte olup uzun yıllar sonra tekrar gezmek için 2019 yılında gittiğimiz Kazakistan ve Kırgızistan’da “Aşhana” levhalarını bir hayli sık gördük. Zaten hem Orhun Anıtlarında hem de Kutadgu Bilig’te hem aş hem de aşçı olarak görünmektedir. Diğer taraftan bugün hala Annem eğer dışarıda yemek yenilmesinden bahsedecekse, kesinlikle “aşçı” olarak söyler ve burada kasıt kişi değil mekandır, bu da enteresandır. Nerede öğrendi ve 86 yaşını devirdiği bu günlerde hala unutmadan nasıl tekrarlar o da bir başka enteresan durumdur.

Çeşme Çarşısının unutulmaz ve önemli esnaflarındandır, Esat ve Destan Kardeşler. Kardeşler, ayrı ayrı ortalarına aldıkları bir balıkçı kayafının biri sağına biri soluna yaklaşık aynı büyüklüklerde 2 aşevi açarlar. Her ikisi de birbirine çok benzer, boy, kilo ve renk ve de görünüm farkı nerdeyse yoktur, hatta ben çocukluğumda bu 2 büyüğümüzü birbirine karıştırır idim. Aslında bu uğraş ile bir geçmişleri olmamasına rağmen, cesaret ve özgüven ve “tarladan kurtulma” ve de özellikle “tütünden kurtulma” tutkuları ve planları kendilerini bu yönde sürüklemiştir. Bir gün tarlada tütün dikilir iken tütün işinin zorluğu, Esat Kadayıfçı’da yarattığı yorgunluk ve yılgınlık canına tak edince elinden çapayı fırlatır ve babasına “ben artık tütün işi yapmayacağım” diye açıklar durumu. Artık rahatlamıştır, niyet izah edilmiş, karar verilmiş, en azından ne yapacağına dair olmasa bile ne yapmayacağına dair.

Artık tarladan çıkılmış, Çeşme Çarşısının yolu tutulmuştur. Düşünülür, taşınılır, istişare edilir, fikir alınır, sorulur, karar verilmiştir en nihayetinde. Artık, gelecek, yemek pişirilip, yemek satılarak planlanacak ve geçim temin edilecektir. Derhal bu minvalde hareket edilir. Dükkân kiralanır, bilahare de satın alınır. Masa sandalye, çatal kaşık, tabak ve ilaveten ne gibi gereçler lazım ise temin edilir. Düşünceler, planlar, beklentiler, hasletler ne idi benim tabii ki bunları bilmem söz konusu değildir. Ancak çocukluğumuzda hatırladığım, dükkânın önünde yemeklerin yer aldığı bir camekan, içeride 5 ya da 6 masa sandalyeleri ile, zaman zaman da kaldırıma atılmış 1 ya da 2 masa ve sandalye. Aslında bugünkü ölçülere ve de normlara göre belki de bu faaliyete uygun olmayan bir dükkân. Esat Kadayıfçı; boyna asılmış bembeyaz bir önlük, hafif göbek varlığı önlüğü öne doğru fırlatmış, yaş ilerlemesine bağlı olarak da kalınca sayılacak gözlükleri, kısa boy ve beyaz ten ile tipik Arnavut görüntüsü ile hatırladığım ve bundan sonra da hep böyle güzel ve hoş hatırlayacağım bir büyüğümüzdü. Aslında benzer yaşlardaki her büyüğümüze, ki Babamın artılı-eksili akranı idiler ve biz onlara “amca” yerine “abi” demeyi tercih ederdik. Bu tercih nedendir tam da bilmiyorum ama çok muhtemel ki kendilerini genç hissetsinler diye yapılıyordu… Yine hatırladığım kadarı ile geniş ve yayvan tepsiler içinde, ama sürekli ve de gedikli yemek kuru fasulye, İzmir köfte ve de pilav, temiz camekan içinde yerini alırdı… Müşteri portresini ağırlıklı olarak Ortaokul için Alaçatı ya da diğer köylerden gelen öğrenciler oluştururdu. Gerçi yemek bedelleri görece çok ehven olmasına rağmen yine de çok müşteri ağırladığını hatırlamıyorum, örneğin, tüm masaların dolu olduğu gün olur mu idi, bilemiyorum. Çeşme dönem itibari ile ve de deyim yerinde ise sıradan, dışa kapalı bir köy görünümünde idi. Bugünkü Çarşının yolundaki Arnavut kaldırımı döşemesi sökülmüş, günün moda kaplaması asfalt yapılmış ama o da dönemine göre bile bir hayli kötü bir kaplama idi, çok seyrek olmakla birlikte geçen herhangi bir araç etrafı toza boğardı. Her esnafın belli aralarla yola su atarak toz kalkmasını önlemesinin yanında özellikle yaz aylarında Belediye de arazöz ile günde birkaç defa toza karşı sulama yapardı. Eyyy gidi günler eyyy.

Esat Usta’nın faaliyetinin omurgasını ise “Yoğurt imalatı ve dağıtımı” oluşturmakta idi, hatırladığım kadarı ile. Dönem itibari ile, bahçelerinde yetişen ot ya da tarlalarında yetişen arpa ve yulaftan oluşan yem ve saman ile beslenen inek ve keçi ya da koyundan elde edilen süt azdır lakin son derece kaliteli ve lezzetlidir. Esat Usta, Çeşmeden, Samir Ağa, Yafandasu Mehmet, Yandan Süleyman, Arabacı Murat gibi küçük üreticiden toplanan sağlıklı ve leziz sütlerle, ev ortamında özellikle de eşinin büyük çabaları ile bakır ya da alüminyum tepsilerde mis gibi günlük yoğurtlar hazırlar idi. Hazırlanan bu güzelim yoğurtlar, çok azı kendi aşçı hanesinde satılmak üzere ayrılır, diğerleri, MOTES, TURTES, Halis Temel’in Kamp ve Otellerinde, Çiftlik Değirmen Otelde kullanılmak üzere mezkûr kuruluşlar tarafından alınırdı. Peki artık o güzelim ev yapımı yoğurtlar var mı, şüphesiz yok ve bundan böyle olmayacakta, çünkü artık o yoğurt olsa bile piyasadaki çakma yoğurtlar ile rekabet edemeyeceğinden yaşama şansı yoktur. Şimdiki yoğurtlar tatlandırıcıdan geçilmez, uzun süre raf ömrü olsun diye katılan kimyasallardan geçilmez, ekşimeye karşı bakterileri yok edilmiş, yağı azaltılmış ya da alınmış durumdadır, ilave edilecek başka olumsuz şey var mı derseniz şüphesiz var, var da söyleyip de zay etmenin manası yok…

Nerde o eskiden yapılan yoğurtlar, hani şöyle bir taşımlık kaynamadan sonra soğumaya bırakılarak ehven sıcaklıkta mayalanmış, yağı ile oynanmamış günlük yenilenler. Hile adına olsa olsa içine katılmış az miktarda su ile mideye indirdiğimiz yoğurtlar, ahhh ki ahhh… Kapitalizmin eseri… Önce ekmekler bozuldu (Oktay Akbal’ın böyle bir kitabı vardır), sonra her şey ve ağız tadımız da… Peki, şimdi durum ne, sen hayatta birkaç mamulün müellifi ol millet olarak, bunlardan da en önemlisi “yoğurt” olsun, sonra bunu abdestsiz ve patentsiz alsın elin ecnebisi, nihayetinde de gelsin senin yurdunda sana yoğurt satsın, vay ben öleydim… Evet, artık “yoğurt” yoktur, yoğurdumsu vardır… Peki sadece yoğurt mu bozuldu, nerdeeee, ısıya, ışığa, zamana, zemine dayanıklı raf ömrü neredeyse sınırsız, süt, peynir, bisküvi, gofret, sucuk, sosis, salam, konserve, hazır çorba, krema vs vs üretildi. Üretildi de üretildi… Markalaşıyoruz, sanayileşiyoruz, gelişiyoruz, nurlu ufuklara erişiyoruz teraneleriyle, gele gele geldik ne verilirseye mahkûm hale… Allah selamet vere…

Cuma, Nisan 03, 2020

EKMEK ve BUĞDAY


Çocukluğumda; herkesin kendi buğdayını yetiştirdiğini, tohumluk ayırdıktan sonra da artan buğdaydan, hemen hemen herkesin ittifakla seslendirdiği biçimiyle “temel gıda”, “sofralarımızın baş tacı” diye bilinen “ekmek” başta olmak üzere, erişte (makarna), tarhana, börek gibi amaçlara yönelik un üretildiğini dün gibi hatırlıyorum. Köyümün toprağının çok da uygun olmamasına rağmen, toprağı olan herkesin ama istisnasız şekilde ihtiyaçlarına matuf, buğday, arpa, yulaf, mısır ekerek hayatlarını idame ettirdikleri herkesçe bilinmektedir. Dönem itibari ile yetiştirilen buğdayın unundan imal edilen ekmek fazlaca kara ve birkaç günlük yapılmasına istinaden de fazlaca sert olduğu için genelde insanların burun kıvırarak tükettikleri bir gıda idi. Örneğin, sokakta oynayan her çocukta olduğu üzere, oyuna ya da konuşmaya ara vermeden, hani annemizin üzerine salça, zeytinyağı ve tuz dökerek yememiz için verdiği ekmekleri, diğer arkadaşlarımızın sahip oldukları ile kıyaslardık ya, ekmeği kendi üreten ile satın alanın farklı ekmek yediğini hayretle görür idik. Ekmeğini kendi üretenin ekmeğinin oldukça kara ve kocaman dilimlerden oluşması yanında satın alanın ekmeğinin ise görece küçük dilimler ve olabildiğince beyaz ve hatta daha lezzetli olduğunu da fark edince bizde de beyaz ekmek yemek iştahı kabarırdı. Tabii ki bu renk ve tat farkı dönem itibari ile buğdayın üzerinde oyunlar oynanmadığı bir dönem idi. Ağırlıklı olarak bir tarım toplumu, üstelikte tamamen kendi kendine yeten bir şekilde idik kolayca anlaşılacağı üzere aaaa yetiyor mu idi zannederim ki bu sorunun cevabı, evet idi. Nereden mi zannedip, yorum yapıyorum, o zaman 1 adet kamyonu olan Çeşme’de nakliye işi, olsa olsa bir şekilde bu kamyona kadar da ulaşacaktı, ancak ulaştığına dair bilgi yok, en azından ben de böyle bir bilgi yok. Belki dışarıdan nakliyeciler vasıtası ile geliyordu ama geliyor olsa bile sınırlı olma ihtimali çok yüksektir. Yine hatırladığım kadarı ile, 4 adet ekmek fırını olan bir dönemdir söz konusu, Sakıp Taylan ve Ortağı, Bekir Erte ve kardeşleri, Seydi Ahmet Abi ve Turan Abi bu işleri yürütür idi. Ancak buralarda da şimdi olduğu gibi tüm gün ekmek bulunmazdı, sınırlı üretim, sınırlı satış idi söz konusu olan. Muhtemelen bu fırınların un ihtiyacı yerel kaynaklar ağırlıklı karşılanıyordu. Sonraları ne olduysa oldu ve biz de alıştık dışarıdan ekmek satın almaya. Çiftlik Köyüne Çeşme’den sabah gelen minibüs ile ekmek getirilir ve satılır idi, evet artık “eski köye yeni adet zuhur etmiş idi”. Şimdilerde ise hayvan yemi olarak bile hububat üretimi yapılmamaktadır, eee ne yapacaksın, hububat ve hububat kapçığı diye hakir görülen bir üründür söz konusu…

Bu süreç öyle kolay olmadı şüphesiz, Dünyamıza nizam verenler ve onların yancıbaşları, ecibaşları yani şahsi menfaatlerini müstevlilerin beklentileri ve çıkarları ile tevhit edenler sayesinde gelindi, yani söz konusu ekip kocaman, çıkarlar kocaman, sömürü kocaman, yatırım ve beklenti kocaman haliyle… Hani hatırlar mısınız, bir dönem “barış gönüllüleri” markalı ve damgalı “İngilizce Öğretmeni” numarası ile ülkemize dört koldan dağılan istihbaratçı sahtekârlar vardı. Hani bunlar tüm dünya ülkelerine dağıldıkları gibi, canım Yurduma da dağılmışlardı ya, hani İngilizce öğretmenliğinin dışında her bir haltı yemişlerdi ya, etnik yapılardan, biyolojik çeşitliliğe oradan av hayvanlarının envanterinden deniz ürünlerinin çeşitliliğine, oradan jeolojik yapıdan tarıma oradan necip milletimizin hasret ve hasletlerine yönelik her bir bilgiyi derleyip toplamışlardı ya, hani biz İngilizce öğrenememiş idik te, bunlar bizle ilgili şeytanın bile aklına gelmeyen en ufak detayı bile memleketlerine bilgi arşivi olarak götürmüşlerdi ya, hani biz “bunlar ajandır” diyenlere bunlar komünisttir diyerek saldırmıştık ya… Ahhaaa da o günlerin diyetini bugün ödüyoruz nasıl mı sağlıksız, tarım ilacı katkılı, GDO’lu gıdalar tüketerek. Adamlar o bilgileri toplamakla kaldılar mı, nerde…

Kütüphanede her akşam, propaganda ve ajitasyona çok uygun bir sesle seslendirilmiş, ABD yapımı tarım ve hayvancılık reklamı içerikli ama necip milletimizi gaza getirip, “yahu biz ne kötü hayvanlara ya da tarımsal ürünlere sahibiz” diye gavurun sahip olduklarına özenip durduk. Oysa, ABD’de ve müstemlekelerindeki laboratuvarlarda hazırlanan, genetiği değiştirilmiş ya da genetiği ile oynanmış tohum ve hayvanların reklamı yapılmakta idi ama biz bunun farkında değil daha da ötesi, tüm bu olan bitene hayıflanarak bakıp, iç geçirir idik. Uzatmayayım, gitti bizim o güzelim, yerli verimsiz denilerek tukaka edilen ama aslında bize sunulandan daha kaliteli, daha dayanıklı hatta daha verimli ürünlerimiz, kaldık GDO’lu ABD mallarına… Peki, bu peyklerde bu ABD afra tafra ve çalımına kimler erketelik etti, işte tüm mesele bu sorunun cevabında. Ama biz hala cevap ararken, etrafımızda, şeker hastalığından, kalp-damar hastalığından, böbrek yetmezliğinden, sindirim yolu hastalıklarından ve çağın belası kanserden geçilmez oldu. Yine aynı mahfillere bu sefer de ilaç ve tıbbı tedavi nedeni ile para aktarır olduk…Alavere dalavere, bizim Memet nöbete, misali…

Soner Yalçın’ın “Saklı Seçilmişler” adlı kitabında okuduğum harika bir hikâye var onu aktarırsam ve sizde buna inanırsanız bir ömür boyu yaşananlara bakarak, konunun ahlaki ve etik tarafından başlayıp, devlet adamlığı, memleket severlik konusuna kadar bakarak gözleriniz yaş dolacaktır. “Mennonit diye Hollanda’da kurulup tüm dünyaya yayılan Protestan bir tarikat var, Ortodoks Rusya’nın yoğun baskılarından kurtulmak için 1880’lerden itibaren ve özellikle Kırım ve Kars Bölgesi ağırlıklı olmak üzere ABD’ye yoğun bir göç yaşanır. Tarikat mensupları ABD’de geldikleri yerin arazi ve iklim koşullarına uygun olan Kansas ve Nebraska Eyaletlerine yerleşirler. Bu göç sırasında da yanlarında hazine diye niteledikleri ve kişi başına “birkaç kilo tohumluk buğday” vardı ve yerleştikleri ovalık yerlerde bildikleri en iyi işi yaparak buğday yetiştirirler. “Kışa-kuraklığa dayanıklı, mevsim ortasında olgunlaşan, başakları tüylü, rengi kırmızı olup, tanesi kabuğundan zor ayrılan sert dokuya sahip tahıla ABD’de, “Türk Buğdayı” adı verildi. Bu dünyanın en eski kavılca/kabulca buğdayı idi.”

Sonra ne mi oluyor, ABD’nin Meksika’da gizli ve açık kurumları ile organize ettiği çiftliklerde, tarımda dünya egemenliği için başta buğday genetiği olmak üzere tüm gıda ürünlerinin üzerinde kendi çıkarlarına ve planlarına uygun oynarlar. Sonuçta ve konumuz ile sınırlı kalmak açısından da buğday üzerinde oynayarak, daha dayanıklı, daha verimli, daha kaliteli diyerek oysa ve aslında kısır, verimsiz ve kalitesiz bir buğdayı da, hedef ülkelerde şahsi menfaat ve ikballerini müstevlilerinin siyasi ve ekonomik emellerine tevhit eden yerel hükümet edicilerle el ele kol kola vatandaşa itelerler. Tafsilat, bilimsel kanıt ve dayanaklar için mezkûr yapıtın edinilmesinde fayda vardır.

“Kanada Buğdayı” ya da “Meksika Buğdayı” iyidir diye bu topraklara bu zehirli, bu verimi düşük, bu dayanıklılığı düşük, bu kalitesi düşük buğday getirildi, ne karşılığı yapıldığını da bir türlü anlayamadığım şekilde iteleyen dürzüleri de, bu insanlar hiç iyi yad etmeyecekler.

Pazar, Mart 29, 2020

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK 9 – İSTİFA


İstifa tek taraflı bir tasarruf olup iradi bir durumdur. Bir muhteremin bulunduğu görevden, çalıştığı yerden kendine göre mazeretler bularak, üreterek ayrılma iradesi göstermesi ya da beyan etmesi dahası bu nedenle de asla ve kat’a hor görülmemesidir, gördüğü lüzum üzerine olması yeterlidir ancak zülfü yâre de dokunmamak gereği hasıl olmuşsa, ailevi nedenler ya da sağlık durumu bahanesi de türban babından muvafıktır. İstifanın da mertçe ve namertçe olanları da vardır şüphesiz ahir ömrümüzde bu maksatlara matuf her türlü tatbikata tanıklık etti gözlerimiz, birisi ile taktir duygularımızı, diğeri ile de tekdir duygularımızı köpürtüp durduk, birilerini takdir, birilerini de tenkit ve tahkir ettik, hülasa… Yiğitlik gerektiren istifa iradesinin gerekçelerini sıralamak için sayfalar dolusu kelam etmek kabildir lakin irade beyanı şahsına ait bir tasarruf ise alkıştan ötesi de lüzumsuzdur. Bu durumda “istifa” cesaret gerektiren bir durum olup; “yok ekmek param bu”, “yok çoluk çocuk için ne yaparım”, “yok beni açlığa mahkûm ederler”, “yok ihtiyat akçelerim uzun süreli değil” gibisinden korku ve kaygılara kapılmadan “somut durumun somut tahlili” mucibince şartlar dayatmış ise ve bu yüzden alınmış bir karar ise, kahramancadır, şövalye tayini hakkı doğmuştur. İzaha ve tenkide matuf olanlar ise kendi iradeleri dışında telkine dayalı olanlar olup bunlara söylenebilecek kitaplar ve ansiklopediler dolusu kelam söz konusudur. Biz yine de genelleme yapma hakkımızı, “görev tarifi” dahilinde ve haricinde beklentiler ve istenenler konusu ile sınırlayıp, müşahhas örneklere geçelim ve bunlar üstünden de yeni tarifler ya da tanımlar üretelim.

Türkmenistan’da çalıştığım dönemde; tarafımıza otomobili ile şoför olarak çalışmak üzere bir Türkmen gelmiş biraz maksada ve göreve yönelik görüşmeden sonra kendisini işe almış idik. Uzunca bir süre birlikte çalıştığımız bu arkadaş ile defalarca şehirler arası seyahatler de yaptık, gidilen yerlerde konakladık, uzun yolculuklar sırasında uzun konuşmalar yaptık, karşılıklı olarak da bazen telefon konuşmalarımıza, bazen gittiğimiz yerlerin önemine, bazen yürütülen son derece özel ilişkilere de tanık ve vakıf olması hasebiyle birbirimiz hakkında derinlemesine bilgi sahibi olarak samimiyetlikler kurduk. İsmi ve ailevi ve kişisel bilgilerine yönelik ifadelerimizi, ola ki bu yazı okunur da kendisine yönelik kullanılır kaygısı ile azıcık karartarak vermeyi uygun gördüm. Aslında gizlenecek, saklanacak bir durum olmadığı da gün gibi aşikardır ama malum ya bazı olaylarının olmasının hiçbir ayıbı, hukuki sakıncası, ahlaki engeli yoktur ama meğerki bu bilgiler açıktan konuşulur, yazılır ya da yayımlanır ise, işte o zaman yandı gülüm keten helva, muhakkak bir kulp bulunur ve misli ile karşılık verilir. Bu ne yazık ki, tüm dünyada mutat siyasi ve sosyal hatta ekonomik “güçlü refleksidir” ve maalesef de görece farklılıklar dışında istisnaları da yoktur, bir şey olmuşsa da yayımı ve konuşulması izne tabidir. Neyse, süreç içinde şoförümüzün bir önemli fabrikanın müdürü ve kardeşinin de dönem itibari ile çok güçlü bir bakan olduğunu öğrendim. Gerçi, oradaki bakanlıkları batıdaki gibi, hatta dönem itibari ile bizdeki gibi “görev tarifi” ve kanuni istinatları olan bir makam algısı ile değerlendirmiş olmam hasebiyle de böyle düşünerek ne kadar büyük bir hata ettiğimi zamanla anlayacaktım. Zamanla anlayacağım üzere, tesis edilen sistem “top man and others” dan başka bir şey değildi, şahsının memuriyeti haricindekilerin tamamı lüzumsuz durumdadır lakin ara sıra bir araya gelip muhabbet etmek, ihtiyaç halinde kızmak, fırçalamak ve dahi günah keçisi ilan etmek üzere de bu kabil bir teşkilat tanzimi de zaruridir. Mesela; mezkûr ülkede şahsına göre arşın ve endaze kullanılarak yapılan ölçümlemelerde başarısız görülen “Bakan görünümlü” zevatı TV’lerde canlı olarak icra edilen “Bakanlar kurulunda” başarısızlığın yegâne müsebbibi tayini ile, fırçalayıp itibarsızlaştırıp bilahare de “seni boşattım” diyerek azletmesi vukuat-ı adiyedendir. Konumuz harici ama koca koca bakan görünümlü zevatın kurul sırasında ilkokul bebeleri gibi ayağa kalkıp, sorulan suallere cevap vermeleri ile şahsının talimatlarını ajandalarına nefes almaksızın ve de mahcup mahcup not etme sahnelerini unutmak mümkün değildir. Hele yılda bir kez yapılan ve dünyanın her yerinden katılan delegelerin huzurunda sistemin çalışmasının ve başarısının ibra edilmesi görüntüleri ise Cem Yılmaz çalışmalarının en büyük rakibidir.

Neyse; bizim şoförün hikayesine geri dönelim, kardeşi bakanlıktan alınmış, ev hapsine mahkûm edilmiş ve sadece evin bahçesine çıkabilir durumda yaşamasına izin verilmiş ama tüm kimliklerine ve belgelerine el konulmuş, başka bir iş yapmasına izin verilmemiş vaziyette toplum hayatından izole edilmiştir. Durum bu. Sordum, “peki; neden itiraz etmeyi, kaçmayı, hatta yurt dışına kaçmayı düşünmez” diye, el cevap, bu sefer de yedi sülalesi şama götürülür, denildi, konu yeterince anlaşılır vaziyette. Zaten kamuda çalışan tüm sülalesi işten çıkarılmış vaziyette iken bile çok şükür daha da beteri olabilirdi diyorlar, şaşırdım eee tabii ki daha kötüyü görmedik ki, anlayamıyoruz, sonra zamanla duyunca, görünce daha kötü nasıl olunur, ben de onlar adına çok sevinmiş idim. Çok şükür ki şoförlük bile yapmasına ruhsat verilmiş, daha ne olsun. Merakıma mucip olunca, “iyi sonla” biten bakanlık olabilir mi diye, şöyle kabaca etrafıma bakarak, sorarak araştırdım ve anladım ki, namümkün. O zaman, kendi kendime “mal bulmuş mağribi” misali karar vererek dedim “neden insanlar bakan olmayı reddetmezler” diye, anladım ki bu da namümkün. Yaşulu, bir nedenle karar vermişse, siz “iradesi elinden alınmış kul misali” gel denince gelmek, git denince gitmek özgürlüğü dışında bir seçenek sahibi değilsinizdir. Esasen bu da toplum adına çok kötü bir durum sayılmaz, eğitim, ehliyet, beceri ve yetenek gibi edinilmesi zamana ve disipline ihtiyaç olunan vasıfların lüzumu yoktur, binaenaleyh toplumun her bireyi kendisinde potansiyel bir makama yaraşırlık ve yakışırlık görmekte olması hasebiyle toplumsal memnuniyet hat safhada olabilir. Eeee maksat hasıl olmuştur işte, toplumsal memnuniyet ve saadet…

Hülasa; Türkmenistan’da liyakat yerine sadakat hâkim meleke olunca, İzmir Marşı ile gelir Mehter marşı ile gidersiniz, marşları da zamanı da usulü de tanzim ve tayin eden “Top Man” dir. Yani ve sonuçta Yaşulu’nun hikmetinden sual olunmaz, liyakat ve makamı bahşettiği gibi azletmeyi de şahsi tasarrufu olarak kullanır. Yaşulu isterse, liyakat ve sadaret sahibi olursunuz, ha keza istemezse de müstafi sayılır ve size münasip görülen kadere razı olursunuz. Yine de yazıyı “Allah kimseyi istifa etmeye zorlanmayı yaşatmasın” diyerek bazı möhim abilere de bir sataşma yaparak bitirelim…


Pazartesi, Mart 23, 2020

CEMAZİYEL EVVEL- MORATORYUM


Moratoryum; borç çevirememe, borç ödeyememe durumudur, yani; vadesi gelmiş borç, tüm ödeme niyetinize ve çabanıza rağmen ödenemiyor ise müjdeler olsun batmışsınızdır, hem de deyim yerinde ise gırtlağınıza kadar, manasındadır. Peki; ne yapayım ödeyemiyorum, canımı mı alacaksınız, diye düşünülebilir, ama kazın ayağı öyle değil, yani alınan borç pederden ya da valideden ya da hiçbir karşılık göstermeden, ipotek vermeden bir dosttan alınan borç ise tasnif dışıdır şüphesiz, ama aldığınız borç ipotek verilerek, kabul görmüş garantiler verilerek alınmış ise çaresi yok, mutlaka geriye ödenecektir. Öyle, gak guk, hot zot yok… Uluslararası düzeyde borç vericiler, garanti almadan, borç verirler mi peki, zinhar… Peki tahsil edemedikleri olur mu? Zinhar… Bakın, öyle bilmeden konuşuluyor olmasına, işkembeyi kübradan atılıyor olmasına pek itibar etmeyin, bu Fakir Cumhuriyet hem de ilk yıllarında, hani bazılarının yere göğe sığdıramadığı son dönem padişahlarının abuk subuk harcamaları ile oluşan Osmanlı borçlarının tamamını, son kuruşuna kadar ödemiştir. Zaten meşhur fıkrada zikredildiği üzere, borç vericiler sadece, borç isteyenin gözüne bakmazlar borç verirken, popo kontrolü de yaparlar, hani borç isteyen çok güzel gözler vardır da, acaba ödeyecek popo var mıdır diye, tam da bu nedenle gerekli her türlü uluslararası garantileri hem de fazlası ile alırlar. Velev ki müşkülat yaşanmaya başladı, tıpkı şahsi borçlarda olduğu gibi, uluslararası tahsilatta da önce yasal yollar olmaz ise gayri yasal yollar kullanılmaktadır. Valla ben ekonomist olmadığım için yazının düzeyi de böyle gidecek gibi görünüyor, çaresiz, affedin…

Peki; vadesi gelmiş borçlar ödenemiyorsa ne yapılıyor derseniz, hele tüm uyarılara karşın tedbir de almamış iseniz, behemehâl “Moratoryum” ilanında bulunuyorsunuz. Derhal ilgili abiler size soruyor, “hayırdır efendi ne oldu” diye, siz durumu izah ediyorsunuz, hemen size, yeni vade, yeni faiz oranları, yeni şartlar öneriyorlar, kabul ettiniz zaten sorun yok, aaa bu arada memleket batar, kimin umurunda, siz de kalkıp 15 günde 15 yasa yapacağız diye öğünürsünüz, Kemal Derviş yaşanmış örneğinde olduğu üzere… İlaveten, meraklılarına, 24 Ocak kararları üstüne, Süleyman Demirel Turgut Özal (ama büyüğü) arasında geçtiği bilinen ve sonradan da basına düşen telefon diyaloğuna bakmaları önerilir.

Neyse, konumuzu bu toprakları 2 moratoryum (iflas) ile tanıştıran 2 önemli muhterem büyüğümüzden bahsetmek üzere yazıyorum ve de hemen oraya yöneliyorum. Kolayca öğrenileceği üzere, Osmanlı 1854’te dış borç kullanmaya başlar, bazı kaynaklar borçlanma ihtiyacının oluşmasını, etrafta artan savaşlara ve yenilgilere bağlarsa da dönem itibari ile borçlanma ile gelen kredilerin nerelerde kullanıldığına bakınca da konunun hiç de öyle olmadığı kolayca anlaşılır. Ekonominin gereği işler yapılmayınca, yaşanacaklar kaçınılmaz oluyor şüphesiz, alınan borçlar çare olmuyor, borç, borç ile döndürülmeye başlıyor, dış ticaret ve bütçe açıkları artarak devam ediyor, tedbir ise sağa sola posta atılarak yaratılan savaşlar ve sonucunda yenilgiler, yenilgiler neticesi ödenen ağır tazminatlar katlanarak birer “borç sarmalı” yaratıyor. 1854’ten 1875’e kadar geçen 21 yılda deyim yerinde ise Osmanlı boğazına kadar batıyor, dış borç, 5,5 milyon Osmanlı lirası ile başlıyor 243 milyon Osmanlı lirası borca ulaşılıyor. Bilahare, aynı kafa bu borcu 1. Dünya savaşı öncesine kadar 409 milyon Osmanlı lirasına kadar arttırma başarısını da göstermiştir. Aaaa bu arada para karşılığı satılan topraklar da cabasıdır, bu borçlanma meraklılarının. Peki bu dönemin Padişahları da kim mi idi, toplamda 33 yıl padişahlık yapan Abdülhamit Han olmak üzere, Abdülaziz ve Abdülmecit’tir. Sakın kimse askeri harcamalara gitti bu paralar diye ahkam kesmesin, biz okumayı, hatırlamayı iyi biliriz, adama deriz ki, git biraz askeri anı oku, balkan savaşlarında, çamura saplanıp kalan arazi şartlarına uygun olmayan sahra toplarının satın almalarını kimler ve ne adına gerçekleştirmiştir bir bak bakalım, mesela… Neyse… Hülasa, itibardan tasarruf olmaz denilerek savrukluğun örneklerine ilaveten, Topkapı Sarayı dururken yapılan, Yıldız Sarayı harcamalarının da unutulmaması gerekmektedir. Netice itibari ile, bu topraklar, bugün kendisinden sitayişle bahsedilen ve çok öğünülen Padişah Abdülhamit Han döneminde “Duyun-u Umumiye” ile tanışır. Bu kuruluş ne mi? Artık onu da anlatmaya gerek yok.

Peki, Canım Yurdumu 35 yıl sonra ilk kez, “borç sarmalına” kim sokar, kuruluş yıllarının onca yokluğuna, gerçekleşen onca atılım ve yatırıma, üstelik savaş sonrası yaşanan onca fakr-u zarurete, Osmanlıdan bakiye kocaman borçların ödenmesine, hatta arada yaşanan ve dünya çapında yaklaşık 80 milyon insanın ölümüne yol açan felaket 2. Dünya savaşının yarattığı olumsuz ortama rağmen, kendi yağı ile kavrulmayı bilen bir süreç ardından, bilin bakalım. Ne yazık ki; DP Hükümeti ve onun başındaki ekip, başta da Celal Bayar ve Adnan Menderes’tir. Hani her sağcının devamı olmakla öğündüğü ve gurur duyduğu büyüklerimiz... O tarihte, zamanla ödeme güçlükleri yaratacak şartlarda borçlanmalar ile kalkınmanın kıyasıya eleştirilmesi üzerine dönemin Başbakanı “borç almak bir itibar meselesidir” diyerek, paha biçilmez ve parlak ekonomi bilgisini göstermek istiyordu adeta. Tıpkı, sonraki yıllarda ekonomi profesörü olduğunu iddia eden bir diğer mevkidaşı gibi, Canım Yurdumu maalesef karaya oturtmuşlardır. Hani, aynı meşrepten nemalanan kel bir “baba” vardı, hani 17 kez gidip, 18 kez geldim diye öğünen, hani derdi ya “borç yiğidin kamçısıdır” diye, bu lafı o kadar çok tekrarladı ki, canım Yurdumun garip gurebası, ki çoğunlukla şahsının destekçisi idiler, inandılar bu safsataya… Sonuç, malum, yazmaya gerek yok…  Artık borç yiğidin kamçısı olmaktan ziyade, yiğidin ölüm fermanı olmuştur.

Evet, biz gelelim tekrar, borçların tahsilatı konusuna, ödeyemezsen, ödeyemeyeceğini ya da ödemeyeceğini beyan edersen neler olacağına… Öncelikle yukarıdaki makul protokol uygulanır, olmaz ise de haliyle alacaklıya; “borcunu öde lan şerefsiz” diyerek uluslararası jandarma ya da mafiozi kabadayı abiye müracaat edilir, bu abi itina ile borcu tahsil eder, nokta… Buradaki “abi”, kimine göre “duyun-u umumiye”, kimine göre “IMF”, kimine göre ABD’dir, lakin bana göre hepsi aynıdır. Kolayca anlaşılacağı üzere bu ketenpereden çıkış yoktur… Osmanlı’nın ve Yeni Osmanlıcı Adnan Menderes’in başına gelenler maalesef kolayca unutulmuştur.

Son söz de, Canım yurdumun İnsanına olsun, “Dün yediğin hurmalar, bugün poponu paralar” diye harika bir söz üret, dön sonra da dünün esiri ol, inanılır gibi değil valla… Köpek bile dikkat edin kendisine bir kemik verildiğinde önce bir arkasına döner bakar, acaba ben bunu yer isem def-i hacet konusunda bir müşkülat oluşur mu sonra, diye… Kıssadan hisse olsun bu da bana…