Cumartesi, Ağustos 28, 2021

YAŞAR AKSOY-RADİY FİŞ-ŞEYH BEDREDDİN ve BÖRKLÜCE MUSTAFA

 

Gazeteci, araştırmacı yazar ve şair Yaşar Aksoy’un “Bizim Köy Balıklıova” adını verdiği çok önemli ve enteresan hatıralarının yer aldığı kitabını okuyorum. Müthiş hatıralar birikmiş Balıklıova’lı yıllarda, büyük bir keyifle okuyoruz. Bu kitapta yer alan, günümüze ışık tutan hatta iddialı olacak ama kesinlikle söyleyebilirim ki güne rehberlik edebilecek kişi ve hatıralar var ve ben bunları yeri geldikçe yazmak istiyorum. 12 Eylül öncesinde, uluslararası mahfillerinin yerli mümessilleri eli kanlı katillerce, darbe havuzuna su taşımak maksadı ile yürütülen şiddet ve terör ve iç savaş ortamı ihdası çerçevesinde, katledilen Manisalı Eczacı ve Demokrat Ege gazetesi yazarı Neşe Gülersoy ve Balıklıova yerlisi Köy Enstitülü “Dede” lakaplı Hayrettin Karademir ve ortak yazdıkları kitap “Topal” ile yazarların hayatlarından kesitler ve de bence en önemlisi Nazım Hikmet’in manevi oğlu ve Moskova günlerinde sekreterliğini yapmış büyük ve değerli yazar ve Türkolog Radiy Fiş’in “Ben de halimce Beddeddinem” adlı kitabının yazılması serüveninin Balıklıova ayağının aktarılması, müthiş hatıralar ve dahası ve detayları… Evet, bu detayları daha sonraki yazılarıma bırakarak ilerlemek istiyorum. Radiy Fiş’in mezkûr kitabını yıllar önce okumuştum ve kısa kısa notlar almışım, yazarın tespit ve değerlendirmeleri çerçevesinde, aktarımlarda bulunmak ya da değerlendirmeler yapmak adına. Şeyh Bedreddin üzerine “bende kendimce” Ernst Werner’den, Franz Babinger’e oradan İsmet Zeki Eyüpoğlu’na oradan kendi kaleminden “Varidat”a kadar daha birçok kitap okudum lakin bence en etkili ve anlamlı değerlendirme Radiy Fiş’in yazmış olduğu “Ben de halimce Beddeddinem” adlı kitapta verilmiştir. Bu değerlendirmenin ne kadar haklı olduğunu Yaşar Aksoy’un daha sonra detaylı değineceğim anılarından da anlamaktayım açıkçası… Kitap yazarken neler değerlendirilmeli, yazım planı nasıl yapılmalı ve de hepsinden önemlisi yazacaklarının hayattaki aritmetik, fizik ve sosyal karşılıklarının neler olabileceğini, mezkûr anılardaki “eşek hikayesinden” sonra bir kez daha çarpıcı bir şekilde anladım. Önemli ve büyük yazar nasıl olunabiliyor bir kez daha tedris edilmiş oluyor…

Şimdi kısa kısa; bir tarafı ile Şeyh Bedreddin ve müritleri ve yoluna ölüme gittikleri hayat ilke ve değerlendirmeleri ve yol tespitleri ile taktik ve stratejilerinin mezkûr kitapta nasıl ele alındığına değinelim.

“Nice çok yaşasan da işin sonu ölümdür

Korka durun ölümden cümle doğan ölmüştür

Dizelerini yinelemeyi pek severdi Abdülselam Kardeş. Hakikat yolunda ölmekse, en kutlu kişilere nasip olan bir mutluluktu. Ve Satı’nın yüreği bir kez daha Bedreddin’e ve yoldaşlarına duyduğu gönülborcuyla dolup taştı, ömrünün şu son günlerinde ona bu olanağı verdikleri için.

Karaburun -ya da Rumca adıyla Stilyarios- dendiği zaman anlaşılan, İzmir Körfezinin girişindeki burunla burada kurulmuş kasaba değildi yalnızca, bütün bu çevrenin ortak adıydı Karaburun. Üç yanından denizle, bir yanından da dağlarla sınırlanan bu bölgeye, ancak gür ormanlarla kaplı daracık dağ boğazlarından ulaşılabilirdi. Şeyhoğlu Satı bölgeye geldiğinde hem kasaba, hem de kıyılardaki Rum köylerinden yamaçlardaki Türk köylerine kadar bütün köyler Dede Sultan’ın adamlarının elinde bulunuyordu. Bölgede ne kadar mültezim, muhafız, korucu, kolcu, bey adamı, Osmanlı askeri varsa tümü kovulmuş, dağ geçitleri sıkı sıkı tahkim edilmişti. Kaldırılan ürünler dağlardaki mağaralarda oluşturulan ortak depolarda korunuyordu. Ellerindeki silahları da bu mağaralara depolamışlardı. Hayvanlar ortaklaşa sürülüyor, her köyün kadınları toplanıp bütün sürüden sağdıkları sütle hep birlikte yoğurt, peynir, yağ yapıyor, bölüşüyorlardı. Avlanan balıklar, herkese dağıtılıyordu.

Bütün köylerde ve kasabanın her mahallesinde önemli sorunları karar bağlamak üzere kurullar oluşturulmuştu. Seçimle işbaşına gelen bu kurullar adına Karaburun’u başlarında Abdülselam’ın bulunduğu üç kişi yönetiyordu. Bu üç kişi herhangi bir konuda uyuşamazlarsa, gerek en yaşlıları, gerekse öğretmene en yakınları olduğu için, son söz Abdülselam’ındı.”

Neymiş mesele, insanları görece daha paylaşımcı daha toplumcu daha ortaklaşmacı yaşatmanın yollarının aranması sürecinde daha adil ve daha insan olabilmenin yolunun tayini imiş. Bu uğurda istenmeyen ilan edilenlerin “bölge dışına kovulması-çıkarılması” ile sorun aşılabiliyor… Ama daha sonra göreceğimiz üzere Osmanlı’ya karşı savaşı kaybetmelerinin akabinde kendilerine reva görülen muamelenin acımasızlığı, şiddeti ve vahşeti karşısında ne kadar da insani kalmış olmaları…

 “ - Vakt irişti!

Gayrı dağlarda gizlenmek yoktu, gayrı bendinden boşalmış bir sel gibi aşağılara inmenin vaktiydi. Bütün topraklara el konulacaktı, Karaburun örneğinde olduğu gibi, tarlalar, meralar, korular, bağlar, bahçeler, bütün zenginlikler, kadınlar dışında, herkesin ortak varlığı olacaktı. Bir de şunu ekledi Satı; Her köy, temsillerini seçmeliydi; yalnız bu işi yaparken aklın yaşta değil başta olduğu unutulmamalıydı. Gelip Karaburun’da olup bitenleri bir görsünlerdi bu temsilciler; çünkü bir kez görmek, bin kez duymaktan daha etkileyiciydi.”

 

Osmanlı’nın nizamını reddeden ve yerine önerilen nizam artık her yanda yol almalı idi onlara göre… Artık eylem vakti idi… Hak, adalet, insanlık, çoğulculuk her yana hâkim olmalı idi. Diğer taraftan Osmanlı’nın ilk bölünmesi sayılabilecek Musa devrinde Şeyh Bedreddin Şeyhülislam atanınca, tebaanın gayri biraz olsun nefes alması temin edilecekti.

“Sultanın egemenliğini pekiştirmeye hizmet edecek bir adaletle, Bedreddin’in anladığı adalet arasında dağlar kadar fark vardı. Sultanın amacı, kırılması, paramparça edilmesi gereken tekerleği onarmaktı”

Evet, tekerlek onarılacaktı. Lakin önce “allahsızlara ölüm” naraları ile önerilen yeni nizam öncüleri tenkil edilmeli idi… Yeni nizam öncüleri yenilmişlerdi…

“Daha düne kadar bir kardeş sofrası olan bütün bu yerler, şimdi Osmanlı müfrezeleri tarafından beylere ve sultanın sadık kullarına dağıtılıyordu. Köyler, yakılmış, yıkılmıştı. Ne bir çocuk sesi, ne bir horoz ötüşü ve ne de bir köpek havlaması… Çatıdan kopmuş tahtaları sallayan, saman tozlarını bir burkaç gibi ıssız yollarda sarmallayan rüzgarlar ve hafif bir yanık kokusundan başka bir şey yok.

Timur, başka halkların üzerine saldırıyor, yabancı ülkeleri yağmalıyordu. Bunlarsa kendi ülkelerine, kendi halklarının üzerine saldırmışlardı. Yolları üzerinde bir canlı varlık bırakmamacasına… Bu toprakların tanık olduğu güzellikleri bir kan denizinde boğmak, yangınlarla küle çevirmek istercesine…”

Evet, Radiy Fiş, 430 sayfalık son derece yalın, anlaşılabilir hızlı okunabilir bir kitap yazmış, güzel Türkçemizi ünlü bir Türkolog vasfı ile mütenasip taçlandırmış adeta…

Peki; yaşananlar yaşanmışlıkları ile kaldılar mı, nerede, canım yurdum uyduruk iddialara dayalı bu talanlardan ve tenkillerden, pek çok kez daha gördü bu zulmü ve bu vahşeti…


1 yorum:

Adsız dedi ki...

👏👏👏👏