Pazar, Temmuz 22, 2012

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm 7 "Dün dündür bugün bugün"

İçimizdeki Amerikalıların en önemli temsilcisi olan pek muhterem ve muhteşem zat; necip Türk milletinin hafızasının kısalığını en iyi ve tam anlamıyla çözmüş politikacılarımızdan olup, yer yer bu durum tespitini yapmış olmanın gururu ile karşımıza geçerek dalga moduna vardırmıştı yaklaşımını, kendisine ve her koşulda siyasal ve ekonomik nemalandırdığı takipçilerine bir şey olmadığı sürece memleket yanmış umurunda olmayan, vurdumduymazlığın ordinaryüsü olmayı becermiştir. Gelişmeler karşısında gerdan kırarak yaptığı ve sığ felsefe hocaları tarafından önemsenen durumunu, binanaleyn diyerek necip milletimizi uyutup, “kuşa bak” derken de yandaşlarının kasalarını gırtlağına kadar doldurmasını, hayret ve ibretle izlemişimdir hep. 
Canım yurdumun insanının balık hafızası durumunu tam anlam ve detayları ile tespit edip çözmüş ve yakınları tarafından içinden çıktığı Necip Milletimize ne kadar benzediğinin izafesi ve nişanesi ve tam anlamıyla ironik olarak “çoban” lakabıyla anılmış, Canım Yurdumun çıkılabilecek en yüksek yönetimsel mevki ve makamı olarak Cumhurbaşkanlığına kadar ulaşmış, muhterem ve muhteşem bu zat belki de bizleri hedef alarak “ne kadar da kısa hafızalısınız, daha dün olanları bile hatırlayamazsınız siz kardeşim” kabilinden olmak üzere, seçim meydanlarında her türlü sözü verip seçilince de, sözü yerine getirmeyeceğinin en geniş anlamıyla yüzümüze vurulmasının ifadesi olarak siyaset felsefesine girmiş “dün dündür, bugün bugündür” sözünü sarf etmiştir, şimdiler de de bizler telifsiz ve sınırsız kullanmaktayız. 
Her türlü sorumsuzluğu meşrulaştırmayı hedefleyerek söylenen, dün söylenen hiçbir şeyden sorumluluk hissedilmemesi gerektiğinin kafalara çakılarak, zırt pırt fikir ve karar değiştirmenin önemsenmesi gereken bir şey olduğunun tespitini paradigma haline getiren, insanı, insanları ve insanlığı inançsızlık, güvensizlik ortamına iten bu söz olsa olsa bu muhterem ve muhteşem zat tarafından söylenebilirdi. Aslında, günümüzde de “kurtlar vadisi” dizisinden fırlamış gibi duran bu söz, gerisine çok fazla kafa yormadan sadece ve düz olarak algılanırsa, bizimle dalga geçilmiş gibi dursa da, yine muhterem ve muhteşem zatın siyaset felsefesine kazandırdığı ve siyasetçilerin sıkıştıkça ve de özellikle “dar ül harp” yorumu ile nitelendirdikleri alanlarda başvurabileceği bir söz olarak düşünülebilir. Ancak, bu sözün direk takipçileri ve red ediyor gibi görünen endirek takipçilerine kalan miras; seçimlerde projelerimiz ve yapacaklarımız diyerek, binlerce laf edeceksiniz söz vereceksiniz, hatta iktidara gelince 100 gün içinde ekonomiyi düze çıkaracağım bu sözümün altını çizin deyip, iktidar sonrası daha kötü bir tablo yarattınız iddiasına verdiğiniz cevapta altını çizdiğiniz söz hatırlatılınca, şimdi de üstünü çizin diyeceksiniz, hiçbir sözün takipçisi olmayacaksınız, canım yurdumun insanının psikolojisini bozup, olan kötü olaylar karşısında da aynı insanları “meczup” diye nitelendirilmeme olsaydı eğer ne haliniz varsa görün diyecektik ama kazın ayağı öyle değil işte. Bu söz zamanla, verdiysem ben verdime size ne oluyora, bir parlamento dönemimde 5 parti değiştirmeye, dövizde kur garantisi verip sonra ekonomik kriz oldu ne yapalım deyip devlet ciddiyetini yok etmeye varıyorsa, Canım Yurdum insanının psikolojisi kaçınılmaz olarak bozuluyor, kişiliksiz ve daha kolay yönetilir hale gelmesi de maalesef gerçekleşiyor.
Aslında, canım yurdumda taaa eskiden beri böyle iken şimdilerde tüm dünya da da bunun böyle olduğunu üzülerek gördüğümüz, bu sözün tekabül ettiği ilkesizlik, kıvırtmacılık, her ne kadar yukarıda belirtilen günlük pespaye izahlara binaen edilmiş olursa olsun ama derinlemesine bakıldığında ise tam tersine batıya öykünme modeli ve bu modelle de kapitalistleşme çabalarının, sermayeye neyi, ne kadar, ne zaman, nasıl uygun görüyorsanız öyle yapın demenin bir çeşidi olmanın ötesine geçememiştir, daha tehlikelisi ise yarından bakınca bugünde dün olacak ve hayat böyle devam edecek, eşitler ve daha eşitler arasında uçurum her anlamda açılmaya devam edecektir.
Bakmayın sözün pek sahiplenmiyor gibi olduğuna, başbakan dahi bu sözün sıkı takipçisidir, yeni transfer Numan Kurtulmuş’ta benzer imalar ve tavırlar içerisindedir, çünkü muktedirler için çok önemli bir çıkış ve kaçış yaratmaktadır, bugün yenilen her türlü herze için dün söylenilenler önünüze çıkarılırsa hemen kolaylıkla sarılıp, soruyu kündeye getirebileceğiniz bir şansı tanıyor.
İşte kendisinden uzun yıllar nemalanan ve nemalanmanın devamını bekleyen çevrelerce kendisini sürekli kılabilmenin yolu bu olduğu için adı “Bir bilen” e çıkan muhteşem ve muhterem zatın tüm bildiği; ABD de aldığı diksiyon, düzgün konuşma ve hızlı okuma kursları adı altında ve iktidarı kendisine teslim edenler tarafından kulağına sufle edilen günün önemli konularıymış gibi olanları, canım yurdumun insanına  “kuşa bak” taktiği ile yutturmadır. Yoksa ABD de gördüğü öğretimin ve eğitimin başarıları çok sınırlıdır ve ancak mikroskopla fark edilebilmektedir, tabii ki anlayana, yoksa kendisini yüzlerce sıfat ile taltif edenlere söylenecek fazlaca bir şey yoktur. İspat mı isteniyor, dün verilen görev gereği "İmam-hatipler, imam yetiştirsin diye açılmayacak, Dinini bilen doktorlar, avukatlar, mühendisler yetiştirmek için açılacak" derken, bugün yine kendisine verilen görevin gereği olarak “Türbanlılar Suudi Arabistan’a gitsin” diyebilmektedir pişkinlikle, işte size dün ile bugünün görev gereği edilen kelamları.

Pazartesi, Temmuz 16, 2012

LEYLA KABASAKAL CİCİM

Leyla Kabasakal; hayatının her evresinde gözlemlediğim haliyle, herkesin sevdiği hürmet ve saygı gösterdiği bir bilge Cumhuriyet kadını olmayı, hayata her şeye rağmen pozitif bakmayı becerebilmiş, geleceğe umutla bakmış, etrafındakilerin de bakabilmesi için çaba göstermiş, telkin de bulunmuş, etrafında bulunan herkese etrafında bulunmanın güvenini hissettirmiş müthiş ve tarif zor bir büyüğümüzdü, aramızdan ayrılışının yıldönümüne yakın bu günlerde kendisini büyük bir özlemle yâd ediyor olmanın, hayatımdaki önemli evrelerdeki kararlarda etkili olmuş olması hasebiyle bir kez daha gururunu yaşamaktayım.  Hayatım da çok önemsediğim ve sevdiğim Anneannem kadar önemli olan “Cicim” tahsil hayatımda çok önemli bir dönemeç oluşturan, yakın çevremde sözü dahi edilmeyen kolej de lise öğretimi görmenin önemi telkinini babama ve anneme yapması neticesi hayatımda bir dolu değişikliğin ve de farklılığın kapısını açmıştır, her konuda kendisine büyük minnet duymama rağmen sırf bu konu için bile minnettarlığımın boyutu tarifsizdir.

Şimdiki gibi internet, kütüphane ya da evlerde ansiklopedi yok, varsa da birkaç ailenin evinde var, biz çocuklar için bir şey mi sorulacak derhal Leyla Kabasakal’ın evine gidilir ve soru yöneltilir, yahu bir de bir şeyi bilme değil mi ha mübarek, nerde o her şeyi bilirdi hem de iyi bilirdi bizim gözümüzde, bildiklerini hayatı boyunca hep aynı cümlelerle ve aynı sadelikte de aktarmayı sürdürdü, hiç yanılsamadan.

Bana anlattığı yaşanmış hayat öyküleri, cumhuriyetin ilk yıllarının sancılı günlerinin güzel anıları ve masallar yetmemiş gibi çocuklarıma da aynı şeyleri büyük bir özen ve titizlikle anlattı, özellikle de Atatürk sevgisini yılmadan anlattı, bizlere ve herkese, çevremizde kendisinden bu anlamda etkilenmiş ben dâhil yüzlerce hatta binlerce insan olduğunu bilirim.

İzmir’deki eve çocukların gerek okul gerekse de iş hayatlarına katkıda bulunmak için sürekli gider oradaki işleri ayarlar gelir, narenciye bahçesindeki “damaki” ye oradaki ihtiyaçların giderilmesi için bakılır, yaz ayları büyük ölçüde tabii ki benim bilebildiğim ilk yıllarda Ilıca’daki eve gidilir orada tarla bahçe işleri yürütülür, tabii ki evlerin merkezini Çeşme Bağarası’ndaki tarihi ev oluşturmakta idi ki bu evi alt katını oluşturan depolar benim için birer kütüphane havası oluştururdu, eski dergiler gazeteler, ders ve hikâye kitapları bulmak mümkündü yığılı eşyaların arasındaki eski valiz ve kasalarda. Sürekli yer değiştirmeye dayalı olması ne güzel bir hayat görünürdü bana, ama bu kadar eve paylaşılmış bir emek ve dikkat Cicim’de nasıl bir duygu, yorgunluk oluştururdu bunu anlamak olanaksızdı, yüzünden konuşmasından ve davranışlarından, işte böyle dirayetli Cumhuriyet kızı ve kadını idi, hatta o kadar ki oğlu Osman Kabasakal bile kendisini, Leyla Sayar diyerek saygı ağırlıklı korku içeren ifadelerle anar ve sözünü ederdi.

Ayrıca gerek kişisel tecrübeden gerekse de kendisinden öncekilerden aktarılanların dikkatli dinlenmesinin ışığında fahri doktor, eczacı ve hemşireliği ya da bu konularda danışılan insan olmayı da becermiştir kendisi, büyük oğlu Halim Kabasakal’ında kel olmaya yüz tutmuş durumuna ve özellikle de bende de gelecekte kel olma riskini ya da dirayetini görerek bizlere Defne ağacı yaprakları belli dönemlerde toplanır, kaynatılır ve kaynama suyu ile de kelliğe derman olmak üzere kafalar yıkanırdı, ancak sağlığında kelleşen kafamıza bakarak neden başarılı olamadığı konusunda hayıflanır dururdu. Merkez evi diye nitelendirdiğimiz evinin bahçesinde yetiştirdiği sinameki bitkisi tüm mahalle halkına soğuk algınlıkları ile mide bağırsak rahatsızlıklarında hizmet verirdi, bu bitkide toplanır hatırlayabildiğim kadarı ile limon ile kaynatılır içilirdi, yine hatırlayabildiğim kadarı ile en başarılı olduğu bölüm bu idi.

Kendisi “Cicim”, kocası Tevfik Kabasakal dedem, büyük oğlu Halim Kabasakal amcam, kızı Feride Kabasakal (Aras) ablam, küçük oğlu Osman Kabasakal abim oldu ve hala öyle olmaya devam ederler. Sonraları çok ta istediği ve hak ettiği hac farizasını yerine getirince de artık “Hacı Cici” makamına gözümde ve gönlümde terfi etmiştir. Hacılığı sadece kendisine ait yaşayan nadir hacılardan olup, Cumhuriyetin kadını olmayı asla ve kat’a terk etmemiştir, Atatürk ve Cumhuriyet sevgisini özellikle çocuklarıma anılarını anlatırken dışarıdan bir gözlemci olarak daha güzel ve özel hissetmişimdir.

İlkokul sıralarındayım hayata aritmetik yaklaşım gösterme kabiliyetine haiz gösteriyor olmama rağmen, bir türlü çarpım tablosunu (Kerat tablosunu) ezberleyemeyişim karşısında kendi evimde yaşanan kısa süreli gerginlik neticesinde derhal güvenli liman olarak gördüğüm Cicinin evinde soluk almış ve kendisi ve eşi (Dedem) tarafından gösterilen pedagojik yaklaşım ve de aslında sabırla karışık üstün hoşgörü neticesinde, şimdi ezberleme süresini hatırlamıyorum ama çok kısa süre sonra pencereden babama ezberlediğimi gösterince, babamın şaşkınlığı tariflenemez boyutta idi, belki de sırf bu yüzden babamın bundan sonraki tahsil hayatımda hiçbir sertliğine ve tersliğine rastlamadım. Eeee işte hayat öğretiyor da sen öğrenebilirsen hikâyesi.

Özellikle benim çevremde kolej mefhumunun hemen hemen hiç bilinmediği bir dönemde, telkinleri neticesinde ailem beni koleje göndermiş ve benim hayat çizgimde ciddi bir değişiklik ve farklılık yaratmış ve hiç tereddüt etmeden de velim olmayı üstlenmiş, karşılıksız bir şeylerin nasıl yapılabileceğinin bir örneğini daha göstermiştir.

Üniversite sınavım dâhil tüm sınavlara giderken bütün gece “pirinç okur” sabahın köründe de kendisine uğrayıp başarı dileklerini ve helalliğini almaya gittiğimde bana onları verir, hemen sınav öncesi bunları eksiksiz ve kendi tarif ettiği usul gereği yutmamı sıkı sıkıya tembih ederdi, bu çabaları boşa çıktı mı bilemem ama kendince beni başarılı bulur ve kendi tarifine uygun bulduğu başarımda da pay sahibi olduğunun bilinci ve etkisiyle de bir sonraki sınavlarda daha fazla gayret ve özen gösterdiğini bana hissettirirdi.

Bir de ilk defa kendisinden duyduğum sonraki yaşamımda ise sadece lügatlerde rastladığım bir kelime girmişti hayatıma “karakoncoloz”, büyüklerin çocukları korkutmak için kullandığı gerçek dışı bir yaratık, umacı, hayalet, canavar ya da çok çirkin kimse anlamında bir kelime idi. Kendisine yakıştırdığımız alaylı bir eğitimci olarak bugünden bakılınca belki de tek eksik diyebileceğimiz tarafı olarak görünse de bu hayalet, canavar ile korkutma, bizlerin şerrinden ve karıştırma merakından ancak böyle korunabilirdi doğrusu…

Bana böyle sahip çıktı işte, biz kendisine yeterince karşılığını verebildik mi bilmiyorum ama kendisine saygıda kusur etmeyerek telafi etmeye çalıştık bu fedakârlıkları, umarım karşılık bulmuştur.
“Cici” diye seslendiğimde etraftan tam kastımın ne olduğu dün de bugün de pek anlaşılamamıştır ama o benim gönlümün biricik “Cici”si olmayı hep başarmıştır. Yarın 17 Temmuz ve Cicim bu tarihte artık yaşlanmamayı tercih ederek aramızdan ayrılmış ve bizi güzel ve her biri dersler dolu anıları ile baş başa bırakmıştır. Diğer hayatında ışıklar içinde olmasını, diğer tüm yakınları ve sevenleri gibi ben de canı gönülden dilemekteyim. “Cicim” iyi ki vardın, iyi ki seni tanıdım, iyi ki senin rahleyi tedrisinden geçtim, ne mutlu bana.

Salı, Temmuz 10, 2012

TEBLİĞ

Bir vatandaş ihbarı
Polisin 915 nolu ihbar hattını arayan bir kişi ismini ve adresini vermeksizin; “Mercedes bir minibüsle bir grup sakallı insanın kasabalarında ve bağlı köylerinde bir süredir dolaştıklarını, özellikle okulların önlerinde bulunarak birçok öğrenci ile ilişki kurduklarını, ilişki kurdukları tüm insanlara Müslümanlığın faziletlerini, Hıristiyanlığını köhnemişliğini anlatırken kendi din ve ırklarına hakaret edildiğini, buralarda gizlice camiler açmak istedikleri” ihbarını yapmıştır.
İşte biri artık fitili ateşlemiştir, konu tüm ciddiyetiyle gelişecektir.
Bir gazete haberiÜlkede her geçen gün Müslümanlığı kabul edenlerin sayısının hızla arttığını savunan, konu ile ilgili önlemlerin alınarak bu artışın önüne geçilmesini isteyen bir tavır içerisinde olan gazete De zieth tir gittung “Sakallıların tehlikeli oyunları” başlıklı bir yazı yazarak ortalığı 66 ya vermeye çalışıyordu. Gazete “sakallı-şalvarlı Müslümanlar çeşitli yöntemleri kullanarak, iyi niyetli görüntüler altında insanlarımızı ağlarına düşürmek için büyük çabalar harcamaktadırlar. Gençlerimiz bulundukları kentlerde etraflarındaki bu gelişmeleri merak ettiklerinde, kafalarında bunlar kim ve ne yapmak istiyorlar acaba gibi bir soru oluştuğunda, büyük imparatorluklarının yeniden tesis edilmesi ve dünyada Müslüman egemenliğinin kurulması adına tebliğ faaliyetinde bulunan insanları ev görünümlü camilerde ziyaret ettiklerinde, kendilerinin büyük bir hoş görü ve güleryüzle karşılandıklarından bahisle, kendilerine ikram edilen çeşitli egzotik yemekler ve alımlı bayanların özel ilgilerinden…” diye bahsederek yaptığı haberle ortamı daha da germeyi amaçlamaktaydı.
Bir iddia “yaratılmak istenen vatandaş tavrı”“Büyük Osmanlının izinde” topluluğunun vatandaşlarda yaratmak istedikleri, yaratılmasını hedefledikleri “İncil’in büyük bölümü değiştirilmiştir, İncil yeniden ve ehil olmayan kişilerin elleriyle yazılmıştır, dolayısıyla Yüce Tanrı’nın kitabı olmaktan çıkmıştır” düşüncesi ile uzak vadede de kendi emellerine uygun olarak Müslümanlaşmanın yaygınlaşması beklenmekte ve temel amaç tüm dünyanın Müslümanlaştırılmasıdır, sade Hıristiyan vatandaşlar ve dünya bunun farkına varıp tedbir almalıdır.
Bir küçük parti, National işçi partisiMilliyetçi bir tavra sahip National İşçi Partisinin bu süreçte rol almaksızın kenardan gelişmeleri izlemesi beklenmez şüphesiz. Gerek kendilerine ait yayın organları ile gerek gençlik örgütleri konuyla ilgili yayın ve çalışmalara derhal başlarlar haliyle, gençlik örgütleri ev görünümlü camiler diye tespit ettiklerini iddia ettikleri binaların önlerine sık sık gelerek protesto nümayişleri yapmakta, kendi çalar kendi oynar meali olan yayın organları da bu nümayişlere geniş yer ayırarak kamuoyu oluşturmaya çalışmaktadır ama asıl darbe ise dünya çapında ve bir şekilde ihalesi Müslümanlara yapılmış büyük ve ses getiren eylemleri referans göstermekten geri duymayarak toplumda kin ve nefret duyguları oluşturulması hedeflenmiştir.
Bir büyük parti, Hiristiyan demokrasi partisiGörece küçük partilerce, görece militan tutumlu hangi mahfillerden ne destekler aldığı bilinmeyen üstelik kaç okuru vardır ve kaç kişiyi etkisi altına alır tefriki yapılmaksızın öne çıkarılan ve yayın organı tanımına sokularak bahsedilen gazetelerce, muhafazakâr Kilise çevrelerince bu kadar kaşınan bir konu varsa, kitle partilerinin bundan etkilenmemesi söz konusu olmaz haliyle.  Gerek yerel gerekse de federal parlamentolarda geniş şekilde yer alan Hıristiyan Demokrasi Partisi başbakanın ve içişleri bakanının cevaplaması talebiyle sık sık sözlü ve yazılı soru önergeleri vererek konuyu ülke geneline taşımaktadırlar. Soru önergelerinin temelini ise “Yapılan büyük propaganda ve çalışmalar neticesinde Hıristiyan dinini terk edip Müslümanlığı seçen gençlerin sayısının ne olduğunu tarafınızca bilinmektemidir? Müslüman propagandasının bu kadar serbest ve aleni yapılması milli güvenliğimiz zedelememektemidir? Müslümanların bu faaliyetlerine yerelde ve genelde bu kadar hoşgörülü olunmasının özel bir nedeni mi vardır? Bunların derhal devlet güvenlik kurulu tarafından görevlendirilecek uzmanlarca araştırlması gerekmektedir” oluşturmakta olup konu bu düzeyde de kaşınılmaya devam etmektedir.
Bir soruşturma; Yerel Polis soruşturmasıPolis tarafından yürütülen soruşturma kapsamında gözaltına alınan Müslüman tebliğcilerden etkilenerek Hıristiyanlığı terk edip Müslümanlığı seçen birisi ise polisin sorgu sırasında kendilerine bir hayli sert davrandığından bahisle “Polisin soruşturma neticesinde kendisinin Hıristiyan muhafazakâr bir aileden geldiğinin öğrenildiğini, Müslümanlığı tercih etmemim herhangi bir maddiyat karşılığı mı olduğunu, herhangi bir Müslüman ülkede kendisine lüks bir yaşam vaadi ile mi olduğunu, yoksa güler yüzlü bayanların mı etkisinde kalarak olduğunu, yoksa gerçekten Müslümanlığa sempati duyarak mı seçim yaptığı konusunda ısrarlı sorgulamanın” yapıldığını uzun uzun anlatmıştır.
Büyük bir soruşturma; Federal Polis soruşturmasıBir taraftan aşırı Hiristiyan partilerin, bir taraftan aşırı muhafazakar basının, bir taraftan taraftar kaybına uğrayacağı kaygısı ile hareket eden kilisenin, diğer taraftan provokatör ajanları vasıtası ile yaratılan ortamda yerel bir soruşturma ile yetinmeyen İçişleri bakanlığının talimat ya da talebi ile Federal polis devreye sokulmuştur. Federal polisin uluslar arası terörle mücadele masası devreye sokularak Müslümanlar üzerinde baskı oluşturulmaya hazırlanmakta ve bu uğurda büyük çaplı operasyonlar planlanmaktadır.
Bir mahkeme kararıBir bardak suda koparılan büyük fırtına yargıda nihayetlenecektir artık, iddia sahipleri ve savunanlar nasıl bir sonuç çıkacağını büyük bir merakla beklemeye başlamışlardır artık, çünkü son karar yargıdan gelecektir, lehte ya da aleyhte…
İnsanların dinlerine ve inançlarına göre yasaların yorumlanmasının çağdaş dünya gereklerine aykırı olduğu savıyla, yerel mahkeme, insanların dini inanç, gelenek ve göreneklerine göre bir araya gelmelerinin, iddia edildiği üzere toplu namazlar kılmalarının herhangi bir izne gerek duyulmaksızın icra edilebileceğinden bahisle, ev görünümlü cami iddia edilen yerde insanların bir araya gelmeleri, toplu ibadette bulunmaları, hasbıhal etmeleri terör tanımına girmeyeceği gibi, aynı zamanda örgütlü bir kalkışma hazırlığı yorumuyla da cezalandırılamaz, yorumu mahkeme tarafından verilince, artık taraflara konuyu tartışmak, kaşımak ve provoke etmek imkânı şimdilik kalmamış olup, yeni imkân ve fırsatlar taraflarca şimdiden kullanmak üzere beklenmektedir.


Peki; yukarıda bahsedilen konu gerçek bir konumudur, hayır gerçek değildir, tam tersi hayal ürünüdür, ama gerçekleşmesi mümkünmüdür, evet mümkündür, nasıl gerçekleşebilir, oradaki Müslüman sözcüğünün yerine, Hiristiyan koyun, Ermeni koyun, Kürt koyun, Devrimci koyun, Komünist koyun, karşıtlarını da buna göre belirleyin, bir de güzel ülke tayin edin bakalım, hikâyede size neler tanıdık gelecektir. Peki ben bunları neden yazdım diye düşünebilirsiniz, bakın bakalım dünyaya “kuşa bak” yöntemiyle insanlara bunlar anlatılırken gerçekte neler olmaktadır.

Salı, Temmuz 03, 2012

KÜRTAJA HAYIR, SOKAK VE İŞÇİ ÇOCUKLARA VE GELİN ÇOCUKLARA EVET

Muktedirler tarafından hayatımızın her detayının tektipleştirilmesini her geçen gün daha yoğun hissetmeye başladık, görünen ve anlaşılan o ki bu tektipleştirmeci yaklaşım son derece hızlı bir şekilde sürmekte ve katmerleşerek artmaktadır. İnsanoğlunun yüzyıllardır varolan özgürleşme mücadelesini bir siyasal duruş biçimi olarak algıladığını ve buna uygun davranacağını beklerken, özellikle son yarım yüzyıldır hayatının akışını ve biçimini demokrasi adına, seçerek yetkilendirdiklerinin tercihlerine ve onların gücünün yarattığı hayallerinin dünyasına uygun hale getirilme çabalarına ses çıkarmaz, tam kendileri siyaseti belirleyecekler diye düşündüğümüz bir anda kendilerinin seçkinci bir siyaset anlayışı tarafından belirlenir hale gelişlerini büyük bir düş kırıklığı ile izlemekteyim. Emperyalizmin yarattığı ve yerel işbirlikçi ve ortakları ile birlikte katmerli bir biçimde elele yürütülen “insanların gerçekleri görmesini engellemenin yolu insanların hayal görmelerinin teşvik edilmesinin” neticesinde, doğruyu yanlış yanlışı doğru algılama süreci artık nihayetlenmek üzeredir herhalde. Görünen o ki bugün artık, iradi olarak değişim yaratılması inancının sonuna gelinmiş, toplumsal değişimin emperyalizmin ve kendilerine eklemlenen yerel muktedirlerin sosyal ve siyasal tercihlerinin kabulü mutlaklaştırılmış, tabulaştırılmıştır.
Başbakan Tayyip Erdoğan, geçenlerde topluma şekil verme çalışmalarının bir parçası olarak yaptığı açıklamada “Her kürtaj bir cinayettir, bir Uludere’dir. Buna kimsenin müdahale etme hakkı olmamalı” değerlendirmesini yaparak artık sıranın nerelere gelmiş ve bundan sonra hayatının hangi detaylarına yönelik olacağının ipuçlarını vermiştir. Başbakan’ın kişisel tercihlerine tabii ki kimsenin söyleyebileceği bir şey olmamalı ve olamaz da, ancak alınan desteğin büyüklüğü ve bulunulan mevkinin gücünün yarattığı ortamda, kimsenin kendi kişisel tercihine ses çıkarmadığı unutularak ya da yok sayılarak, başkalarının kişisel tercihlerine ses çıkarılmasına da ses çıkarılmaması beklenmektedir. Ehhh olacağı da buydu….
Konunun önemine binaen yoğun tartışılma sürecinde anladık ki sağlık açısından yeterince güvenli olmayan koşullarda yapılan düşükler ya da denetimden uzak kalan ortamlarda yapılan kürtajlar nedeniyle Dünyada her yıl yaklaşık 100.000 kadın yaşamını yitirmekte ve bu ölümlerin büyük bir çoğunluğu yasaların kürtaja izin vermediği, az gelişmiş ülkelerde görülmektedir, ayrıca yine anladığımız kadarı ile dünyada her yıl 25 milyon kürtaj gerçekleşmekte ne yazık ki 5 milyon kadın sakat kalmakta ya da doğurganlık özelliğini kaybetmektedir. Bunun ne kadar vahim bir tablo olduğunu, aritmetikçi olmayan ama insani yönü fazla olan bir gözle bakarsak anlayabiliriz ancak.
Konu ile ilgili bir dolu kelam etmek mümkün, sağlık tekniği, hukuk, çağdaşlık, insan hakları açısından vs. vs. ama bu detaylar konusunda görüşüm ve bilgim olmasına rağmen yinede konuyu erbabına bırakıp, konunun sosyal ve siyasal yaşamımızı nasıl etkiliyor ve etkileyecek boyutuna bakmak istiyorum ben.
Kürtajın bir dini konu olmadığını yaklaşık 25 yıl içinde Diyanet İşleri Başkanlığının taban tabana zıt 2 açıklamasından anlayabiliyoruz. Bunun daha önemli gerekçeleri olması gerektiği çok açık olup, emek teminindeki maliyetin yanında ama daha da önemlisi toplumu zapturapt altına alabilmek adına yapılmış kabul edilmelidir. Bu gerekçelendirilme, Turgut Özal da dönemin emperyalist dayatmaları sonucu saldırgan tutumlar ise Bulgaristan hedef alınarak “80 milyon olalım o zaman soracağız bunlara”, bu dönemde de insan hakkı görüntüsünde, cinayete karşılık görüntüsünde devam ediyor. Hatta bazılarının freni de tutmuyor, tecavüz mağdurlarının itirazlarına “siz doğurun devlet bakar” kabadayılığına kadar varıyor.
Yahu bu efelenmenin; bir de tarafgirlerince çok sık başvurulan aritmetik yöntemle incelendiğinde insaflı bir tarafı ve sonucu olsa, belki de kimsenin diyeceği bir kalmayabilir ama Canım Yurdumun çocuk ölümleri, çocuk işçiler, çocuğa taciz ve tecavüz, çocuk gelinler gibi flaş konularda dünya ligindeki durumumuza bakınca nasıl da somun pehlivanı görüntüsü verdiği inkâr edilemez görünmektedir.
Çocuk ölümleri istatistikleri konusunda maalesef başa güreşen canım yurdumun, bugün yine ilgililerin açıklamalarından; çocuklarımızın 5 yaşına kadarki bölümünde %0 17,6 (binde) sını kaybetmekte olduğumuzu anlıyoruz. Dünya genelinde ise UNICEF’in açıklamasına göre her yıl 9.200.000 çocuk açlık, yetersiz beslenme ve hastalık nedeniyle yaşatılamamaktadır. 
Çocuk işçiler konusu ise bir başka kanayan yarasıdır Canım Yurdumun; Dünya liginde çocuk işçiler konusunda maalesef ilk 3 sırayı paylaşmaktayız, çağdaş dünya normlarına göre 18 yaş altındaki herkesin çocuk sayıldığı açıkken, bizim ilgili kurumlarımızın 18 yaş altı çocuklar için geçerli olacak ücret açıklıyor olması bile kafamızın ne kadar karışık olduğunun, meselenin ayırdında olmadığımızın bir göstergesidir.  Hani bazılarının taraflı bulacağı DİSK-AR’ın bir araştırmasında çalışan nüfusun % 20 sini çocuk işçilerin oluşturduğu açıklanmaktadır. Tarımda aileleri ile birlikte çalışan çocuklar ve ev işlerinde çalıştırılan çocuklar bu istatistiklere dâhil edildiğinde tablonun ağırlığı ve vahameti kolayca tahmin edilebilecektir. Canım yurdumda geçmiş yıllara oranla çocuk işçiliği azalmış olduğu bir gerçek olmakla birlikte, 1990’ların başında 1 milyon 700 olan sayının bugün 1 milyona kadar düştüğü saha çalışmaları yapanlar tarafından belirtilmekte olup sadece biz azalttık diye günlük politika malzemesi olarak övünülecek bir durum olarak görülmelidir, yoksa çağdaş ve gelişmiş ülkelerdeki durum referans alınacak olursa durumun hiçte övünülecek olmadığı görülecektir.
Diğer taraftan Çocuk gelinlerde 2. sıraya oturan Canım Yurdumun bu yakıcı sorun karşısında ses çıkarması gerekenlerin suspus olup, çok çocuk doğurun demelerini anlıyorum da buna uyanları anlayamıyorum açıkçası, problemi yaratan anlayışın problemi çözmesi beklenmez görüşü doğrultusunda çocuk yaştakilerle evlenenlerin çocuk gelinler sorunu çözmesi beklenmez diyerek iktifa edelim, yoksa zülfü yare dokunmanın sonuçlarına katlanmak durumunda kalabiliriz.
Sonuç itibari ile, Çocuk gelinler konusunda Gürcistan’ın ardından 2., İLO standartlarına göre çocuk işçiler konusunda ilk 3, çocuk ölümleri konusunda gelişmiş ülkelere göre ilk sıralarda, daha dün çocuklara büyük bir aymazlık içinde taciz ve tecavüzde neler yapıldığını Pozantı cezaevi örneği ile yaşamış iken, çocuklarla cinsel ilişkide bulunmanın rızaen olduğu gibi hukuki garabetleri yaratabilen çağdaş adalet uygulamaları ihdas ederken, kimsenin utançtan yüzü öne eğilmemişken, şimdi kalkıyorlar, tövbe tövbe… Kimse bu konuda fazlaca nutuk atmasın, fetva vermesin sadece işlerini yapsınlar, kimsenin çok fazlaca da akıla ve yol göstermeye ihtiyacı yoktur. Yoksulluk üzerinden siyasetin hayli prim yaptığı canım yurdumda, yaratılan yoksulluğun kendilerine politik tercih olarak dönmesini ve çağdışı ilkel dayatmaları behemehâl terk etmelerini siyaset erbaplarından hassaten bekliyor ve bunun yerine her yıl nüfusa % 2 hesabı ile yaklaşık katılan 1.500.000 insanın, yol, su, elektrik, çağdaş yaşanabilir konut, okul, sağlık, telefon, içilebilir bedava su, otomobil ve yeşil alan ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmalarının gereğini fark etmelerini bekliyoruz.
Her gün; takımım için ölürüm, vatanım için ölürüm, ailem için ölürüm, senin için ölürüm de dur, onlarca kez ve ölümü kutsa, canım yurdumda kimin haklı olduğu birkaç yıl sonra eminim ki unutulacak savaşta onbinlerce ölüm olacak, silahlar, uçaklar ve bombalar ölüm kusacak, sen gerekli şeyleri yapmayacaksın sanki insanların “ben bugün zevk için bir kürtaj yaptırayım” tarzı estetik kaygıları varmışcasına çıkış yapacaksın, güldürmeyin bizi…
Son olarak ta; her şeyin merdiven altı üretimini beceren necip Türk milletinin, merdiven altı “kazıkazancılarına” (ahlaksız doktorlar arasında bu işi gizliden ve gayri yasal yapana bu ad verilmekte) gün doğmasın ne olur…

Salı, Haziran 12, 2012

SADECE DİYARBAKIR CEZAEVİMİ

İnsanın Kürt olarak doğmuş olmasından yani kendisinin hiçbir şekilde dahli olmamasından ve asla değiştiremeyeceği bir özelliğinden ötürü zulüm ve işkence görmesini normal bir insanın normal görmesi normal değildir, ilaveten bu olanları normal görenlerde normal değildir. Mevzubahis olan 12 Eylül zindanlarında işkence ve zulüm görenlerin sadece Kürt olup olmadığı ise, nereden baktığınıza bağlı olarak bu soruya evet te hayır da demek mümkündür. Örneğin; “Türkçe konuş çok konuş” gibi aptalca ve hatta alçakça konulan bir kuraldan hareketle evet demek mümkün iken, Türkiye solunun tamamen yok edilmesi için yapılan işkencelerin ve zulümlerin boyutu hatta savaş hali uygulamaları ile yok etme politikalarından hareketle, Mamak, Mersin, Adana, İstanbul Metris ve İzmir Buca’dan bakarsanız kaçınılmaz olarak hayır dersiniz, işte bu karmaşa içerisinde asıl gözlerden uzaklaştırdıkları külliyen solu Kürt ya da Türk ayrımı yapmaksızın yok etme taarruzu idi.

Tutuklamalarda ve gözaltılar da savaş hali koşullarını uygulayarak yarattıkları iç savaş koşullarını zımmen kabul ederlerken, gerçekte de yüzlerce fersah üzerinde uygulamalar yapıldı, hatta cezaevlerinin tamamı Nazi toplama kamplarını aratır hale getirildi, Nazi toplama kamplarından tek farkı krematoryumun olmaması olmuştur, hani meşhur “geceyarısı ekspresi” filmi var ya o dönemin cezaevleri yanında yıkanmış yunmuş kalır, “asmayalım da besleyelim mi” diyen leş özlemli kişilerin devleti yönetmesi söz konusuysa eğer, varın zindanları yöneten iktidarsızların yapabileceklerini hayal edin gayri siz, şeytanın bile aklına gelmez bunların yaptıkları ve bunu reva gören alçakların dışında bunu herkes anlayabilir.

Mamak cezaevindeki Raci Tetik, Metristeki Adnan Özbay, Adana cezaevindeki Selçuk Değer gibi yüzlerce de benzerleri olanlar özel olarak seçilmedi de sadece Diyarbakır’daki bu işkenceci Esat Oktay Yıldıran özel olarak seçildi havası verilmek isteniyor ve ne yazık ki bu da çok bilinçli bir yaklaşım ve de başarıya ulaştı maalesef; oysa hedef olarak, tüm devrimci, demokrat, yurtsever güçlere şiddetin bütün biçimleriyle saldıran bu azgın işkencecileri yöneten, bunun plan ve politikalarını yazan-çizen, tüm toplumu kişiliksizleştirme konusunda toplum mühendisliği yapan tüm bu faşist darbecileri ve yandaşlarını ve bunları bilipte görüpte ses çıkarmayanları görmek gerekir

Evet, kabul etmek gerekir ki Diyarbakır cezaevi işkencenin doruk noktasıydı, işkencecilerin ise kendilerini atayanları mahcup etmemek adına hızlı bir şekilde işkence konusunda doktora yapabilmeleri için en uygun zemindi. İşkencenin her türlüsünün hatta işkence şeytanının bile aklına gelmeyenlerin 24 saat devam ettiği bu medreselerde Türklerin bile Kürtleştirildiği bir vakadır.

Kim unutmuştur cezaevlerinin bodrum katlarındaki hücreleri; kocaman Cardonları (büyük fare), lağım suları içinde sürünerek yenilen dayakları, memleketine doğru eğilerek sokulan copları, kazma sapları ile yenilen dayakları, susuz bırakılmaları vs. vs.
Kim unutmuştur, Mamak cezaevindeki tabutlukları ve orada ancak bu alçak işkencecilerin yapabileceği işkenceleri;
Kim unutmuştur yakınları ya da avukatları ile görüşmeye giderken yüzlerce metrelik koridorlarda sağlı sollu gardiyan ve askerlerin attığı dayağı, bu anlamda avukatın ve görüşmecinin gelmesi tam bir işkencedir bu dönemde tutuklular için görüşmeye gidip gelirken sağlı-sollu sıralanan gardiyan ve askerlerin sürekli salladıkları coplardan aldıkları darbeleri, artık öyle bir hale geliyor ki ne avukat ne de görüşmeci istiyorsun aman gelmesinler de yenilen dayaklar bir nebze azalsın diye düşünüyorsun;
Kim unutmuştur, günde onlarca kez söyletilen harbiye, ordu marşlarını ve beğenilmediği gerekçesiyle de atılan meydan dayaklarını, kitlesel işkenceleri;
Kim unutmuştur neredeyse hergün “herkes eşyalarının tamamını alsın ve havalandırmaya (dışarıya) çıksın” denilerek yapılan aramaların ve bu esnada giyim eşyalarının üstüne ayakkabılarla basılmasını, duruşmalar için gerekli dokümanlara el konulmasını ve bunun gün içinde defalarca kez tekrarlanmasını;
Kim unutmuştur gözler bağlı iken yüksek bir yere çıkarılmış hissi yaratılarak itelenmeyi ya da aşağıya atlanmasını isteme ve bekleme eylemlerini,
Kim unutmuştur insanlara yemeğin içine fare konularak yedirilmesini,
Kim unutmuştur bit ilaçlaması bahane edilerek belediyeden getirilen insanlar vasıtasıyla gözaltındakilerin anadan doğma soyundurularak arkadan ve önden ağaç ilaçlar gibi ilaçlanmasını ve gözaltındakilerin kendilerini insan hissetmemeleri için yapılan her türlü uygulamaları,
Kim unutmuştur geceyarısından sonra Adana Taşköprü’süne götürülüp soğuk suya iple sarkıtılarak sıra ile sallandırılmasını,
Kim unutmuştur, İnsanların insanlığından utanması gereken bu durumları bu yaşananları, kim?
Peki; kimdi bu alçak işkenceciler ve onların arkalarını sıvazlayanlar, ya da onları aklayanlar paklayanlar, neydi Türkiye’nin dört bir yanında hapishanelerde, nezarethanelerde, işkencehanelerde, tabutluklarda uygulanan insanlık, akıl, izan dışı zulmün sebebi…

Duruşmalarda Hâkim komutanların emri üzerine askerler tarafından atılan meydan dayaklarına seyirci kalan hatta büyük bir keyifle izleyen başta sözde mahkeme heyeti üyeleri olmak üzere, basın mensupları ve o dayağı atan askerler şimdi ne yapıyorlardır acaba? Duruşmalara elleri kolları bağlı çıkan, zincirlenmiş vaziyette çıkan sanıkları yargıladıklarını zanneden sözde mahkeme heyeti üyeleri şimdi ne yapıyorlardır, ne düşünüyorlardır acaba? Acaba onlarda şimdi 12 Eylül anayasasına ve darbecilere karşı olduklarını mı söylüyorlardır, bir yerlerde??? Acaba darbecilerden hesap sorulması gereğini mi anlatıyorlardır çevrelerindekilere?

Amaç kişiliksiz ve itirazsız bir toplum yaratmaktı, dönem için başardılar hatta kalıcı kıldılar, ama ne yazık ki “ileri demokrasi döneminde” de kişilik kazanma mücadelesi veren topluma da savaş açılmıştır, şimdilerde.

Tüm bu reva görülen uygulamalar önce şiddetle reddedildi, sonra sadece reddedildi, sonra reddetmeden dinlenildi, sonra sessizce karşı çıkılmadan dinlenildi, şimdi kabul edildi ama tüm bu süreç sonunda kimse cezalandırılmadı her şeyden önemlisi dönem ile de hesaplaşılmadı daha da kötüsü böyle bir niyetin olmadığı da açığa çıkmış olmasıdır.

Peki, neden sadece Diyarbakır öne çıkarılıyor acaba?

Meseleyi ele alış biçimi ne yazık ki sınıfsal olmaktan çok uzaklaştırılarak yapılırsa olacağı buydu ve oldu işte… Ama bilin ki bu işkenceciler ve onları yönetenleri ve destekçileri; asla ve kata Türk Kürt ayrımı yapmadan bu ülkenin yüzü aydınlık insanlarına kıydılar, onları aldıkları emirler gereği yok ettiler, insanlıktan çıkarmak için her yolu denediler…

İşte bu nedenle asla bu yaşananları unutmamak, unutturulma çabalarına da şiddetle karşı çıkmak gerekir.

Pazartesi, Haziran 04, 2012

SOKAK İSİMLERİNİN DEĞİŞTİRİLMESİ

Canım yurdumun Belediyelerinin kaldırım yenileme faaliyetleri dışındaki en aktif oldukları alanlardan biri de, cadde, sokak ve mahalle isimlerinin değiştirilmesidir. Yerel iktidarlar bu işleri yaparken, aynı zihniyetin taşındığı merkezi iktidarlar da İl, ilçe, köy, mezra, havaalanı, okul isimlerini değiştirmekten asla geri durmaz ve siyasi meşreplerine uygun değişikliklere devam ederler.  Maksat iş yapıyor görünmenin yanında, değiştirilmesi karara bağlanan ismin değerinin düşürülmesi ya da silinmesi, hatta aşağılanması hedef olurken yerine konulması karara bağlanan isme de değer katmak, hatta ne kadar muteber olunduğunun taraftarlara yansıtılmasıdır, en düşük ihtimal de tabelacılara iş yaratma düşüncesidir.

Büyük medeniyetlerin temelleri kentlerde atılmıştır tarih boyunca, kentler bu medeniyetlerin yaratıcıları vasıtalarıyla da bir ruha bürünürler, bu ruh insanların, etik, ahlak temelli sosyal davranışları üstünde inanılmaz bir katkı yapar. Medeniyet, bilineceği üzere anlamı şehir olan Arapça “Medine” kelimesinden gelir ve “şehirleşmek” anlamında yaygınca kullanılmaktadır. İngilizcedeki karşılığı ise; Latince kökenli civis yani yurttaş, kentli den türeyen civilization olup, medeniyet sözcüğünün tam karşılığını veremiyor ve bu sözcüğü tam tamına kuşatamıyor bence, gerçi dil uzmanı değilim boyumdan büyük kelam etmek istemiyorum ama yine de böyle.

Tarih boyunca da şehirler daima edebiyat, kültür ve sanatın merkezi olmuş olup, şehirler insanların ortak paydasını oluşturmuş ve insanlar canlı olmanın keyfine varabilmişlerdir bu sayede, bunun böyle olmaması durumunda şehirler birer canlı mezarlığı ya da binlerce robotun sadece kapitalizmin istediği ucuz iş gücünü karşılayabilmek adına çalışma kamplarına döneceklerdir. İnsanlar şehirlerde kaynaşırlar, iletişirler ve sonuçta daha rafine bir hayat ortaya çıkar, insanı insan yapan bu en temel özelliklerin gelişememesi, birlikte yaşama kültürünün dibe vurması demektir, dibe vuran “birlikte yaşam” kültürü ne yazık ki biyolojik anlamda milyonlarca canlı içinde yalnızlıktan kıvranan bireyler ortaya çıkarır.

Şehirler; mahalle, sokak, semt, havaalanı, okul, park, karakol, hastane vb. gibi yerlerin adları ile birlikte canlı görünürler, bir ruha sahip olurlar, daha sıcak olurlar, kulağa daha hoş gelen sözcüklerle yaşarlar, bu isimler şehrin tarihini ve estetik değerlerini gösterir, diğer taraftan bu hayatiyetin ve ruhun insan ömürleri ile sınırlı oluyor olması, ya da yeni seçilmiş belediye meclisleri ile son buluyor olması, şehirlerin medeniyetin beşiği olması ruhunu zedelemektedir.  Ayrıca; Sokaklara ruhsuz bir görüntü veren numara yerine kesinlikle isimler verilmeli ki sokaklar ve caddelerde birer ruh sahibi olsunlar ve verilen bu isimler sokak başlarına yerleştirilecek panolara yazılmalıdır, bu panolar sadece isimleri yazıyor da olmamalıdır ayrıca, bu kişiyi tanıtacak detaya haiz olmalı ve ne zaman, neden ve nasıl bu sokağa bu isim verildi gibi teferruatları da taşımalıdır.

Son dönemde; Canım Yurduma deli gömleği giydirmek suretiyle, 12 eylül faşizminin mimarları, içimizdeki Amerikan çocuklarının nadide örneklerinden olan, Kenan Evren önderliğindeki çeteninde isimleri okullardan, parklardan, caddelerden ve sokaklardan kaldırılıyor olması da bu kapsamda değerlendirilmeli ve behemehal bu işleme son verilmelidir ve Kenan Evren’in ve yol arkadaşlarının isimleri korunmalıdır ama yukarıda bahsettiğim üzere yerleştirilecek panolara Kenan Evren ve ekibinin Canım Yurduma ne kötülükler ettiğini tek tek yazıp, olası unutmalara karşın bir akıl defteri niyetine herkesin her an okuması ve asla kat’a unutmaması temin edilmelidir.

Kardeşim ihtiyaç mı oluştu Ülkemiz büyüklerinden kaybedilenlerin adını koymak gibi, her yıl yüzlerce yeni sokak ve parklar, karakol, okul, hastane vs vs tesis ve ihdas edilmektedir yapın oralarda istediğinizi ne diye uğraşırsınız milletin onlarca yıldır kullandığı isimleri, illaki bir şey mi değiştirmek istiyorsunuz gidin başka şeyleri değiştirin, ama bu işin yolunu maalesef şimdi unutturulmak istenen ya da halkımız tarafından unutulmak istenen ve birileri tarafından da ısrarla kafamıza çakıldığı biçimiyle demokrasi kahramanı Adnan Menderes açmış, durup dururken salt siyasi muhalifi Osman Bölükbaşı’nı cezalandırmak adına ama aslında onun nezdinde ona oy veren Kırşehirlileri cezalandırmak adına, Nevşehir’i il yapıp Kırşehir’i oraya bağlayıp ilçe yapmak suretiyle kendince cinlik yapıp, tıpkı bugün yaşananlar gibi, koca milletin zekâsıyla dalga geçmiştir. Al sana bir değiştirme furyası ile gelen değiştirme kültürü, kimi heykelin içine tükürür ve değiştirir, kimi yerleşmiş köşeli tarifi olan konuları değiştirir, yandı gitti gülüm keten helva…Unutmayalım ki her değiştirdiğimiz bir isim başka birilerini üzmekte hatta kinlendirmekte bile olabilir ve sonrası kan davası gibi gider, değiştir baba değiştir…

Benim bugün eski havasından, görüntüsünden ve estetik zenginliğinden çok uzaklarda olan ve şu anda yaşadığım sokak, ahir ömrümde; Sü El Maksud Efendioğlu Sokağı, Nazmi Keskin Sokağı, Şehit Teğmen Ali Rıza Sağırbay Cad., 1034 sokak vs. vs. gibi bir dolu isim ve numarayla anıldı, ama benim gönlümde hala kendisi ile ilgili kısıtlı bilgilere sahip olmama rağmen burayı yansıtan en güzel ve dolu görünen isim ise; Sü El Maksud Efendioğlu Sokağı dır. Artık bu değiştirme gayretkeşliğinden tüm ülke olarak vazgeçmeliyiz. Gittiler canım “Cumaovası”nı yaptılar “Menderes”, kardeşim hadi havaalanını yaptınız “Menderes Havaalanı” tamam, derdiniz nedir de ilçenin de adını değiştirdiniz.

Bu şekilde yapılan adres değişikliklerinin; Polise yapılan imdat çağrı ve ihbarları konusunda karışıkları, kısa sürede anlatılması gereken dertlerin uzun zamanda anlatılması, Ambulans çağrılması anında yaşanan telaşla verilen yanlış adresleri, telefon, elektrik, su faturaları vb. gibi daha yüzlerce yazışmanın adreslenmesini olumsuz etkilediğini yazmaya bile gerek yoktur herhalde.

Acaba bu sokak adlarını değiştirenler, ne demek istendiğini anlarlar mı?

Salt bu yüzden yaşadığım bir acı anımı da anlatayım bu vesileyle; 12 Eylülün sıkıntılarını direk yaşamış biri olarak, o zaman ki örfi yasalara göre 90 gün olmasına rağmen 104 günlük gözaltı dönemi bitti denildiği gün (kolayca anlaşılacağı üzere 5 li çetenin düşündükleri ve açıkladıkları yasa yerine geçiyordu o dönem); bu döneme aslında zulüm dönemi demek daha doğrudur ya, savcılığa sevk edilme öncesinde parmak izi alınması esnasında her şeyi bilmelerine rağmen belki laf olsun diye, belki de onlara da bir komünist olmamamıza rağmen komüniste dayak atma bahanesi gerektiğinden, adresimiz soruluyor, “Sü. El Maksud Efendioğlu Sokağı” dediğimde de, vay sen misin polis efendilere yanlış bilgi veren, eşek sudan gelene kadar dayak yine, meğerse sokak adları yine o tarihlerde Canım Yurdumun genelinde değiştirilip numarataja geçilmesi karar bağlanmış, nerden bileceksin ki, ama cennetten çıkma dayağı yedikten sonra, bu kabil hatalara düşmedik gayri, gerçi bundan sonra da soran da olmadı ya, neyse…

Şehirlere kimlik, can ve kişilik kazandıran şeyler, elektrik ve aydınlatma direkleri, kanalizasyon kapakları, kaldırımların taşı ve rengi, otobüs durakları, telefon kulübeleri, eğer bunlar sık sık değişirse kimlik ve kişilik değişimi yaşanır. Kent ve kentlilik kültürü nasıl oluşur elbette kentin kimlik ve kişiliği mezkûr ruhundan kaynaklanır. Hala ne demek istediğimizi anlamayan varsa, gider görür, Paris’i, Barcelona’yı, Londra’yı, Münih’i, Zürih’i, Amsterdam’ı, Moskova’yı, Budapeşte’yi, Prag’ı, Viyana’yı, vb…

Aidiyet Duygusu yaratabilmek ve “Benim Şehrim” diyebilmek için yalanlara ve kara propagandaya karşı uyanık duralım, diyeceğim ama biliyorum ki, çoğunluk uyumaktan yana…

Günümüzde birde muhtemelen büyük rantları dönüştürmek adına kentsel dönüşüm projeleri adıyla alıp başını giden ve takip edebilmekten uzak, Yerel ve Merkezi otoriteler tarafından kentsel dönüşüm hamleleriyle, şatafatlı ifade ile de “marka şehirler” yaratarak, yine kendilerince “ben ders almam ders veririm” ruh haliyle yarattıkları şehirleri kurtaracaklarını söylemiyorlar mı, gülmekten geberiyorum. Geleneksel ya da çağdaş şehircilik ve mimariden, yerli motiflerden uzak düşünülen bu dönüşüm gayretlerinin ağababaları, “kentsel dönüşüm” adı altında, Ankara, Yıldız ve Söğütözü’nde neleri dönüştürdüler, hep beraber biliyoruz…

Pazartesi, Mayıs 21, 2012

MÜTEAHHİT NİHAT ÖZDEMİR

“BU İŞİ EN İYİ MÜTEAHHİTLER BİLİR” başlıklı yazımda ne yazmıştım müteahhitler için; bu mesleğin “en mahir, en yetenekli, ellerinin-kollarının en uzun olduğu, en cesur, en korkusuz temsilcilerinin yine en iyi becerebildiği konu ise, insanı hayrete düşürecek ölçüde, devletin yetkili ve ilgili kurumlarının ihalelerini kimlerin kazanacaklarını, ağırlıklı olarak ihale gününden bir ya da birkaç gün önceden tespit edebilmeleridir. Bu uğurda gerekli olan her türlü; organizasyon, örgütlenme ve mobilize olma hak ve yetkisi kendilerinden menkul olup, düzenlenen seferberlik adına gerekli atış ve ateş gücüne bağlı olarak ta başarı liginde sıralanmaktadırlar.
İşin gerçekleştirilme aşamalarında da bu meslek erbaplarının yapabilecekleri sınırlı olmayıp, akıllara ziyan, şeytana pabucunu ters giydirecek uygulamalara sahne olur yine bu faaliyet alanı. Mesafe tutanakları mı dersiniz, yeni birim fiyat zabıtları mı dersiniz, özellikle yaratılan yıllara sarih işlerde oluşan fiyat farkları mı dersiniz, ne derseniz deyin ama mutlaka kadayıfın altı da üstü de kaymaklı hale getirilir.”

Fenerbahçe Yönetiminin 3 Temmuz 2012 den bu yana; bir istifa ettiğini açıklayan, bir görevinin başında olduğunu beyan eden, kah CAS davasının namusları olduğunu kah CAS taki davayı geri çekerek, bir taraftan fairplay deyip bir taraftan her türlü melanet çevirerek yaptığı manevralarla başta kendi tarafları olmak üzere ortalığı geren Müteahhit Nihat Özdemir; ne diyor ortalığın savaş meydanına döndüğü Fenerbahçe-Galatasaray maçından sonra; “Rakip takım futbolcuları, sahanın ortasında şampiyonluk sevinci yaşarken Fenerbahçe taraftarı, ’Bu taraftar sizinle gurur duyuyor’ diyerek takımımızı tribünlere çağırdı, alkışladı…
Sporcularımız ve hocamız rakip takımı tebrik ederken, hafta boyunca planlanan, maçtan önce, maç sırasında ve maç sonunda devam eden tüm bu barış, destek hissiyatının tam aksine belki çok ufak bir kıvılcım sonucunda ortaya çıkan hiç istemediğimiz, üzücü olaylarla karşı karşıya kaldık.”

Şimdi yaşanan olaylar tüm izleyenlerin gözü önünde oldu; bu yönetici çıksa dese ki, ne yazık ki istenmeyen ve kontrol edilemeyen olaylar yaşandı, bundan ötürü üzüntülüyüz, ancak orada olaylara karışan yaklaşık 500 kişi ya vardır ya yoktur, stada gelen yaklaşık 50.000 kişi içinde yaklaşık % 1 lik bir bölümü teşkil eden bu serseriler Fenerbahçe taraftarı olamaz ya da ne yazık ki aramızdan bu kadar serseri çıktı, bu oranda serseri her takım taraftarı arasından çıkabilir dese, belki konu asayiş dışında bu kadar alevlenmeyecek, büyümeyecekti. Ama ne yaptı, müteahhitlik geleneğinden gelen alışkanlığı ile bu müteahhit beyefendi, Galatasaray seyircimizi provoke etti, polis durup dururken seyircimize saldırdı, Galatasaraylı futbolcu Yekta Kurtuluş elindeki bayrağı sahamıza dikecekti vs. vs. gibi çokta anlamı olmayan bir dolu laf edip, bu sahada sadece kupa bizim tarafımızdan alınabilir gibi aptal sepet bir noktaya konuyu getirip, sahanın göle çevrilmesi, ışıkların kapatılması, soyunma odalarına girip Galatasaraylı futbolculara saldırma gibi yaşananları görmezden gelmemizi istedi. Futbol dünyamız; yok en önemli rakibi olduğu için Galatasaray Fenerbahçe sahasının 5-6 maç kapanmasını planlayarak bu olayları çıkardı demeye kadar getirilen bu heyezan durumuna artık, tıp ta çare bulamaz diyorum. Böylesi bir yaklaşım, davranış, değerlendirme, sonuçlandırma ve kabullenme içinde; ahlak ve etik, fairplay kuralları ve en önemlisi de Türkiye Futbol Federasyon’u kararları ayaklar altına alınmış, çiğnenmiş ne gam, kimin umurunda FENERBAHÇE CUMHURİYETİ ne bir şey gelmesin, yeter.

Ama dedik ya, müteahhitlik eyler iken edinip te kullandıkları, kafa-kol, ayarlama ya da yuvarlamalarla; “mezkur meslek erbaplarının en mahir, en yetenekli, ellerinin-kollarının en uzun olduğu, en cesur, en korkusuz temsilcilerinin yine en iyi becerebildiği konu ise, insanı hayrete düşürecek ölçüde, devletin yetkili ve ilgili kurumlarının ihalelerini kimlerin kazanacaklarını, ağırlıklı olarak ihale gününden bir ya da birkaç gün önceden tespit edebilmeleridir. Bu uğurda gerekli olan her türlü; organizasyon, örgütlenme ve mobilize olma hak ve yetkisi kendilerinden menkul olup, düzenlenen seferberlik adına gerekli atış ve ateş gücüne bağlı olarak ta başarı liginde sıralanmaktadırlar. Hele ihalesi yapılan bu taahhüt konusu işler sözleşme sonrası bir de avans bahşediyorsa kazananlarına siz seyreyleyin çümbüşü, bu uğurda elden, ayaktan, cüzdandan ve kabzadan hiçbir şey eksik edilmez, ama illaki de karar vericiler kutlamaların asıl oğlanıdırlar.” (yazımın 1. bölümü) gereği ve mucibince; konumuzun bu bölümünde de; Türkiye Futbol Federasyonu, Merkez Hakem komitesi, Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu, Tahkim kurulu ve de özellikle Medya üzerinde, müteahhitlikte edindikleri becerileri uygulayarak başarıya ulaşmaktadırlar; herhalde.

Konunun cılkını çıkarmak için elinden geleni yapan medya tutturmuş bir; “KADIKÖY atmosferinde bacağı titreyen bir futbolcular” masalı gidiyor, anlamak mümkün değil büyük bir çoğunluğu futbolcu eskisi, eğitimsiz oldukları bir kesinde ilaveten öğretimleri de “mahalle mektebi” düzeyini aşamamış ama adamları bir dinle abuk subuk mimiklerine ilaveten kasım kasım kasınarak; “fobi”, “korku” ile “büyük baskı altında insan davranışları” üzerine doktora yapmış adam edasıyla ve her biri sosyal psikolojinin üstad-ı keremi rollerinde, inanılmaz ve ne yazık ki katlanılmaz durum. (konunun öğretim ve eğitim tarafını tamamlamış ya da haddini bilen futbolcu eskilerini çok az olsalar da saygıyla tenzih ediyorum) Yahu Allahaşkına; Fenerbahçe’nin gecekondu stadına gelene kadar bu adamların nerede ise tamamı; Wembley, Elland Road, Maracana, Nou Camp, Santiago Bernabeu, Giuseppe Meazza, Roma olimpiyat Stadı, Stade de France gibi stadlarda oynamışlar ayakları titrememiş, Manchester United FC, FC Bayern Münich, Liverpool FC, Real Madrit, Milan FC, Roma FC, Paris Saint Germain FC, Barcelona FC, Atletico Madrit gibi dünya çapında takımlarda ya da onlara karşı futbol oynamışlar ayakları titrememiş ama gelmişler Fenerbahçe’ye karşı ayakları titremiş, “tuzlayayım da kokmayasınız”. Hani bu işkembeyi kübradan atışlarını evlerinde çoluk-çocuk otururken yapsalar kendi ailelerinden başkasına zarar vermeyecekler ama bunlar eğitim-öğretim seviyesi yeterince yüksek olmayan milletimize 7 gün 10 saat esası ve ulusal çapta yayın yapan yaklaşık 50 TV kanalında sınırsız ve fütursuzca hitap edince ortalık karışıyor, tüm hafta boyunca yani maçın ikincisine kadar sürmek kaydı ile tüm kahvehanelerde, ofislerde, fabrikalarda ve restoranlarda; “yandı gülüm keten helva”. Kaybolan işe mi yanarsın yoksa gereksiz sinirlenmeler neticesinde kırılan kalplere mi yanarsın, gereksiz kavga ve küfürleşmelere mi yanarsın, artık gel de karar ver.

Tabii hiçbir tarafın işine gelmiyor, Fenerbahçe’nim Ali menfaatlerine dokunulacak korku ve telaşı ile; hemen bu palavra devreye giriyor, kimse bunlara “buldunuz köpeksiz köyü geziyorsunuz değneksiz” diyemiyor, gazeteci iseniz gazeteden atılmanıza sebep olurlar, TV yorumcusu iseniz sizi de attırırlar, gerçi artık TV lerde yorum yapabilmek için Fenerbahçe akreditasyonunuz yoksa zaten size iş te yoktur ya, daha da dikseniz kimliği meçhul kişilerden kurşun da yiyebilirsiniz, yaratılan bu korku ortamında kimse diyemiyor tabii ki 03.04.1989 tarihinden itibaren, maalesef Fenerbahçe dışındaki maalesef başta Galatasaray olmak üzere tüm kulüplerinde inandığı ya da inanmak zorunda kaldığı, Türkiye futbolunu 25.07.1997 tarihine kadar yöneten, Fenerbahçeliliğinin kararttığı gözlerle yarattığı hakem taifesi ile yaklaşık 15 yıldır başta Galatasaray olmak üzere rakip olabilecek her takımın dize getirilişini hazırlayan Şenez Erzik’ten kimse bu yönüyle bahsetmiyor, yahu bu adamın bulup çıkardığı ve hakemlik eden bu kişileri incelemek kimsenin de işine gelmiyor. Ve ne yazık ki bu taraflı, memur zihniyetli, çabuk etki altında kalan taife hakem çocuğu hakem Oğuz Sarvan ile başlayan Ali Aydın gibi gözü kara yüzlerce kişiye ulaşmış ve Fenerbahçe’nin tüm rakiplerini sindirmiş, kimin umurunda, sonra çıkacaksın ortaya Galatasaray Fenerbahçe’yi 15 yıldır yenemiyor diyeceksin ve buna da bahane Galatasaraylı futbolcuların dizleri titriyor, yok bu saha da büyü var gibi sadece köşe başlarını tutmuş bu zevatın inandığı ve bizim de inanmamızı isteyeceksin, güldürmeyin bizi… “Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur” demişti ya propagandanın profesörü Faşist Goebbels ama bunlar bu durumu daha da geliştirip daha veciz hale getirerek "bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar” ordinaryüslüklerini ilan etmişlerdir. Şenez bey ile ilgili Fenerbahçe maçı öncesi başarılar dilemek için aradığı hakem konusunu daha sonra yazmak üzere ayrı tutuyorum.

Sonuçta; Müteahhitler Türkiye Futbolunun organize işlerini ayarlamaya uyarlamaya devam ediyorlar. Hayırlı olsun.

Salı, Mayıs 15, 2012

BU İŞİ EN İYİ MÜTEAHHİTLER BİLİR - Günün önemine binaen yeniden

Müteahhit için; taahhüt sözcüğünden türeyen ve "taahhüt eden kişi" anlamına gelen ve iş dünyasında "ben bu işi şu kadar paraya şu kadar sürede yapmayı taahhüt ediyorum" diyen yani kısaca zaman ve bedel taahhüdünde bulunan kurum ya da kişidir demektedir sözlükler.

Ancak; zaman zaman haklı ve doğru açıklamaları bulunsa dahi; halkın dilinde üçkağıtçı ve sürekli olarak çalan çırpan ve genel olarak ta en çok kazanan mesleklerin başında gelen bir meslektir. Bir dönem Karadenizliler ile özdeşleşmişse de; 1980 ve de özellikle de Turgut Özal’dan sonra Doğu ve Güneydoğuluların en fazla rağbet edip ve o ölçüde de başarılı oldukları bir iş koludur. Ayrıca erbapları tarafından “elin taşı ile elin kuşunu vurmak” ya da “derenin taşı ile derenin kuşunu vurmak” gibi veciz sözlerle tariflenir bu faaliyetler ve herkese uygun ve açık bir alan gibi görünse ve herhangi bir eğitim, bilgi, birikim, deneyim sürecinden geçmesine gerek duyulmayan özellikle bilek, atış ve ateş gücü yüksekliğine dayalı olduğundan mezkur bölgenin yetiştirdikleri alanın en meşhurlarıdır bu günlerde.

Bir kişiye ne işle iştigal ettiği sorulduğunda mühendisim diyorsa görmüş olduğu öğretimi hemen bilir ve anlarız. Berber, tamirci çırağı bile çıraklık eğitim merkezlerinde öğretim görerek, berber ve tamirci sıfatını ancak alabilirken, hemen hemen her meslek sahibi belli bir eğitim ve öğretimden, bu anlamda bir süreçten geçerek mesleğin sıfatını kazanır ancak müteahhitlik babadan oğula geçen bir meslek olup, müteahhitlik gibi belirli özelliği, eğitimi olmayıp yapılabilen başkaca meslekler de vardır, kolayca anlaşılacağı üzere ama yinede acemilik sürecinin iyi pişme ve eğitilme süreci olarak değerlendirilmesi kaydıyla. Genellikle insanların gözünde; iki gözü fer fecir edip gözleri yerinde durmayan, daha çok para nasıl kazanılırın yolunu arayan, bir keçi’den birden fazla deri çıkarmaya çalışan, ama sonuçta da bunu şartlar ne olursa olsun mutlaka başaran kişidir, dünyanın en eski mesleğinin dışında bir zamanlar karnesi de olup, tarihe ikinci karneli meslek erbabı olarak altın harflerle yazdırmıştır kendini, Müteahhit. Bu konuda kendilerine en büyük destek ve bir anlamda da ortak, maalesef öğretim ve eğitim görmüş, mürekkep yalamış Mimar, inşaat, makine, elektrik, elektronik ve harita Mühendisi, jeolog, içmimar gibi meslek erbapları olup, her türlü teknik ve yasal kılıf bulunarak ve hatta yaratılarak kendilerine bu konuda derin ve eşsiz olanaklar sunmaktadırlar.

Hülasa; kelimenin sonundaki iki harf durumun en anlamlı ve önemli safhası oluşturmaktadır; MüteahhİT.

Mezkur meslek erbaplarının en mahir, en yetenekli, ellerinin-kollarının en uzun olduğu, en cesur, en korkusuz temsilcilerinin yine en iyi becerebildiği konu ise, insanı hayrete düşürecek ölçüde, devletin yetkili ve ilgili kurumlarının ihalelerini kimlerin kazanacaklarını, ağırlıklı olarak ihale gününden bir ya da birkaç gün önceden tespit edebilmeleridir. Bu uğurda gerekli olan her türlü; organizasyon, örgütlenme ve mobilize olma hak ve yetkisi kendilerinden menkul olup, düzenlenen seferberlik adına gerekli atış ve ateş gücüne bağlı olarak ta başarı liginde sıralanmaktadırlar. Hele ihalesi yapılan bu taahhüt konusu işler sözleşme sonrası bir de avans bahşediyorsa kazananlarına siz seyreyleyin çümbüşü, bu uğurda elden, ayaktan, cüzdandan ve kabzadan hiçbir şey eksik edilmez, ama illaki de karar vericiler kutlamaların asıl oğlanıdırlar.

İşin gerçekleştirilme aşamalarında da bu meslek erbaplarının yapabilecekleri sınırlı olmayıp, akıllara ziyan, şeytana pabucunu ters giydirecek uygulamalara sahne olur yine bu faaliyet alanı. Mesafe tutanakları mı dersiniz, yeni birim fiyat zabıtları mı dersiniz, özellikle yaratılan yıllara sarih işlerde oluşan fiyat farkları mı dersiniz, ne derseniz deyin ama mutlaka kadayıfın altı da üstü de kaymaklı hale getirilir. Mezkur meslek erbaplarının, yukarıda sayılan mürekkep yalamış işbirlikçilerinden biri olarak; meslek hayatım boyunca duyduğum en önemli söz : “müteahhit yaptığı işten değil, yapmadığı işten para kazanır” olmuştur, vardır herhalde bir kıymet-i harbiyesi ya da hikmet-i harbiyesi. Hele bu meslek erbaplarının konut sektöründe faaliyet yürütenleri; imar kurallarına ve kanunlarına uygun hazırlanmış imar planlarını asla ve kata sevmezler, bu uygulamalara karşı çıkanlar olursa da gerekirse bizzat politikaya atılarak saf dışı ederler ve imar rantının nasıl yaratılacağını da uygulamalı olarak göstermekten geri durmazlar, Bina yapmayı pek iyi bilmezler ama ne gam ne keder… Buna itiraz edenlerinize her depremden sonra hasar gören binalardaki sayısal fazlalığı ve ölen vatandaşlarımızı örnek verebilirim, ayrıca 1999 yılı depremi sonrası oscar’ı son anda kaçırmışlardır maalesef. Çimentosuz betonarme icadı konusunda uzunca bir mesafe katettikleri ve pek yakında konu ile ilgili uygulamalara başlayacakları konusunda ciddi ciddi haberler yayılmaktadır. Kendilerine başarılar dileyelim.

Peki ben bu herkes tarafından çok iyi bir şekilde bilinen konuları neden mi yazdım.

Son 20 yılda kendi mesleki faaliyetlerindeki başarılarını (!!!) spor alanları ve klüplerine de taşımış olmaları idi benim asıl derdim ama giriş o kadar uzadı ki detayları bir başka yazının konusu olmayı gerçekten çok hak etti. Spor klüpleri konusundaki en önemli ve görkemli örneği Fenerbahçe teşkil etmekte olup, bildim bileli mezkur klübü müteahhitler yönetmektedirler. Peki acaba; ihaleleri gününden önce ve yeterli karlılıkta sonuçlandırabilme kabiliyeti ve meziyeti mi, yoksa bu faaliyetler sayesinde edindikleri diplomasi becerileri mi, mezkur meslek erbaplarının, gerek Futbol Federasyonu nezdinde ve bünyesinde bulunan “Merkez Hakem Komitesi” nezdinde bu çaplı başarılı olmaların doğurmaktadır? Ancak, ister öyle ister böyle Türkiye’nin güzide klübü Fenerbahçe bu konuyla da ilgili olarak, liderliğini sürdürmekte olup, gerekli övgüyü yeterince almakta ve her şeyin “en” ini oluşturmaktadır.

Cuma, Mayıs 11, 2012

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI: BÖLÜM 6 3 e 3

Soğuk savaşın saha uygulamasının 1. etabını uygulayan ama ne yaptıysa da bir türlü Zulüm İmparatorluğu ABD ye yaranamayan ve mezkûr imparatorluk tarafından askeri cunta marifetiyle iktidardan uzaklaştırılan DP iktidarından sonra, Canım Yurdumdaki 2. etabı yönetme görevi alan muhterem ve muhteşem zat, tarihe “iti ite kırdırma” politikası diye geçen, özgürlük ve adalet arayışları karşısında, ABD başkanı ile çektirdiği fotoğrafın kazandırdığı seçimin sarhoşluğuyla öncülünün başına gelenleri de aklının bir kenarında tutarak ama asla misyonuna aykırı düşmeyerek, devletin koruması altında palazlanan, destelenen ve hatta örgütlenen paramiliter güçlerin ortalığı kasıp kavurduğu karanlık sürecin baş mimarıdır. Siyasi çizgisinde hiçbir zaman bir değişiklik olmamasına rağmen, günün gerektirdiği popüler lafları etmekten geri kalmamış ve imtina etmemiş ama asla bu kapsamdaki herhangi bir sözünün arkasında da durmamış, sıkışınca da “dün dündür bugün ise bugün” gibi ucuz, hiçbir siyasetçiye yakışmayacak ve çok sıradan bir 3. dünya ülkesi TV lerinde gösterilen dizilerden fırlamış gibi duran sığ felsefe yapmış ancak asla kendisini ne pahasına olursa olsun desteklemiş ABD’ye sırt dön(e)memiştir, o kadar ki Irak işgalini gerçekleştiren ABD’ye işgal öncesi “büyük güçlerin geri vitesi yoktur” diyerek büyük destek vermiş, barışçı yollar arayanların çabalarını eleştirmiş ve boşa çıkması için her yolu denemiştir.

12 Mart 1971 Askeri faşist darbesi neticesinde, Başbakanlığa getirilen Nihat Erim’in kulağına fısıldanan talimatları yüksek sesle ve herkese ders olması bakımından, herkesin her an başına gelebileceğini hissettirdiği “balyoz harekâtı” canım yurdumun üstüne bir karabasan olarak çöküyor ve hedefi düşünen ve yurdunu seven insan olan sürek avı başlatılıyor, özgürlük ve bağımsızlık talebiyle yola çıkan herkese yönelik susturma ve kan kusturma layık görülüyor, bu çerçevede ülkemizin onurlu geleceği için mücadele eden yüzlerce insan kurşunlanıyor, işkencelerde yok ediliyor ama Canım Yurduma ders olması bakımından da, bakın ayağınızı denk almazsanız her zaman sizin de başınıza gelir kabilinden olmak üzere ilave bir ders verilmesi ABD Emperyalizminin ulvi çıkarları açısından da kaçınılmazdır. Kendileri için bir şey istememiş, sadece ve sadece ülkelerinin bağımsızlığını isteyen ve sömürüye karşı mücadele ettiklerini haykıran 3 fidanın idam sehpasına gönderilmesini, hem ders hem de 1960’ın intikamı çerçevesinde değerlendiren, içimizdeki Amerikalıların en meşhuru, muhteşem ve muhterem baba önderliğindeki “Türkiye Sağı”, bazı yalakaların yok şu katılmadı yok bu hayır oyu kullandı gibi kafa bulandırmaya yönelik söylemlerine rağmen blok halinde, büyük bir sevinçle evetlemişlerdir/onaylamışlardır. O günün meclis görüşmelerinin basına yansıyan fotoğraflarında; Canım Yudumun sömürgeleştirilme sürecindeki katmerleşmede hiçbir beis görmeyen hatta bunu nemaya dönüştürme mahareti gösteren bu zat, oyunu açıklama sırası kendisine geldiğinde, inanılmaz bir keyifle, müsamere çocuğu edasıyla büyük bir heyecanla ayağa fırlayıp, 2 elini de birden havaya kaldırarak, daha önce defalarca tekrarladığı “Üçe üç, bizden üç gitti, sizden de üç gidecek” edasıyla evet demiştir.

Tabii ki bu ülkede; sadece Süleyman Bey gibiler yoktu, TBMM ye yansımasa da önemli bir miktarda insan bu idamlara karşı olduklarını, yapılan tüm baskılara rağmen düzenlenen imza kampanyaları ile göstermişlerdir, ne yazık ki bütün bu çabalara rağmen, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan 6 Mayıs 1972 sabaha karşı, mevzuat ve yasalara uygun ama hukuka aykırı bir şekilde idam edilerek katledilmişlerdir. “Yaşasın tam bağımsız Türkiye, yaşasın halk, yaşasın işçiler, köylüler. Yaşasın halkların kardeşliği. Kahrolsun emperyalizm” diyerek, gözlerini kırpmadan idam sehpasına çıkan, bu yurtseverlerin geçen zaman içinde, bu hukuksuz idamları toplum vicdanında rahatsızlık uyandırmış ve dün büyük bir sevinçle idamlarına evet diyenlerin başındaki bu zat; “O devir içerisinde benim siyasi sorumluluğum yok. Benim gücüm yok. Çünkü benim elimden de hükümet alınmış. O gün ülkeye hâkim olan güç benim elimden de hükümeti almış” diyerek, ne kadar masum olduğunu göstermeye çalışmış ancak yine zekâmızla adeta alay ederek ve çok iyi bildiği balık hafızamıza da güvenerek; “Bu hadise devletin tasarrufudur, yani mahkemeden geçmiştir, Meclis tasdiklemiştir. İcra edilmiştir. Durup durduğu yerde de olmuş değildir. Onun içindir ki o tasarruf seçilmiş Meclisindir. Zaman içerisinde meclislerin birtakım kararları yadırganabilir. Ama karar meşrudur, meşruiyet tartışması yapılamaz. Bundan kötüleme tartışması çıkartamazsınız, o zaman devlet işlemez.” diyerekte fikri kıvırmanın üstadı azamı olduğunu kanıtlamıştır.

Oysa, bu takipçileri ve taraftarları tarafından bize çok önemli bir devlet adamıdır diye yutturulmaya çalışılan zat, bir taraftan “Askeri idareydi, biz ne yapabilirdik ki, hâkimler bu cezayı vermek zorundaydı, biz de onaylamak zorundaydık” diyerek toplum vicdanında aklanma beklentisi içinde, diğer taraftan da nasıl kinci ve intikamcı bir ruh hali içinde “Evet siyasi kararlar verdim, Deniz Gezmiş'leri astırdım” diyen mahkeme başkanı Ali Elverdi’yi kaptan köşkünde bulunduğu Adalet Partisinden milletvekili yaparak aslına rucü ettiğini, taraftar ve tarafgirlerine göstermiştir. Peki, yaşanan bu hukuksuz idam süreçlerinin hemen ertesinde böylesine duygusal kararlar alınmıştır deyip kendisini sürekli aklamaya çalışanlara; “mahkemede iyi davransalardı, idam edilmezler, cezaları müebbete çevrilirdi” diyen bir başka tescilliyi, Baki Tuğ’u 1990 larda kaptan köşküne geçtiği Doğru Yol Partisinden milletvekili yaparak konuya nasıl sahip çıktığını göstermiştir, tüm görebilenlere.

Günümüzde artık Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam kararlarının hukuki değil ama “siyasi” olduğu konusunda idam kararlarına imza atanlar bile dâhil olmak üzere hemen hemen herkes hemfikir durumdadır. Üç Fidan’ın avukatı Halit Çelenk de 12 Mart Faşist darbesinin askeri mahkemelerinde verilen kararının siyasi olduğunu ve hukuka aykırı olduğunu, “Bu karar asla hukuki değildi. Mahkeme de tarafsız değil, yanlıydı. Talimat ve intikam duygularıyla verilen bir karardı. Anayasayı savunan gençler, anayasayı değiştirmek suçundan asıldılar. Oysa sivil mahkemelerde en fazla 15 yıl ceza alırlardı” diyerek durumun vahametine hep vurgu yapmıştır.

Artık Dünya, cezalandırmalarda idam taleplerini, yaşama hakkına saygı ve telafisinin olmaması başta olmak üzere bir dolu nedenden ötürü, kamu gücünü elinde bulunduranların intikam hırsının yarattığı ve yol açtığı acılara son vermek adına, yasalarından çıkarmıştırlar ve çıkarmaktadırlar. Ancak ne yazık ki ülkemizde hala idam gibi çağdışı bir cezanın tekrar yasalarımızda yer almasını isteyen bir grup insan bulunmaktadır maalesef ve tüm bu yaşananların kendilerine ders oluşturamamış olması da kendilerini iflah olmazlar sınıfına sokmaktadır.  Ama ne yazık ki, tecavüzcülerin, dolandırıcıların, kravatlı banka soyguncularının, karşılıksız çek vererek insanların paralarını ya da emeklerini çalanların, kamuyu soyanların, her türlü mafiozi ilişkiler içindekilerin serbest dolaşabildiği, sanki paralı eğitim istemeleri gerekirken parasız ve eşit eğitim hakkı istiyorlarmış gibi gösterilerek hapislerde gençlerimiz çürüten ve muhalif siyasi görüş sahiplerini idam etme geleneğinden geliyoruz ya, her türlü kelamın bittiği noktadayız işte.

Pazartesi, Mayıs 07, 2012

ÇERNOBİL FACİASI VE TÜRKİYENİN ÇIKARDIĞI DERSLER

Geçtiğimiz hafta içerisinde 26 Nisan’da; geçen yüzyılımızın en büyük felaketlerinden biri kabul edilen ve şu ana kadar yaşanmış en büyük nükleer felaket olan; o dönem Sovyetler Birliği, bugün Ukrayna’nın sınırları içerisinde kalan ve başkent Kiev yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santralinin patlamasının 26. yılı nedeniyle bugüne ışık tutabilmesi, bugünkü muktedirlerin ders alabilmesine olanak tanımak adına tüm duyarlı kesimlerce konu gündeme tekrar getirilmiş ve getirilmeye de devam edilecektir.

Bilindiği üzere; 30 Nisan 1986 tarihinde; 1972 yılında, bir hayli de yeni inşa edilmiş sayılabilecek ve her biri 1.000 (MW) gücünde dört reaktörden birinde deney yapmak isterken güvenlik sistemlerinin devre dışı kalması ve art arda hatalar meydana gelmesi neticesinde; binlerce insan felaketin etkisiyle direk ölüyor, yüzbinlerce insan ise rakyoaktivitenin yarattığı felaket neticesinde başta troid kanseri olmak üzere çeşitli kanser vakalarında ölüyor, yaşanan ağır füzyonun etkisinin ise uzmanlar tarafından 2065 yılına kadar sürecek ölümleri tetikleyeceği söyleniyor. Aynı dönemde yaşanan bu felaketten; Canım Yurdumda, özellikle tükettiği besin maddelerinden ötürü binlerce insanın kanser hastalığına yakalanmasının yanında, takip edecek 50 ya da 60 yıl içerisinde milyonlarca insanın maruz kaldığı radyasyon neticesinde hayatını kaybetme riski taşıdığı bilim çevrelerince açıklanmış olmasına rağmen, bu ülkede ne yazık ki bir şekilde görev almış bazı alçaklar da halkımız ile adeta dalga geçmekteydi, Türk çayı içiyorum diye Hindistan’dan gelen çayı içerek.  

O günleri hala dün gibi hatırlıyorum, gençliğimin ve nükleer karşıtlığımın üst seviyede olması ve tam o yıl bir çocuk babası olmam nedeniyle de hiçbir şeyi kaçırmamaya özen göstererek her tartışmayı, görüşü, konuşmayı ve açıklamayı takip ediyordum. Soğuk savaşının kapitalist dünya tarafından kazanılmaya yüz tuttuğu bu acımasız ve her türlü yalanın mubah sayıldığı dönemde, kapitalist dünyanın düşmanı sosyalist Sovyetler Birliği hedef olduğundan bu felaketten de, geri teknoloji, gelişmemiş teknoloji ve sosyalizm sorumlu ilan edilmiş ve kapitalistlerin nükleeri aklanmıştı.

O dönem Sovyetler Birliği’nin teknolojisine atıf yaparak konuyu geçiştirmeye çalışanlar; 10 Mart 2011 tarihinde Japonya’nın Fukuşima nükleer felaketi karşısında da bu sefer depremi ve tsunamiyi bahane ederek durumu kurtarmaya çalışıyorlar ya, yuh bunların hepsine, başka diyecek söz yok. Hatırlanacağı üzere bu kaz kafalıların kıt zekâ nedeniyle öykündüğü, nedenini bilmem ama savunduğu, teknolojisini sürekli parlattığı, güvenlik önlemlerine çok güvendiği kapitalizmin parlak yıldızı ülke Japonya’da da yaşandı ya, artık teknolojiye çamur atmak olmazdı, güvenlik süreçleri ehven idi ve ayrıca dinen de caizdi. Bilindiği üzere Fukuşima Nükleer Santrali felaketi; 2011 yılında Tohoku’da meydana gelen deprem ve sonrası oluşan tsunami ardından, 11 Mart 2011 de başlayan ve halen devam eden, atmosfere radyoaktif madde salınması neticesinde ciddi ölümler, kansere yakalanmalar ve yakın süreçte kanser vakalarının artma riski yanında asla telafi edilemeyeceği çok açık olan çevre felaketine yol açılmış olundu. Bilim adamı kisvesi altında birtakım şarlatanların tüm teknolojik parlatma ve aklama çabalarına rağmen, bugüne kadar yaşanan bu en karmaşık nükleer kazanın önüne geçilememiş, kaza sonrası alınan önlemler yeterli olamamış hülasa felaket sonrası süreç doğru yönetilememiş, o kadar ki kapitalizmin parlak ülkesi Japonya Başbakanı bile koparılan vaveylanın etkisiyle uzunca bir süre durumun ayardına varamamıştır. Ancak her şeye rağmen Japonya Başbakanı için; felaketin doğru yöneltilememiş olması ve yanıltılmış olmasının geç farkına varmış olması karşısında her namuslu politikacının yapması gereken şey kaçınılmaz hale gelmiş ve behemehâl istifasını vermiş, Nükleer enerjinin kendisine ve kamuoyuna sunulduğu gibi olmadığını anlayınca da nükleer karşıtı görüşü desteklemeye ve hatta ciddi anti-nükleer eylemcisi haline dönüştüğü büyük bir cesaretle açıklamıştır.

Peki; yaşanan Çernobil felaketinden sonra gerçek radyasyon ölçüm sonuçlarını kamuoyuna açıklamayan, tam tersine kamuoyunu yanıltmak amacıyla farklı sonuçları ölçüm değerleri gibi açıklama talihsizliği hatta ihaneti yaşanmış canım yurdumda durum yetkili ve sorumlular açısından balık hafızamıza sığınarak nasıl savuşturulduğu dün gibi hatırlanmaktadır. Sakın yanlış anlaşılmasın bu sadece ufku dar, palavrası geniş, ahlaki erozyonu sonsuz, çapsız ve kemiksiz politikacıların bol olduğu ülkemize has bir davranıştır demiyoruz, diyemeyiz, bakmayın kendi ülke dinamiklerinin farklılığından ötürü farkıymış gibi açıklamalar yaptıklarına bu sadece biçim farkıdır ancak özünde aynı biçimde davranan pek çok kapitalist ülke bulunmaktadır, hele bir de bunu halkı paniğe sürüklememek adına yaptıklarını açıklamıyorlar mı, lanet olsun bu gibilere.

Çernobil Nükleer felaketi ile özdeşleşen, Turgut Özal’ın Anavatan Partisi hükümetinde Sanayi Bakanı Cahit Aral’ın TV lerde boy göstererek çay içmesi olmuştur hatırlanacağı üzere, Bakan, radyasyonun ülkemiz topraklarını etkilemediğini savunarak tarihe kara bir leke gibi düşen şu konuşmayı yapmıştır; “Bu Karadeniz'de değil bir, 17 tane Çernobil'i eritseniz, ancak radyasyon burada etkili olabilir. İnsan vücudu radyasyonsuz yaşayamaz. Bunun azı faydalı, çoğu zararlıdır. Bir de çaydaki radyasyonun suya geçmemesi Allah'ın bir vergisi. Çok düşük oranda geçiyor”.

Diğer taraftan, tek yanlı propagandaya dayalı yalan bilgilendirme ve kandırmacalar neticesinde yaratılan “nükleer enerji ucuz ve temiz enerji kaynağıdır” yalanı var ya, bu kadar çok insanın da buna inanıyor olması beni kahretmektedir. Açar bakarsınız teklif edilen ve kabul edilmiş Akkuyu nükleer santrali çıkışlı enerjinin birim fiyatına ve aynı zamanda nelerin bu fiyata dâhil olduğuna ilkokul aritmetiği ile bir göz atarsınız, her şey anlaşılır, ama nerde öyle yurttaş… Özellikle güvenlik konusundaki muafiyetler ve kapsam dışı unsurlar birer dehşet unsuru gibi bulunmakta, ama ne gam, hadi anlıyorum güvenlik necip Türk milleti için önemli değil, Türk milletine radyasyon işlemez vs. vs. nükleer atıkların çözümü hala herhangi bir dünya ülkesinde bulunamamış iken, bugünümüzü çok belirgin olmamakla birlikte geleceğimizi ve bizden sonraki nesilleri önemli ölçüde tehdit ederken, bugünümüzü tüketmiş ve geleceğimizi ipotek altına almaya kimin hakkı olabilir.

Ve Canım Yurdumun çıkardığı dersleri yaklaşık 35 yıldır bizi yönetenlerin ağzından verelim ki; ne kadar önemli dersler çıkardığımızı 7 den 77 ye herkes anlasın.

Kenan Evren: Radyasyon kemiklere faydalıdır. %92
Turgut Özal: Radyoaktif çay daha lezzetlidir %42
Cahit Aral: biraz radyasyon iyidir % 42
Tayyip Erdoğan: mutfak tüpü de nükleer kadar tehlikelidir %53

Pazartesi, Nisan 30, 2012

HAVANA’DA 1 MAYIS KIRMIZISI



2010 yılında Jose Marti Küba Dostluk Derneği’nin düzenlediği Küba gezisi çerçevesinde katıldığım “Uluslararası Che Çalışma Tugayları” programı dâhilinde, uzun yıllardan beri katılma hayalini kurduğum mübarek 1 Mayıs işçi ve uluslararası dayanışma bayramını Havana’yı kırmızıya gark eden inanılmaz bir şölen ile kutladık.  Hem ne kutlama, Küba'nın başkenti Havana'daki Jose Marti Devrim Meydanı'ndaki törenlere tüm ülkelerden başta sendikacılar olmak üzere yüzbinlerce insan katılırken Kübalılarında Bayraklar ve pankartlarla mitinge çok yoğun katılımı ile yaklaşık 1.600.000 insan büyük bir coşkuyla Havana’nın kırmızı rengine yeni bir zirve yaptırmıştır. Peki, sadece kırmızı mı zirve yapıyor tabii ki hayır bir başka zirve de Che afişlerinde yaşanıyor. Biz de kendimizi çok da özel hissettiğimiz tribünde; Honduras, El Salvador, Şili, Peru, Nikaragua, Venezüella, Arjantin, Brezilya, Nijerya, İngiltere, Kanada, Avustralya, Rusya, Tacikistan, Yunanistan, Paraguay, Meksika, İrlanda, Fransa gibi ülkelerden katılan ve kampdaşlarımız olan sevdalılarla birlikte kimimizde kırmızı kimimizde mavi olan dağıtılmış üstünde yaşasın 1 Mayıs yazan fanilalarımızla, kimimizde gözyaşları kimimizde de büyük bir sevinç ama hepimizde büyük bir gurur; önümüzden kilometreler halinde ve yine öğrendiğimiz kadarıyla 34 ülkeden ve 159 organizasyon ve dayanışma hareketinin temsilcileri akıyor, hem de nasıl akmak bir renk ahengi ve cümbüşü… Ah birde; zulme ve emperyalizme karşı ezilen halkların direnişinin bayrağı ve devrimin efsanevi lideri Fidel Castro orada olsaydı ve “Hasta la Victoria siempre” ve “patrio o muerte” diyerek şiirsel İspanyolcayla o müthiş konuşma üslubu ile bizlere seslenseydi. Açıkçası bende çok istememe rağmen gidemediğim bu mübarek törenlere katılır iken umuyordum, bekliyordum, çok istiyordum katılmasını ama mümkün olmadığı yönünde de haberler duyuyorduk ama umut fakirin ekmeği işte... 1 Mayıs işçi ve uluslar arası dayanışma bayramı mitingine katılmak için güneş doğmadan yollara dökülen Küba halkının heyecanını ve kıpır kıpır oluşunu güneş doğmadan yollara düştüğümüz için çok yakından izledik, yine Küba halkının yabancı delegelerle omuz omuza coşkulu, ahenkli ve renkli kortejler oluşturarak Devrim Meydanı'na ilerleyerek geçiş yapmaları ise görülmeye değer bir olay idi.

Diğer taraftan bu geçit törenindeki benim için en büyük sürpriz ise; bol miktarda Türk bayrağı ile canım yurdumun burada da temsil edilmesi olmuştur. Duyduğum kadarıyla; isimleri zikredilince Beşiktaşlı olmamama rağmen kendilerinin hayranı olduğumu gizleyemediğim Beşiktaş spor Kulübü taraftar grubu “Çarşı” da yerini almış ama ben göremedim bu açıdan da üzüldüm diyebilirim.

Kırmızı; bana göre Devrimin özgün ve tılsımlı rengi olmalı ve böyle de tescil edilmelidir. Edilmelidir; çünkü benim hayatımda sürekli olarak kırmızı beni yansıtan temsil eden en iyi renk olmuştur diyebilirim, tamda bu yüzden siyasal hayatımda olduğu gibi sporda, futbolda bile tercihlerimde etkili hatta yönlendirici olmuştur. Zaten kırmızı yanlışa isyan ve yanlışı kabullenmeme ifadesi yanında aynı zamanda tutkulu aşk ifadesi, canlılık, dinamizm, ataklık, sonuna kadar gitme vs. gibi olarakta genel kabul görmüştür. Bunun sadece benim için değil herkes için böyle olduğunu zannediyorum. Yukarıda bahsettiğim üzere ülkemin bayraklarını da görmüş olmam belki bu yüzden beni sevindirmiştir. Eee ne diyelim kırmızı olsun işte.

Kapitalist dünyada devletler kutlamaların önüne geçilmesi ya da engellenemiyorsa da sönük geçmesi için bu da olmuyorsa kamuoyunu fazlaca meşgul etmemesi ve medyada fazlaca yer almaması için ellerinden geleni yaparlarken ve de en önemlisi geçen yıllara kadar bizim ülkemizde “iç harb önlemleri” ile geçiştirilirken Küba’da ise en önemli fark olarak devletin “1 Mayıs işçi ve Uluslar arası dayanışma bayramının” kutlanabilmesi için her türlü ehven ortamı yaratmasıdır. Diğer taraftan ise ülkem hala, aradan geçen 35 yıla ve değişen onlarca değişik parti hükümetlerine karşın 1 Mayıs 1977 katliamının düzenleyicilerinin ve tetikçilerinin açığa çıkarılamaması daha da önemlisi bu uğurda hiçbirisinin en ufak bir çaba göstermemesinin utancını yaşamaya devam etmektedir.


Pazartesi, Nisan 23, 2012

BAĞLARARASI ARKEOLOJİK ALANI ve SİT ALANI UYGULAMALARI

Çeşme Bağarası (Bağlararası) arkeolojik kazı alanı; Çeşme limanının dün 50 mt. bugün 100 mt. uzağında yer almakta ve denizle başlayan Çeşme ovasının tam merkezini oluşturmaktadır. Denize dik, ovanın tam merkezinden geçen ve etrafından kendisine onlarca karışan derelerin oluşturduğu hemen hemen 12 ay içinden su akan bir dere vardı, bu dere bugün otoyoldan Çeşme’ye girişteki yolun refüjünü oluşturan alanda ıslah edilmiş hali ile bulunmakta, ancak artık içinde sadece güçlü yağmurlar döneminde suyu bulunan hale gelmiştir. Bu dere etrafında yer alan ve gençliğimizde tamamen narenciye tarımına ayrılmış arazilerde yer alan evlerden oluşan bir yerleşim alanıydı, bugün ise birkaç kişinin direnmesine bağlı olarak birkaç bahçe tam eskisi gibi olmasa da korunabilmektedir. Ne yazık ki; bu mezkûr derenin binlerce yıldan beri taşıdığı alüvyonlar sayesinde oluşmuş verimli tarım arazisi bugün artık imar uygulamalarına tabi tutularak konut alanına açılmış bulunmaktadır.

Ege denizinin mezkûr ovaya bir bıçak gibi saplı limanı ise etrafındaki yüksek tepeler nedeniylede tarihin bilinen en eski devirlerinden beri fırtınalarda gemilerin sığınmaları için ehven bir alan oluşturmuştur. 2000 li yılların başında Bağarasında (Bağlararası) konumuzu oluşturacak arsa üzerinde mahalle ve çocukluk arkadaşlarımızdan Tümer Tütüncüoğlu nihayet artık benim de bir evim olacak sevinciyle planladığı konut inşaatı için temel kazılarını yaptırmaya başlayınca bazı duvar ve arkeolojik buluntuları bulunuyor, hemen haber verilen Çeşme Müze Müdürlüğü yetkilileri kazı çalışmalarını durduruyor ve duvar kalıntılarının ve arkeolojik buluntuların Tunç çağına ait olduğu anlaşılıyor, İzmir Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından mezkûr arsa ile etrafındakiler SİT alanı ilan ediliyor ve inşaat yasağı konuluyor.

Kocaman kocaman uzmanların konu ile ilgilenmeleri, Devletin ilgili birimlerinin bütçe tahsis ederek kazıları ve koruma uygulamalarını gerçekleştirmeleri ilk zaman ben dâhil tüm görenlerin takdirini kazanıyor ancak geçen zaman içinde klasik “Türk gibi başla ama İngiliz gibi bitir” atasözündeki önerme gerçekleşiyor, yasak bölge ve ona gerekçe oluşturan ilk etap kazı gerçekleşiyor, arsaların etrafına dikenli teller çekilerek çevriliyor, şimdilerde görünen o ki, konu hatta bu alan unutuluyor.

Çeşme’nin şimdilerde prestijli konut alanı durumundaki Bağarasında (Bağlararası) bir evim olacak hayalini kuran ancak malum nedenlerle gerçekleştiremeyen, çocukluk ve mahalle arkadaşımız Tümer Tütüncüoğlu uzunca bir süre burayı ilgili bakanlığa devretmek ya da başka bir arsa ile değiştirmek gibi girişimlerde bulunuyor ancak sonuç yok, ne yazık ki hayalini gerçekleştiremeden aramızdan ayrılıyor Tümer, şimdilerde yıldızlardan bakarak hala bir gelişme olmadığı için de orada da rahat olamıyordur. Bu ve benzer binlerce hazin öykü vardır canım yurdumda biliyorum, bir kısmı asla sonuçlanmayan davalarını takip ederken mahkeme koridorlarında, bir kısmı mevzuat efendilere derdini anlatmaya çalışırken ilgili kurumların koridorlarında ömür tüketiyorlardır, ama yok ise yüksek siyasi iltimas, madeni haz ne yazık ki tüm maçlar beraberlik umudu bile olmaksızın sonuçlanmaktadır.

Neden bu ülkede benzer durumlarda ki benim de katıldığım hızlı ve doğru şekilde davranan mevzuat efendiler, her şeye para bulan deve dişi gibi kocaman yetkililer, bulunan ya da ilan edilen doğal SİT, Arkeolojik SİT vs. gibi alanlardaki özel mülkiyet hakkı konusunda duyarsız olurlar, sorunu aslında yurttaşın sorununu, çözümü duyuna havale ederek çözmezler, anlamak kesinlikle mümkün değildir. Deve dişi gibi yetkililer; siyasi otoritenin çıkardığı yasalara rağmen ki bu yasalar trampa, kamulaştırma gibi çözümleri öngörür ama bir türlü sonuç alınmaz, ya müracaatınız kabul edilmez, müracaatınız kabul edilir talebiniz bir yerde dondurulur, talebiniz dondurulmasa sonuçlandırılsa bile, kamulaştırma için ödenek bulunamadı ya da ödenek beklenmekte, trampa için uygun arsa bulunamadı ama aranmaya devam edilmektedir hatta sizin bildiğiniz yerler varsa bize bildirin gibi trajikomik bir dolu hendek oluşturulur, atlat atlatabilirsen deveye durumu anlayacağınız. Ayrıca bir de “daha da ucubesi” olabilir fonundan bugün SİT yarın SİT değil kabilinden nabza göre şerbetli bilimsel ölçüler de vardır, siyasi rüzgârlara sizin rüzgârlara karşı nasıl durduğunuza, rüzgârın sizi ne kadar eğdiğine, rüzgârın arkanızdan mı, önünüzden mi estiğine bağlı, rüzgârı sevip sevmediğinize, rüzgârda ne kadar uzağı görebildiğinize bağlı durumlar vardır ki bunlar SİT ilan edilmiş arsanın/arazinin gerçek durumuna hiç bağlı değildir. Hatta teorik olarak mevzuat; kamunun ihale yöntemiyle satışa sunduğu arazilerin satım sürecinde para gibi kullanılabilecek, ihalelerde teminat olarak kullanılabilecek “sertifika” gibi bir enstrüman icat etmiş ama kimin umuruna, maksat sorun çözülmesin de ne olursa olsun. Tamam, anladık canım yurdumun toprağından tarih fışkırıyor ve bunlara sahip çıkılmalı, yok sayılmamalı, etrafı çevrilerek koruma altına alınmalı, evet aynen katılıyorum bu sahiplenmeye hatta çokta doğru buluyorum ancak buluntuların sizin amacınıza uygun ise tarih, değil ise taş parçası gibi nitelenmesine de bilimsel bir ölçü bulunmalı ve bu kararların destekleyicisi çıkar odaklarının taleplerine prim verilmemelidir. Yani kolayca anlaşılacağı üzere; Arkeolojik SİT alanlarına inşaat yapılabilen insanlarımız ile hiçbir endemik değeri olmayan ve yalnızca kültür bitkisi yetiştiriliyor olmasına rağmen arazilerinin doğal SİT alanı yapılmış insanlarımızın birbirlerin durumunu nasıl algıladıklarını uzun uzun anlatmamıza gerek yok, “zengin arabayı dağdan aşırır fakir ise düz ovada yolunu şaşırır” hikâyesi, tabii ki bu film çok tutulunca sınırsız sayıda devamı çekilmektedir.

Ne diyelim;

Devlet-i Osmanî ahalide terfi-i temayüz ilim irfan ile olmaz,
TERFİ ya olacak kuvvetli iltimas,
ya olacak madeni haz,
ya da olacak ten ile temas...