12 eylül etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
12 eylül etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Kasım 09, 2011

OLMAZSA YENİDEN DENE

Bir kitap “Olmazsa yeniden dene”, yazar Erdal Aykaç. Yazar yaşadıklarından yola çıkarak yazmış bu kitabı.

Canım Yurdumun sancılı 1970 li yıllarında; yeşil kuşak projesi uyarınca ABD emperyalizminin ulvi çıkarları doğrultusunda ve yerli “iti ite kırdırma politikası” uyarınca, Canım Yurdumu ABD li ajanlar ve yerli ortakları içimizdeki Amerikalılar vasıtasıyla kan gölüne çevirme çalışmaları yoğun bir şeklide sürdürülmüştür. Nihayet maksat hâsıl olmuş, enternasyonal düzeyde ABD emperyalizminin ve yerelde de ekonomik çıkmazların ara çözümü gibi görünen 24 Ocak kararlarının uygulanması için ehven ortam ihtiyacına binaen, NATO’nun gizli ordu komutanlarından da olduğu bilinen Kenan Evren önderliğinde Askeri Darbe yapılıp açık faşizm uygulamasına geçilmiştir. Şeytanın bile aklına gelmeyecek provokasyonlarla darbe ortamı hazırlanmış, planlar yapılmış ve darbe sonrasında da provokasyonlara devam edilerek, yaklaşık 2.000.000 kişi gözaltına alınmış ve işkenceden geçirilmiş, yaklaşık 10.000 kişinin idamı istenmiş, 52 kişi idam edilmiş, buradan da anlaşılacağı üzere faşist darbe toplumun üzerine bir karabasan gibi çökmüş ve silindir gibi de ezmiş geçmiştir.

Aslında kitap; henüz 20 li yaşlarında Devrimci bir Adana gencinin 1980 ve 1988 yıllarında birincisi Adana Cezaevi'nden, ikincisi Kırşehir Cezaevi'nden kaçışının eksen oluşturduğu bir yaşam öyküsüdür ama kitapta öyle kesitler vardır ki insan olanın kanını dondurur açıkçası.  Ama ben bu kaçışlarla ilgili kelam edecek durumda değilim ayrıca edilecek kelamın günümüze ışık tutmayacağı da çok açıktır. Çünkü her mapusun kaçma gibi hülyaları ve macera yaşama istekleri vardır, hele ki salt siyasi düşünce ve görüşlerinden ötürü haksız yere 100 lerce yıllık cezalarla karşı karşıya ise ve hatta kellesini kaybetme riski taşıyorsa neden kaçmasın ki. Orada kocaman kocaman yargıçlar vardır ve adaletçilik oynuyorlar, oynuyorlar diyorum çünkü benzer o kadar fazla öykü okudum ve dinledim ki, artık bana bunlar “vukuatı adiyeden” görünmektedir. Aslında bu yargılama süreç ve aygıtları daha darbe öncesi planlanmış ve şimdi uygun zaman gelince de icra edilmeye başlamıştır. Kitapta yer almayan ama tarihe büyük acılar olarak kayıt edilmiş; işkence tespit talepleri, işkencecilerin yargılanması talebi, doktor ve tedavi talepleri, adil yargılama talepleri, savunma için yeterli zaman ve uygun koşulların yaratılması talepleri karşısında hiçbir şey yapmayan, tüm insanlık dışı muameleleri görmezden gelerek, adeta onaylayan mahkemelere tanık olunmuştur. “Asmayalım da besleyelim mi” derin felsefesini, amirlerinden aldığı ilim, irfan ve feyz ile uygulayan, insanlık duygularından tamamen sıyrılmış, aklını ve ruhunu ne yazık ki kullanmaktan azade durumdaki insan yığınları arasında; bazen de, çaresizliklerini itiraf ederek,   devrimcilerin onurlu yaşam ve siyasal kimlik mücadelelerine içten içten en azından şekli olarak ta olsa saygı duyan hâkimlere de rastlanmış, bu kitapta aktarılanlara göre…

Evet; 12 Eylül mahkemeleri; emir ile karar verir, emir ile kararı uygulardı, Mahkemelerde hukuk sadece emirdi, uygulama yukarıdan gelen emirlere dayalı kararlarla hukuki şeklini alırdı, yukarıdan beslemeyelim denirdi, hukuk katli vacip kanı helaldir derdi, yukarıdan gelen emirlere dayalı nice kalem kırdılar, bu hukuk uygulayıcıları. Sonuçta; suç yokken, suç yaratan, suçlu yaratan 12 Eylül mahkemeleri ve bu mahkemelerin hakimleri, en büyük suçu işleyenlerden emir alarak ve emri yerine getirerek devam etti. Aslında hukuk adına tüm bu yaşananlar o kadar normaldi ki; 12 Eylül faşist darbesi ve NATO’nun gizli ordularının komutanı olduğu bilinen liderine yemeden içmeden apar topar aldıkları karar ile “Hukuk doktoru” ve bununla yetinmeyerek sonra da “hukuk profesörü” ünvanı veren hocaların rahle-i tedrisatından geçen öğrencileri de 12 Eylül mahkemelerinde hocalarına yakışır vaziyet almaktaydılar. İşte tüm mesele buydu…

İşte kitaptan 2 ayrı enteresan bölüm;

“10 Kasım 1981 günü karar duruşmasına başlanıyor. Her zaman olduğu gibi avukatlarımız, ailelerimiz, tutuksuz sanıklar ve savcı duruşma salonunda. Bu arada mahkeme heyeti de içeriye giriyor. Duruşma yargıcı Kıdemli Hâkim Yarbay Ayhan Ulusoy kararın okunmasına başlamak için herkesin ayağa kalkmasını istiyor. Herkes ayağa kalkıyor ancak mahkeme savcısı Mahmut Çalışkan oturuyor. Duruşma hâkimi savcıya dönüyor ve ayağa kalkmasını söylüyor. Savcı yerinden kıpırdamıyor. Duruşma yargıcı istemini tekrarlıyor. Savcı hala yerinde oturuyor. Bu kez duruşma yargıcı Ceza Muhakemeleri Usul Yasasını okuyor. Kararın okunması sırasında tarafların kararı ayakta dinlemeleri gerektiğini, savcının da taraf olduğunu, mahkemenin yüce Türk milleti adına bağımsız olarak karar verdiğini söylüyor. Savcı, yine de ayağa kalkmıyor ve “bildiğinizi yapın, kalkmayacağım” diyor. Duruşma yargıcı mahkemeye ara verildiğini açıklıyor. Hâkimler ve savcı duruşma salonunu terk ediyorlar. İlk kez duruşmamız henüz başlamadan ara verilmiş oluyor.

Yaklaşık yarım saatlik aradan sonra savcı ve mahkeme heyeti salona giriyorlar. Hepsinin yüzleri kıpkırmızı. Anlaşılan Sıkıyönetim komutanı tarafından tokatlanmış ya da tokatlanmaktan beter edilmişler. (shf. 98)

Bu arada Gaziantep Devrimci Yol davasına da katılmaya başlıyorum. (shf. 106) Ayda bir ya da bir buçuk ayda bir duruşmalar yapılıyor. Yine bu duruşmaların birine getiriliyorum. Duruşma salonlarının bulunduğu üst katlarda bulunan koridordaki bankta oturuyorum. (shf. 107)

O sırada bana idam cezası veren mahkemeye başkanlık eden Albay Ahmet Arısüt’ü görüyorum. Bir duruşmadan çıkmış odasına doğru yürüyor. Bankta oturduğumu fark ediyor. Yanıma gelip selam veriyor. Sonra yanıma oturuyor. Hal hatır soruyor. İyi olduğumu başka bir mahkeme nedeniyle orada bulunduğumu anlatıyorum. Ceza aldığım davanın hangi aşamada olduğunu soruyor. Dava dosyasının Askeri Yargıtay’da bulunduğumu henüz duruşma tarihinin belirlemediğini söylüyorum.
- “Kafanı yorma aldığın ceza bozulur” diyor.
- “Madem öyle peki siz neden idam verdiniz” diyorum.
Elini omzuma koyuyor, samimi bir tavırla
-         “Erdal sanki sen bilmiyormusun, elimize listeyi tutuşturdular. Biz de isteneni yaptık” diyor. (shf. 107)”

Peki; Canım yurdum tüm bu yaşananlardan ders çıkardı mı diye soracak olursanız? Nerdeeeee. Baksanıza son birkaç yılda hukuk alanında yapılanlara…


Pazar, Eylül 11, 2011

12 Eylül 1980 TOPLUMUN GELECEĞİNİN İPOTEK ALTINA ALINMASIDIR

Zulüm İmparatorluğu Amerika Birleşik Devletleri; genelde Dünyaya özelde de Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Orta Asya’ya yönelik politikaları çerçevesinde oluşturduğu “yeşil kuşak” projesi çerçevesinde kuşağın coğrafyasına denk gelen ülkelerinden Türkiye’de 12.Eylül 1980 de; “içimizdeki Amerikan çocukları” ve tarihe eli kanlı 5’li çete olarak geçtiği söylenen ve tüm dünyada destekçileri hariç nefretle kınandığı söylenen faşist cunta tarafından bir darbe gerçekleştirilmiş ve Amerikan çıkarlarına hizmet etmede kusur yapmayacağı taahhüdünü yenileyen islamist politikaların ve politikacıların önü açılmıştır. Kemalizm’den başlayarak solun tüm renklerine kadar geniş bir yelpazede, inanılmaz bir intikam saldırısı olarak bilinen ve bugün ülkemizde yaşanan tüm sorunların temelini oluşturan bu faşist darbe, bugün temsilcileri konumundaki iktidar sahiplerine dikensiz gül bahçesi bırakan bu cunta ve başındaki faşistler bu ülkenin insanları tarafından asla ve kata unutulmamalıdır, unutulmamalıdır ki, ülkemizin son yüzyılda yaşadığı bu en büyük siyasi ahlaksızlık ve travma iyice anlaşılabilsin ve anlatılabilsin. Yarattıkları tenkil, tedhiş ve tedip ortamı ile emperyalist talan, soygun ve yağmaya daha uygun ortam hazırlayan “içimizdeki ABD’nin çocuklarından”, darbecilerinden, kontrgerillacılarından, gladiocularından hesap sorulmalıdır ve bugünkü ardılları olanlara da gerekli cevap verilmelidir.

12 Eylül sadece ve basit bir darbe değildir öyle; bakmayın talepkarları ve takipkarlarının bize anlattıkları büyüklere masallar kabilinden hikâyelere, geleceğin (şimdiki zamanın) planlanması adına o gün ne büyük dalaverelerin, katakullilerin, üçkağıtların ve namussuzlukların göz önünde bulundurulduğu, o gün bu büyük oyunun kartlarını karanların kim olduğu, bugünlerde yavaş yavaş belgeleriyle birlikte ortalığa saçılmaktadır, gerçi o günün devrimcileri bunları çok anlattı ve yazdı ama dönemin görevlileri bu açıklamaların ve analizlerin doğru olamayacağını büyük pişkinliklerle karşıladılar, devletin ve uluslararası ihtida ettikleri makam ve mahfillerin resmi ve gayrıresmi gücü ile de; siyasetteki, ekonomideki, askeriyedeki ve toplumdaki örgütlenme saflarını da sıklaştırarak, özelde canım yurdumu genelde de Ortadoğu’yu yüzyıllarca sürebilecek bir kaosun içine sürüklediler. Bu değerlendirme ve yaklaşıma birileri dalga geçerek bakıyordur ya, hadi çözün bakalım çözebilirseniz şimdi; Alevi-Sünni temelli mezhep çatışmalarını, Türk-Kürt temelli kırışmayı, boğazlamayı, Ortadoğu’daki savaşları da görelim sizleri…
 
“İti ite kırdırma” ile alevlenen ve “Bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz” ile de zirve yapan bu siyasi yaklaşımın “sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir” saptamasının bir sonucu olarak toplumun önüne dayatılmış ve büyük boğazlamaya zemin hazırlanmıştır ve bu zeminde de başta CIA olmak üzere uluslararası karanlık güçler ile de yerli temsilcileri ve uzantıları başrol oynamışlardır. Yaklaşık 5.000 e yakın insanın katledilmesini, bugün bile hala basit bir sağ-sol çatışmasının sonucu gibi göstermeye çalışan her kim varsa bilinmelidir ki onlar, bir şekilde bu kara propagandanın, ister inandıran ister inanan olsun ama mutlaka bir unsurudur. Bugün; çıkarılan anayasa ve yasalar ile iğdiş edilmiş bulunan, siyasi hayat, üniversite hayatı, sendika ve çalışma hayatı, sosyal düzen ve hayatı ile muhalefet tamamen ve ebediyete kadar susturulmak ve yokedilmek istenmiş ve planlanmıştır, sonuçları itibari ile kimlere taşeronluk edildiği de, gümrük duvarları ve kotalarının tek taraflı kaldırılması ile ithalatın kayıtsız ve şartsız serbest bırakılmasından “kabak gibi ortada” olduğu anlaşılacaktır. Hani bu çetelerin faşist darbelerine gerekçe oluşturduğunu iddia ettikleri “eli kanlı katilleri” (!!!) tutukladılar ya, konu kapanmalı idi değil mi? Nerde… Gerçi şimdilerde bizim ezelden beri bildiğimiz ve ısrarla vurguladığımız gerek bağırsak temizleme adı altında gerekse de eski işbirlikçileri temizleme ve tasfiye operasyonu çerçevesinde “eli kanlı katillerin” kim olduğu da belli olduğundan konuşmaya fazlaca da yüzleri kalmadı ya. Onların derdi 5.000 e yakın vatan evladının ölmesi olmamıştır ki hiçbir zaman, onların derdi siyasi ve ekonomik hayatı zapt-ı rapt altına alarak uluslararası çetelere yerli ortaklık ya da temsilcilik etmek ve haklarına düşen siyasi ya da ekonomik payı almak olmuştur her zaman.
 
Hülasa; 12 Eylül 1980 de mezkûr çete tarafından “bu demokrasinin bize bol geldiği” nin alâmetifarikası olduğu iddia edilen anayasanın ilgası ile nihayetlenen bu süreç, bu anayasanın ilga edilmesini sufle eden ve bilahare fazlaca da düşünülmeden kabul edilen yeni anayasanın da tertipçileri olan o dönemin sahib-i kelamlarından başta “Aydınlar ocağı” olmak üzere herkesçe malum çevrelerin bugünün muktedirleri olarak siyaset sahnesinde rol almaları ve dün alkışladıkları bugün tukaka dedikleri 12 Eylül ürünü anayasayı değiştirmek istiyoruz ifşası ile mahsusçuktan da olsa mevcut durumun gereklerine uygun hale getirme çalışmalarını da kasım kasım kasılarak takdimleri de tarihi bir ironi olarak önümüzde durmaktadır. Hani bunları tarihsel süreci iyi bildiğimizden anlayabiliyoruz da; “söyleyen deliyse dinleyen akıllı olmalıdır” kabilinden de olsa akıllı olması gerekenlerin de “zincirli deli” rolüne soyunmaları hiç anlaşılır bir durum değildir ve “kırk satır mı kırk katır mı” ikileminin dışına çıkamamış olmaları da geçmişte pozisyon aldıkları cenahtan ne kadar nasiplenmiş olduklarının açık bir göstergesi olarak gözümüze batmaktadır.



Peki; sanki üniversite öğretim görevlisi değillermiş edası ile mezkûr çetenin liderine önce “fahri hukuk doktoru” bilahare de yaptıkları vahim hatayı telafi kabilinden de bununla da yetinmeyerek “fahri hukuk profesörlüğü” nü uygun gören ve bulan zevat dönemin İstanbul Üniversitesi Senatosu üyeleri kimdi? Acaba şimdi bu zevat ne yapıyordur, belki de “yetmez ama evetçi” grubun içinde bir bilen olarak bulanık sudaki balık misali yer alıyorlardır, kim bilir? Belki de ortak oldukları bu planın tam anlamı ile gerçekleşmiş olmasından ötürü de bir kenara çekilerek avuçları ovuşturarak etrafa bön bön bakmaktadırlar, kim bilir?