Cuma, Eylül 28, 2018

YÜZBAŞI ÖMER FEVZİ BEY


Savaşlar ne yazık ki, konuşmayı, dinlemeyi, hak hukuk tanımamayı, anlaşmalara uymamayı, komşusunun malına göz dikmeyi, güçsüzü sömürmeyi, karşısına dikileni yok etmeyi, toprakları arttırarak daha da büyümeyi, kendine şiar ve itiyat edinmiş ademoğlunun organize ettiği ve yönettiği devletler vasıtasıyla da kendi yönetimindeki halkları da düşünmeden yaratılan çılgın bir insan faaliyetidir. Savaşları tam manasıyla anlayabilmek mümkün olmayıp, başta ekonomi, siyasi, dini farklılıkları temel alındığı gibi görünse de politik, psikolojik, sosyolojik, patolojik, kriminolojik, antropolojik vs gibi alt detaylara da bakmak yeterli olmayacaktır bu çılgınlığı anlayabilme adına. Sonuç itibari ile bu çılgınlık, her zaman güçlünün zayıfa ya da dengine kapsamlı bir strateji mucibince bir operasyonu olarak karşımıza çıkmamaktadır, aynı zamanda zayıfın ya da daha az güçlünün güçlüye kullandığı, bazen de güçlünün hukukun ve ahlakın sınırları dışında kalma ihtiyacına binaen örtülü yürütülen bir faaliyettir ancak bu 2. tarz faaliyetin güçler dengesi nedeni ile klasik manada yürütülmesi de söz konusu olamamaktadır. İşte bu tarz kendine has özellikleri ve yöntemleri, taktikleri ve hedefleri olan faaliyete de “gayri nizami harp” denilmektedir, terminolojide.

Bir tarafı ile Sosyalizmi boğmak, diğer tarafı ile emperyalist sistem dışında kalmak isteyenleri de derdest etme hedefi mucibine özellikle de 2. paylaşım savaşı sonrası batı alemi ABD liderliğinde, bir tarafı ile devletler arasında şeffaf ve legal organizasyonlar oluştururken diğer tarafı ile de dünya kamuoyunca “kapitalist enternasyonal” olarak bilinen ABD dümen suyundaki ülkeleri istisnasız kapsayan gladio teşkilatları ile sözde ulvi amaçlar güdülüyormuşçasına destabilize etmek ya da itirazları ve direnişleri dağıtmak üzere organize olunmuştur. Bu konu ile konunun uzmanlarının söylediklerine ilave edilecek fazlaca şeyimin olmadığı aşikardır. Gladio teşkilatları, çevirdikleri dolaplar, cinayetler, katliamlar, saldırılar ve bunların doktrine kaynakları konusunda da yeterince araştırma, kaynak kitap ve yazı bulunmakta olup bu konuda da ilave kelam etmek istemiyorum ancak bu gayri nizami harbin sanki ABD’nin dünya jandarmalığına soyunduğu tarihten itibaren, diğer ülkelere dağıttığı tercüme doktrine talimatlarla yürütüldüğü gibi bir kanının oluştuğu malumdur ülkemizde. TSK’nin ABD’nin yönergeleri ile Özel harp Dairesi oluşturduğu, bu organizasyon içinde NATO konsepti mucibince; FM-31-21 kodlu talimname, ST 31-21 kodu ve “Gerilla Harbi ve Özel Kuvvetler Harekât”, FM 31-15 kodlu talimname ST-31-15 kodu ve “Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat” ve FM 21-50 kodlu talimname ST 21-50 kodu ve “Komando Eğitimi ve Komando Harekatı” başlıkları ile tercüme edilerek envantere dahil edilmişlerdir. Tüm tercüme yayınlar, NATO ile uyumlu çalışmalar, ortak lokal ve enternasyonal operasyonlar, darbeler vs bir arada düşünülünce hep zannederdik ki TSK sanki ABD ile birlikte bu işleri öğrendi ama okuyunca araştırınca görüyorsun ki aslında TSK daha 1850 yıllardan itibaren gayrinizami harp konusunda tecrübe kazanmış ve bu uğurda ciddi ciddi yayınlar yazılmış. Aslında Osmanlı’nın, Balkanlarda her ulusun direnişine karşı çıkışı, ta Arabistan Çöllerindeki İngiliz entrikaları ile kaymaklı başkaldırıları yok etmek adına organize olmasını, operasyonlar yönetmesini göz ardı etmişiz bir hayli, hepsini tek tek bilmemize rağmen…

“Okumaya devam” faslından son okuduğum kitap “Osmanlı Gayrinizami Harp Doktrini” olup, bir tez konusu olarak çalışma yapan Sn. Ali Güneş tarafından, İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın çok önemli bir neferi ve aynı zamanda önemli bir asker olan Ömer Fevzi (Mardin) daha 1909 yılında gayet kapsamlı, bugünkü tercüme talimnamelere taş çıkartacak ancak yazıldığı günün teknolojisi ve gelişmeleri ile dünya gerçeklerine mütenasip, “Muhafaza-i Asayişe Me’mur Zabitanın Vezaifi Usul-i Takib-i Eşkıya ve Çete Muharebeleri” adlı eseri baz alınarak hazırlanmıştır. Kitap çok değerli bir çalışma olarak önümüzde bulunmakta olup, çok detaylı olarak bugün bile hala çok bölümünün tatbik edildiğini anladığımız 1909 tarihli talimname; Arz-ı Meram Jandarma Zâbitânının Mahiyeti, Jandarma Zâbitânının Evsafı, Jandarma Zâbitânının Sûret-i Hareketi, Mevkiler ve Araziyi Sûret-i Mütala‘ası, Jandarma Posta Kumandanına Talimat, İstihbarat Vasıtaları ve Ahvalden Haberdar Olma Sûreti, Muhbirler, Muhbirlere Karşı Zâbitânın Muamelesi, Fesad ve Şekavet Erbabının Türleri ve Yol Kesiciler, Siyasi ve Milli Maksatlar Takip Eden Çeteler, Muhafaza-i Asâyişe Memur Zâbitânın Tefekkürâtı ve İştigalâtı, Muhafaza-i Asâyişe Memûr Zâbitânın Tedbirleri, Eşkıyaya Karşı Suret-i Hareket ve Çete Muharebeleri, Takip Müfrezelerinin Kafilesi, İaşe Sûreti, Eşkıyanın Aranma Sûreti ve Tarassud Postaları, Boru Kullanılması, Açıkta Konmak, Gündüz Yürüyüşleri ve Yürüyüş Nizamı, Gece Yürüyüşleri, Gece İstirahatı, Eşkıyanın Mevki‘i Keşfolunduktan Sonra Alınacak Tertibât, Tesadüfî Harp, Pusu Tertibâtı, Pusulara Karşı Tedbirler, Konaklar, Köylerde Konaklamak, Meskûn Mahalde Saklanmış Eşkıyaya Karşı Sûret-i Hareket, Köylerin Aranma Usûlü, Eşkıya Teslim Olduktan Sonra Sevk Sûreti, Eşkıya Hâkim ve Sağlam Bir Kalede Kapanmış ise, Meskûn Mahallerde Muhafaza-i Âsâyiş,  İkinci Hale Yani Haricen Hücûm Vukû Bulacağına Göre, Üçüncü Hale Yani Hücum ve Dış Yardım ile İçerden ve Birlikte Kıyam Vukû‘a Geleceğine Göre, Karışıklık Beklendiği Zamanlarda Zuhûra Gelen Yangınlara Karşı Tedbirler, Top Kullanılması, Süvari ile Karma Müfrezelerin Eşkıya Takibinde Usûl-İ Hareketine Dair Esas Maddeler, gibi başlıklardan oluşmakta ve maşallah hiçbir detay da atlanılmamış görünmektedir. Tabii ki bizim bilmediğimiz işler olduğundan anlatıma bakarak mükemmeliyet seviyesini anlıyoruz yoksa biri de çıkar teknik olarak haylice eksik bulabilir.

Evet, görüldüğü üzere, bu kabil yayınların menşei sanki sadece ABD imiş gibi anlaşılan ve sıkıştırılan bir süreçten geçilmekte ve Osmanlı’nın özellikle Balkanlarda yaşadığı özellikle de 1826-1912 arası özellik gerektiren savaşları göz ardı ederek yapılan tüm değerlendirmelerin eksik olduğunu bir kez daha anlamış bulunmaktayız.

Cumartesi, Eylül 22, 2018

RESNELİ NİYAZİ BEY

Makedonya gezimizde özellikle yolumuzu RESNE’ye düşürüyoruz, aslında Manastır’a uğramak iken amaç, çünkü orada adı İttihat ve Terakki Cemiyet’i ile anılıyor olmasına rağmen, Abdülhamit istibdadına karşı Hükümet Konağı önünde, Ey Hıristiyan Vatandaşlarımız, biz de bugünkü zulüm idaresinden memnun değiliz. Memnun olmayan görüyorsunuz ki yalnızca siz değilsiniz. Biz, Avrupalıların yurdumuza göz dikmesinden, işlerimize karışmasından çekinmediğimiz için şimdiye dek milletin dayanılması güç bu durumlara katlanmasına ses çıkarmamıştık. Baskı yönetiminin günden güne gücünü artırarak Türk, Bulgar, Ulah, Rum, Arnavut yurttaşlarımızın yok olmakta olduklarını gördüğümüz için biz, yurda özgürlük güneşini getirecek, hürriyetin aydınlığını yayacak bir yönetimin kurulmasına çalışıyoruz.” diye adı “hürriyet bildirgesine” çıkmış bir bildiri okuyarak silahlı direniş için dağlara çekiliyor ya, böylesine önemli birinin yaşadığı yeri mutlaka görmeliyiz saikiyle… Evet böylece adı da “Hürriyet Fedaisine” çıkan Resneli Niyazi Beyin memleketindeyiz… Bilindiği üzere; Abdülhamit’in hezeyanlarının akla karşı devlet idaresine galebe çaldığı dönem ve en katmerli istibdat uygulamaları karşısında, gün gün artarak borçlanan, toprak kaybeden Osman-ı Ali’ye, yeni bir yön vermek, batılı ülkelerdekine benzer bir yönetim olduğu savı ile meşrutiyet talepleri dillendirilir ve bu uğurda özellikle askeri erkan içinde ciddi bir teşkilatlanma başlar, farklı farklı hedef, plan ve gayelerle gerek yurt içinde, gerekse de yurt dışında kurulmuş cemiyet ve teşkilatlar bir araya gelir ve ortaya İttihat ve Terakki Cemiyeti çıkar. Ancak görülür ki, tam da her devir ve her yerde olduğu ve olacağı üzere, kimse yetkilerini ve yönetimi gönül rızası ile paylaşmak istemez ve bu yüzden itiraz hakkı ve direnişi dağlara yönelir, kimilerine göre çetecilik kimilerine göre hürriyet isyanı başlamıştır. Niyazi Bey, siyasi ikbal peşinde biri olmadığından, Cemiyet’in ilk 3 kişisinden biri olmasına rağmen kendisi gönüllü olarak dağlara direnişe çekilmeyi uygun görür, dürüsttür, gözü karadır, yiğittir, gözünü budaktan esirgemez, kendisini vatana feda etmiştir, oysa istese idi oda kenarda ya da ova da tıpkı Enver Paşa gibi bekler, kadayıfın altı pişince, duruma el koyardı. Diğer taraftan, yine bilindiği üzere dağlarda kendisine yoldaşlık ettiği söylenen “geyik” ile ilgili çeşitli rivayetler de vardır, nam-ı diğer “rehber-i hürriyete”; baskı ve sansürden kırılan Bab-ı Ali gazetelerinin 1 numaralı mevzuu olmuş, ne yazık ki, yitirilen toprakları, ekonomik rezalet ve çuvallamaları, borçlanmaları, gavur baskısı karşısında boyun eğmeleri hatta Yahudi yerleşimcilere göz yumulmasını katmerli sansür nedeni ile yazamayan mezkûr matbuat için, olmuş harika bir konu, tutturmuş bir geyik muhabbeti gidiyor, nihayetinde bu tür konuşma ve yaklaşımların adı o günden sonra olmuş, “geyik muhabbeti”… Tıpkı Ahmet Hakan’ın penguenleri gibi bir durum oluşmuş, bu “penguen muhabbetinin” gerçek penguenlerle bir alakası yoktur zinhar, alınmasınlar…

Balkan savaşları ne yazık ki, kifayetsiz muktedirlerin beceriksizlikleri, konjonktürel sorunlar, dünya’yı okuyamama, strateji geliştirememe, bilgisizlik, ilgisizlik, Devlet-i Ali’yi önemsememe bunun yerine batılıların suflelerine kulak verme, adamsendecilik, ben bilirimcilik, bana güven gerisine karışmacılık vs gibi yüzlerce olumsuz sıfatın ve olumsuz şartın  birleştiği idare-i maslahat neticesinde, büyük can kayıpları ya da büyük göçlerle Balkanlar nerdeyse toptan yitirilir. Daha önceleri gerek “Yunan’a” karşı başarılı çalışmalarından ötürü saray tarafından, bilahare de devr-i meşrutiyette de birlikte yola çıktıkları, İstanbul’a çöreklenenlerden büyük payeler teklif edilmesine rağmen ikbalini topraklarında tarım ile arama tercihi tek tercihtir onun için. Ancak Balkanların tamamen kaybından sonra vakit mezkûr topraklardan ayrılma vaktidir, ve de ne yazık ki karadan ulaşım tehlikeli ve risklidir, Arnavutluk’un Avlonya Limanından, İstanbul’a gitmek üzere kendisine İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından koruma olarak tahsis edilen ekip içinden biri tarafından, tek kurşun ile öldürülür. Gerçi Arnavut Milliyetçileri tarafından da öldürüldüğü muktedirler tarafından iddia edilse bile akla uygun olanı, birincisi olup, kendinden kat kat güçlü kendi arkadaşlarına bile idealistliği ve dürüstlüğü nedeni ile kafa tutma cesareti sonunu hazırlamıştır, aşikardır ki, artık İstanbul’a sağ salim ulaşması istenmemektedir. Görüşüm ve yaşananları yorumlayışım biraz fazla uzun oldu ama yapılacak bir şey yok, kelam-ı murad böyle tecelli ediyor.

Bugün Resneli Ahmet Niyazi Bey’in Hükümet Konağı olarak yaptırdığı bina “Modern Sanatlar Müzesi” adı altında oldukça mütevazi bir teşhir salonuna sahip olup göremediğimiz bölüm ise anlaşıldığı kadarı ile ilgili kurumun idari bölümlerini oluşturmaktadır. Ancak oradaki görevlinin görev anlayışı da ne yazık ki tıpkı buradaki turizm faaliyeti gösterenleri andırmaktadır, turizm ticarettir, ticaret ise hayatın onda dokuzudur. Aracımızı park ettikten sonra elimizdeki dijital haritaya göre kolayca bulunabilecek bir yerde olmasına karşın, özellikle birkaç esnafa sorduk ki, mezkûr zevata ilişkin nasıl bir duygu ve düşünce içinde yerli halk görelim, anlayalım. Memnuniyetle gördük ve anladık ki, malikanesi ile kendi adı ile anılan Hükümet Konağını tarif ederken, hemşerilerinin gözlerinin içi gülüyor, sevinçle tarif ediyorlar yolu… Burada Abdülhamit Han’cılar tarafından lanetlense de, komitacı, çeteci denilerek hakir görülse de, vatanı sattı, Abdülhamit Han’a kurulan uluslararası kumpasın oyuncağı oldu, bu manada da, yok İtalya’dan madalya aldı, yok İngiltere’den madalya aldı gibi yalan yanlış ile karalasalar da, durum hiç te o gibi değildir, çünkü böyle diyenler, keçinin, koyuna çitten atlarken kuyruğunun kalkıp poposunun görülmesine gülmeleri gibidir, oysa kendi kuyrukları sürekli havadadır , tava sapı gibi, popoları sürekli açıktadır, dün de bugünde…

Kitaplaşan “Hatırat-ı Niyazi” hatıralarından bir parça ile son… “İstanbul'dan döndüğüm zaman, inkılap fikrinin esası hakkındaki duygu ve kanaatlerim tamamlanmıştı. Özel bir vaziyetle İstanbul'a gönderilirken ve esir ettiğim Yunan bölüğünü de İstanbul'a götürürken, daha Manastır istasyonunda, ordu kumandanı vekili ve diğer ordu büyüklerinin, bana verilen vazife ve mevkiden faydalanmayı düşünerek oğullarını, yakınlarını kayırmak, millet hazinesinden para çarpmak peşinde olduklarını gördüm.”

Hatıratı önünde saygı ile duruyoruz…

 

Pazartesi, Eylül 17, 2018

ÇİFTLİK FESTİVALİ


Çeşme Belediyesinin “9 durak 9 deneyim” hedefi mucibince, Çiftlik için nihayet bir festival düzenlendi, adı da “Çiftlik Festivali”. Evet verilen hedef gerçekleşti, ancak anlaşılan o ki, son ana kadar program, kapsam, akış ve katılımcılar sürpriz faslında sayılıp açıklanmadı, hakikaten sürpriz oldu. Haydi kendilerine ilk 8’deki başarının yarattığı fazla güvenden yeterince duyuru ve tanıtım yapmamışlar ya da gereksinim duymamışlar diyelim. Ama her şeye rağmen güzel bir sürpriz idi, bugün “Alaçatı Ot Festivali’nin ilkini gören birkaç hemşerimiz ile konuştum, ittifak ile beyan; “1. Çiftlik Festivali, 1. Alaçatı Ot Festivalinden daha cazip ve kalabalık yönünde idi. Coşkulu ama derinden, ciddi ama reklamsız, patırtısız ve gürültüsüz idi, emeği geçenleri Köyüm adına kutluyorum.

Edebiyat söyleşileri ve Sakız ağacı ve ürünü üstüne sloganı kullanılmış, bayağı da güzel olmuş… Edebiyat söyleşileri var ancak Belediye’nin ciddi destek olduğu Çeşme’nin %100 yerli ve milli yazarları ve edebiyatçıları yok… Vazgeçtim kendilerinin aktif söyleşide bulunmalarını bari izleyici olarak gelin değil mi? Belli ki mazeretleri var ve de kabul görmüş, ne diyelim, Allah muratlarını versin taksiratlarını affetsin… Oysa yazdıkları yazılar, kitaplar ve sahip oldukları belagat, liyakat, hamaset, hidayet başrol gerektiren durumdadır ama yine de ben gözlerimin az görmesine bağlayayım da, izleyici localarında kendilerini görememiş olmuş olayım. Hem kültürel aktive olsun diye yırtınacaksın ya da yırtınıyor gibi yapacaksın sonra gelmeyeceksin en azından izleyici olarak… Ama yerlilik ve millilik böyle bir şeymiş demek ki, anlayamayanların sorunudur tüm bu anlaşılamamışlıklar… Ah ben ahhh….

Köylüm küskün, Köyümün yazlıkçısı küskün, muhalif ve muarızlar burun kıvırmış, etki alanındakiler sırtını dönmüş, köyümün esnafı sadece pazarda satışa koyulmuş, şoför esnafı yok, dolmuşçu yok, kahveci yok, bakkal yok, otelciler yok, lokantacılar yok, bunların kurumsal duruşlarının başları ve yönetimleri yok, yok ta yok, sanki bu festival de Alaçatı Ot Festivali gibi serpilir, gelişir ve büyürse, bunlar asli faaliyetleri yapmayacaklarmış, başkalarına devredeceklermiş gibi, bu festival bizim değil Belediyenin festivali edası ile uzaktan rasata devam… Yahu kimse demiyor ki, desteğimiz yok, alkışımız yok, dayanışmamız yok, katkımız yok, bari gidelim de ne yapılıyor bir görelim de yok… Köylümün zaten ilgisi de yok, bilgisi de, hatta umurunda da değil, yan tarafta kahvehanede “okey” oynamaya devam ediyor… Hatta yerel iktidar partisinin yöneticileri yok, yahu benim bildiğim kadarı ile, en yoğun faaliyet yürüten ekip idi bunlar, ne oldu, bilemiyoruz tabii ki, kendi sorunlarını konuşurlar kendi aralarında diyelim ve geçelim… Evet bu konu ile ilgili, bilgisi, lafı, düşüncesi olan bile burun kıvırıyor, kimisi 4,5 yıldır yapılmadı da şimdi mi akıllarına geldi, yok şu yazarlar da gelebilirdi, şu konuşmacılar da çağrılabilirdi, sakız ağacı yanına zeytin ağacı da konulabilirdi mealinde, eleştiri çok, burun kıvırma çok… Sonuç, biraz önce dediğim gibi ilk Alaçatı Festivali ile kıyaslayanlar son derece umutlu bakıyorlar sonrakilere umarım düzenleyiciler de eleştirilerden doğru çıkarsamalarda bulunurlar… Tüm bu şeraitte bile umut ışıkları saçan bu organizasyona başta düzenleyiciler sahip çıkıp, eleştirileri doğru toparlar ve okurlar ise, bir sonrakinde gerek program, gerek içerik, gerek konu seçimi, gerek konuk seçimi, gerek zamanlama daha korparatif bir tavır ile ama en önemlisi yeterince düşünerek, yeterince çalışarak, yeterince özen göstererek ve de yeterince düşünce katılımcısı temin ederek, mükemmel sonuç çıkacağı aşikardır. Her ne kadar da, şahsi düşüncem ve fikriyatım mucibince bu kabil faaliyetlerin ticari olmaması şart ise de ne yazık ki benim tayinini yaptığım bir düzende yaşamıyoruz, o zaman mevcut şartlar muvacehesinde konuya bakmaya devam edeceğiz. Diğer taraftan biz biliriz ki; “azimle def-i hacet betonu deler” … Her şeye rağmen yapmaya devam, denemeye devam…

Ama ne yazık ve de biliyorum ki, saydığım taraflar bildiklerini icraya devam edecekler. Çünkü necip Türk Milleti korparatif çalışmayı sevmez ve her şeyi tek başına en iyi o bilir, en detaylı o bilir, sadece o bilir, sakın yanlış anlaşılmasın başta ben olmak üzere durum bu, benim dediğimi yapmazlarsa ben de gitmem protesto ederim ruh hali maalesef yaygın bir durumdur. Oysa ne kolay idi; Muhtarlar marifeti ile ilgi duyanların, fikri olanların, niyeti olanların, ilgisi, fikri ve niyetleri ölçülebilse idi. Hem de ne iyi olurdu, muhtarları İZSU’nun bitmez tükenmek bilmez “su kesintilerini” duyurmaktan kurtarmış olurduk bir nebze… Çeşme Kent Konseyi Muhtarlar Meclis Başkanı, faaliyet alanlarını geliştirmiş olurdu, peki fena mı olurdu? Mesela, bilgisini benim beğendiğim ilaveten herkesin tanıdığı, ama beğenip beğenmediğini bilmediğim, yine de her şeye rağmen kendi çabaları ile üniversiteye başvurup sakız ağacı kültürüne başlayan, olmadı yahu bu işi karşı komşumuz Yunanistan’ın Sakız Adasındakiler nasıl yapıyor merakı ile gidip, yetiştiricilik, üreticilik ve üretimin sanayisi konusunda hem de cebinden para harcayarak emek vermiş Coşkun Vural’ın unutulmuş olması unutulmaz olmuştur. Bence konunun uzmanı bilim insanı Sn. Murat İsfendiyaroğlu’nun yanına, ya da önüne, olmadı arkasına konuşmacı olarak yerleştirmek hem mantıklı hem münasip hem de akıllıca olurdu. Mesela her ikisi birden olsa idi, Hocanın Sakız Adası sakızı daha kalitelidir tezinin, Coşkun Abi tarafından neden savunulmadığını hatta tam tersi iddiaya sahip olma gerekçesini sorabilirdik… Cevap olur olmaz, bu durumlarda ikna edici cevap olması da her daim beklenmez. Mesela katılımcı hocamızın da konuşmasında “hocam” diye bahsettiği İlker Hocanın olması konuyu daha da renklendirebilirdi. Her şeye rağmen ben sakız konusunda, çok bilgilendim, aaaa birde çıkar bilgilendin de ne oldu diye sorarsa cevabım var ama yazmayacağım. Sakızın üretim rekoltelerinin, endemik değil de kültür bitkisi olduğunun, Sakız Adası ekonomisine katkılarının, Tarım Bakanlığımızın ilgisizliğinin nedeninin, tıbbı kullanımının, bitki akrabalıklarının, dünyadaki akraba yaygınlığının vs gibi bilgilerin de verildiği sunum harika idi… Ayrıca biliyorum sakız ağacı/bitkisi her Çiftlik Festivalinde bir başlık olabilecek kadar geniş, önemli ve yeterlidir. Diğer taraftan Yazar Konuşmacılar da renklendirdiler ortamı, sağ olsunlar, ancak tuval büyük olunca renklendirme eksik kaldı, bir dahakine daha iyisini bekliyoruz. Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum…

Pazar, Eylül 02, 2018

SU BASMAN KOTU ve SU BASKINI


Duyduğumuzda aklımıza gelenin ya da bize çağrıştırdığının aksine bu kelimenin su basması-basmaması meseleleriyle hiçbir alakası yoktur. Fransızca “soubassement” kelimesi “temel, altyapı” manasında kullanılmak üzere “bassement=kaide, taban” sözcüğünün “sou=alt” önekini almasıyla oluşturulmuş bir bileşik sözcüktür. Konu ile ilgili güzel Türkçemizde, bu Fransızca kökenli kelimeye muadil üretilen hiçbir kelime tam manası ile kabul görmemiştir, ne yazık ki. Türkçemizin muhteşem etimoloji sözlüğü “Nişanyan”a göre, dilimizde en eski kullanımı ise “binanın zemine yakın bölümü” manasında 1936 yılında Cumhuriyet Gazetesinde yer alarak olmuştur. Yine aynı kaynaktan öğrendiğimize göre de Fransızcaya da İtalyanca “basemento” kelimesinden alınmış olup, İtalyanca “basare = temellendirmek, tabana oturtmak” fiilinden “ment” son eki ile nihayetlenmiştir.  Olay tamamen ses benzerliğinden ibarettir, yine de tuhaf bir şekilde, elverişsiz arazilerde inşa edilmiş binalarda subasman kotunu daima su basar.

Ne hazin ve ne tuhaftır ki; “subasman” diye söylenip, suyun basmaması hedeflenerek inşa edilmesi gereğine inanan necip müteahhitlerimizin tüm eserlerini su basmaktadır orada, burada, şurada, ya maazallah bu manada kullanılmasa idi bu imalatın adı, akıllara ziyan, neler olurdu neler… Su basman konusunun uygulamada taçlandırılması hususu çok önemli olup, “su basman kotu” adı ile maruf olan bu tespit, yapının giriş katı seviyesinin üst noktasının tespitidir esasen. Su basman kotu verilmesinin maksadının da Çevre ve Şehircilik Bakanlığının; “planlı alanlar imar yönetmeliği” içerisindeki madde 4 ve madde 44 bulunan tanımlardan, sel, taşkın ve su basmasına karşı önlem alınması gibi anlaşılmaktadır. Şimdi bu genelleme muvacehesinde öncelikle arazi 0.00 kotunun yani piyasadaki adı ile kara kotunun tespit edilip buna göre su basman kotu verilmesi hususunu değerlendirelim. Canım Yurdum her türlü teknik olanaklara haiz olmasına rağmen hala arazinin mevcut durumunun elektronik haritaları birçok yerde yapıl(a)mamış olup inşaatçıların müracaatına binaen çalışma yürütülmektedir. Peki bu nasıl bir sakınca ile yüz yüze kalınmasına neden olmaktadır derseniz, imar yolu olarak öngörülen yolların kotları belirlenemez, buna göre kanalizasyon ve yüzey suyu kanallarının durumu belirlenemez vs vs. Bunların olmaması halinde canım yurdumun teknik elemanları çaresiz midir? zinhar ne yaparlar hemen arazi ortalama kotu diye bir deyim yaratırlar ve konu artık bu çerçeve de yürür gider, ya da yürüyemez gidemez… Sonra zaten plansız, ölçüsüz ve hesapsız imara açılan alanlarda inşaatlar başlar, tam da canım yurdumun insanının meşrebine mütenasip durum; “istim arkadan gelir” ya da “kervan yolda dizilir” şiarı uyarınca en önce binalar yapılır, sonra yollar teşekkül eder, sonra kanalizasyon ve diğer şebekeler… Binalar yolların alt seviyelerinde mi kalmış, kimin umruna, sonra binalarının zemin katlarını bazen de 1. katlarını su basar, kimin umruna, vs vs…Zaten tüm bu teknik çalışmaların siyasi sorumluluğunun üstlenilmesi ise “bizdenler ve bizden olmayanların” koruması ve kollanması amir hükümlerince yapılıyor olmasından ibarettir. Yandı gitti gülüm keten helva… Yahu Allah aşkına eldeki teknik imkanlar buna cevaz verir deyip birisi de imara açılan yerlerde imar yollarının ve alt yapılarının elektronik ortamda çalışmasını bitirsin, binalar da bu planlanan yol kotlarına göre su basman kotu alsalar ve öyle işe girişseler, olmaz mı? zinhar olmaz… Çalışma tarzımıza uymaz, geleneklerimize uymaz, duruşumuza uymaz, boyumuza uymaz, posumuza uymaz, uymaz da uymaz…

Zaten imar planlarının çalışmalarında da tek kriterimiz; ben, yandaş, yoldaş, arkadaş, partimizden sıralaması ya da o, şu, öteki partiden yapılmakta, ohhh ballı börek… Yahu bu kadar ihtiyaç mıdır? değil midir? salt inşaat sektörü direk 400 e yakın iş kolu, endirek ise 1000 den fazla iş kolu ile rabıtalı diye mi, emek-yoğun sektör diye mi bu kadar öne çıkartılır, artık siz karar verin buna… Yahu emin olun tam bir kaynak israfı ve tüketimi, önce kötü yapılmasına ses çıkarma ya da görme ya da görmezden gel, sonra kentsel dönüşüm de, benzer malzeme israfını bir daha yap, kentsel dönüştüremiyorsan imar barışı de, kalite yeterli mi sorgusu yapma, maksat stoklar artsın, depo dolu görünsün… Zengin duruyor/görünüyor ama… Hay Allah…

Yaşanan olaylardan ders çıkararak önümüze bakalım demek kadar kolay bir şey yok, herkes böyle söylüyor, nasıl olsa bir bedeli de yok, söyle dur, nasıl olsa hepimiz duyduğumuz sözlerle yetiniriz asla ve kata söylenenler yapılıyor mu diye bakmayız… Şimdi nasıl unutacağız, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı malum zatı, nasıl unutacağız minibüsçüleri nasıl unutacağız otobüsçüleri, nasıl unutacağız ortak çalışmalarını, bu çalışmalar sırasında otobüs ve minibüslerin arkalarına asılan kocaman “mühendisler siz işinize bakın, yol yapmak bizim işimiz” sloganlarını… Ahada derler adama her yağmurda baraj gölüne dönen altgeçitler, göçen yollar vs vs… Evet ve ne yazık ki bireysel olarak mühendisler kendilerine başka yollar çiziyor olabilir ama kurumsal olarak mühendis ve mimar odaları öyle mi? Tamam seçilerek gelen yönetimlerin de hayatı yorumlarken kendi konumlandıkları noktalardan olaylara bakmaları söz konusudur, ama bu seçilerek gelen Belediye Başkanları ya da yasa koyucuları ya da siyasi otoriteyi düşündüğümüzde, göz ardı edilebilecek bir etkidedir, kaldı ki Mühendis Odaları yaklaşımlarının neredeyse tamamına katılmaktayım. Her şeyi, hayatın doğal akışına aykırı yapacağız, doğayı sorumsuz ve hesapsız kitapsız tahrip edeceğiz, imar uğruna dereleri kapatacağız, her gördüğümüz yere beton dolduracağız, derelerin üzerine kentler oluşturacağız, sel, sellap ve heyelanı düşünmeyeceğiz, ormanları yok edeceğiz, sonra da “neden böyle oluyor Allahım” diyeceğiz. Biraz ciddiyet ve biraz sorumluluk hissetmeliyiz. Neyse subasman ve kotundan çıkarak vardığımız genel bir değerlendirme oldu ama… Hülasa, kafamıza esen yere yol yapmayacağız, kafamıza esen yere kent kurmayacağız, doğa ile barış içinde yaşayacağız ki dengeler korunula… Ama insanı ile bu kadar didişen, kavga eden, aday iken her şeyi vaat eden otorite iken tam tersini yapar bir tutumu değiştirmez isek daha neler neler gelir bu başa, gelmişten ziyade bilemem ama öngörebiliyorum.

Cumartesi, Ağustos 25, 2018

ÇEŞME’NİN TARIMSAL ÜRÜNLERİ


1995 ve 1997 yıllarında gerçekleştirilen “Uluslararası Çeşme tarih ve kültürü sempozyum”larında sunulan bildirilerin “Çeşme Belediyesi” tarafından basılarak kitaplaştırılmış ancak bilim adamlarının ve araştırmacıların tamamının görüş birliğini sağlayamamış olmasına rağmen bence en ciddi Çeşme araştırmasıdır.

Mezkûr sempozyumda; Prof. Dr. Necmi Ülker tarafından sunulan “Aydın vilayet salnamelerine göre XIX. Yüzyılın sonlarında Çeşme Kazası” başlıklı bildiride; 1317 H/1899–1900 tarihli salnameye atfen, Çeşme kazasında 8061 hane, 1121 dükkân, 2 han, 2 hamam, 54 un değirmeni, 9 yağhane gibi konut ve ticari binanın yanında resmi ve dini bina olarak ta 1 hükümet konağı, 14 cami, 1 mescit, 1 tekke, 40 kilise, 3 havra, 1 rüştiye mektebi, 1 ibtida-yı zükür (erkek ilk mektebi), 1 ibtida-yı inas (kız ilk mektebi), 4 gayri müslim mektebi bulunmakta olup yine aynı yıllara ait genel nüfus 30.706 olup 15.871 erkek ve 14.835 kadından oluşmaktadır.

Yukarıda sıralanan rakamlara bakıldığında, göz kamaştırıcı bir üretim, ticaret yapıldığı sarihtir. Üretim denince dönem itibariyle de anlaşılması gereken şeyin tarımsal üretim olması gerekir ama un ve yağ fabrikalarına ve burada bahsedilmemiş tütün işleme atölyelerine de bakılınca tarım endüstrisinin de hiç geri olmadığı anlaşılmaktadır.

Çeşme’nin mikroklimatik iklimi; enginar, Çeşme kavunu, Çeşme anasonu, üzümü, Çeşme limonu, Çeşme mandalinası, Çeşme soğanı, sakızı, zeytin hurması yetiştirilmesi konusunda nicelik olmasa bile nitelik açısından mükemmel bir vasat oluşturur, ancak Çeşme tarımı maalesef bir takım aklı evvellerin empozesi ile yazlıkçı turizmine kurban edilmiştir.

Neyse, bu konuda takınılması gereken politik tutum konusundaki kelam uzmanlarınca yeterince söylendiğinden, asıl ürünler ve bu tarımsal faaliyetlerle birlikte turizmin nasıl uyum içinde yapılması gerektiği konusunda aklımızdakileri, yaşadıklarımızı örnekleyerek iktifa edelim, insanların ihtiyaçlarının kendileri tarafından karşılanması halinde nasıl mutlu bir toplum yaratılabileceği ilaveten de bu mutluluğun gelecek ziyaretçilere nasıl yansıyabileceğini uzun uzun anlatmaya gerek yoktur sanırım. Ancak yine de Marka yaratıyoruz adına, sanayileşiyoruz adına, kapitalizmin ali menfaatlerine kurban edilen küçük üreticiliğin önemi konusuna değinmeden de olmuyor. İnsanların tüketim arzularının gazına basıldığı bu dönemde, mevsimler teorik olarak karışmış, daha fazla tarımsal ilaç ve kimyasal gübre kullanılarak ürünlerin aklı karıştırılmış, o da yeterli olmamış bitkilerin ve hayvanların genleri ile oynanarak, üretim süreçlerini merkezileştirilerek insanlar üretimden uzaklaştırılmıştır. Sonra da ortaya çıkarak müsebbipliklerinden ötürü utanmaları gerekenlerin ahkam kesiyor olmalarına canım Yurdum 70 yıldan beri tanıklık etmektedir.

Büyük altüst oluşlar yaşayarak canım Yurdumuza yerleşen atalarımızın, hayatın bizatihi kendisi olan tarım ve hayvancılıktan kopmayarak, tam tersine geldikleri yerlerde uyguladıkları modern teknik ve araçları kullanarak, ihtiyaç duyulan her türlü ürünü yetiştiriyor olmalarının bahsi bugün için birilerine nostaljik takılma gibi gelebilir. Yukarıda da bahsedilen, Aydın sancağı salnamelerinden de anlaşılacağı üzere zaten bir hayli uzun zamandır, buraya adalardan getirilmiş Rum nüfusun da gayretleri ile, üzüm, incir başta olmak üzere her türlü tarımsal ürün yetiştirilmekte, ihtiyaç fazlaları da ihraç edilmekte imiş. Bu konuda yine aynı salnamelerde gümrük vergi ve rüsumlarından ihracatı, tahsil edilen öşürlerden de tarımsal üretimin boyutları gayet net anlaşılmaktadır.

Ama Çeşme’nin şifa kaynağı soğanına acı ya da göz yaşartıyor gibi bir abuk muamele yapmadan, Çeşme mandalinasına da çekirdekli diyerek burun kıvırmadan, muhteşem aroması ile Çeşme limonuna kalın kabuklu diyerek yüz ekşitmeden, tıpkı Çeşme enginarına yapılan haklı muamele, yapılmalıdır. Bugün ne yazık ki, üretici numaraları ile tezgâh kurup İzmir’den halden alınan domates, biber ve patlıcan, yok Ovacık, yok Ildırı ürünü diye satılıyor ve buna başta ben olmak üzere hepimiz göz yumuyoruz. Bamya, soğan, domates, enginar, marul, roka bile ne yazık ki birkaç üretici haricinde üretilmiyor artık. Üretici hali bu manada bir tevsik durumu oluşturmaktadır.

Nostalji gibi geliyorsa da, yukarıda olması gerektiği söylediğim metodun takip edildiği dönemlerde “kendi kendine yeten 7 ülkeden biri” idik. Çünkü insanlar ihtiyaç duyulan her şeyi imkanları ölçüsünde kendileri üretirlerdi, evet, Çeşme’de insanlar kendi ihtiyaçları için pamuk (evet pamuk) bile üretirlerdi. Kendi ihtiyacı için yeter mi diye sorulduğunu duyar gibiyim zaten her yıl yorganlar, yataklar ve yastıklar yenilenmediğine göre kendi ihtiyacını karşılıyordu, biraz kullanıldıktan sonra da her yaz sonu sokaklarda şimdilerde görülmeyen pamuk atıcıları dolaşırdı, eski yatak, yorgan ve yastıklar pamuk atıcıları tarafından yenilenirdi. Yetiştirilen koyunlardan elde edilen yünleri saymıyorum bile. Şimdi silikon ya da poliüretan yastık, yorgan ve yataklara talim, ne dediler, neden üretiyorsunuz sanayimiz size ucuz yastık, yorgan ve yatak yapacak, sonra bunları bile bile kalkacaksın “Amerika bize üretmeyin, biz size ucuzunu vereceğiz” dedi diye hayıflanacaksın. Sevsinler sizi. Çocukluğumda, bizim evimize, kendi ürünümüz, mercimek, nohut, bulgur, barbunya, mısır, fasulye, mevsimine göre biber tazesi ve kurusu, domates ev konserve ve kurusu, Çeşme kavunu (kışlık) ve karpuzu, turp, lahana, karnabahar, pırasa, kereviz, patlıcan ve kurusu, bamya ve kurusu, soğan, sarımsak, patates, zeytin, zeytin yağı, buğday, yulaf ve mısır unu, erişte, tarhana, turşu, salça, lor, peynir (kelle-sepet), yumurta (hem de gerçek gezen tavuk), long (sütlü biber turşusu), pekmez, kurutulmuş incir, üzüm ve kurusu, sirke, iç yağı, kavurma, kuru kayısı, harıp, çitlembik, kuru badem… Hem de tamamı genetiği ile oynanmamış %100 yerli ve milli tohum ile yapılırdı. Peki bu sadece bizim eve giren ürünler mi, bunların tamamı ya da benzerleri yerli herkesin hazırladığı ve tükettiği ürünler idi. Peki bunlar Çeşme’de yetişir mi idi, evet hala da yetişir ama, iklim değişikliğinin, imara kurban edilen derelerin, imar neticesinde çoğalan nüfusa su temini için açılan derin kuyuların, tarımın tukaka edilmesinin, insanların kolay yaşam tercihlerinin, turizmin yanlış anlaşılmasının vs vs gibi detayların durumu engelleyip hatta bitirdiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Yazacak kelam çok, yer sınırlı… Görüleceği üzere tarımsal sanayi ürünlerine fazlaca giremedik…

Neden şimdi yapmıyorsun diye soranlara da yukarıda yazdıklarımın tamamı kendime eleştiridir, kimseyi hedef almaz, kimse üstüne alınmasın diye cevap veriyorum… Her şeyin müsebbibi benim vallahi…

Pazar, Ağustos 12, 2018

MÜHENDİS YAKLAŞIMI


Karadeniz’de önce Rize sonra Ordu ve yine Rize sel felaketi ile sarsıldı, büyük acılar ve kayıplar yaşandı… İnsanın yüreği kaldırmıyor tüm bu yaşananları… Gördükçe insanın çaresizliğini doğa karşısında, göz yaşları sel oluyor bu tarafta da… Yaşanan bu olaylar karşısında çaresiz kalan insanoğlunun siyasi temsilcisi ne diyor; “Allah'ım yardım et batıyoruz”… Yahu, Allah’ı felaket anında mı hatırlıyorsunuz derler adama… Evet Allah’tan yardım istemeyi anlıyoruz ama mefhumu muhalifinden de bakınca çıkan mana aynen şu olmuyor mu? “Artık bizim yapacağımız bir şey yok, elimizden bir şey gelmez, buraya kadar, bundan sonrası takdir-i ilahi”… Maalesef gelinen nokta bu, hani “siz mühendisler  karışmayın yol yapmak bizim işimiz” diye afişler bastırtıp otobüslerin, minibüslerin ve taksilerin arkasına astırmıştınız ya, ihale yaparken, nema-mama ilişkileri kurulurken özgüven patlaması yaşıyordunuz ya, işte bu yaşanan felaketlerin sorumlusu olarak ilk akla bunlar geliyor… Kimse yanlış anlamasın, bu yalnız Karadeniz’i tehdit eder bir durum değildir, aynı şeyler İzmir, İstanbul gibi büyük kentler başta olmak üzere canım Yurdumun her karışında yaşanabilir… Allah muhafaza Çeşme’de 1960’lı, 1970’li yıllardaki yağmurlar olsun da… Seyreyle vaveylayı… İmar uğruna, Türkçesi rant uğruna kapattığımız dereler, en büyük felaketimiz olabilir.

Mühendis Odalarının yanlışı olmadı mı sefil yaklaşımını bırakın; konu o değil, ne yazık ki Karadeniz Sahil Yolunun ihale duyurusunun ve ihalesinin yapıldığı günden itibaren, Mühendis Odalarınca yazılan makaleleri ya da hazırlanan raporları dikkate almayanlardır bu işin sorumluları… Türkiye çok hızlı gelişecekmiş ama bu Mühendis Odaları var ya, her şeye engelmiş, sevsinler sizin mantığınızı…

Peki durum böyle iken; yaşanan ikinci Rize sel felaketinden sonra, bir İnşaat Mühendisi olan Sn. Bakanımız ne diyor, “Altyapılar hiçbir zaman bu yağışlara göre hesap edilemez” … Hay Allah, şimdi ne diyeyim bu meslektaşım olan Sn. Bakana… Hani Rize Belediye Başkanını tam yeni ve zor kabullenebilmiş yani unutabilmiş iken, bir kocaman gaf daha… Bir inşaat mühendisi nasıl böyle diyebilir, anlaşılır bir şey değil, akıllara zarar… Düşündüm, düşündüm ve dedim ki “olsa olsa bilimi, aklı duygularının arkasına saklayan bir durumdur bu”, çünkü mühendisliğin temeli “en gayri müsait durumlara göre” öngörüler oluşturmak ve hesap yapmaktır. Hani bireysel olarak bir mühendis diyelim ki bu altın kuralı unuttu, atladı ya da göz ardı etti, Devlet kurumsal olarak böyle bir şeyi yapabilir mi, zinhar… Neyse biz yine de Sn. Bakanın yaşanan felaketinin üzerinde yaşattığı üzüntü içerisinde ve sehven bu kelamı ettiğini düşünelim… Düşünelim ki hem ruh sağlığımıza hem de canım Yurdumun geleceğine ilişkin sıkıntılar yaşamayalım. Azıcık lütfedilip te bakılsa, DSİ (Devlet Su İşleri) rasat raporlarına, su izleme raporlarına, sel sellap kayıtlarına, ama nerde… İstatistiğin bilime katkılarının, milletin siyasi nabzının tutulmasından öte bir anlamı olduğunu bir anlayabilse idik, neler değişirdi hayatımızda, neler… Efendim, denilebilir ki, yahu bu işi bilimsel ve teknolojik gelişmelere uygun takip eden ülkeler de benzer şeyleri yaşıyorlar, evet yaşıyor olmuş olabilirler ama hiçbirisi “benim oğlum bina okur döner döner tekrar okur” modunda değildir, tekerrür sıklığı da gözden kaçırılmaması gereken önemli bir detaydır. Düşünün ki; Netherlands’ta (anlamı da deniz seviyesinden alçak topraklardır) böyle bir şey yaşanacak, afet 3-5 kelime ile geçiştirilecek, zinhar olamaz… Anladık, istatistik, rasat, etüt ve rapor gibi şeyler önemli değil bari en ilkel öğrenme yolu “dene-yanıl” ı da layıkıyla yapalım da, bu tekrar tekrar yaşananlara önlem alalım. Sürekli “doğa korunmalı” diye avaz avaz bağıran mühendisleri tahkir, tehdit ve hedef etmekten behemehâl vazgeçilmeli ve doğa elma gibidir, eğer kabuğunu soymazsan uzun süre saklayabilirsin yok kabuğu soyarsan hemen bozulmaya başlayacaktır ilkesine sıkı sıkıya tutunulmalıdır. Melih Gökçek yaklaşımı göstermeyin diye yalvaran bu ülkenin Mühendis Odalarının anayasal önemli bir kurum olduğunu ve yönetimlerinin de hukuk denetimi ile demokratik seçimlerle geldiğini asla ve kat’a unutulmadan ve yapılan ikaz ve itirazları teknik ikazlar olmasına rağmen sürekli siyasi ve ideolojik yaklaşımdır mütalaası ile kenara ile itelemeden hareket edilmelidir, aksi taktirde daha çok sıkıntı yaşanır Canım Yurdumda… Halk arasında bir söz vardır; “bu kafa ile gidersen askere vallahi alamazsın tezkere”…

Canım Yurdumun Mühendis Odaları bu ülkenin milli ve yerli değerleri ile donatılmış kurumlar olup tereddütsüz herşeyi ile sahip çıkılmalıdır, yaptıkları çalışmalar ve neticesinde hazırlanan analiz ve raporlar önyargıdan azade ve tereddütsüz göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü Mühendislik, pozitif bilimlerden ve doğadan ilham alarak, bilimsel yorumlama, analitik yaklaşımların neticesinde ortaya çıkan bir yaratıcılık biçimidir adeta. Tüm hesaplamalar, en gayri müsait durumlara göre yapılır ve icra edilir, yoksa Allah muhafaza düşünsenize hayatınız boyunca bir defa evinize 20 adet çok şişman akrabanız geldi, bilesiniz ki bu son defa gelişleri olur…

“Mühendis Yemini” ederek meslek yaşamına başlayan Mühendislerin de yemininin, tıpkı siyasi ve yasa yapıcıların yemini kadar kutsal olduğu bilinci ile yemini bir kez daha hatırlatmak istiyorum. “Bana verilen Mühendislik ünvanlına daima layık olmaya; onun bana sağladığı yetki ve yüklediği sorumluluğu bilerek, hangi şartlar altında olursa olsun, onları ancak iyiye kullanmaya; yurduma ve insanlığa yararlı olmaya, kendim ve mesleğimi maddi ve manevi alanlarda yükseltmeye çalışacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim.” Haaa bu yemine sadık olmayanlar var mıdır bireysel olarak, şüphesiz var, hem de yeminine sadık kalmayan siyasiler kadar, bundan eminim yoksa, nasıl izah ederiz bir depremde resmi rakamlara göre 19.500, gayri resmi rakamlara göre 40.000 insanın yitirilişini… Hadi diyelim Karadeniz’de sel felaketi oluştu, yeni havaalanındaki pist çökmeleri neden idi? Neden neden…

Bu vesile ile herkesi bir kez daha meslek ilke ve yeminlerine sadık kalmaya davet ediyorum…

Pazartesi, Ağustos 06, 2018

“DUYMADIK, BİLMİYORDUK, GÖRMEDİK” hafifliği


Amersfort Toplama Kampını geziyoruz, yaşananları duydukça, okudukça ve izlerine baktıkça karmakarışık duygulara kapılıyoruz, aklımız bulanıyor, dehşete kapılıyoruz, daha önce bildiklerimizin üstüne. İnsanlar nasıl bu kadar vahşi oluyor ve daha önemlisi bu vahşete gözlerini, kulaklarını ve dillerini kapatıyorlar, inanılır gibi değil. Neymiş; haksızlığa sessiz kalan kör şeytandır, sevsinler sizi. Hani insan yaradandan ötürü sevilirdi, bu torpaklar bunu görmemiş ya da yanlış anlamış sevgi yerini nefret almış, nefreti de büyük yok edişler takip etmiş. Eeeee, çocuklarınızı nefret ve kinlerini unutmamak üzerine yetiştirirseniz, sonuç bu olur kaçınılmaz olarak.

Amersfort toplama kampı, Hollanda'nın Utrecht yakınlarındaki Amersfort kasabasında, hemen şehir dışında orman içerisinde nispeten gözlerden uzak, insanları yoketme merkezlerine sevk için kullanılan bir nazi toplama kampıdır. Kamp toplama-sevk istasyonu olduğundan ötürü, toplu katliamların olduğu kaydı bulunmamakla birlikte kamp sakinlerine direnmeleri halinde neler olacağı kabilinden öldürmeler yapılmıştır, ders olsun kabilinden. Hatta kampta savaş halinde bulundukları Sovyetler Birliği askerlerinden esir alınanların bir kısmı buraya getirilip, önce kentin sakinlerine bilahare de kampın sakinlerine gösterilerek, katledilmişler.

Almanya'nın Nürnerg kentinde savaş sonrası, hepsi olmasa bile, saf değiştirmeyen savaş suçlularının yargılanması sürecinde, yaşanan vahşetin, katliamların, soykırımın, alçaklığın farkında değilmiş gibi davranmaları, bilmiyorduk, görmedik, duymadık, haberimiz olmadı gibi yaklaşım göstermeleri, başta bizim 12 Eylülcü faşistlerimize olmak üzere tüm diktatöryal yapılara örnek teşkil etmektedir. Tanıklıklarına başvurulan Almanya vatandaşlarının ifadelerinde, “tercih edilmiş, suskunluğu” görmek mümkün olmaktadır. Genellikle; “görmediniz mi, duymadınız mı” gibisinden sorulara verilen cevaplar bunun teyidini oluşturmaktadır açıkçası.

Suskunluk yaşanan her rezaletin itirafıdır adeta. Milyonlarca ikomünist, sosyalist, yahudi, çingene, sinti ve de hülasa muhalif yakıldı, işkence edilerek öldürüldü, aç bilaç bırakılarak ölüme mahkum edildi, tüm muhalifler ortadan kaybedildi, sen yahdaş medyanın abartılı adeta açıktan yalan bilgilerinin takipçisi olup görmedim duymadım bilmiyordum diyeceksin, biz de buna inanacağız, bu tam tamına “herkesi kör alemi sersem” varsayma yaklaşımıdır. Alman Diktatörlüğünün; “devletin bekası, varlığı, birliği ve dirliği” safsatası ile milyonlarca Alman vatandaşının rızalarına binaen, autobahnlar yapıldı, kömürler verildi eda ve mamasıyla hipnotize edilmesi neticesinde hemen herkesin açıktan bildiği ama gerek “ekmek parası” gerekse de “korku” yaklaşımı ile bilmezden gelmesinin tercih edilmesi noktasına gelinmiştir. Sağın solun savaş, hem de içerde ve dışarıda dehşetli bir vaziyette ise, insanlar ölüyorsa, bombalar patlıyorsa, kurşunlar gencecik delikanlıların canını sonlandırıyorsa, her Alman bilmeli idi ki, tüm bunlar kendilerinin; her silah, her uçak, her tank, her denizaltı fabrikasının açılışında alkışladıkları ile doğru orantılıdır. Ama nerde o Alman da o yürek, o akıl ve izan... Görmezden gelmek ya da görmezden gelmeyi tercih etmek kendisininde suçlu sayılabileceği bir ruh halinin terk edilmesidir. Netekim öyle de yapmış ve diğer dünya halklarına örnek teşkil etmişlerdir.

Bugün Avrupa'nın birçok kentinde olduğu üzere, Amersfort kentinde de dolaşırken, bazı evlerin önünde siyah küçük siyah granitler üstüne o mezkur evden kimlerin götürüldüğüne dair bilgilerin yazıldığına tanıklık edilmektedir. Meslek, yaş, cinsiyet ya da ırk bilgileri bulunan bu granitler yaşanan vahşetin birer şahididirler ama dünya bu yaşanmışlıklardan yeterince ders almışmıdır. Zannetmiyorum, etrafıma bakınca bu yaşananlar hiç ders alınmış bir hava vermiyor. Ama hala benzer şeyleri yaşatanlara da, yaşayıp ta susanlara da Allah selamet versin.

Sıkı Nazi destekçisi olan ancak sonradan yolları görünürde başka, gerçekte başka gerekçelerle ayrılan ünlü papaz Martin Niemöller bilindiği üzere önce asker sonradan olma din adamı olup, bilahare otorite ile terse düşer ve açıktan muhalefete başlar. Faşizm altında inim inim inleyen Almanya'da Nazilerin önce kendilerinden olmayanları sonra da kendilerini desteklemeyenleri ve bilahare de kendilerine biat etmeyenleri derdest etme çalışmaları uyarınca toplama kamplarına yolu düşer. Çok geç olmasına rağmen, “susma sustukça sıra sana gelecek” sloganının prototipi sayılacak; “naziler önce komünistler için geldiler, bir şey demedim çünkü komünist değildim. sonra yahudiler için geldiler ve bir şey demedim çünkü yahudi değildim. sonra sendikacılar için geldiler ve bir şey demedim çünkü sendikacı değildim. sonra katolikler için geldiler ve bir şey demedim çünkü katolik değildim. ve sonra benim için geldiklerinde ise çevremde benim için bir şeyler diyecek kimse kalmamıştı” sözünü sarf etmiştir. Peki bugün bu yaklaşım dünyaya örnek teşkil etmektemidir, zinhar hayır... Ders alınmadıkça tarih tekerrürden ibaretmiş ya, işte öyle... Benim oğlum bina okur döner döner yine okur misali...

Yine de tuhaf olan, yaklaşık 1.000.000 Roman, Sinti, Laleri yok edilerek soykırıma uğrar ama onların sinemacısı, romancısı, gazetecisi vs vs olmadığı için dünyanın her köşesinde kendilerini anmaya yönelik anıtlar dikilememiştir, filmler çevrilememiştir, romanlar yazılamamıştır, diğerleri kadar... Kişisel görüşüm o ki; bu sayılsal bir mesele olmaktan ziyade enternasyonel sermayenin ehemmiyeti meselesidir. Sosyalistlerin, komünistlerin katledilmelerini ise kendi yandaşlarından başkaları anımsamak bile istememektedir anlaşılan. Ne de olsa onlar komünist, onlar sosyalist. Onlar zaten aritmetik bir figür bile oluşturmaktan ziyade bir durumdadır, batılı sinemacıların ve romancıların gözünde

Eyyyy Almanlar; hadi yakılan, canlı canlı kesilen insanları duymadınız görmediniz, Avusturya'nın, Çek Cumhuriyetinin, Polonya'nın işgal edilmesini de mi duymadınız... Savaş esirlerinin ibret kabilinden sizlere stadyumlarda, sokaklarda perişan, aç bilaç ölüme hazırlanışını da mı görmediz?

Hadi ulan oradan, “hepiniz; duymuştunuz, biliyordunuz, görmüştünüz”... Bırakın bu vicdanınızı rahatlatma, içinizi bastırma, alemi kandırma numaralarını, biz yemiyoruz, yiyenlere de afiyet-i gülbahar...


Pazartesi, Temmuz 30, 2018

MASALSI ÇOCUKLUKLAR


Çocukluğumuzun en harika, en tılsımlı, en nostaljik ve en akılda kalan bölümleri, bugünden bakıldığında adeta bir arkası yarın tadında idi, hani radyo dönemlerinin “radyo tiyatrosu” devamlılığı içinde desem, dönemin kaliteli ve seviyeli dizi oyunları vardı ya, tam da öyle bir şey… Bir gün önceden kalan, maçın rövanşı ya da yarım kalan maçın devamı, ya da yarım kalan uzuneşek oyunun tamamlanması, ya da çelik çomak rövanşı gibi, tıpkı dizi filmler gibi vallahi… Gerçi her gün kurulan takımlar farklı futbolculardan oluşurdu, olsun, ne gam, ne keder, iddialı olmak, yenmek, yenilmek, şimdilerdeki kadar acıtmazdı bizleri, insanları ve tezahüratlarda asla “vur kır parçala, bu maçı kazan”ın olmadığı dönem idi… Top sahibi olmanın mutlaka bir takımda “has oyuncu” olma garantisi bir kenara, istediği mevkide de, istediği sürede, istediği kadar oynama lüksüne de sahip olması kaçınılmazdı, diğerleri için maharet ve beceri olmazsa olmaz idi. Gerçi maçlar, 6’da devre, 12’de maç ya da çok az da olsa, 12’de devre, 24’te maç gibi atılan gole dayalı sürelere tekabül ederdi ama genellikle 2. si seçilirse maç genellikle tamamlanamazdı, ya evden çağırılır ya artık karanlık basar gözler kifayetsiz kalırdı. Eyy gidi güzel günler, 3 korner 1 penaltı dönemi… Hele hele, en mahir, en becerikli ve en atak 2’sinin hemen karşılıklı takımların kaptanları olarak kendilerini ilan etmesini müteakip, çevrelerinde dizilmiş oyunculardan sıra ile ve birer birer seçmek üzere, aralarında belli mesafe bırakarak ilk seçici olmak üzere adım atışlarının heyecanı nasıl anlatılabilir ki. İlk seçici ilk oyuncuyu seçer ki bu da genellikle en golcü, en iyi kaleci ya da en iyi savunmacı olurdu kaptanın taktik öngörüsüne istinaden, sonra sıra ile kaç kişi var ise bekleyen takımlara dağılır idi zaman zaman yedek oyuncular da olur ve gerektiğinde takım kaptanı gerekli değişikliği yapar idi. Mezkur müsabakalar genellikle sokakta ve nerdeyse herkesin evine yakın olurdu ve bu müsabakalarda sivrilen oyuncular adeta bir üst lig durumundaki “mahalle takımına” davet edilmeye kadar uzanırdı. Bu mahalle takımının sivrilenleri de, Çeşmespor’da top koşturma şerefine nail olmuşlardır. Ben mi? Ara sıra da olsa belki de adam yokluğundan mahalle takımına girmişliğim vardır, bu da bana yetiyor öğünmek için. Yalandan da olsa, gerek antrenör (şimdiki teknik direktör karşılığı) torpili ile, gerekse de oyuncu arkadaşlarımın himmetine istinaden Çeşmespor idmanlarının birkaçına katılabilme şansı elde edebildim.

Birlikte ya da karşılıklı az da olsa oynama şerefine nail olduğum ya da daha doğru ifade ile bana kendileri ile oynama şerefi bahşeden, dönemin efsane Çeşmespor kadrosunda bulunan, Latif Çelebi, Hüseyin Aykın, Ergun Mütevellioğlu, Kadri Karataş, Mustafa Özşahin, Hasan Erküçük başta olmak üzere hemen hemen hepsi ile şimdilerde o güzel hatıraları yad etmekteyim. Yakınlarda kaybettiğimiz, Latif Çelebi ise bizleri büyük bir üzüntüye atarak aramızdan ayrıldı. Bu mahalle takımlarından gelerek, Çeşmespor’un efsane kadrosunda yer alan, Mehmet Erküçük, Hasan Soma, Nail Barutçu, Latif Çelebi, Güngör Yamaner, Hasan Soma, Halim Oranlı, Arif Çilek, Mehmet Vardarlı, Tufan Çınar gibi isimleri de tanımış olmak, arkadaşlık etmek tarafıma kalan önemli bir mirastır. Hele hele, efsane teknik direktör, İsmail Denizli, önemli anılarımdan biridir, bana göre Türkiye’nin dönem itibari ile yurt dışı yayınlar takip eden, yabancı dil bilen ender isimlerinden biridir ve en önemlisi Ege Bölgesinde tanınan ve aranan bir dama ustası idi kendisi. Ve hayatımda ilk kez dama oyununda 15 taşı vererek, oyunu alan kişidir, İsmail Denizli. Halen geriye dönüp baktığımda, dönem itibari ile yetkili ya da etkili olsa idim, tereddütsüz Türkiye Milli Takımının başına atayacağım ya da atanmasına aracılık edeceğim bir futbol adamıdır ve ne yazık ki kendisini de kaybettik, nurlar içinde olsun.

Sokaklardan oluşan statlarımızın yanında mahalle maçlarının yapıldığı, seyircilerin de hiçte azımsanmayacak miktarda yer bulabildiği daha üst düzey alanlar da bulunmakta idi. Mesela, Ali Sami Yen, Eski Hükümet Binasının arkasındaki alan, bilindiği üzere şimdiki Ertürk Feryboat acentesinin, Tokmak Hasan Lokantasının bulunduğu yerde Çeşme’nin nadir güzel binalarından, ahşap kargir sarı iki katlı bir bina idi eski hükümet binası, küçük bir alan olmakla birlikte 6 şar kişilik takımların harika maçlar oynadığı toprak zemin idi. Aklımda kaldığı kadarı ile, kaleci olmasına rağmen lakabı “Sanlı” olan İbrahim Gürsoy’un efsaneleştiği yerdi Ali Sami Yen. Alanın yan tarafındaki yüksek alan ve yıkıntılar ise seyirciler için adeta bir tribün havasında idi, inanın ki şimdiki statları hiç aratmayacak kalite ve tempoda tezahüratlarda yapılırdı bu maçlarda. Hele hele gençleri izlemeye gelen, Çeşmespor’da artık son dönem görevlerini yapan ya da futbol zevki için seyircilik eden, aklımda kaldığı kadarı ile başta Çoşkun Kalkan, Nuri Ertan, Ekrem Çimen, Nuri Tarhan, Mehmet Korkmaz, Atalay Derici, Nejat Albayrak, Yıldıray Derici, İsmet Gökseloğlu olmak üzere büyüklerimizi de bu nedenle bir kez daha anmak istiyorum.

Diğer taraftan, Kale burçlarının arasındaki alan, seyircinin fazlaca rağbet etmediği bir yer olup, bahar aylarında zemini çayır ve haylice korunaklı idi. Ayrıca şimdiki balıkçılar sokağı diye bilinen ve Hulki’nin sinemasının arkasına düşen alan da doğal yapısı gereği stat görevi yapmıştır. Şimdi hatırlayabildiğim 3 mahalle takımı vardı sık sık karşı karşıya gelen, Musalla, Sakarya ve 16 Eylül. Birde “Yağhaneler” arkası sokak vardı ama burada oynama ya da maç izleme şerefine nail olamadım.

Şimdi denilecek ki; bu ne büyük bir eskiye özlem, bu ne konsantre nostalji, memleketin bin bir türlü derdi dururken, sen nelerle uğraşıyorsun, ne yapayım bunlarda benim “penguen belgeselim”. Konu bu kadar basit ve anlaşılır, haaa özlem yok mu var şüphesiz ama bu kadar mı, o tartışılır…

Pazar, Temmuz 22, 2018

ÇİFTLİK KÖYÜ – RENKLERİN RESMİ GEÇİTİ


Çeşme’nin İhraç İskelesi olarak; Osmanlı döneminde “Katopania” adı ile ya da kayıtlarda yer yer “Aşağı Çiftlik” yer yer de “Yukarı Çiftlik” olarak bilinen “Çiftlik Köyü” ya da şimdiki ucube düzenleme akabinde “Çiftlik Mahallesi” ile maruf köyümüz, İzmir’in en batısında Yunanistan’ın Sakız Adası ile karşılıklı olup ve arada oluşan Boğaz’ın karşılıklı taraflarında yer alarak biri sabahları diğeri akşamları denizinin kenarında oturan insana, güneşin doğuşu ve batışı sırasında inanılmaz güzellikler yaşatır, “Şarap Denizi” Ege’nin bin bir renginin harmonisini sunar.  Adeta denizin üstünden Sakız Adasına bakar iken, günün çeşitli bölümlerinde ışığın, kırılarak oluşturduğu ışık tayfının resmi geçidine tanıklık edilir. Karşıda Yunanistan’a ait Sakız adasının yüksek dağları, keraat vakti dediğimiz güneşin kavuşmasına mızrak boyu kaldığında, inanılmaz bir şekilde mor renge bürünür, Çiftliğin akşamını yavaş yavaş erguvandan eflatun’a dönüştürür, Herodot’un Ege Denizi üstüne şarabın rengi Ege ve renklerin dansı tanımlamalarını adeta günümüze taşıyarak, denizin şarkılarını balık restoranların içine getirir. Denizin iyice azalan verimine rağmen yakalanan balıklar, barbun, adabeyi, sinarit, mercan ya da çipurası ile tezgahlarda oluşturduğu renk cümbüşü, adeta gökyüzünün denizin içine inerek oluşturduğu ışık tayfının bir devamıdır. Denizdeki ya da Sakız Adasının üzerinde oluşan renk dönüşümleri muhteşem olup, tam da bu yüzden Heredot’a bile şarap renkli deniz Ege dedirtecek kadar şiirsel bir görünüm vermektedir. Renk geçişlerin yukarıdan aşağıya ya da sağdan sola ya da soldan sağa geçişlerindeki ahenk ressam çatlatan cinsten olup keraat saatinin müjdecisidirler adeta. Renklerin adeta boya satışı yapanların skalalarını andırır vaziyette akışı, Sakız Adası üzerinde resmigeçit yaparcasına sıralanırken, günün solan ferinin hızına mütenasip ve müteakip Ada’nın sizden uzaklaşıyor hissi yaratıyor olması da işin sihrini yaratıyor sanki. Renklerin birbirleri arasındaki geçiş ve akışlarına mütenasip bir rüzgar akışı da vardır gün boyunca, sabahın dinginliği saat 10’larda “melteme” dönüşürken, genellikle akşamın ilerleyen saatlerine kadar devam eder, bazen hızlı esen “Gerence” rüzgarları ile gökyüzünde hızla hareket eden bulutlarla birlikte daha da katmerli ve kararlı hale dönüşürler. Deniz üstündeki renk dönüşümleri ile birlikte karadaki izdüşümleri ve Sakız Adası tepelerinin üstünde renk akış ve geçişleri ayrı ayrı ve birer birer ressam davetiyesidir bana göre. Güneş öyle bir dokunmaktadır ki ufuktaki Sakız Adasının tepelerine adeta sevgiliye usulca kondurulmuş bir sevgi öpücüğünü çağrıştırır bu dokunuşlar, yavaş yavaş inmekte olan akşamın yarattığı küçük küçük bulutlar ise çiçekler arasındaki öpücükleri canlandırmaktadır sanki. Gemiler geçiyor aradaki Çiftlik Köyü ile Sakız Adası arasındaki boğazdan, sanki Ege Denizinin mavisine boyanmış koyu yeşil karpuz kesen bir bıçak sapı görüntüsü vererek ilerlemekteler. Tüm bu ahenk ve renk çümbüşü içinden, Güneş adeta Sakız Adası Dağları ardından tam nereden kaybolacağını bizlere hissettirmektedir ki bu mevsimlere hatta günlere bağlı olarak ufacık ta olsa değişiklik göstermektedir. Akşam saatlerinin bu muhteşem renk geçiş ve akışları da son dönemde “Gelin-Damat” evlilik fotoğraflarına arka plan oluşturma konusunda da trend olmuştur.

Bilindiği üzere tüm kitaplar Deniz rengini ittifaken “mavi” olarak verir, hep böyle öğreniriz değil mi? Oysa izlenimlerim kesinlikle bunun böyle olmadığını göstermektedir, yukarıda detayları ile anlatmaya çalıştığım üzere. Bunda fizik mi, biyoloji mi, coğrafya mı etkilidir bilemem ama durum bu.

Akşamın renklerinin geçidini anlatırken sabahı unutmayalım, aksamın anlatımı balık restoranlara sabahın renk cümbüşünün anlatımı da kahvaltıcılara yarar ve tam da bu yüzden ilgili mekanlar sırasıyla dolup taşar. Ressamın paleti ya da boyacının boya skalası, akşam oluşanın tersine sabahları gecenin parlament mavisinin, başlangıçta biraz açık ve silik, gittikçe yoğunlaşan hatta bir ara kızıllaşan turuncudan kırmızıya nihayet gün mavisine devreder nöbeti.

Çiftlik Köyünün bu muhteşem renk geçiş ve akışlarının ruhuna uygun düşen bir düzen oluşturur güzel balıkçı restoranları, benzerleri kadar olmasa da biraz fiyatlıdırlar ama akşamları buradan Sakız Adasına doğru bakarak rakı-balık keyfi yapmanın tadına doyulmaz, gerçi Sakız Adasından da Çiftlik Köyüne bakarak uzo-balık keyfi yapmak ta “uzo-rakı” kardeşliği oluşumuna ciddi katkı yapmaktadır.

Güzel bir gün doğuşu ya da gün batışı anındaki renk geçiş ve akışlarına fotoğraf çekme yolu ile tanıklık etmek isteyenler ve fotoğraf çekerek bu anları ölümsüzleştirmek isteyenler burada fotoğraf çekmeye önem vermektedirler ama bunun daha profesyonel hala gelmesi de beklentiler arasındadır. Hele fotoğrafçılığa, var olan güzelliklerin fotoğraf vasıtası ile geniş kitlelere ulaştırılması sürecinde, teknolojinin katkılarının ne kadar büyük olduğu “dron”ların devreye girmesi ile daha iyi ve net anlaşılmıştır. Plajların renk cümbüşünün yukarıdan aktarılması ile yukarıda bahsettiğim renk geçiş ve akışlarının farklı açılardan yansıtılmasının, fotoğraflara bakanların adeta yerinde çıplak gözle olaylara tanıklık ediyor olması ile eş düzeydedir.

Pazar, Temmuz 15, 2018

RÜYA GİBİ HATIRALAR - RADYO


Bir dönemin etkili siyaset yapma araçlarından “Radyo”nun, siyasal rejimlerin uygulama yoğunlukları üstünde inanılmaz etkili olduğu dönemler vardır bilindiği üzere. Peki sadece siyasi hayatı tanzim için mi aracılık etti radyo, şüphesiz ki hayır, hayatın her alanında muktedirlerin düşündükleri nizamın tesis edilmesine erketelik görevi de üstlenmiştir. Radyonun icadı ile başlayan, haber verme, eğitim, mal ve hizmet tanıtımı, eğlendirme, inanç yayma, kitleleri hareketlendirme gibi görev ve misyon tarifi günün şartlarına uygun olarak sürekli güncellenerek devam etmekte olup bir yerde demokrasi mücadelesi aracı, diğer yerde faşizmin ihdası ve ihyası aracı olurken, diğer yanda sosyal, ekonomik ya da eğitim aracı olmaya da devam etmiştir. Almanya’nın karanlık dönemi Hitler faşizminin ölüm saçtığı dönemde, mobil radyo yayınları ile verilen mücadelenin muhteşemliğini Mario Simmel’in romanlarında bulurken, Bulgaristan’ın iyice kaosa sokulma döneminde de Türkiye’den kalkan uçaklarla havadan yayın yapma çalışmaları, Vietnam’da ABD Emperyalizmine karşı yürütülen mücadele karşılıklı yayınlar, unutulmazlarıdır bu sürecin. Kolaylıkla anlaşılacağı üzere, radyonun çok sesliliğe ve demokratik, sosyal gelenek oluşturmaya uygun ortam yaratılmasına bu kadar yakın iken bu kadar uzak tutulması anlaşılabilir de değil açıkçası. Radyoların kullanılmaya başladığı yıllar ve bugünkü fonksiyonları karşılaştırıldığında birbirlerinden oldukça farklı tariflerin yapılması mümkündür haliyle… Zaman içinde değişen koşullar, radyonun işlevlerinde de önemli değişikliklerin oluşmasına neden olur. Dünyanın sıcak ve soğuk savaşı yaşadığı yıllarda radyo en güçlü propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Radyo, günümüzdeki yaygın kullanılma şekillerinin haricinde daha zengin ve demokratik hedefleri olan amaçlarla kullanılmaya uygun bir araç olup, demokratik ve gerçek çoksesliliği sağlayabilecek avantaja, kolaylığa, yeteneğe ve potansiyele sahiptir.

Radyonun icadını müteakip ABD’nin Jersey kentinde 2 Temmuz 1921’de ilk canlı yayın gerçekleştirilir ve bir ABD klasiği ağır sıklet boks maçı, Atlantik kıyısındaki 200 noktadan dinlenir haldedir. 1922’de Lenin, radyonun gücünü fark eder etmez, telsiz telgraf tekniklerinin devrimin başarısı için arttırılması adına girişimleri arttırır ve 1922 de Moskova’da radyo yayınını başlatır ve 1924 yılında da Lenin henüz hayatta iken gösterdiği çabaların sonuçlarını da görür ve dünyada ilk kısa dalga radyo yayını Rusya’nın başkenti Moskova’dan yapılır. Bilindiği üzere 2.3-30 Mhz arası frekanstan yayın yapan kısa dalga radyo sinyallerinin çok uzak mesafelere gönderilmesi kabiliyetine haiz olup, sınırlar ötesi yayın yapılmasına uygun olmakla birlikte konumundan ötürü de yayını yapanın amaçlarının ve propagandasının olabildiğince uzaklardan dinlenilmesine de fırsat yaratmaktadır. Takip eden dönemde; Moskova Radyosu diplomasi alanında da yoğun bir biçimde devrimin hizmetindedir, 1929 yılında 4 dilde yayın yapar iken yakalanan başarının hızlı ve etkili arttırılmasına yönelik 11 dille yayın yapar hale gelir.

Radyonun çok etkin kullanıldığını gerek okuduklarımızdan gerekse de izlediğimiz filmlerden bildiğimiz yıllar, II. Dünya Savaşı yıllarıdır ve bu anlamda sadece saldırgan ve işgalci ülkelerin propagandaları için değil, işgal edilen ülkelerin halklarının direniş ruhunu canlı tutmak, moralini yükseltmek için de kullanılmıştır. 1941’de, ABD’nin fiilen II. Dünya savaşına daveti sayılan, Japonya’nın Pearl Harbour’a düzenlediği hava saldırısı, ABD’nin de bir resmi radyosu olması sonucunu doğurur ve 1942 de ABD Savaş ve Enformasyon Ofisi kurulur ve ofisin ilk işi de VOA (Amerikanın sesi radyosu) adı ile halen yayın yapan bir radyo kurulur. Halen yaklaşık 45 dilde yayın yapan bu Radyo, ABD Emperyalizminin çıkarlarının korunması adına, zehirin tatlandırıcılar ile kaplanarak sunulması çalışmalarına devam etmektedir. Özellikle sosyalizmin kalesi olarak tespit edilen Sovyetler Birliğinin yıkılması için, batılı emperyalistlerin ve avenelerinin büyük ekonomik destekleri ile kurulan ve Balkanlar, Sovyetler Birliği, Kafkasya, İran ve Orta Asya’yı hedef tutan, 1951 yılında Münih’te yayın hayatına başlayan Radio Free Europe (RFE) ve Radio Liberty (RL) “gerçeklere dayanan bilgi ve görüşleri yayarak demokratik değerleri ve kurumları geliştirmek” gibi yalana, riyaya ve dolana dayalı çalışmaları ile kara propaganda radyolarının izlerini her türlü ansiklopedi ve anı kitaplarında ziyadesi ile görmekteyiz.

Osmanlı topraklarında ise, ilk radyo yayını bir müzik programı olup İstanbul önlerinde işgalcilere ait bir Fransız savaş gemisinden 1921 yılında yapılır ve ziyadesi ile de başarılıdır. 1923’te canım Yurdumda Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte ilk radyo yayını Öğretmen Okulu’nun bodrumunda, küçük bir davetli grubu ve basın huzurunda gerçekleştirilir.  1925’te, “Telsiz Tesisi Hakkında Kanun” başlıklı bir kanun yayınlanarak, okuma yazması olmayan Anadolu Halkına Cumhuriyetin ve devrimlerin anlam ve önemini, yeni rejimin hedeflerini ve başarılarını anlatmada etkili olduğu iyi bilinen radyodan yararlanmak için yurt sathına yayılan telsiz şebekesi kurulması için gerekli hazırlıkların başlatılmasını arzu edilir. Yurdumuzda ilk radyo yayını 6 Mayıs 1927 tarihinde İstanbul Sirkeci’de Büyük Postanenin stüdyoya dönüştürülen üst katından gerçekleştirilmiş olup ondan bir yıl sonra kurulan Ankara radyosunun, nüfusu 13 milyon civarında olan Türkiye’de, 2000 dolayında radyo ile sesini duyurmaya çalıştığı kayıtlarda bulunmaktadır. Yazılı basına göre ulaşımdaki kolaylığı Radyoyu bu anlamda çok önemli kılmış ve cumhuriyet ve demokrasi kavramları konusunda halkın bilinçlendirmesi ve bu düşüncenin yaygınlaştırması adına bir hayli etkili yapmıştır.

1950li yıllar radyoculuğun kara yüzüdür canım yurdumda, “partizan radyo” uygulamasına geçilir adeta, muhalefet yok sayılır, sadece DP iktidarı vardır, radyo DP’nin sesi gibi yayın yapar, DP’nin Kore savaşına ABD’nin menfaatleri doğrultusunda asker göndermesinin meşruiyeti adına kullanılır, DP’yi seçenlerin adları tek tek yayınlanır, vs vs… Yani elinde bulunduranın, “kimin arabasına binersen onun düdüğünü öttürürsün” diye mızıkçılık yaptığı platformdur radyo… Daha ne olsun işte…

 

Pazartesi, Temmuz 09, 2018

RÜYA GİBİ HATIRALAR


Benzer yaşlarda olduğumuz Çeşmelilerin kolayca hatırlayacağı üzere, şimdilerde tam kalenin karşısında, deniz kenarında Kale Kafe adı ile faaliyet yürütülen alanda 4 adet tek katlı bina vardı. Mezkûr binalar ile kale arasında şimdi yerinde yeller esen kara Selviler uzanırdı gökyüzüne adeta delercesine. Bu binalardan önce aklımda kaldığı kadarı ile, Sağlık Ocağı görevi (adı böyle değildi) gören bir sağlık birimi vardı, işte o bina yıkıldı, sonra da diğer 3ü birden, kime nasıl ve neden bir rahatsızlık verdi bilinmez, biri PTT, diğeri Gümrük Muhafaza, bir diğeri de Sahil Sıhhiye idi… Hele kara Selvilerin Kale tarafındaki güzelim mermer kaplı Çeşme… Evet önce şehrin fizik bölümü yok edilecek ki, bağlaşık ve ardışık içindekiler, sonra bu günler… Ben Çeşme’nin bu halinin korunmasının taraftarı idim ama güç kimde o düdük çalıyor malum olduğu üzere… Artık ne o ağaçlar, ne o binalar ve de ne o insanlar var… Bu binalar özelinde ve genelde de kentlerin bu kadar değişikliğinin sosyolojiyi nasıl oluşturduğunu, önce kentin sonra da insanların nasıl dumura uğratıldığını yazmak istiyorum… Çamların bulunduğu bölüm yaz aylarında bir takım tiyatro, illüzyon gösterilerin yapıldığı bir yer olarak anılarımızı süslemeye devam edecektir şüphesiz ama bizden sonraki nesillere aktarılamamış olarak… 12 Eylül’ün Çeşme özelinde tarihe, topluma ve arkeolojiye attığı kazıklardan birisidir ne yazık ki, ama cambaza bak misali dikkatlerin başka yerlere çekilmesi neticesinde konu 66’ya bağlanmıştır gayri, ne gam ne keder…

Dönem itibari ile Canım Yurdumun en önemli ve yaygın haber alma ve eğlence aleti “Radyo”dur ancak aynı zamanda bir almaç değil bir göndermeçtir de ve daha da önemlisi frekans ayarları ile oynanırsa kolluk kuvvetlerinin haberleşmelerine bile muttali olunabilir daha da önemlisi “kerim devlet” tarafından zararlı ve siyasi ahlaka mugayir yayınlardan da korunmalı idi ahali… Tam da bu nedenlerle yıllık “radyo vizeleri” ihdas olunmalıdır, netekim olunmuştur, telsiz telgraf kanunun bilmem kaçıncı maddelerine göre, yani her radyonun bir kimlik kartı bulunmakta ve kartın muhteviyatında da bugünkü otomobil ruhsatlarında bulunan vize bölümlerine benzer bölümleri olan ve A6 büyüklüğünde bir defterdir. Radyo sahipleri her yıl radyolarını PTT’ye götürür, radyolar itina ile tutanak karşılığı teslim alınır, sahibinin yanında Amerikan bezinden yapılmış küçük bir çuval içine konulur, çuvalın ağzı güzelce kurşun ile mühürlenir, kontrol edilmesi için ilgili birimlere sevk edilir, birkaç gün içinde eğer bir sorun yoksa bulgular ve tespitler radyonun künyesi sayılan kimliğe işlenerek iade edilir idi. Aaaaa bir sorun ya da kerim devletimizin hoşuna gitmeyecek bir şeyler olursa ne yapılırdı, vallahi bilmiyorum ama biz böyle bir durum ile karşılaşmadık. Hay Allah, ne günler değil mi, bunları görmeyenler hatta daha önce hiç duymayanlar nasıl gülüyorlardır… İşte toplumsal zapt-ı rapt adına ihtiyaçlar ne ise, kanun o, yani kanun bu ne yapalım yok, güç elinde ise kanunu yaparsın sonra da bu kanuna göre denetliyorum dersin olur biter… Soran olursa da kanun nizam der geçersin…

Radyoların, şimdiki gibi FM kanalından yayını yok, “Uzun dalga” (LW) ya da “Orta dalga” (MW) gibi frekans aralıkları var, oralardan ilgili düğmeleri çevirerek istenilen kanallar bulunur, dinlenirdi… Sabahları “Gününüz aydın Ürününüz bol olsun çiftçi kardeşlerim” spotu ile tarımsal yenilikler, ürün ve yetiştirme metotları üstüne, bilim adamları destekli, türkü katkısı ile de eğlenceli, saat başlarında ajanslar, sabah ve akşamları radyo tiyatroları, arkası yarın adı ile maruf bugünkü TV dizilerinin audio versiyonları, ama bugünkü kadar toplumdan uzak ve kalitesiz olmayan programlar öne çıkmakta idi… Hele bir de, daha sonraları da olsa,  “Orhan Boran ve Yuki” vardı ki, içeriği tartışılsa bile kalite ve seviyesi tartışılmayan eğlence programları idi… Hafta sonları Futbol maç yayınlarını, tutulan takım futbolcularının gazetelerden görülen fotoğrafları, renkli formaları hayal edilerek sanki sahada maç izliyormuşçasına dinlemek ayrı bir güzellikti, rüya gibi hatıralardır. Hani şimdi kalitesi çok yükseltilmiş dijital ekranlarda, örümcek kameralarla zenginleştirilmiş yayınlar ile yeni bir yol tutturmuşlar var ya, o güzellikleri hayal bile edemezler…

Radyonun her ne kadar, devlet ricalinin bugünkü ardıllarının TVler için sarf ettikleri misali “temel işlevi eğitim ve bilgilendirmedir” gibi tılsımlı kelamlar etse de temelde tarih boyunca propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Propagandanın zirve yaptığı döneminde “soğuk savaş” dönemi olduğunu söylemeye de gerek yoktur zannederim, adeta “radyo savaşları” denilebilecek biçimi ile hatta artan bir fonksiyon ile bugün de devam etmektedir. Ben şahsen dinlemesem de kim unutabilir, Türkiye Radyolarında DP tarafından organize edilen “Vatan Cephesine” katılanların listelerinin isim isim saatlerce yayınlanmış olduğunu. İsteyen özellikle, İzmir’i doğuya doğru çıkıp diyelim ki Kayseri, diyelim ki Adana yolcuğu yapsın, yolda aracında radyosunu açsın, denesin, küçücük ilçelerden bile geçerken dini yayınlar yapan en az 3 radyo istasyonu bulacaklardır. Evet soğuk savaş döneminin, burası “Amerika’nın sesi”, ya da burası “Sofya radyosu”, ya da burası “bizim radyo” ya da burası “BBC” anonsları ile başlayan, kendince kendinin cilalı durumlarını anlatan, yoğun propaganda dönemleri unutulmayacaktır. Kurumu ve yayını çok zor olmayan radyo, her ne kadar ülkelerini yönetenlerin ellerindeki beyin yıkama araçları gibi bulunsa da, ülkelerinin bağımsızlığı için mücadele edenlerin, yönetimlere karşı muhalif olanların ve dikta rejimlerine karşı direnen ve savaşanların da sıklıkla kullandığı bir araç olmuştur.

Kim unutabilir Üniversite sınavlarından sonra ön kayıtlar için üniversitelerin her gün açıkladıkları, ihtiyaç duyulan öğrenci sayısına ulaşılana kadar puan düşürerek yaptıkları anonsları… Ben üniversite genel sınavından sonra bir yıl radyo başında ön kayıt puanlarını düşüren üniversiteleri takip etmiştir. Gerçi o yıl bir işime yaramamıştı ama…

Eğer bir daha radyo yazısı yazarsam, Dünyada ve Türkiye’de ilk yayınlar ile propaganda amaçlı ve liderler tarafından kullanılış biçimi üstüne yazmak istiyorum.

Pazar, Temmuz 01, 2018

TEKKE KOYU ve PLAJI


“Vakıf tahrir defterlerinde Çeşme Kazasında biri Çeşme’de, diğeri Karaburun’da olmak üzere Samut Baba adlı iki zaviyeden bahis vardır. Bunlardan biri Çeşme’deki körfezin kuzeyinde bugün Tekke koyu olarak bilinen koyun yakınında 16 Eylül mahallesindedir. Günümüzde Tekkeden eser kalmamakla beraber sonradan hazırlanmış bir mezar taşı ve tekkenin haziresi olduğu düşünülen yerde birkaç mezar taşı daha bulunmaktadır. Zaviyenin yerinin Çeşme Körfezine hâkim oluşu kuruluş yıllarında burayı kontrol vazifesini yüklenmiş olduğunu göstermektedir.” diye aktarmaktadır Mübahat Kütükoğlu “XVI. Asırda Çeşme Kazasının sosyal ve iktisadi yapısı” adlı eserinde, Doç. Dr. Nahide Şimşir tarafından, bir sempozyum için hazırlanan “Çeşme’de ziyaret yeri olarak seçilen kabirler” adlı tebliğinden. Aynı tebliğ de zaviyenin gelirinden, padişah tahsislerinden ve talimatlarından ve sosyal yükümlülüklerinden detayları ile bahsedilmektedir. Aynı eserde “Samut Baba Tekkesi ya da Türbesi” adı ile Karaburun’da da bir tekkenin bulunduğu bahse konudur ancak bildiğim kadarı ile başta Urla’da da hiç ziyaret etmemekle birlikte bir adet bulunduğu bilmekteyim. Diğer taraftan Anadolu’nun birkaç yerinde daha aynı adla tekke, zaviye ve türbelerin bulunduğu da kısa bir araştırma neticesinde anlaşılmaktadır. Gerçi konu etmek istediğim ne türbe, ne zaviye, ne de tekkedir ama mezkur “koyun ve plajın” adının nereden geldiği konusunda daha önceleri okuduğum kitap ve kaynaklardan aldığım notlara istinaden bu girişin faydalı ve anlamlı olacağını düşündüm. Çok muhtemel ki Alevi ve Bektaşi kültürü ile yoğrulmuş, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yerleşmiş Babalar ve Dedeler ve de müritleri, yönetim durumuna göre kâh otorite ile bağlaşık, kâh dikleniş ve baş kaldırış sergilemişlerdir. Çeşme’deki Samut Baba ile ilgili, muhtemelen de konumuna binaen, canım Yurdumun insanı ona bir “gözlemcilik” görevi yaratmıştır, muhayyel olarak hatta bu hayaldeki sınırsızlık çok çeşitli menkıbeler yaratılmasına sebep olmuştur. Bu menkıbelerden biri yine Doç. Dr. Nahide Şimşir aktarımına göre; "Samut Baba denilen zat halk arasında ermiş olarak bilinir. İstiklal Savaşı yıllarında Çeşme'yi düşman işgal edeceği sırada, tüm sahili yeşil sarıklı savaşçılar kaplar. Düşman bu sahneyi görünce dağılır. Sonunda Türk ordusu yetişir." şeklindedir. Diğer taraftan tarihlere bakınca, her ne kadar Şeyh Bedrettin, Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa ile irtibata uygun bir kaynak bulunmamakla birlikte en azından ben bilmemekteyim, mezkûr konunun bakiyelerinden olma ihtimalleri de göz ardı edilemeyecek kadar akla uygundur. Çünkü Osmanlıdaki mezkûr başkaldırışın gerek coğrafi gerekse de tarihsel tutum alışlar açısından değerlendirilmesi neticesinde de mutlaka bakiyeleri olmalıdır ve tam da bu yüzden tasnif dışı tutulmamalıdır bu vaka… Dikleniş, başkaldırı, yenilgi ve biat süreci yaşanmış olabilir. Samut; Arapça kökenli bir kelime olup, susan ya da surat asarak konuşmayan anlamındadır.

Bir dönem, Çeşme’nin ve ahalisinin, Hıdrellez kutlamaları için ateşler yakarak eğleştikleri “Tekke Koyu” şimdilerde artık yüksek zevatın inayet ve iradeleri kapsamında ranta kurban edilmiş olup gayri dönüşü yoktur. İmara kapalı iken bir anda canım Yurdumun mütegallibesi ve yerli avenelerinin, kuşa bak misali, “körfez silueti projesi” gibi tılsım ve ihtişamı yüksek, hedefi belli, tezvik ve tezyini ile gözlerimize çektikleri sürme neticesinde gelinen nokta ortadadır. Savunma ise, orada 1 m2 bile yeri olmayan zevata, sorduğu soruya istinaden, sen de inşaat yapımı talep et aynı haklara sahip ol, gibi kargaların başta olmak üzere tüm mahlukatın güleceği ama politikacıların anlayabileceği kuş dili ile yapılmıştır. Sonuçta kentlerin karakterlerini oluşturan bu tür yerlerin korunamaması nedeni ile iğdiş işlemi devam etmektedir. Ancak gitti güzelim Hıdrellez kutlama alanı, gerçi artık eski Hıdrellez kutlamaları da gitti ya neyse. Ama neresinden başlayıp anlatsam çocukluğumun o güzel Hıdrellez kutlamalarını, neyse eskiden atı alan Üsküdar’ı geçiyordu ama şimdi Üsküdar’ı alan karşıya geçiriveriyor oldu, lafz-i tadilat muvacehesinde… Ayrıca, genellikle herhangi bir Tekke’nin mütemmim cüzü kabilinden bulunan “deliklitaş” hala yerinde midir bilemiyorum ama çocukluğumuzda biz zayıfların sorunsuz geçtiği hafif kilolu arkadaşlarımızın geçemediği anlarda, geçenlerin geçemeyenlere takılmaları dün gibi aklımdadır. Genel manada canım yurdumun insanının inanışına göre, deliklitaşı sorunsuz geçenler günahsız, geçemeyenler ise tam anlamı ile günahkardırlar… Artık onlara, adaklar mı adamak düşer, günlerce 7 adet üst üste dizilmiş tuğla üstünde tuğlalar eriyene kadar yıkanmak mı düşer, tekke’ye bağışlar mı düşer, yoksa Dedelerin yanında çilehanelere katılmak mı düşer, Allah bilir…

Tekke plajının bir dönem yerel yönetim tarafından adı beğenilmeyerek “Kadınlar Plajına” da dönüştürülmesi, hem de Tekke ve Zaviyelerin ihdas edilmesine canı gönülden inanan ve savunanlarca yapılmış olması da ayrı bir tenakuz konusu iken, kadınlar plajına dönüşen yerde üstsüz güneşlenmek isteyen kadınları da, yerli ve yabancı tefriki yapılmaksızın zabıta gücü ile engelleyenler de aynı kafanın takipçileri olmaları bir başka tenakuzu oluşturmakta idi.

Bir dönem mezkûr plajın ki, genellikle kısa süreli yüzmek isteyen komşuların yoğunlukla tercih ettiği bir plaj olması nedeni ile, yoğun müşteri tercihinden ötürü özelleştirme kapsamında özel işletmelere devredilmesi tam bir rezalet iken şimdilerde yeniden sınırsız şekilde halkın kullanımına açık olması bu hali ile bile güzelleştirmiştir orayı.  Artık koyun hemen arkasındaki tepede çam ağaçları ile dolu mesire alanı yoktur ayrıca oraya dönüş umudu da yoktur.