Bir zamanlar Galatasaray’da
futbol oynamış, Metin Kurt’un ağzından yazılan anılarından bir demet, daha nice
benzer anıları okumak için bu kitabın kesinlikle okunması gerekir.
RMÇ
“Kırklareli’ndeyken ağabeyim Rıfat’la birlikte
Beşiktaş taraftarıydık. Kırklareli’ndeki mahallemizde bir Ali Ağabeyimiz vardı.
Bakkaldı Al ağabey ve koyu bir Beşiktaş taraftarı idi. Mahallenin çocuklarına
siyah-beyaz forma almış, bir takım kurmuş idi. Bakkal Ali’yi sabahları
alışverişe gittiğimde, arada bir dükkanında kahvaltı yaparken görürdüm. Onun
sadece beyazpeynir ve siyah zeytin yediğini unutmadım. Belki de bugün konuşulan
bu hikaye o bakkal Ali’den kaldı. Bunu kim bilebilir? İşte öylesine Beşiktaş’a
bağlı, koyu bir taraftardı Bakkal Ali. O yüzden mahallenin tüm çocukları gibi
bende Beşiktaş taraftarıydım.” (sayfa 16)
Ankara’da otele gidip, aynı odaya yerleştik
Ender’le. Otelde hayatımızda ilk kez bir küvet gördük. Hemen sıcak suyla
doldurup sırayla içine girdik. Bütün adalelerimiz gevşemişti. Ertesi gün
seçmede tel tel döküldük! Bu konularda bir bilgiye sahip değildik ve genç
sporculara yol yordam gösteren, söyleyen, öğreten yoktu… Her sporcu el
yordamıyla önce başını duvara bir kere vuruyor, doğruyu sonra kendi kendine
öğreniyordu. (sayfa 37)
Altay’da unutamadığım futbolcu Varol Ürkmez’dir.
Zamparalık konusunda hakikaten soyadı gibi, ürkmez bir insan olduğu kadar
sporculuğu da tam bir gladyatörün hayatıydı. Ürkmeyen bir gladyatör… Bambaşka
bir yetenek ve insandı. Anlatmakla bitmez ama anlatacağım anım onun hakkında
yeterli bilgiyi verecektir sanırım. İstanbul’a Beşiktaş ile yapacağımız
deplasman maçına gemiyle gidiyoruz. Vapurun hareket saatine göre takımın tüm
futbolcu ve idarecileri hazırlanmış, bir tek Varol Ağabey ortada yok. Hareket
saatine doğru idarecileri bir telaş aldı. Bir süre sonra bir pavyonda
sabahladığı haberi alındı. Oraya giden idareciler resmen hasta taşınansedyeyle
arabadan indirdikleri Varol ağabeyi vapurdaki kamarasına yerleştirdiler. O
sarhoştuki, yürüyecek hali yoktu. Öğle saatlerine kadar uyudu. Eşofmanlarını
giyerek güverteye çıktı ve tek başına idman yapmaya başladı. Atlıyor, kalkıyor,
jimnastik hareketleri yapıyori ters, düz saltolar atıyor… Velhasıl, tek başına
yapılması gereken tüm hareketleri yapıyordu. Vapurda onu gören turistler
alkışlamağa başladılar. Karşılarındaki sanki bir animatördü. Varol ağabey duşun
altından çıkmış gibi terden sırılsıklam kamarasına gitti ve dinlenmeye çekildi.
Aldığı bütün alkolü güvertede güneşin altında falasıyla atmıştı. Ertesi gün
Beşiktaş’tan tek puan aldık. 0-0 berabere kalmamız Varol ağabeyin tek başına
Beşiktaş’a karşı verdiği savaşla oldu. İşte öylesine bir gladyatördü. ( sayfa
51-52)
O sezon benimle birlikte Tomislav Tavşan adında
Yugoslav bir kaleci de transfer olmuştu PTT ye. Tomislav, futbolculara göre çok
âlem bir adamdı. İki ayda Türkçe öğrenip Türk futbolculardan daha iyi Türkçe
konuşmaya başlamıştı. Konuşmaları teybe kaydedip öyle öğrenmiş Türkçe’yi. Teybin
karşısında kendi kendine konuşuyormuş… Çok güçlü ve görenlerin inanamayacakları
irilikte elleri vardı. Top neredeyse avcunun içinde kaybolurdu. Bir gün karşı
takım oyuncularından biri onu elindeki topu çıkaramaması, degaj yapamaması için
perdelemeye kalktı. Tomislav, topu atar gibi yaptı. Rakip oyuncu arkasını dönüp
topu aramaya başladı. Tomislav durmuş, rakibe bakıyordu. Hakem ve diğer
futbolcularda onlara bakıyorlardı. Tomislav rakibinin omzuna dokunup topu
göstererek “bak” dedi. “Aradığın burada” (sayfa 57)
Polonyanın Chorzov kentinde Silezya stadında 60
bin seyircinin önünde o tarihi hezimeti yaşamıştık. Lubanski adlı futbolcuları
Milli takımımızı hallaç pamuğu gibi attı. Kalecimiz Ali Altuner Polonya
akınlarını durdurmak için insan üstü çaba sarf ediyordu ama birini kurtarıyor,
ikincisi gol oluyordu. İlk on dakikada 2 gol yemiştik. Sonra gerisi geldi.
Doksan dakikada sadece bir akın yapabildik Polonya yarı sahasında. Sanlı
Sarıalioğlu götürdü, Ayhan Elmastaşoğlu’na verdi. Onon şutu hakeme çarparak
kaleyi bulmadan dışarı çıktı ve ilk yarı şeref sayımızı atamadık. İlk yarı 2-0
mağlup bitirdik ki, buna şükrediyorduk. İkinci yarı goller arka arkaya yağmaya
başladı. 4-0 dan sonrası ne tuhaftır belleğimde değil. Sanlı sakatlanıp çıktı, yerine Eskişehirsporlu İsmail Arca girdi.
Sanlı ağabey, yüzündeki acıyla maçtan sonra soyunma odasında “sakatlandım.
Yürüyordum, tabela 4-0 dı. Saha kenarına kulubeye geldim 5-0 oldu. İçeri
girdim, duş alıp geldiğimde skor 7-0 olmuştu” dedi. (sayfa 59-60)
Güneşspor’un başında, o zamanlar meşhur Avni B.
Vardı. Takımın her şeyi oydu. Türkiye’de tanınmış sima idi. Avni B. Bir dönem
Güneşspor’a servet harcamış, sonrasında Güneşspor üzerinden servet yapmış bir
adamdı. Avni B. Türk futboluna sporcu kazandırdığı söylemleri altında bir
simsardı, futbolcu simsarı. Bulur, yetiştirir, satar ve bu işten para
kazanırdı. Onu en iyi tanıyanlardan biri de bulup yetiştirdiği, ki o zamanlar
diğer takımların beğenmediği, ama Avni B.’un bir eşofman ve bir çift futbol
ayakkabısına transfer ettiği, Erman Toroğlu’dur. Toroğlu onun futbolcusuydu.
Burada önemli olan konuyu bir anımla açıklamaya çalışayım. Avni B. Devre
arasında futbolcusuna bağırıyor. “Ulan” diyor, “ulan bilmem nenin çocuğu!... Bugüne
kadar yedektin. Ben seni neden oynattım. Sana kaleye şut mu at dedim. Ben seni
bunun için mi oynattım? Dedim mi ulan, sana şut at diye?! Ya top direğe
çarpmasaydı da gol olsaydı? Avni B. Buluyordu cevherleri… Toros dağı
yaylalarının kartalı Toroğlu Erman beydir. İşte burada kendisini Ankara’nın
kurak arsalarından futbolcu olarak yetiştiren Erman Toroğlu’nun, bu gün şikenin
kökenini çıkıp televizyon programlarında bunları anlatması gerekir. (sayfa 86)
1970 yılına girerken Zeki Temizler’in transferi
yılın bombasıydı ve ayrıca bir futbolcunun transfer ayında mal gibi alınıp
satılmasının çarpıcı bir örneğiydi. Transferin ilk günü, Fenerbahçe’nin de
peşinde olduğu Zeki ağabey Bursaspor’la 200 bin Tl ye anlaşmış, bu parayı cebe
atmış, eski kulübünün kasasına da 240 bin TL göndermişti… Zeki ağabey,
gazetelere verdiği demeçte, “Fenerbahçe uyuttu, Bursasporlu oldum” diyordu. Bir
gün, “Galatasaraylıyım”, diğer gün “Fenerbahçeliyim” başka bir gün
“Beşiktaşlıyım” diyen krampon, bir de baktık ki Bursasporlu oluverdi…
Fenerbahçe’nin o yıllarda bir Semai ağabeyi vardı ki, aman Allahım. Futbolcu
gaspı nedeni ile kendisine “hırsız” deniliyordu. Bursasporlu yöneticiler
Ulucamii yakınındaki bankaya parayı yatırmışlardı ki, o, punduna getirip
Pontiac’ıyla İstanbu!a çoktan uçurmuştu bile. Zeki ağabey iki sene
Fenerbahçe’de futbol oynadı. Başarılı olamadı. İkinci senenin sonunda Mersin
idmanyurdunda parlayan, Osman Arpacıoğlu için Mersin’e üzerine 200 Tl verilerek
transfer edildi… Yıllar su gibi aktı. Karların epey yüklü yağdığı bir kış
günüydü. İstanbul’u bilenler bilir; yağmur, kar yağınca taksilere bir şeyle
rolur. Taksiler vızır vızır geçiyor ve müşteri almıyorlardı. Epey bir süre
geçtikten sonra bir taksi durdu önümde, sevindim… Evin önüne geldik. Parayı
uzattım. Şöför, “utanmıyor musun? Baksana, tanımadın mı beni Metin? Biraz
dikkatli baktım Zeki ağabeydi…( sayfa 98-99-100-101-102)
A milli takımın hocası Sabri Kirazdı. Batı
Almanya milli maçı geldi çattı. Meşhur 1-1 lik maç. Maçta bir pozisyon oldu.
Aldığım topu götürdüm ve Eskişehirspor’lu Kamuran’a aktardım. Almanların Sieloff
adında bir liberosu vardı. Kesmek istedi ama ondan önce hamle yapan Kamuran
oldu ve topu aldı. Vücut çalımı ile geçti ve karşısında put gibi hareketsiz ve
ne yapacağını şaşırmış kalecileri Sepp Maier’in altından uzanamayacağı köşeye
topu bıraktı. 1-0 öndeydik. Maçtan önce, Alman kalecisi Maier “gol yersem
saçlarımı kazıtırım” demişti. Gol yemişti ama sözünü tutmamış, saçlarının
kazıtmamıştı… Golden sonra Cemil çıktı sahneye. Şutlarını atıyor, Maier zar zor
çeliyor, gole izin vermiyordu. Almanlar şaşırmıştı ama Maltalı hakem
şaşırmamıştı. Bu kez o çıktı sahneye. Muzaffer’in Müller’e yaptığı hareketi
penaltı ile ödüllendirdi. 1-1 maç sona erdi. (sayfa 113-114)
Futbolda taktik; taktik uygulayana uygulanır.
(sayfa 114)
Futbolcularımızın futbol arenalarında
kullandıkları en büyük silahı olan ayakkabıları, Beykoz yapımı Dinyakos marka
kösele tabanlı, çiviyle kabaraları çakılı yerli malı kunduralardı. Adını Rum
ustasından alan Dinyakos futbol ayakkabılarının sahibi Beykozlu bri rum
kunduracı ustasıydı. O zamana kadar postaldan bozma kalçın futbol ayakkabıları
kullanılıyordu. Dinakos usta, o zamanlar kullanılan atlet ayakkabılarını ladı
ve tabanındaki uzun çivileri sökerek, yerine meşin kabaralar çaktı. Eskisinden
çok hafif olan bu yeni futbol ayakkabılarının mucidi olmuştu. Kramponların
dilinde, mavi bir kumaş parçası üzerinde adı yazıyordu. (sayfa 115)
13 aralık 1970, Arnavutluk ile yaptığımız
Avrupa Kupası eleme maçının devre arasında, hatalı gol yiyen kaleciyi takım
kaptanı evire çevire dövmüştü koridorda. Kaleci değil hareket, elini bile
kaldıramamıştı. Htalı bir çıkış yaptı, boşta kaldı ve arkasında Cemil (Turan),
belki de hayatının en rahat golünü kafasını topa dokunarak attı. Kaleci hata
yaptı, hatalıydı ama bunun cezası herkesin trasında dayak yemek olmamalıydı.
Aklıma bu olay geldiğinde, reel sosyalizmi hep sorgularım. (sayfa 120-121)
25 nisan 1971, Avrupa kupası eleme maçı.
Almanya’da 1-1 berabere biten maçın rövanşında 3-0 yenildik Batı Almanya’ya
İstanbul’da. Maç günü geldi çattı. Kampta kadro açıklandı. Ben ilk onbirde
yokum. Yedeğim. Yerime B. Mehmet kadroda. Cihat Arman’a haber gönderdim, “yedek
soyunmuyorum” diye . Zaten B. Mehmet forvet değil, ortasaha oyuncusu o
zamanlar. Daha sonra forvette oynadı. Burada bir dümen daha döndü. Sol görüşlü
olmam gündemdeydi yine.(sayfa 122-123)
6 aralık 1971 de Polonya ölüm-kalım milli maçı
İzmir Atatürk stadında yetmiş bin kişi karşısında oynadık. 1-0 . Maçın hakemi
Bulgar Nikolayev “böyle oynayacağınızı tahmin etmiyordum” diyerek maç topunun
beyaz kısımlarını bizlere imzalatmıştı. O maçta enteresan bir olay oldu...
Maçın sonuna doğru Zekeriya sakatlanır gibi oldu. Coşkun Hoca, Bursasporlu
Vahit’e (Doğan) “git bakalım Zekeriya oynayacak mı, oynamayacak mı?” demiş.
Vahit, Zekeriya’nın yanına gidiyor ve, “sen çık ben oynuyorum” diyor. Bir
baktık Vahit içeride, ısınmadan çoktan maça girmiş bile. (sayfa 127)
Yıldo, yani gerçek adı Yıldırım Benayyat,
müthiş bir gladyatördü. Türkiye doping kontrol merkezi başkanı Prof. Dr.
Aytekin Temizer’in TBMM Şike komisyonunda gündeme getirdiği ve bir gazetenin
manşetten duyurduğu 1971-74 yılları arasında Galatasaray’da forma giyen
futbolculara doping ilacı verildiği iddiası, Türk futbol dünyasını
karıştırmıştır. O dönemde Galatasaray’da oynayan “Yıldo” lakaplı Yıldırım
Benayyat, teknik direktör Brian Birch’ün kendilerine ilaç verdiğini doğrulayarak,
“bize verilen ilacın doping mi, vitamin mi olduğunu bilmiyorum” dedi. Birch’ün
teknik direktörlüğünde döneminde ilk onbirde fazla yer bulamadığını anlatan
Yıldo, “Aradan bunca yıl geçmiş. Şimdi yeniden niye gündeme getiriliyor? En
iyisi susmak gerekir. Şimdi yeniden gündem oluşturulmak isteniyor. Bence bu
yanlış” diye konuşmuştur… Aslında gerçek gladyatör Yıldo’dur. Şimdi kendini
hacı, hocaya vermiş ama oradan da pasaportu almış galiba… Tek tük maçta ikinci
yarıda forma giydi. Gladyatör olarak aklıma ilk gelen odur. Brian birch, Yıldo
ve bazı arkadaşları antrenman futbolcusu olarak kullanırdı, kalecileri
çalıştırmak için. Vur, kır gibisinden antrenmanlarda boksörler gibi kullanırdı…
Bir gün Spor yazarları kupasıydı galiba, Beşiktaşla oynuyorduk. Brian Birch onu
son on beş dakikada maça aldı. Saha çim. Yıldı topu aldı. Gitti, sürdü ve orta
için vurdu. Top, kaleci kontripiyede kaldığı için ters taraftan içeri girdi ve
gol oldu. (sayfa 141-142-143)
Spartak Moskova maçını oynuyoruz. Muzaffer
(Sipahi) ile A Milli takım kadrosundan gelip Galatasaray kafilesine
katılmıştık. Hava sıcaklığı Moskova’da eksi otuz ile otuz beş derece arasında.
Maça çıkacağız. Sağ olsun, rakip takım bize külotlu yün çorap gönderdi. Biz
delikanlıyız ya! Reddettik. Biz hiç külotlu çorap giyermiyiz? Sahaya çıktık.
Aman Allahım. O ne soğuk? Soğuğu biliyoruz ama bir şort bir fanilayla çıkmışsın
o soğuğa. Bir bakıma seni o soğukta çıplak sokağa koymuşlar! Doğru koştuk çoraplara.
Öyle bir giysimiz var ki, anlatamam. Hem gülüyor, hem de alelacele giyiyoruz.
Neredeyse iki çorabı üst üste giyeceğiz. Anlamamız gerekirdi. Soyunma
odalarında sahayı gösteren ve sadece o stadyum için kurulu kapalı devre
televizyon vardı. Yedek kulübesi yok. İçerden, seyrediyorsun maçı. Dışarıda
oturmanın imkânı yok… öyle bir havada sahada buzdan eser yok. Tabandan ısıtma
sahaya ilk kez orada şahit oldum… O şartların takımı Spartak Moskova’ya 3-0
gibi küçük bir skorla yenilerek bu macerayı kapamış olduk. Küçük skor diyorum,
zira skor daha kabarık olabilirdi ama bizim Aydın (Güleş) sağ olsun, bizi
farklı yenilgiden kurtardı! Sahada ayakta duracak halimiz yok. Adamlar başladı
golleri bir bir sıralamaya. Aydın gitti, önünde oynayan açığa el kol
hareketleri ile, “siz sosyalist, biz sosyalist, yeter artık üzerimize gelmeyin”
gibisinden uyuşmuş dudaklarıyla bir şeyler anlatmaya çabaladı. Aydın’ı anladı mı
karşısındaki futbolcu, kimdi bilmiyorum ama gerçekten Ruslar üzerimize gelmedi.
(sayfa 150-151)
Tarihin 13 ocak 1973 ü gösterdiği maçımızı
deplasmanda, İtalya’nın Napoli kentinde oynayacaktık. Biz milli futbolcuları,
Avrupa futbolunun güçlü ekiplerinden İtalya karabasanı adeta bir canavar gibi
ağzını açmış, öylece beklerken, milli takım futbolcularını hedef alan ve
kendilerini spor basını olarak tanıtan bazı şarlatanlar bu maçın falına çoktan
bakmışlar, sonucu kendilerince çoktan açıklamışlardı. “Hezimet” … Sonunda
patladım ve “spor basını kınıyoruz” başlığı altında bir bildiri kaleme aldım.
Sonra da milli futbolculara imzalatarak, Türk Haberler Ajansı aracılığıyla
tepkimizi tüm Türkiye’ye duyurdum. Ajansın o zamanki şefi Veysel Serçe beni
telefonla arayarak bildiri yasağı olduğunu iletti ve bildiriyi arkadaşlarım
adına kişisel demecim olarak geçip geçemeyeceğimi sordu. Olumlu yanıtladım.
Onbeş dakika geçmedi ki otel karıştı. Otelde birden buz gibi bir hava esti. Ben
önce bir anlam veremedim. Bütün futbolcuların suratları asıktı, tedirgindiler.
Ziya (Şengül) geldi. Takım kaptanıydı. “İmzamı silebilir misin bildiriden”
dedi. O zaman anladım ki, bildiri otele yansımış, basının tavrı yüzünden.
Gazeteciler aramış futbolcuları. Ziya’ya “al senin gözünün önünde yırtıyorum
bildiriyi. Bu bildiriyi ben yayınladım tek başıma. Neden korkuyorsun?” dedim ve
olayı bütünüyle üstlendim. Ziya’dan tavır öyle gelince diğer futbolcu
arkadaşlarım da onu destekledi. Yazdığım bildiri de spor basınını dar görüşlü
ve yıkıcı olmakla suçladıktan sonra, dönemim ünlü kalemşörlerine, “yalnızca
İtalya ile mücadele etmek istiyoruz” sözleriyle açıkça meydan okumuştum.
“İtalya’ya gitmeden çizmeyi aştılar” tepkisi geldi… Doğrusu masumane futbolcu
tepkisinin anlı şanlı spor medyasını bu denli ürküteceğini hiç ama hiç hesaba
katmamıştım. O dönemim yüksek tirajlı gazetelerinden Hürriyet, Milliyet, Tercüman
yazdığım bildiriye çok ağır yanıtlar vererek, İtalya’ya gitmeden çizmeyi
aştığımı ve İtalya’da boğulacağımı öne sürmüşlerdi. Yazılanların özünde,
yenileceğimize dair “peşin mazeret aradığımız” belirtiliyordu... Uçak kalkışa
hazırlanırken, yanımda iki kişi belirdi. Bu kişiler adımın Metin Kurt olduğunu
öğrendikten sonra, konuşacaklarını söyleyerek, uçaktan inmeme yardımcı oldular!
Yetkilerle birkaç oda dolaştıktan sonra, bir sürü dosya incelendikten sonra,
uçağa geri dönebileceğim söylenmişti. Uçaktan neden alındığımı sorduğumda,
biniş kartı doldurmadığım içim yanıtını almıştım… Hasan Polat, dediğim gibi
dürüst adamdı. Federasyon benim kellemi isterken, o, başkan olarak beni hep
kolladı. Trabzonluydu ve eski milletvekili idi. Eskiler anlatırlardı, futboluda
müthişmiş… Maçı kaybedersek benim Türkiye’ye dönmeme mümkün bile değildi…
Milliyet’te, “Metin Kurt… biz senin komünist olduğunu bilmiyormuyuz?”
gibisinden söylemlerle… Ben bir kere çıktım. Maçın en rahat adamı olan İtalyan
kaleci Dino Zoff’u kale direğini yalayan bir karış mesafeden auta giden topla
elimden kaçırdım… Maçta adeta savaştık. Arkadaşlarımın o maçtaki savaşını ve
kalecimiz Sabri Dino’yu unutmam imkânsız. Ertesi gün İtalyan gazeteleri,
“Türkler, kaleci ve defanslarının hayret verici oyunlarıyla berabere kaldılar”
diye yazdı… Maçtan sonra medya ne düşündüğümü sordu. Şu açıklamayı yaptım: “İtalya
karşılaşması öncesinde kalemlerine mürekkep yerine zehir dolduran akrepler, bu
sonuç karşısında hemen şimdi kalemlerini münasip bir yerlerine itina ile sokup
saklasınlar”. Bu sözlerimi duyanlar oldu, ama okuyan olmadı… Kalemşörlerden
biri de Talay Erker denilen gazetecidir. Kendisi, geçmişte Galatasaray’da
verdiğim gerek alacaklarım, gerekse sendika mücadelemde bana en yakın duran,
destek veren ya da öyle görünen basın elemanlarından biriydi. Sürekli, Milli
takım ve Galatasaray kamplarında haber yapmak, yazı çıkarmak ve söyleşiler
yapmak için yanımızdan ayrılmazdı… Ama ibre egemenlerden yana dönünce, onun da
ibresi o yöne kaydı… Galatasaray takımında süresiz kadro dışı kaldığımda, eski
eşimi aleyhimde konuşturarak yazı yazmaya çalıştı… O dönem Alp Yalman’ın
dizinin dibinden ayrılmayan, onun işlerini kovalayan kalemşördü Talay Erker…
Eskilere gidelim. Alp Yalman bana Tatko’nun bayiliklerinden birini verecekti.
Ben de, bir zamanlar benimle aynı evde kalan Ergun Gürsoy, Galatasaray’dan
futbolcu arkadaşım Aydın Güleş ve Metin Sözgeçen’le birlikte bir şirket kurup,
onlarla bu bayiliği ortak işletecektim. Alp Yalman aldığı karardan korkmuş ya
da bir şekilde caymış olmalı ki, bugün yarın gibisinden laflarla bizi oyalıyor…
Benim bu konudaki bazı sözlerimi hakaret kabul etmiş olsa gerek, dostu Talay
Erker’i kullanarak Hürriyet gazetesinde yalan bir haberi manşetten yayınladı: “Metin
Kurt sokağa düştü, Fatih Parkında şarapçılarla yatıp kalkıyor” … ( sayfa
162-163-164-165-166-167-168-169)
Brian Birch, tam bir profesyonel ve spordan
para kazanmak için dövüşen baba bir gladyatördü. Kendisi asla eksik
tamamlamazdı. “Ben” derdi, “ bu ülkeye, ülke sporunu, futbolunu geliştirmek
için gelmedim. Kendime İngiltere’ye döndüğümde ev almak için geldim”. Onun
dürüst tarafı buydu. Çok açık ve net konuşurdu. İşinin dışında, alavereye
dalavereye girmezdi. İşini bilir, işini yapar ve, “ben işimi yapacağım ve
bundan paramı alacağım” derdi. Onun için işini yapan futbolcuları sever, işini
sevmeyenlerle asla bir arada olmazdı. (sayfa 175)
Brian Birch, ikinci kez Türkiye’ye
Galatasaray’ın başına geldiğinde işleri iyi gitmedi. 1980-81 sezonu…Bir
Fenerbahçe maçı öncesiydi… “hocam” dedim, “affına sığınarak söylüyorum
Fenerbahçe’nin ileri üçlüsü İsa (Ertürk), Ali Kemal(Denizci) ve Selçuk’tan
(Yula) kurulu. Bu üç adamın top kapma özelliği yok. Geriye gelme anlamında
özellikleri olmayan futbolcular bunlar. Geride de Cem (Pamiroğlu) gibi,
Alpaslan (Eratlı) gibi adamlar var. Bunlar uzun top atıyorlar ve forvet bu
topları aldığında bire bir karşılarındakileri geçip pozisyona giriyorlar… Kendi
sahanda oyala dur. Tabiri caizse “kuçu kuçu” sistemi… Ertesi gün maçı benim
söylediğim taktikle oynadı ve sahadan 1-0 galip ayrıldı. (sayfa 179-181)
Bana verilen süresiz kadro dışı cezası
kesinlikle halkın gösterdiği tepkiyle kalktı. Tekstil Fabrikatörü ve
Galatasaray yönetim kurulu üyesi Halit Narin, ki kendisini siyasetle ilgilenen
herkes tanır, bana verilen cezanın kalkmasından sonra üyelikten istifa etti.
Daha sonra kendisiyle bir saunada karşılaştık. “Senin sayende Tekstil
İşverenleri Sendikası başkanı oldum. Galatasaray’daki istifa edince vaktim
kaldı, beni tekstilciler başkan yaptı” dedi. (sayfa 214)
1 Aralık 1974, İzmir’de İsviçre’yi 2-1
yendiğimiz maç. Ali Şen’in müthiş itirafı ve ifşaatı! Yoo, bu işte bir başka iş
var! Ya bizim spor basınının üzerine ölü toprağı serpildi ya da Ali Şen çaptan
düştü… Ali Şen kalkacak, “Ben bir milli maçta, Yugoslav hakemi ayarladım, maçı
kazandık!” diyecek de kimse sesini çıkarmayacak, olacak iş mi bu? Hayır, hayır!
Bu işte bir iş var… Söz Ali Şen’de: “Şimdi ne diyeyim, hakemin bir kabahati
yok. Düşse penaltı vereceğim? Diyor. Bizim Metin Kurt vardı. Sağaçık oynuyordu.
Ben futbolcuya düş diyemem ki. Bunlar benim yapıma aykırı şeyler. Ben zaten
bunları tenkit eden kişiyim”. Tabii canım, hiç Ali Şen böyle şeyler der mi?
Onun yapısına aykırı. O da öyle diyor, biz de öyle diyoruz… İkinci yarı
başladı. On adım ileride Metin Kurt ofsayt, aldı gitti gol yaptı, durum 1-1.
İsviçreliler kıyameti koparıyor, sahayı terk etmek istiyorlar. Maç tekrar
başladı. İtiraz, dışarı. İtiraz dışarı. Arkadan iki gol, ikisi de beş metre
ofsayt. Türkiye :3 – İsviçre:1” Lakin Vatan gazetesi spor sayfası sorumluları
Ali Şen’in bir dipnotunu koymuşlar, iki satır ama çok önemli… Ali Şen ne
diyordu? Maç 3-1, Türkiye’nin galibiyeti ile bitti diyordu. Meğer maç 2-1
bitmiş. Ali Şen’e göre gollerden birini Metin kurt atmış…hayır o maçta Metin
Kurt’un golü yok. Ayrıca ne demiş Ali Şen ilk yarı 1-0 İsviçre lehine bitmiş,
ama beraberlik golü 21. dakikada İsmail Arca’dan gelmiş… Dedik ya, bu işte bir
başka iş var. Ali Şen böyle müthiş, dehşetengiz bir ifşaat yapacak da onun “Şansalları,
mansalları” alkış tutmayacak. (sayfa 216-217-218)
Gündüz Kılıç’ın eşi Melahat hanımdı. Biz adını
“Korkunç Yenge” koymuştuk. Saygıdeğer bir hanımefendiydi ve gerçektende otorite
bakımından korkunçtu. O kadar Galatasaraylıydı ki, takımın mağlup olduğu bir
maçtan sonra kocasıyla birlikte intihara kalkıştığı o zamanlar anlatılırdı.
(sayfa 226)
Galatasaray’da futbola başladığım zamanlar,
Gayrettepe, Yıldız Posta caddesinde bir ecde Ergun Gürsoy’la birlikte
kalıyordum. Pazartesi günleri izin günüm olduğu için bekar evinde
arkadaşlarımızla toplanırdık. Bu arkadaşların içinde Başaran Ulusoy’da vardı. Ergun
Gürsoy, Başaran Ulusoy’un muhasebesinde çalışır, tahsilat işlerine bakardı. Bir
Ergun Gürsoy bana, Başaran Ulusoy’un kendisini Uludağ’a tatile götürdüğünü ve
tatil sonunda harcadığı meblağın yarısını senet olarak imzalatarak geri
istediğini söyledi. O akşam, Başaran Ulusoy eve geldi, tartıştım. Ergun Gürsoy
işsiz kaldı. Karadenizli bir grup arkadaşın yardımıyla, İnan Kıraç’ın yanına
girdi. Daha sonraları Tofaş arabalarının
bayiliğini alarak bugünlere geldi. Başaran Ulusoy, Ergun Gürsoy’u Uludağ’a
tatile götürmese, hala onun yanında çalışıyor olacak ve belki de bugünkü
konumunda olmayacaktı. (sayfa 228 -229)
Doping illetinden biraz daha bahsedeyim, hazır
Galatasaray konusundayken. Galatasaray’da varmıydı, yokmuydu? Dopingi ilk
Altay’da yaşamıştım. Ta oralardan Galatasaray’a kadar gelmek istiyorum. Doping,
sporun başına, insanlığın başına bela olan eroin gibi, veba gibi bir
bulaşıcıdır. Dopingi PTT de yapanlar vardı. Ben PTT de yapmadım, yapmazdım. PTT
deki futbolcular kendi aralarında alırlardı. Daha çok yaşı geçmiş, güçten
düşmüş futbolcular dopinge müracaat ederlerdi. Galatasaray’da doping yaptım.
Zaten Galatasaray’da sıradan herkese verilirdi hap olarak ya da şırıngalanırdı.
Galatasaray’da K. Adında bir masör vardı. Kendisi de eski futbolcuydu.
Beşiktaş’ta oynamıştı. K. doping hapı
almayı teşvik ederdi. Söylendiğine göre Turgay Şeren futbol oynadığı dönemlerde
bir maçtan önce kendisine iğne yapılmasını istiyor ve doping ondan sonra
sistemleşiyor. Galatasaray futbol takımına dopingi getirenin, alıştıranın o
zamanlar, “deve” ve “ sürmeli” lakaplı, Turgay Şeren olduğu fısıltı
gazetelerinde anlatılırdı. (sayfa 232)
Müthiş hafiye Turgan Ece, baş anarşisti
saptamakla yetinmemiş, B. Mehmet ile Yasin’i de yardımcı anarşistler olarak
belirlemiş, onları da kadro dışı bırakmıştı. Hızını alamayan o zaman kendisine
taktığımız isimle “Faşist General Turganko” Ekrem ile Aydın’ı da daha sonra
kadro dışı kervanına katmıştı. Turgan Ece soyunma odasını terk ettikten sonra,
kendi aramızda ona karşı mücadele kararı aldık. Hep bir ağızdan Turgan Ece’nin
kadro dışı kararını birbirimize haykırdık. Eylemin ertesi günü Fenerbahçe maçı
için kampa girecektik. Takım kaptanı, Yasin ile birlikte basın açıklaması
yapmak için Çağaloğlu’na gittik. Diğer futbolcu arkadaşlar bizi basın
toplantısından dönünceye kadar Ali Sami Yen stadında bekleyecekler, kampa
girmeyeceklerdi. Yasin ile birlikte yaptığımız basın açıklamasında,
Galatasaray’da isyan olmadığını, aksine Turgan Ece’nin provokasyonu ile karşı
karşıya kaldığımızı vurguladıktan sonra, onu provokatörlüğe iten nedeni de
açıkladık: “Şampiyonluğun Anadolu’ya yani Trabzonspor’a gitmesini
engellemek” Yasin ile Ali Sami Yen’e
döndüğümüzde acı bir sürpriz ile karşılaştık. B. Mehmet, Aydın ve Ekrem dışında
tüm futbolcular baskılara dayanamayarak kampa girmişti. İsteseydik bu kampı
dağıtacak gücümüz vardı. Ancak kampı dağıtırsak, Turgan Ece’nin ekmeğine yağ
sürmüş olacaktık. Turgan Ece’yi amacına ulaştırmamak için futbolcu arkadaşlarımızı
desteklemeyi uygun gördük ve sustuk. Sonuçta, Galatasaray eksik sayılabilecek
Fenerbahçe’yi yenerek, hem renklerine gölge düşmesini engellemiş, hem de
şampiyonlukların masalarda değil, sahalarda kazanılması gerektiğini apaçık
ortaya koymuştur. Tranzonspor şampiyon olunca, elinde bir buket çiçekle TRT’nin
Maçka’daki binasına ilk koşan Turgan Ece oldu. (sayfa 240-241)
19 Mayıs 1976 tarihinde bir basın açıklaması
yaparak, Turgan Ece’yi çok ağır bir dille suçlamıştım. Basın açıklamasına, “bugün
Gençlik ve Spor Bayramı, doğrusu bu açıklamayı yapmak için kurban bayramını
seçmem gerekirdi” sözleriyle başlamıştım. Yaptığım basın açıklaması çok etkili
olmuş, Turgan Ece’yi iyice sarsmıştı. Bu arada Galatasaray, İstanbul’da
Giresunspor’a 3-1 yenilince sarı-kırmızılı tribünlerden, “Turgan Ece istifa,
beşler sahaya” sloganı daha gür haykırılmaya başlanmıştı. Turgan Ece’nin
yıkılması an meseleydi. İşte tam bu noktada devreye, Abdi İpekçi’nin
önderliğinde Milliyet gazetesi spor servisi girdi. İpekçi, Yasin ile B. Mehmet’e
“Metin Kurt iyice sola kaydı. Kaybetti. Siz, Turgan Ece’den özür dileyerek
kendinizi kurtarın” diyerek, Yasin ile B. Mehmet’e özür diletmiş ve spor
sayfasına manşetten sunacağı bir haber yaratmıştı. Bunu o zamanlar basında
çalışanlar çok iyi bilirler. Ben de onlardan öğrenmiştim. Her ne kadar sol
görüşe karşı olsa da Abdi İpekçi, kendini sağcı, milliyetçi olarak
adlandıranlar tarafından iki sene geçmeden evinin önünde silahla vurularak
katledilmişti. Yasin ile B. Mehmet’in özür dilediğini okuduğumda benim için
Galatasaray defteri kapanmıştı, Kayserispor’a transfer oldum. Ancak, Yasin ile
B. Mehmet’i özür kurtaramamıştı. B. Mehmet Fenerbahçe’ye, Yasin de Amerika’ya
gitmek zorunda bırakıldı. Turgan Ece ise üç ay sonra bir daha geri dönmemek
üzere Galatasaray’dan uzaklaştırıldı. ( sayfa 241-242)
Sözünü ettiğim çevrelere göre futbolcu, aklı
aut çizgisinde son bulan ayaktakımıydı. Futbolcu, “ben neyim”, “nereye kadar
varım”, “nereden sonra yokum”, “yaptığım işin toplumsal boyutları nerede
başlayıp nerede biter”, “kimler tarafından hangi amaçlar doğrultusunda
kullanılıyorum” sorularını soramazdı. Bu soruyu soran ve egemen çevrelerce
oluşturulmuş sis tabakasını arayabilecek bilince ulaşmış futbolcular,
uydurulmuş öykülerle halkın yüreklerinden silinip atılmak istenir. (sayfa 252)
Futbolcu yetiştirme hakkı da kalkacaktır. Bu
hakkı şimdi FİFA saptıyor. Sporda gerçek örgütlenme süreci Tekin Bilge’lerin
tabela sendikasıyla değil, sporcuların kurduğu Amatör Sporcular Derneği (ASD)
ile başlamıştır. O zamanlar, geçmiş dönemde, spor bakanı görevinde bulunan
Fikret Ünlü, Amatör sporcular derneği başkanlığı görevinde bulunmuştu. Ben
genel sekreterdim. İstanbul sorumlusu Eser Özaltındere (milli takım ve
Galatasaray eski kalecilerinden ve kaleci antrenörü), Ankara’da da milli atletler görev yapıyordu.
(sayfa 258-259)
Gökmen’in bir ayı hikayesi var, çok ilginç ve
esprilidir. Yeniköy’de Charton Oteli vardı bir zamanlar, sonradan yıkıldı.
Sahildeydi. Orada kamp yapıyoruz. Brian Birch teknik direktör, Çoşkun Özarı da
koordinatör. 12 mart askeri darbesi olmuş, radyo’dan sürekli sıkıyönetim
bildirileri okunuyor. “Sıkıyönetimin bilmem kaçıncı bildirisidir. Falan filan
…” gibisinden. Maç yemeğini yedik, takım okundu, maç saatini bekliyoruz hareket
etmek için. Ben, Gökmen, Çoşkun Özarı ve birkaç arkadaş daha otelin lobisinde
oturmuş konuşurken, Suphi (Soylu) geldi heyecanla. Çoşkun Özarı’ya “Ağabey,
Gökmen’in yerine kim oynayacak” diye sordu. Hepimiz şaşırmıştık. Çoşkun Özarı “Hayrola, neler oluyor” gibisinden bir şeyler dedi. Suphi “Ağabey duymadın mı?
Artık ayı oynatmak yasaklandı, sıkıyönetim bu konuda bildiri yayınladı”
dedi.(sayfa 274-275)
Kayserispor, Türkiye 2. ligi takımıdır… Üzeyir
Molu adlı kişi zorla getirildiği klüp başkanlığı koltuğunda ilk demecini
veriyor. “Eğer, Kayserispor şampiyon olmazsa kendimi meydanda asarım…” Molu’nun
bu demeci üzerine dönemim ünlü medya mensupları kendisiyle görüştüler. Gündüz
Kılıç, Molu’ya sorar. “ Eğer siz Kayserispor şampiyon olmazsa kendimi şehir
meydanında asarım, diyorsunuz. Futbol topu meşin yuvarlak, her yanı oynak.
Nasıl hayatınızı bile bile riske ederek, kendimi meydanda asarım diyorsunuz”.
Molu’nun cevabı açık ve nettir: “Gündüz bey, bu sezon futbol topu yuvarlak
değil, dörtköşedir…” Sezonun en son maçı Trabzonspor-Güneşspor maçı. Güneşsporlu
futbolcular Trabzon havaalanında uçaktan iniyorlar ve bir güzel sopa yiyorlar.
Dayak atanlar, daha önceden oraya pusu kurmuş Kayserispor taraftarları.
Sonuçta, Güneşsporlu futbolcular, can güvenliğimiz yok, diye Ankara’ya geri
dönüyorlar. Trabzon, maçı 3-0 hükmen kazanıyor ve averajla Kayserispor 1. lige
çıkıyor. Molu kendini asmaktan kurtardığı gibi Kayseri’de kahraman oluyor.
(sayfa 278-279)
Türk futbol tarihinde, taraflı tarafsız tüm
sporseverler için Metin Ağabey (Oktay) efsane bir isimdir… Özel yaşamında tüm
insanlara karşı derin bir sevgi beslemiş, her zaman dara düşen sporcuların ve
dostlarının Hızır gibi imdadına- maddi veya manevi- yetişmiştir. Deniz Gezmiş,
Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’nın idamına karşı yürütülen imza kampanyasına
katılarak onların verdiği mücadeleye karşı ne kadar duyarlı olduğunu
göstermişti. Onun bu yanını insanlarımızın çok azı bilir. (sayfa 284)