Cumartesi, Eylül 30, 2023

ÇEŞME FESTİVALİ ve DEVAMI

 Çeşme Belediye’sinin “Çeşme Festivali” spotu altında sunduğu ve andığı festival kendi program içeriği içinde gayet yoğun ve eğlenceli geçti. Ben gece programlarının tamamına katıldım, aksatmadan… Öncelikle festival için içerik, kapsam ve ilerleme açısından söylenecek çok şey olduğunu anlıyorum, yazılanlara ve söylenenlere bakınca… Diğer taraftan da organize edenlere de bakınca son derece başarılı, verimli, eğlenceli dolu dolu bir üç gün geçti. Bu konuda organize edenlerin tecrübelerine bakınca fazlaca söze gerek olmadığını söylemeliyim, ben bu işleri bilmeyen birisi olarak da fazlaca detaya giremeyeceğim. Lakin hemen şunu söylemeliyim ki, bu festivalden ziyade bir müzik şöleni denilebilecek kadar müziğin ziyadesiyle öne çıktığı diğer aktivitelerin maalesef gölgede kaldığı bir süreç oldu bana göre. Kendi adıma; Prof. Dr. Vasıf Şahoğlu’nun “Urla Liman Tepe ve Çeşme Bağlararası Kazıları” üstüne yapmış olduğu söyleşilere katılamamış olmayı ciddi bir eksiklik olarak not ediyorum amel defterimin günah bölümüne. Yeri gelmiş iken, daha önce defalarca yazdığım üzere eski Belediye Başkanı Nuri Ertan döneminde başlatılan “Çeşme Sempozyumlarının” devam ettirilememiş olmasını da ciddi bir eksiklik olarak gördüğümü de not düşeyim… Belki de gelecek dönemlerdeki Çeşme Festivallerinin omurgasını bu kabil çalışmaların oluşturacağı, dinlence ve eğlence faslından da araya müzik konserlerinin serpiştirilmesi düşünülebilir.

Belediye Başkanı Ekrem Oran’a göre Çeşmeliler “kendisinin büyük ailesidir” ve sağ olsun bizlere seslenirken de “Çeşme Ailem” diye kapsayıcı ve kucaklayıcı bir deyim kullanır. Kendisinin takdiridir şüphesiz hangi mekânda ve zamanda ve dahi hangi sayıda ve genişlikte Çeşmeliyi kast ettiği… Ama “aile” olmak kolay iş değil ve olmadığı da aşikârdır… Şimdi sen hepi topu ve dahi en fazla 5.000 kişilik bir amfinin hem de üç gece üst üste yaklaşık artılı eksili 4000 kişilik kısmının dolabildiği hatta gelenlerin de neredeyse %60’ının civar ilçelerden geldiği bir konserde bile ailenin bir kısmını esas ve bir kısmını üvey tayin eden separatörlerle yaklaşık 400 kişiyi bir tarafa ve diğerlerini de öte tarafa koyacaksın, nasıl izah edilecek bu aile düzeni gayri… Bu nedenle kimse bana “efendim protokol gereği” gibi hikâyeler anlatmasın, biz biliriz o protokol hikâyelerini ve unutulmasın ki protokol başkanlığı ve genel müdürlüğü ihdas eden bir ırkın ahfadıyız Alimallah… Esas aileye yönelik üstelik sadece separatörlerle değil ilaveten separatör üstü bantlarla da tahkim edilmiş bir ayrım… Oysa benim devamen gittiğim 3 gece de Başkanı sevenler ve destekleyenler oradaydı, ne vardı da hep beraber ve karışık oturma düzeni ihdas edilse idi. Tamam anladık, Belediye Başkanı erkenden gelip yer kapacak hali yok elbette “biz ötekiler” gibi, kendisine belki Kaymakama, belki Savcılık, belki Emniyet Müdürü, belki Jandarma Komutanlığı makamına bir sıra ayrılır gerisi karışık olsa idi ne kaybedilirdi, bilmiyorum. Gerçi ahir ömrümde Belediye Başkanının bu kabil bir şölende orta ya da arka sıralarda oturabileceği tevazuyu gösterebileceği ümidimi gayri yitirdim… Anlıyorum hayatının bundan sonraki bölümünde bizimle birlikte bir yerlerde oturmayacaksın lakin bizimle birlikte oturduğun yerlerden oralara gittin… Bu sadece Başkan için mi geçerli, hayır tabii ki, Kaymakam da, Emniyet Müdürü de, Savcı da aynı durumdadır bence… Belki bilmediğim işlere ziyadesiyle dalıyorum lakin benim gördüğüm bunlar ve de yazıyorum, belki doğru, belki eğri… Lakin aklıma şeytanın dediklerinin doğru olabileceği gibi şeyler gelince de, biz bu filmi hep izledik, izliyoruz ve izleyeceğiz, tebarüz bu… Aklıma hemen çok ünlü Beatles Grubunun çok çok ünlüsü John Lennon geliyor; hani İngiltere Kraliyet Ailesinin de bulunduğu bir konserde biraz da iğnelemek maksadı ile “siz arka koltuklarda oturanlar avuçlarınız patlayana kadar alkışlayın ama siz öndekiler mücevherlerinizi şakırdatın yeter” diyor ya, işte öyle…

Enrico Macias’ın performansı bir harika idi müziği ve kalitesini değerlendirecek durumda değilim şüphesiz, değerlendirme işini uzmanlarına bırakıyorum ki zaten onlarda yeterince değerlendirmiş durumdalar, adamın 84 yaşında yaklaşık 1,5 saatlik sahne performansı bir küçük takılma dışında muhteşem idi… Esasen 1970’li yıllardan itibaren başlayan söylentilere bakılırsa bize zaten çok da yabancı değildir ablamız tarafından akrabamızdır kendileri. Mesela konseri sonuna doğru organizasyon tarafından misafir sanatçı babından Ajda Pekkan’ı da beklemiş idim. Ne de olsa yakın geçmişte Ajda Pekkan’da Çeşme’de sahne almış idi. Ama Allahtan kimin aklına geldiyse, kutluyorum, kâğıda bakarak da olsa Türkçe ve Ajda Pekkan tarafından ziyadesiyle meşhur edilmiş bir şarkı ile final yapıldı… Enrico Macias’ı beğenerek dinlemekle birlikte, ne gençliğimde, ne de şimdi “ne çalalım abimize” diye bir soru gelse müzisyenlerden, “J’ai quitté mon pays” (ülkemi terk ettim) diye başlayan “Adieu mon pays” gibi acı, duygu ve hüzün dolu parçası çok güzel olmasına ve çok seviyor olmama rağmen, ne yazık ki ilk olarak aklıma gelmez… 

Bizim Sevgili Başkanımız, Müzik Festivali için Akdeniz temalı dese de pek öyle ol(a)madığı açık bence, daha çok Fransız baharı temalı olmuş gibi, hani iyi mi, kötü mü manasında değil sadece tespit etme adına yazıyorum. Başkan’ın çok iyi Rusça, İngilizce ve Yunanca konuştuğunu biliyordum lakin Fransızcası da varmış ve her ne kadar ben bu konuda ölçme değerlendirme yapacak durumda olmasam da bende iyi bir Fransızcası olduğu yönünde kanaat oluşturacak kadardı… Esasen de final gecesinde “Chico and Cypsies” grubu ile konuşurken Fransızca yerine “Romanca” konuşmuş olsa idi en azından benim gözümde tam “polyglot fenomen” olacaktı. Neyse ilerleyelim önceki minvalde… Akdeniz teması olunca şüphesiz organizasyonu yapanlar daha iyi biliyordur, engelleri, zorlukları, maliyetleri de, mesela Yunanlı neden yoktu, İtalyan neden yoktu, Mısırlı neden yoktu, Lübnanlı neden yoktu, gibi gibi…

Sevgili Başkan Ekrem Oran hangi gece olduğunu şimdi hatırlamıyorum lakin bir takdim konuşması içinde; ki her sanatçı performansı öncesi bir takdim ve hatırlatma konuşması yaptı, bu hitapların birinde “bu organizasyonları sizin paralarınızla” yapıyoruz gibi bir kelam edince, değerli Başkanın affına sığınarak ve dahi bundan da cesaret alarak bakıyorum ve soruyorum güzel mi oldu bu işler diye… Evet, bence güzel oldu mu sorusuna verilecek yegâne cevap, “evet, çok güzel oldu hatta muhteşem” peki bu ekonomik şartlarda hele hele de Belediye bütçesinin gelir kalemlerinin detaylarını birazcık bilen birisi olarak da “ne gereği var idi bu harcamaların” demeden de edemiyorum. Aaaa şüphesiz ben gördüğümü söylüyorum, belki de bizim belediyemizi “çok sevenler” finanse etmişlerdir, belki de sanatçıların hiç birisi hiçbir bedel almadan sahne almışlardır, bilemiyorum, ne de olsa Başkanın her bir sanatçı ile 14 yaşından beri tanışıklığı var, şimdi de 52 yaşında olduğuna göre, dile kolay 38 senelik bir tanışıklık… Buna burun kıvıranlar olabilir lakin ben Başkanın kabiliyet ve maharetlerinin bu konserleri bu şekilde de düzenleyebileceği kanaatını taşımaktayım… Eğer öyleyse de kocaman bir alkış, eski Çeşmelilerin klasik deyimi ile “alkışım alasın”… Değilse de bir sonrakini iptal ederek telafi edilebilir bir durum oluşmaktadır, çok da fazlaca dert etmemek gerek… Ayrıca karar merciinde de O var, saygı… Yine de Belediye bütçesinin münasip ve fazlada olduğu dönemlerde düzenlenmesinin lakin içerik, kapsam ve sanatçı seçimleri ile sürelerinin yeniden gözden geçirilmesinin hülasa gerçek manada “festival” tadının ortaya çıkarılmasının güzel olacağı kanaatımı korumaktayım.

Finalde seyircilerden “2024’te de birlikte festivali düzenleyecek miyiz sorusunu” hararetle sorarak yeniden adaylığına bir vurgu yapsa da izleyicilerin tepkilerine bakınca Başkanın niyeti subliminal mesaj olarak yerine ulaşmış gibi göründü bana… Zaman zaman basın üstünden kendileri ile tatsız diyaloglar yaşamış olmasına rağmen önceki dönem Belediye Başkanları Nuri Ertan ve Faik Tütüncüoğlu’na da teşekkür etme nezaketini göstermiş olmasına da ayrı bir mim koymamız gerekmektedir. Sonuçta fena mı oldu, koskoca Erkan Özerman geldi ve organize etti, Enrico Macias, Dany Brillant ve Chico and Gypsies söyledi, millet eğlendi…

Şimdi de 8. si düzenlenen “Ovacık Tarım Ve Sakız Koyunu Festivali” var, orada daha başarılı sonuçların çıkacağı şüphesiz benim açımdan çünkü söylemine, iddiasına, yerel faaliyetlere yönelik sunumuna mütenasip bir yerlilik söz konusudur. 


Cumartesi, Eylül 23, 2023

BİRA AĞACI ve INCREDIBLE INDIA

Hindistan’da çalıştığım yıllarda, Palmiye ağaçlarının o güne kadar bilmediğim bir özelliği ile karşılaştım, benim için inanılmaz bir şey idi, Palmiye ağacının bu türü burada “Bira Ağacı” diye biliniyor ve kullanılıyordu. Şüphesiz ağaç bira ağacı değil lakin palmiye ağacının tepesindeki bölümde yeni oluşan filizlerin uçları kesilmekte ve kesikten gelen sıvı uygun kaplarda biriktirilmekte, biriken bu meyve suyu görünümlü sıvı esasen hemen tüketilirse iç açıcı, ferahlatıcı ve hafif bir içecek olup, içilirken de son derece serinletici bir duygunun oluşmasına neden olan şekerli bir tada sahiptir… Biriktirilen bu sıvı biraz bekletilince muhtemelen bir fermantasyon süreci yaşıyor ve ekşiyor ve de taze ve ham bira tadına erişiyor. Bu yüzden bizler de bira içen yöre insanının söylediği üzere bira ağacı diyoruz. Bu sıvıdan mezkûr alkollü içeceğinin temin edilmesi faaliyetinin antik çağlardan bu yana yapıldığını ve bir ağaçtan iyi bakımlı olmak koşulu ile yıllık 400-500 lt’ye kadar ulaştığını öğrenmiş idim. Lakin yasal olarak engellenmiş olmasına rağmen kaçak ya da “yarı yasal” olarak yaygın kullanmakta idi, muhtemelen şimdi de öyledir. 

İlk kez bunu Yeni Delhi yakınlarında inşaat malzemeleri için bir piyasa araştırması yapar iken uğradığımız bir fabrikanın bahçesinde bize ikram edilen bu serinletici sıvının aynı zamanda keyif verici bir içecek olduğunu hayretle görerek öğrendik. Palmiye ağaçları ile kaplı bahçede ağaçların gölgesinde hayli sıcak geçen mevsimde serin bir ortamda oturur iken yetkili muhteremin teklifi ile bu tılsımlı sıvıyı denemek istedik. Teklifi kabul beyanımız üzerine hemen bir ilgili çağırıldı, kendi dillerinde talimatı alan kişi de hemen yüksek ve dalları sadece tepede bulunan ağaca elindeki şişelerle birlikte tırmanmaya başladı. Bir maymun çevikliği, çabukluğu ve güveni içerisinde tırmanan kişi ağacın tepesinde gerekli kesme ve akıtma ve akan sıvıyı toplama işlemlerini tamamlayıp aşağıya indi. Yaklaşık 1 saat sonra tekrar tırmanıp sıvıların toplandığı kapları alarak aşağıya gelen muhterem kaplardaki sıvıyı, mezkûr ağacın yapraklarını bir tas gibi kıvrılmış halinin içine servis ederek ikram etti… Müthiş, biraz beklemiş içecek tüm kural ve kurumları ile taze bira…

Türkiye’ye dönüşümde bu hatıraları anlatınca galiba da biraz süsleyerek anlatmış olmama istinaden, ziyadesiyle abarttığımı beyan etti, başta çocuklarım… Fazla abartmadın mı diye yapılan bu eleştirilere cevabımız mezkûr içeceği tattırmak olmalı idi… Ve en kısa zamanda bu fırsat doğdu…

Çocukların ilk gelişlerinde, klasik Hindistan faaliyetleri dışında behemehâl bira ağacı ziyareti ve tadımı yapılmalı idi ki dozu kaçan eleştirinin cevabı olsun. Hemen bildiğimiz yer olan mezkûr fabrikanın oraya gidildi, gerekli olan her şey gereğince gösterildi, ispata istinaden artık konu biranın tadı, kokusu, rengi, alkol derecesi vs gibi teknik detaylara geçildi nihayetinde… Artık abartıyorsun ya da abarttın gibi ifadeler geride kalmıştı.

Güney Hindistan eyaletleri Andhra, Tamil Nadu başta olmak üzere birçok eyalette, Palmyra Palm” (bilimsel adının da Borassus olduğunu öğrendiğim) “Bira Ağaçlarına” yaygın biçimde rast gelinmektedir. Taze sürgünlerin kesilerek akıtılan sıvının taze iken iç açıcı ve keyif verici ve de kısa sürede fermante olmasını müteakip bira olarak içilmesinin yanında palmiye meyvesi de değişik sunumlar ile tüketilmektedir. Bu sıvı bazı yerlerde kristalize edildikten sonra şeker, sıvı halde iken de su ilavesi ile şurup gibi hazırlanmakta olduğunu da beyan ettiler. Kahveye ve çaya tatlandırıcı olarak kattıklarına da şahit oldum birkaç kez. Her bir parçasının farklı farklı amaçlara yönelik kullanılmasından ötürü yerel insanlar bu ağaç için “Tanrının bir lütfu” değerlendirmesi yaparlar ve göründüğü kadarı ile bu değerlendirmede herhangi bir abartı görünmemektedir. Yörede dinlediğim kadarı ile mezkûr ağaç yaklaşık 700-800 farklı alanda kullanılabilir bir ağaç imiş… Lakin yaygın olarak yaprakları hasır, sepet, yelpaze, şapka ve şemsiye hatta liflerinin uygun olması hasebiyle de ip ve urgan yapımında kullanılmakta olup çok eski devirlerde de papirüs benzeri üzerlerine yazı yazılmakta imiş. Palmyra palm ağacının hindistan cevizine benzer meyveleri de 10 ila 15 cm çapa kadar erişebilmekte olup kabukları siyah renkli ve muz hevenkleri gibi kümeler halindedir. Meyveler üst kısımlarından kesilmek suretiyle açılır içinde yine Hindistan cevizi benzeri beyaz etli bir bölüm ve içerisinde lezzetli ve içilebilir bir sıvı bulunmaktadır. Palmyra palmın meyvelerinin lifli dış kısmı da çiğ, haşlanmış ya da kavrulmuş olarak yenebiliyor. Ayrıca meyvenin orta kısmında jelimsi bölümden de bazı yerlerde tatlılar ve tatlımsı yemekler de yapılmakta imiş… Kâğıt olarak kullanılmasını fiilen görmedim lakin anlatıldığı ya da benim anladığım kadarı ile de uygun şekil, boyut ve olgunluğa erişmiş yapraklar toplanıyor tuzlu suda kaynatılıp koruyucu olarak da zerdeçal tozu sürülüyor müteakiben de kurutuluyor. Yeter miktarda kurumuş yapraklar “ponza taşı” ile parlatılıyor şekil düzeltmesi manasında kesiliyor ve düzeltiliyor, yaklaşık her yaprağın dört sayfaya denk gelir şekilde bir araya getiriliyor ve sonra demetler haline getirilerek bağlanıyor. Diğer taraftan ağacın gövdesinden elde edilen kereste ise sert, ağır ve hayli dayanıklı olup bu yüzden inşaat sektörü açısından oldukça değerlidir. Bazı bölgelerde bu dayanıklı gövdelerden “kano” yapıldığını da duydum ama görmedim.

Hindistan’a yurtdışından gelir iken havaalanı çıkışına kadar birkaç yerde kocaman panolarda “incredible İndia” diye sizi karşılayan bu ülke esasen de tam da bu spot ile anlatılmaya çalışıldığı üzere “inanılmaz” bir yerdir. Çalışma hayatımın Mısır’dan sonra benim açımdan bir şans olarak değerlendirilebilecek bu ülkede neler gördüm neler…

İlk gelişimde, havaalanından bir taksi ile ayrılıp önceden rezervasyon yaptığım otele giderken, gerek içinde bulunduğum taksi gerekse de diğer tüm araçların hiç durmadan fasılasız “korna” çalmasının ne gerekçesi olabileceğini anlayamadım. Hatta varıp varmadığımı kontrol için beni arayıp ilk izlenimlerimi soran patrona, “Hintliler gelişimden son derece memnun oldular, sürekli korna çalıp, kutlama yapıyorlar” demiştim de karşılıklı katıla katıla gülmüş idik… İstisnasız taşıt trafiğine çıkan her aracın arkasında “Horn please” ya da “blow horn” yazılarının o günde bugün de yoğun ve resmen keşmekeş denilebilecek trafiğin dikkate alınması uyarısının dışında ne anlama geldiğini anlayamadım. Bunun içinde bu kadar yaygaraya ihtiyaç var mıdır, bilmiyorum…

Bir de sokağa “idrar tahliye” geleneği var ki gerçek manada “incredible”… Her Hindistan yetişkin erkek vatandaşı açısından dayanılmaz bir haz ya da faaliyet olduğu çok aşikâr olan bu eylemin hele de yeni bir yapılmış bir duvar olursa abartarak söylüyorum emin olun önünde sıra oluşur… Bir gün İsviçre’de eğitim görmüş bir Hindistan vatandaşı ile sohbet ederken bunun neden böyle olduğu ve nasıl izah edilmesi gerektiğini sorduğumda, aldığım cevap ciddi mi şaka mı anlayamadın lakin “bir özgürlük işaretidir” demiş ve ben de “desene sadece erkekler özgür burada” deyince konunun değişme sırasının geldiğini anlamıştım.

Sonuç itibari ile; başta Taç Mahal, Agra Kalesi, Jaipur kenti, Red Ford, Akshardham Tapınağı, Lotus Tapınağı, 20 binden fazla tapınağı olduğu söylenen Varanasi olmak üzere daha yüzlerce gezilecek, tarihi, kültürel, doğal ve fantastik güzellikleri olan bu ülkenin “ölmeden önce görülmesi gereken yerlerden” olduğunu söylemek gerekir.

Cuma, Eylül 15, 2023

GÜRCİSTAN’DA HAYATIN TENAKUZU

Yolumuzu Gürcistan’a düşürdük, maksat eksiğimiz kalmasın diye… Batum’dan girip, Poti, Kutaisi, Gori, Tiflis, Borjomi ve Ahıska ziyaretleri sonrası Türkiye’ye dönüş… Genel manada yeşili korunmuş ya da yeşil kalmış bir ülke görünümünde. Hele Batum’da şehrin içinde bulunan ziyadesi ile uzun plaj yanında geniş ağaçlık bir bant uzanıyor ki, şimdi burun kıvırılan dönemin tercihi olmuş bu peyzajlar, nereden mi biliyoruz, tıpkı Bulgaristan’daki Varna, tıpkı Ukrayna’daki Odesa sahil düzenlemesi gibi… Yine Batum’da eski dönemden kalmış lakin restorasyon ve bakımları tamamlanmış klasik binalar ile ABD’ye öykünen yeni tarz ve cam giydirme cepheli çok yüksek binaların yan yana bulunması insana eski ile yeni kıyaslaması için ciddi bir fikir ve bilgi vermekte…

Özellikle Batum tarafında kime Rusça uzun uzun cümlelerle soru yöneltti isek aldığımız cevaplar uzun uzun İngilizce oluyor. Demek ki gayet güzel Rusça anlıyorlar ya da biliyorlar… Peki, bunu nereden anlıyoruz, Rusça söylediğimizi soruyu anlamış biçimde İngilizce cevaplıyorlar da oradan şüphesiz… Aslında tavır, “tarafı beyan etme” modunda, hani diyor ya karınca tarafımız belli olsun diye, maksat bu…

Ukrayna ve Gürcistan bayraklarını dostluk ifadesi babında sık sık görüyor olmanın yanında inanılmaz miktarda Rus turistinin bulunuyor olması da enteresan bir tenakuz tezahürü gibi. Batum’da sahildeki uzun plaj mesai saatleri bitince inanılmaz bir Rus turist ya da yerleşmeci akınına uğruyor… Şüphesiz bu durum siyasal otoritelerin savaşlarının insanlar tarafından fazlaca önemsenmediği ve desteklenmediği görüşü oluşmasına neden oluyor bende… Bana ne senin aptal savaşından silkinişini görüyor insan bu tavırlardan… Her ne kadar sık sık yan yana yapıştırılmış bayraklar ile subliminal mesajlar yaratılmışsa da günlük hayatın hayhuyu ve akışı içinde taraflara çok büyük bir engel oluşturmuyor demek ki… Yukarıda dediğim üzere tam tersini tebarüz ettirmeye çalışan yaygın bir grup olmasına rağmen Rusların ve Gürcülerin genel manada sessiz ve derin bir anlaşmaları var yine de, öyle anlıyorum…

Tiflis’in önemli mevkii “Rike Parkta” ise “Ronald Reagan” heykelinin varlığı beni nedense hiç şaşırtmadı emin olun… Hele hangi dönemde yapıldığı ve açıldığı konusunda bilgi edinince bu gerçekleşmeyi sağlayanlara çok yakışmış olduğunu düşündüm. Ne zaman ve kimin dönemi, tabii ki 2011 yılı ve başkan Mikheil Saakashvili dönemiAçılış töreninde ne diyor Başkan; “heykel Gürcistan ile kuzey komşumuz arasındaki ideolojik farkı simgelemekte olup Ronald Reagan tarafından çökertilen SSCB’nin tarihin çöplüğüne gidişini temsil etmektedir.” Sanki ideolojik tercihleri farklı imiş gibi kuzey komşusu ile. Bu tercihe saygı göstermek gerekir tabii ki lakin Saakashvili’nin serencamını da bilen birisi olarak bizatihi kendisi adına fazlaca üzülemediğimi söylemek zorundayım. Kendisi “Gül devrimi” olarak tarihe geçen sözde barışçıl gösterilerle esasen de ABD destekli “Soros Vakıflarının” sınırsız ve sorumlu ve de planlı destekleri ile taraf tespit ve tayini yapmıştır. Sonrası malum, ABD’nin sınırsız desteğine rağmen adı yolsuzluklara ziyadesiyle karıştığı için ülkesini terk etmek zorunda kalmış sığındığı 2. ABD üssü görüntüsü veren Ukrayna’da “turuncu devrime” tecrübeleri ile katkı vermiş Ukrayna’da aktif siyasi hayatını malum merkezlerden aldığı sınırsız destek ile parti kurarak sürdürmüş “yolsuzluklarla mücadele” sözü vermiş olmasına rağmen Odesa Valiliği esnasında gırtlağına kadar yolsuzlukların içinde bulunmakla suçlanarak tasfiye edilmiş sonra da kaçak olarak döndüğü ülkesinde mahpushanenin yolunu tutmuştur. Mikheil Saakashvili’nin Rusya ile girdiği gereksiz ve amansız mücadele sonucunda Gürcistan hem Abhazya’yı hem de Güney Osetya’yı kaybetmiş durumdadır şimdilerde… Vatandaşlar bu kabil insanların nesinde ne görürler de seçerler anlamak da mümkün görünmüyor… Saakashvili’nin ardılı Zelensky’de benzer bir yol tutturmuş görünmekte… Biz de anlayamamaya devam etmekteyiz, mezkûr tercihleri… Neyse asıl konumuza ricat, Ronald Reagan heykeli yanında karşılaştığım Türkiye vatandaşlığı almış bir muhterem yoğun aksanlı Türkçesiyle Reagan ile fotoğrafını çekmemi istedi sonra da istemem halinde kendisi benim Reagan ile fotoğrafımı çekebileceğini söyledi ben de tarafım belli olsun diye bu adamla neden fotoğraf çektireceğim ki dedim. Burada daha da anlaşılmaz bir şey “Белый мост /beliy most) – White Bridge - Beyaz Köprü”, “Мост Мира (most mira) The Bridge of Peace– Barış Köprüsü” adlarıyla anılan bu köprünün, Tiflis’in eski ve yeni iki yanını birleştirme iddiasının yanında, savaşın ve işgalin temsilcisi Ronald Reagan heykelinin hemen yanı başında yer almasıdır, bana göre…

“Özgürlük Meydanı” diye bir meydanları var belli ki buralarda bağımsızlıklarını kutlama ya da destekleme mitingleri yapmışlar, hakları tartışmasız, kim ki bağımsız ve özgür olmak istiyor yanında idim, hala yanındayım ve ömrüm oldukça da yanında olmaya devam edeceğim… Lakin nazire olsun diye mi, gıcık olsun diye mi, yoksa inadına mı, bilemem, taraf belli etme babından meydanın en muhkem mevkiinde “Information Center on NATO and EU” diye bir ofis yerleşmiş… Hani geçtim iddia edildiği üzere ayrı ve bağımsız kuruluşlar olduğu bahsinden, tam da biz biriz ve mütemmim cüzüz tebarüzü kabilinden NATO ve EU’nun birlikteliği tam da dosta ve düşmana teşhir… Esasen de bizim mahallede bu ve benzer tüm kuruluşlar açıktan ABD, gizliden ise İngiltere kuruluşu olarak tanınır ve tanımlanırlar… Evet; çok eskilerde “Erivan Meydanı”, SSCB döneminde “Lenin Meydanı” şimdilerde de “Özgürlük Meydanı” olarak adlandırılmış bu alanın önemini ABD Başkanı George Bush’un Saakashvili ile birlikte karşı mahalleye meydan okumak adına büyük bir miting tertip etmeleri ile birlikte bir kat daha arttırmışlardır. 

İlaveten gezilmeye değer yerlerden birisi de, “Avrupa Meydanı” ki buradan inşa edilen teleferik ile Sololaki Tepesine çıkılabiliyor, burada bulunan Narikala Kalesi, Kartlis Deda Heykeli yakından görülebiliyor, Kura nehri ile iki yakaya bölünmüş Tiflis kentinin harika manzarası izlenebiliyor diğer taraftan da Tiflis Botanik Bahçesi kuşbakışı izlenebiliyor. Avrupa Meydanın bir kenarında kurulmuş Teleferik İstasyonu, diğer tarafında Rike Parkı bir diğer tarafında Metekhi St. Virgin Kilisesi bulunmakta olup tüm bu değerli ünitelerin arasına bir de “tüm duvarlar yıkılır” spotu ile meşhur Berlin Duvarından bir beton blok yerleştirilmiş, tüm bu yerel ve milli ünitelere bir de meydanın adına da mütenasip manada olmak üzere yeniden tercih edilen taraf kafalara çakılıyor, yeni duvarlar örülerek...

1970’li yıllarda sağ-muhafazakâr kesim karşı mahalle sakinlerini “Amerikan kaşığı ile Rus necaseti kaşıklıyorlar” diye tahkir ederlerdi, galiba mezkûr muhteremler bugün hala böyle düşünüyorlarsa bu deyimi şimdi bu hale getirirlerdi “Rus kaşığı ile Amerikan necaseti kaşıklıyorlar”… Bunu da nereden çıkardın demeyin, ben çıkarmadım vallahi, onlar çıkardı… Buraya da öyle laf olsun diye aldım…

Sonuç itibari ile; Gürcistan eşsiz doğa güzellikleri özellikle de dünya çapında ünlü mağaraları, etnik çeşitliliği siyasi renkliliği nedeni ile de Kafkasya’nın görülmesi gereken yerlerinden birisi olarak göründü bana ve hiçbir gezginin hayal kırıklığı yaşamayacağını da anladım…


Cuma, Eylül 08, 2023

ZENGİN KÜTÜPHANEDEN ATOMİK BOMBA HAYRANLIĞINA

Dünyanın tarihe kaydı düşmüş en önemli ve yaygın bilinen kütüphanesi Mısır’ın ünlü “İskenderiye Kütüphanesidir”… Antik dünyanın bu çok bilinen ve en önemli bilgi deposu yaklaşık yedi yüzyıl boyunca entelektüel ve kültürel merkez olmayı başarabilmiş ve dönemin çok önemli düşünür, araştırmacı ve bilginlerine eğitim ve öğretim mekânı olmuştur. Esasen de öğrenebildiğim kadarı ile Atina’daki bir okul ve kütüphane ile yarışabilmek adına dönemin komutanına önerilerek başlar bu görkemli kütüphanenin yapımı. Kütüphane gelişiminin zirvesinde artık bünyesinde konferans salonları, toplantı salonları, laboratuvarlar, yemekhaneler ve hatta hayvanat bahçesine kadar bir dolu faaliyet mekânlarını toplamıştır. 

İskenderiye Kütüphanesinin bu kadar büyük bir çekim merkezi olması üzerine mezkûr kütüphanenin bir benzeri de sonraları “Bergama Krallığı” tarafından gerçekleştirilir. Bergama Kütüphanesi bulunduğu coğrafi konum itibari ile de bu manadaki merkezlere yakın ve irtibatlı olması önemini bir kat daha arttırmış olmakta ve kendisine sonradan girişilecek rekabette avantaj sağlamaktadır. Dönemin hükümdarlarının atfettiği öneme ve şahsi ilişkilerine istinaden rekabet kısa sürede Bergama Kütüphanesi lehine fark oluşturmaktadır. Gerek Atina’daki kütüphanelerden bağışlar ve satın almalar yolu ile gerekse de oluşturulan “alternatif düşünce okulları ve kursları” marifeti ile oluşan cazibe merkezi yazar, yazıcı ve düşünürlerin merkezi haline gelmiştir Bergama… Bergama Kralı şimdi adını hatırlayamadığım bir kaynaktan okuduğum ve aklımda kaldığı kadarı ile döneminde kütüphaneye verilmek üzere Atina’daki bir düşünürün önemli miktardaki kitabını satın almış, yeterince sarihtir ki o dönemde bile kitap çok değerli ve satın almaya değer ürün… İşte barbar denilen kavimlerin kütüphaneye verdiği önem ile sonradan kitaplar zararlı fikirler neşrediyor ve zerk ediyor iddiası ile de toplu kitap yakma törenlerine kadar gelebilmiş Ademoğlu, inkişafın böylesine de ancak şapka çıkarılır… Hatta kitap ve kütüphanede rekabet öyle boyuta gelmiş ki, dönemin yegâne kâğıdı “papirüs” imalat ve temin merkezi Mısır behemehâl Bergama’ya kendilerine rakip diye cezalandırmak adına papirüs ihracını da durduruyor… Bu nedenle bu uğurda geride kalmak istemeyen Bergama yeni bir icada imza atıyor, “parşömen”, bugünkü parşömen kâğıdının prototipi sayılabilecek olan deriden yapılan bu kâğıtlar kullanılmaya başlıyor ve papirüs gibi rulo halinde kalın ve ağır olmaları nedeniyle stoklanamıyorlar ve bu yüzden sayfalar halinde ilk defa dizilme işlemi başlamış oluyordu. Neymiş rekabetin adı kitap, peki kimler rakip bu kitap konusunda, çok tanrılı dinin mensupları bir manada da barbarlar… Allah Allah… 

Sonunda Bergama Kralı gerekçesi anlaşılabilecek nedenler ile krallığını bağış yolu ile Roma İmparatorluğuna bırakır, Roma İmparatoru âşık olduğu Mısır Kraliçesi Kleopatra’ya hediye eder tüm bu basılı eserleri, İskenderiye Kütüphanesi daha zengin ve görkemli olsun diye… Sonra kütüphane sahibi olmanın manası gerçekleşmeye başlıyor, insanlık aydınlanma burcuna giriyor, giriş o giriş, hemen bu fikir karşıtını da üretmeye başlıyor ve çok tanrılı dinlerin tek tanrılı dinler karşısına eksik kadrolar ile çıkıyor olmasının da etkisi ile kitap ve kütüphaneler artık gözden düşüyor… Sonuçta İskenderiye ve Bergama kütüphaneleri, her ikisinin de, o eşsiz yazılı ve basılı eserleri öyle ya da böyle artık yok… Artık, karşıt düşünce ile rekabet ve eleştirme yeni bir boyut kazanır, gerçi insanlık kaybeder ama olsun onlar kazanır… Taa oralardan, Hitler Almanya’sının “arındırma” ya da “ateşte temizlik” adındaki toplu kitap yakma törenlerine nail olan insanlık treni hala durmadan ilerliyor, kitap yakmalar artık gizli yapılmakta, yasak yayın gibi abuk subuk terimler ortalarda… Kitaplar gizli yakılır iken insanlar açıktan ve aleni törenlerle yakılmaya başladı ya, yaşasın medeniyet…

“Zenginliğin Kütüphane oluşturmak adına” kullanılmasının bu nadide ilk örnekleri maalesef dünyada fazlaca uzun sürmez, süremez… Ademoğlunun “avcılık ve toplayıcılık” ile başlayan süreci maalesef bir türlü başka bir boyuta geçemiyor, toplayıcılık ve avcılık biçim değiştire bile özünü koruyor, hala birinin birikimine el koymak en gözde faaliyet olmaya devam ediyor. İster bireysel, ister grupsal isterse de devletsel düzeyde durmadan ve artarak devam ediyor… Şimdi, aaa nasıl olur diyenler çıkabilir, haydi izah edelim bakalım Bergama uygarlığının en önemli parçası Zeus Tapınağının Berlin’de olmasını, mafiozi yöntemler ile çıkar gruplarının siyasal etkinlikleri nasıl izah edilebilir, nasıl izah edilebilir kulun kula köleliğinin ekonomik ifadesi artı-değer sömürüsü…

Evet, ortaçağın mezkûr karanlık yüzünün aydınlık tarafı ve dönemin aydınlanma merkezi olan kütüphaneler sadece İskenderiye ve Bergama kütüphaneleri ile mi sınırlıdır? Kocaman bir hayır… Efes Antik Kentindeki “Celsus Kütüphanesi”, Asur Krallığının “Asurbanipal Kütüphanesi”, Roma “Trajan Kütüphanesi”, Atina “Lyceum Kütüphanesi” başta olmak üzere küçüklü büyüklü daha yüzlerce kütüphane veya kitaplık bulunmaktadır antik dönemde, kayıtlar böyle diyor… Yine mezkûr kayıtlara göre bu kütüphaneler arasında mesafe ve dönem farkları olmasına rağmen “fiziken ve namen” birbirlerinin önüne geçme yarışı hiç küçümsenmemelidir.

Evet, geçmiş ve barbar (!!!) dünyanın yarıştığı kütüphanecilikten gelinen nokta itibari ile “atomik bomba” sahibi olmanın yarıştırılmasına evrilmiştir, dünyamız ne yazık ki… “güçlü ordular savaşın caydırıcısı, barışın teminatıdır” gibisinden abuk subuk fikirler ile dünyanın bir silahlanma yarışına girmesi yetmiyormuş gibi dünyanın top yekûn sonunu hazırlayacak nükleer savaş hazırlıklarına evrilmesi de tam tamına bir felakettir bana göre… Hele hele başta sosyal demokrat Tony Blair yönetimindeki İngiltere ve avenesi ABD’nin tüm başkanlarının Irak’ı “nükleer bomba” sahibi olmakla suçladıkları koro asla ve kat’a unutulmayacak… Her önüne gelen ABD karşıtı ülkeyi “nükleer bomba” kullanacak yalan ve propagandası ile suçlayan ve zaman zaman da havadan günlerce bombalayıp yerle yeksan eden ABD’yi kimse hedefe koymuyor, koyamıyor, hele ortalıkta bel kıvıran “Amerika muhipleri” yok mu? Yahu, bu propagandanın karşısında hiçbir aklı kâmil, insan-ı kâmil, imanı-ı kâmil ve kemal-i akıl çıkıp da demiyor, “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olmalı” düsturu mucibince “efendi güzel de dünyada yaklaşık 80 yıldır tek nükleer bomba kullanan ABD’dir”. Kimse demiyor ki, bu ABD Irak’ta hem de resmi orduları marifeti ile müzeleri ve kütüphaneleri talan etti…

Evet, Kitap rekabetinden silah rekabetine dair söylenecek çok şey var lakin söyleyip de zayi etmenin manası da yok…

Cumartesi, Ağustos 26, 2023

ÇİZGİ ROMANDAN ÇİZGİ FİLME İLLAKİ BAĞIMSIZLIK

Çocukluğumuzun en önemli aktivitelerinden biri de “çizgi roman” okumak idi, hatırladığım kadarı ile ilk başlarda “Tommiks”, “Teksas” var iken sonradan inanılmaz çeşitlendi ve sayıları arttı… Baltalı ilah Zagor, Kaptan Swing, Tom Braks, Kızıl Maske, Teks gibi daha niceleri… Türkiye versiyonları da oldu tabii hem de gayet başarılı, Karaoğlan ve Tarkan gibi… Bizim için görünürde sınırsız bir eğlence kaynağı gibi dururken hissettirmeden ciddi bir okuma alışkanlığı için temel oluşturmuş olması esas kazancımızdır. Esasen de bugün bile yapılan araştırmalar göstermektedir ki çocukların çizgi romanlar okumaları, okuma alışkanlığı ve okuma yazma becerileri üzerine çok olumlu katkılar yapmaktadır… Bilindiği üzere okuma alışkanlığının oluşumu, 10-12 yaşlar arası ilkokul dönemlerinde başlangıç ve sevme, 12-15 yaş aralığı ortaokulda gelişim ve dönüşüm, 15-19 yaş aralığında ise yön ve tercih şekillenmesi şekli ile ilerler… Daha ileri analiz ve görüşler için uzmanlarına başvurmak yeterlidir…

Bilindiği üzere “Teksas” Çelik Bilek çizgi romanı, 1770 yıllarında Kuzey Amerika’da üzerinde güneş batmayan imparatorluk “Birleşik Krallık” İngiltere’ye ait kolonilerindeki bağımsızlık savaşını konu edinmektedir. Bağımsızlık savaşı olur da bizim ilgi alanımıza girmez mi? Okul öncesi eğitimde aile içi muhabbetlerde Türkiye İstiklal Harbi ile “bağımsızlıkçı” ruhu geliştiren ve kutsallaştıran, dönem itibari ile okula da başlayınca devleti yönetenlerin katılmasalar dahi müfredat olarak reddedemediği “istiklal” mefhumu ve duygusu üst seviyededir. İşte bu duygu ile bağımsızlık mücadelesinin nerede ve kime karşı olursa olsun desteklenmesi gereği bize artık bir düsturdur…

“Teksas”taki bağımsızlık mücadelesi temelde üç başrol oyuncusu ile ilerler, aynı saflarda Amerika Kıtasının kadim yerli halkları “Kızılderililer” vardır, bu mücadelenin kıta üzerinde emelleri olup irtibatları olmayan Fransızları da ilgilendiren ve bu sebeple destekledikleri bir boyut vardır. Üç başrol oyuncusu, “esas oğlan” Çelik Bilek, daha tüyü yeni bitmiş genç ve korkusuz ve dahi girişken Rodi, bu mücadeleye uygun fiziği olmamasına rağmen uygun akıl ve ruhu olan Profesör Oklitus’tur. Çizgi romanın adının Teksas olmasına rağmen mücadele alanı Teksas değildir, Kuzey Amerika’nın Boston, Portland ve New England eyaletleridir. Teksas’ın başrol kahramanları Çelik Bilek ve mücadele arkadaşları Rodi ve Profesör Oklitus bir avcı kasabasında yaşamaktadırlar ve “kırmızı urbalı” İngiliz kuvvetlerine karşı mücadele yürütürler. Bu mücadelede kahramanlara en büyük destek bazen düzenli birlikler halinde organize olmuş köylüleri avcılardan gelir iken Fransız Askeri Birlikleri de zaman zaman çatışmalara dâhil olmaktadırlar. Temelde Amerikan Bağımsızlık Savaşı cüzü gibi bir pozisyonu konu edinen çizgi roman bir kurgu olmak ile birlikte yer yer tarihi gerçeklerle örtüşmekte ve kesişmektedir. Mesela Amerikan bağımsızlık savaşının lideri ve Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk Başkanı George Washington ile gene Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucularından aynı zamanda bir bilim insanı olan Benjamin Franklin bu çizgi romanın bazı maceralarında anılarak tarihi gerçeklere temas edilmektedir. Bağımsızlık savaşının siyasi kanat sorumlusu ya da sözcüsü durumunda Boston’da mukim avukat Konoli bulunmakta olup zaman zaman İngilizler tarafından gözaltına alınır ise de kahramanlarımızın insanüstü çaba ve mücadeleleri neticesinde her seferinde kurtulmayı başarır. Çelik Bilek, cesur, gözü kara, becerikli, kabiliyetli, kuvvetli, akıllı ve ziyadesiyle cesur iken Profesör ve Rodi sürekli bir şeyler yiyen doymayan özellikle turta yiyici rolündedirler. 

Teksas’ın kahramanları her daim iyinin ve doğrunun yanında, kollayıcısı ve destekçisi olarak, hak-hukuk tanırlar, yalan dolan ile işleri olmaz, gayrı nizami faaliyetler içinde bulunmazlar, şan, şöhret, para asla ve kat’a önemli olmaz, doğa cinayetleri işlenmesine karşı olurlar, her türlü hayvanat ve nebat ile uyumlu hayat yanlısıdırlar, hülasa her şeyin iyisi ve güzeli öne çıkarılırdı… İşte bu kaynaklardan beslenen bir neslin ahfadı olarak büyüdük bizler… Bu çizgi romanlarda yine hatırladığım, debdebe, şaşa, gösteriş, zenginliğin kutsanması yapılmaz bugün olduğu üzere cinsellik ve belden aşağısı söz konusu bile olmazdı…  

Teksas’lar, okununca yeni maceralarından haberdar olmak için hemen yenisini satın almanın bir tarafı ile satın alınacak yerin yakın olmaması diğer tarafı ile de parasal nedenlerle bir hayli zor olması hasebiyle arkadaşlar arası değişim işi öne çıkar. Sonraları bu değişim işi bazı kişiler için ticari bir girişim olarak geliştirildi ve ilerletildi… Halen de “bitpazarı” gibi eski ve kullanılmış ürünlerin satıldığı yerlerde teksasların izine rastlamak olasıdır.

Bazılarına, veteran yaşlarda bile akıl baliğ olamayıp, Amerika’nın kadim halkları “Kızılderilileri” katleden, kadim kültürlerini talan eden otoritenin koçbaşı durumundaki “kovboy” hayatı ve maceraları filmleri izler iken bizler daha çocuk yaşlarda “bağımsızlık” mefhumunu öne çıkaran ve önemseyen çizgi romanlar ile tanışmış idik… Diğerlerini bilemem lakin ben de okuma alışkanlığının temelini oluşturan bu alışkanlık ile yaşa ve meşguliyete esas performans düşüklüğü yaşasam da hala okuyorum ve okuyacağım… Diğer taraftan da bu yazdıklarıma itiraz edenlere de, sanat sanat için değil sanat halk içindir deyiminin önemini hatırlatırım… Mesela biz bu yüzden Knut Hamsun’u değerli bulamayız, yoksa adamın edebi yanı çok güçlüdür, sanatsal zekâ ve duygusu üst düzeydir, vs vs. fazlaca kelam edemeyiz, lakin tercih hakkımızı kullanırız.

Peki; Teksas ve avenelerinin hayali maceraları üzerinden anlatılan Amerika Birleşik Devletlerinin bağımsızlık savaşının bu kadar romantik, didaktik ve hakiki olmasının yanında bugün gelinen noktada dünyanın deyim yerinde ise canına okuyan ve o dönem savaşan tarafların teşrik-i mesaisi nasıl izah edilecek… Tek izahı var, kapitalizm ve dünya nizamı ve nihayetinde de emperyalizm…

Gariptir, biz hala şarabı çok sevmemize rağmen üzümün ezilmesine karşı oluruz, bu yüzden… Biz zaten tam da bu yüzden ipini koparıp kaçan “boğadan” yana olmaya başladık ve halen yan olmaya devam etmekteyiz. Biz hala güçlünün güçsüzü ezmesine dayanamayız, tam da bu yüzden. Biz hala kısa çöpün uzun çöpten hakkını alacağı umudu ile yatıp kalkmaktayız… Biz hala büyük balık küçük balığı yutar umdesine şiddetle bu yüzden karşıyız.

Evet, çizgi romandan, çizgi filme, oradan bir disiplin dâhilinde ilkeli ve düzenli okuma ile bilgilenme ve aydınlanma ve taraf olma, taraftar olma süreci en azından bizde böyle gelişti, diğerlerinin sefaletine bakınca, iyi ki de böyle olmuş, diyoruz…


WHY SOCIALISM WORKS

Geçenlerde bana bir kitap hediye edildi, Harrison Lievesley tarafından kaleme alınmış demeyi çok isterdim lakin yazılmış bir şey yok… Muhtemelen dalga geçmek adına, kapitalizmin bu manadaki desteği ve de sosyalizmin de hoşgörüsü ile  “hap yap para kap” uyanıklığı çerçevesinde dizayn edilmiş bir kitap. Güzel dizayn edilmiş bir kapak, kırmızının hâkim olduğu bir zemine sarı renkli bir orak-çekiç, sayfanın üst kısmında “Why Socialism Works” ve alt tarafında bu abuk subuk dizaynın müellifi Harrison Lievesley… Sonra sayfayı açıyorsunuz, sayfa ortasında kocaman bir “it doesn’t” ibaresi ve maalesef takip eden 169 sayfanın her birisinde sayfa ortasında aynı terane… Dalga geçmek için uygun ortam ve uygun zaman… Sanki yaşanılanların cesareti ile vurun abalıya… Sanki kapitalizm harika işlemekte imiş… Öyle mi, nerde, olsa olsa bu tür uyanıklıklar ve uyanıklar için harika bir ortamdır, kapitalizm… Kitabın hediye edilişinin de hediye edilen kişi ve düşünceleri ile dalga geçmek olduğu çok aşikâr lakin benim bunlardan alınacağımı zannedenler yanıldılar, yanılıyorlar ve yanılacaklar… Uygulama ve sonuç alma yanlışlıklarını göz ardı eden muhteremlere sadece, doğru tıbbi yöntemlerin yanlış uygulanması halinde nasıl ölümcül sonuçlar zuhurdan bahisle iktifa etmek gerekir diye düşünmekteyim. Çok merak edenler için dünyayı kasıp kavuran “Covid-19” pandemisinde ve sonrasında yaşananlar yeterince öğretici olabilir… Bu kabil düşünce üreten muhteremler bilemez şüphesiz, şimdilerde sosyalizm adına örnek verilecek ise akla gelen Sovyetler Birliği’nin nasıl bir süreçte sosyalizmi öğüttüğünü, taaa 1970’li yıllarda hararetle iddia ettiğimizi… “Böyle gidişin varışının nere olacağını” söyleye söyleye dilimizde tüy bitmiş ama bu toz duman içinde kimin bunu görmesini bekliyoruz ki…

Şimdi birileri çıkar der ki; öyleyse hangi sebeple ancak 70 yıl dayanabildi? Neden çok farklı ülkelerde sahne alamadı? Bu soruların cevapları çok basit ve net lakin cevaplar insanları ikna eder mi? Zinhar… Çünkü insanlar yoğun propagandanın etkisi ve hayatın bizatihi kendisinin bir piyango olduğu sistem olan kapitalizmi “aradan sıyrılıp kendimi kurtarabilirim” beklentisi ile tercih etmektedirler. Kapitalist sistem adına Umut’un iyi pazarlanması bu sonuçta çok etkilidir. Kapitalizmin başkenti kabulü ile Amerika’ya bakan insanlar, parlak hayatların sürdürüldüğü dizilerde gösterilen debdebeli hayatları herkesin yaşadığını zannederek tercih oluşturuyorlar… Tıpkı bugün tarihi ve hayatı benzer dizilerden öğrendikleri gibi… Oysa bir bilseler, Amerika’nın “kurdun kuzuya boğdurulduğu yer” olduğunu, nüfusun %15’ini oluşturan “siyahların” birkaç örnek dışında yok sayıldıklarını, yine nüfusun %12’sini oluşturan Asyalılar ve Güney ve Orta Amerikalıların oluşturduğunu ve yok hükmünde olduklarını… Bu yazdıklarıma inanmayanlara, uzun yıllardır, siyahların sokak ortasında öldürülmelerine rağmen mahkeme fasıllarının nasıl sonuçlandığına bakmalarını tavsiye ederim, dünyada en çok sokakta insanın yaşadığı bir ülke olduğuna insanları inandırmak zordur… Dünyada kişi başına en fazla antidepresan satılan ülke olduğunu kimse görmek istemez… Dünyada en fazla silah ile tasarlayarak ya da sapıtarak en fazla insanın katledildiği ülkedir aynı zamanda ABD… Sokaklarda yaşayan insan sayısının neden çok fazla olduğu ülkenin ABD olduğunu kimse görmek istemez… Olumsuzlukları say say bitiremezsin… Lakin insanlar sadece Steve Jobs’a, Bill Gates’e, Elon Musk’a bakarak hayal kurmayı çok sevmektedirler ve sürekli yegâne örnek onlardır… Borsa’da para batıran çoğunluk yerine para kazanan 3-5 kişiyi örnek almak kolaydır… Bazı ülkelerde de “Allah isteseydi herkesi zengin yapardı, demek ki istemiyor” güçlü propagandası da bunda çok etkilidir… Gerçeklerden ziyade propaganda etkilidir maalesef, üstüne de cehaleti ilave edin, üstüne de dinlerin müesses nizamdan yana olma tavırlarını da koyun, daha bir sürü etken var şüphesiz lakin en önde gelenleri bunlardır. Mesela; ABD dünyanın dört bucağında “Nükleer bomba” konusunu öne çıkararak kendisine biat etmeyen ülkeleri “nükleer bomba kullanacak” iddiasıyla, yerle yeksan eder, aylarca yıllarca havadan hedef gözetmeksizin bombalar, herkes bunu ABD’li “Conilerin” dünyaya demokrasi getirdiğini zanneder, tıpkı daha önceleri dediğim üzere nükleer bomba kullanımında olduğu gibi… Yalan dolan… Sonuç olarak dünyada ilk ve tek nükleer bomba kullanan ülke neresi, ABD… Başka bir şey ilaveten demeye gerek var mı?

Yaşanan gerçekler ile kurgulanan gerçekler arasında ne yazık ki tercih hep kurgulanan gerçekten yana olmuştur, Âdemoğlu… Kurgusal gerçeğin kurbanı dünya nüfusunun büyük bölümü olup bunlar için arayış yoktur, kabulleniş vardır… Güçlü ne buyurmuş ise o doğrudur, fabrikada müdür, askerde komutan, evde ebeveyn, vs. vs… Son dönemin flaş sözü ile kolay ve zahmetsiz olan nedir; “biat et rahat et”… Nokta…  

Mesela; “vergi kutsaldır” spotu ile toplanan vergilerin ve çaktırmadan yaratılan dolaylı (gömülü) vergilerin âdemoğluna “yol, su, elektrik olarak dönecek” spotu ile köpürtülüp süslendiğini de hep biliriz ve dünyanın her tarafında da aynı tempoda söylenir durur… Peki, dönen hangi su bedava, hangi elektrik bedava, hangi yol bedava… İşte Harrison gibi nereden pohpohlandığı meçhul zevatın önemsemediği konulardır bunlar, o şahsi gelirine bakıyor… Dünya da neden %1’lik bir kesim zevk-ü sefada, %5’lik kesim iyi yaşar iken, yaklaşık %30’luk kesim iyi-kötü geçinir iken, yaklaşık %65’lik kesim neden açlık sınırın altında hayatlarını sürdürürler… Bu kabil zevatın umurunda değildir bu veriler… Onun için “uyanıklık ederek, fırsatı büyük kâra çevirmek” günün kârıdır.

Harrison gibiler işgal ettiği yer açısından şişirilmesine rağmen yine de fazla önemli değildir kanaatimce, mesela bu zat, lütfedip dünyaca ünlü bilim adamı Albert Einstein’ın “neden sosyalizm” adlı makalesini okusa idi, fikri değişir mi idi acaba? Zannetmiyorum… Ne diyor Einstein, Benim görüşüme göre kötülüğün gerçek kaynağı kapitalist toplumun bugünkü ekonomik anarşisidir. Önümüzde, üyeleri kaba kuvvetle olmasa da yasal olarak tesis edilmiş kanunlara tam uyum üzerinden birbirlerini kendi kolektif emeklerinin meyvelerinden mahrum bırakmak için durmaksızın çabalayan koca bir üreticiler topluluğu görüyoruz. Bu açıdan üretim araçlarının, yani tüketim mallarının ve sermaye mallarının üretilmesi için gerekli olan bütün üretim kapasitesinin yasal olarak bireylerin özel mülkiyetinde olabildiği ve çoğunlukla da olduğu gerçeğini görmek gerekiyor. Basitleştirmek açısından, takip eden açıklamalarımda, sözcüğün alışılmış anlamına pek uymasa da üretim araçlarına sahip olmayan kişilere “emekçi” diyeceğim. Üretim araçlarının sahipleri, emekçilerin işgücünü satın alabilecek bir konumdadır. Üretim araçlarını kullanan emekçi, kapitalistin malı olacak yeni mallar üretir. Bu süreçte önemli olan nokta, gerçek değeriyle ölçüldüğünde emekçinin ürettiği ile karşılığında aldığı para arasındaki ilişkidir. İş sözleşmesi “özgür” olduğu sürece, emekçinin aldığı parayı, ürettiği malın gerçek değeri değil, en düşük düzeydeki ihtiyaçları ve kapitalistin iş için yarışan emekçilerin sayısıyla bağlantılı olan işgücü ihtiyacı belirler. Emekçinin ücretinin teoride bile ürettiği malın değeriyle belirlenmiyor olması çok önemli bir noktadır.” Artık isteyen Harrison’a, isteyen Einstein’a hak verir… Ben mi kime hak veriyorum, bariz değil mi?

Ünlü Devrimci Önder, Che Guevara’nın bir sözü ile bitireyim. “Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana kahraman diyorlar. Bunların neden aç olduğunu sorduğum zaman ise; bana komünist diyorlar.” Bu kadar basit bir feylosofiya tercihi işte…


Perşembe, Ağustos 17, 2023

BİR ÖZGÜRLÜK TUTSAĞI MANUŞYAN

21 Haziran 2023 günü Gazeteci ve Yazar Yaşar Aksoy Sosyal Medya hesabından, çok enteresan bir haber ve yorum paylaştı, haberin ve haliyle yorumun konusu Misak Manuşyan adlı, Adıyaman doğumlu, Naziler tarafından katledilen Devrimci Ermeni direnişçinin Paris’teki ünlülerin anıt mezarlarının bulunduğu Pantheon’a, katledilişinin sene-i devriyesi olan 21. Şubat 2024’te defnedilecek olması idi. Haberin detaylarına bakınca da diğer ülkelerde benzerleri olduğu üzere, Fransa’da da, ülke tarihinde önemli rol oynamış kişiler Cumhurbaşkanlğı kararnamesiyle Pantheon’a defnedilebiliyor. Manuşyan, anıt mezara defnedilecek ilk yabancı ve Komünist direnişçi olarak tarihe geçecek, defin töreni ise 21 Şubat 2024 tarihinde yapılacak olup aynı direniş örgütü içinde birlikte görev yaptıkları eşi Melinee de aynı yere defnedilecek. Haber benim için neden enteresan çünkü mezkûr kararın alınmasından bir süre önce eşi Melinee Manuşyan tarafından yazılmış ve “Bir Özgürlük Tutsağı Manuşyan” adı ile yayınlanmış kitabı ve Manuşyan’ın Adıyaman Besni’den başlayan, Suriye’de bir yetimhanede devam edip Fransa’ya bağlanan meşakkatli hayat yolculuğunun Nazi işgaline karşı destansı direnişin bir parçası olarak kurşuna dizildiği güne kadar ki özverili, bıkmadan ve yılmadan verilen hayat mücadelesinin konu edildiğini, okumuş idim. Kitabın eşi tarafından kaleme alınması hasebiyle duygusal boyutlarının da bir hayli öne çıktığı görülen kitap esasen de geçen yüzyılın ilk yarısının Ortadoğu ve Avrupa açısından yaşanan haksızlık, adaletsizlik ve sömürü çarklarının kısa bir özetidir adeta… Melinee kitabın sunuşunda “zira her hayat ayrı bir kavgadır. Bizimki, Manuş’la benim hayatımız, belli bir kavganın parçasıydı. Bu kavganın çehresi değişmiş olabilir, daha çok ve sık sık da değişecektir. Fakat kavga daima sürecektir. Hayatı hayat yapan da budur işte.” diyerek, yüksek ve haysiyetli ideallerle bağlı olunan hayatın mücadele ve fedakârlık boyutunun altını ziyadesiyle çizmiş bana göre…

Melinee Manuşyan’ın hayat arkadaşı, siyasi ve can yoldaşı Misak Manuşyan, 1906 Adıyaman Besni doğumlu olup bir köylü çocuğudur. Henüz çocuk yaşlarda iken babasını 1. Dünya savaş sırasındaki çatışmalarda, anasını da bitmek tükenmek bilmeyen savaşlara bağlı kıtlık yıllarında açlıktan kaybeder, artık hem öksüz hem yetimdir, imdada kadim Anadolu Halklarının ahfadı bir Kürt aile yetişir. Sağ ve esen olan Ermeni çocuklarını tespit edip Suriye’deki yetimhanelere götürmek için çalışan Ermeni Kilisesi ve Ermeni kuruluş görevlileri çıkıp gelene kadar mezkûr ailenin öz çocuğu gibidir. Sonra Büyük kardeşi ile birlikte Suriye’deki yetimhaneden de Fransa’ya götürülür 1925 yılında. Faşist Alman kurşunları ile idam edildiği 1944 Şubatına kadar da Fransa’da yaşamıştır.

Misak Manuşyan’ın, işçilik hayatı Citroen fabrikasında başlar, lakin kapitalizmin bitmek tükenmek bilmeyen krizlerinin en büyüğü ya da en etkilisi 1929’da yaşanır, her devirde olduğu üzere evvelemirde sorumlu yine göçmenlerdir, dolayısıyla ilk işten atılması gerekenler listesindedir adı.  Emekçilik hayatı kendisine diğer emekçi kitleleri yakından tanıma imkânı vermiş, çalışanların psikolojisini, kültürünü, sorunlarını, dertlerini, tasalarını, kederlerini, umutlarını bu süreçte öğrenir. Manuşyan, Şair ruhludur tespit ettiklerinin ve öğrendiklerinin şiirlerini yazar duygulu ve coşkulu, politikacıdır yazar ve konuşur bilgili, aydınlatıcı ve kararlı... Manuşyan, edebiyat ve politik tercih ve kararlılıkları neticesinde Fransa’daki göçmen Ermenilerin kurduğu örgütün üst düzey yöneticilerinden biri olur. Bilahare de Fransız Komünist Partisi saflarında yerini alır, bir yandan politik mücadelesini diğer yandan zor şartlarda hayatını sürdürür, kendisini çok iyi yetiştirmiş bir devrimci olarak da Almanya İşgaline ve Faşizme karşı mücadelede 22 yoldaşı ile esir düşer, kısa sürede kurşuna dizilir. Bir şiirinde dediği gibidir hayatı adeta, “Rüzgârlar dizginsiz varsın kamçılasın beni / Zincire vurulmuş bir kaplan öfkesi / Döllüyor ruhumu zapt edilmez gücüyle / Patlayacak büyük fırtına için...”

Melinee, eşinin donanımı ve çok yönlülüğü sebebiyle kitleler karşısındaki vaziyetini mezkûr kitapta; “Gençlerin ilgi odağıydı. Bir sürü şeyden bahsediyordu, bu da beni çok etkiledi. Siyaset, toplum, örgüt, spor, sanat, edebiyat; insanı insan yapan hiçbir şey ona yabancı değil gibiydi.” şeklinde gurur duyarak açıklamaktadır. “Yoksulluğun ve hakaretin kırbacı altında, çıplak büyüdüm” diye kendini tarifleyerek hayatın kendisini nasıl ve ne kadar imbiklediğine işaret eden Manuşyan, kitaba yansıyan bir mektubunda ise; “Her şeyden önce, benim için hayati olan bir şey varsa, o da zihinsel faaliyettir”  diyerek, toplumun karşılaşmış olduğu katı ve acımasız gerçeklik karşısında, hayatın değişmesinin kaçınılmaz olduğu tespitidir. Hayatı mutlaka değiştirmek gerekmektedir, bu sebeple de isyankâr olmanın yetmediği, dünyayı kavramak, anlamak, incelemek, analiz etmek gerektiği ve nihayetinde de olması gereken radikal değişikliğin metodunu ve sistemini deyim yerinde ise yolunu ya da usulünü bulmak gerekmektedir. Nihayetinde de şiar, “Hayatta, en iyisini bulmak için bütün pınarlardan içmeli insan.”  şeklinde formülüze edilmektedir.

Melinee, bir yerde de; “bir keresinde hatırlıyorum. Bach ve Beethoven dinlemeye gitmiştik. Dinleyiciler, Almanlara duydukları düşmanlığı göstermek istercesine, ıslıklamaya başladılar, Bu durum, Manoş’u çok sarstı. İnsancıl ve evrensel olan sanat ile insanlık dışı ve milliyetçi Nazizm arasında ayrım yapılmayışına anlam veremiyordu” diyerek bir anı aktarıyor. Hay Allah, bugün de Klasik Rus Edebiyatı temsilcisi yazarların, Tolstoy, Dostoyevski başta olmak üzere “Medeni Avrupa’da” başına gelenleri görünce, bu benzerliği ıskalamayalım diyorum. Demek o günde aynı, bugün de aynı, Hay Allah… Yahu be adam, Bach yaşamış 17. Yüzyılda, Beethoven yaşamış 18. Yüzyılda, emperyalizmin kuklası Hitler Faşizmi 19. Yüzyılda… Yine yahu be adam, Tolstoy ve Dostoyevski yaşamış, 19. Yüzyılda, Rusya Ukrayna savaşı yürümekte 21. Yüzyılda… Ya medet, ya izan, ya medet ya ahlak, ya medet ya insanlık, ya medet ya bilim…

 Evet, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron adına Cumhurbaşkanlığın’dan yapılan açıklamada, “Misak Manuşyan, büyüklüğümüzün bir parçasını taşıyor”, adıyla “Cumhuriyeti savunduğu” özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi evrensel değerleri “somutlaştırıyor” denilerek mezkûr iktidar zihniyetinin öz olarak olmasa bile şeklen ifade edilmesi yolu ile itibar kazanılması hiç de azımsanacak bir şey değildir, bana göre… Yaşar Abi’nin de, Manuşyan’ı bir Anadolu çocuğu olması hasebiyle öne çıkarması da ziyadesiyle takdire şayandır… Bu sebeple de teşekkürler diyorum Yaşar Abiye…  

Yazımın sonunu, yazarın önsözünde takdim ettiği satırlar ile bitirmek istiyorum.Son olarak, kocamın hatırasına sadık kalmak bakımından (onun sadakati çok büyüktü), bir Ermeni devrim şarkısının şu birkaç satırını burada aktarmama izin verin:

Ölüm her yerde aynı

İnsan bir kere ölür

Fakat ne mutlu can verene

Halkların kurtuluşu için

Manuşyan’ın hayatı: Bitmemiş bir senfoni, bazen birkaç yanlış notayla, bazen tüm orkestrayla birlikte; kâh Mozart’ın yumuşaklığı, saflığı, kâh Beethoven’in gücü, uğultusu… Trajik olan dışında, bu senfoninin nasıl bitebileceğini kimse söyleyemez.”


Cuma, Ağustos 11, 2023

YAŞAR AKSOY ve HALİKARNAS KADIRGASI

Yaşar Aksoy Abimizin “Halikarnas Kadırgası” adlı Kültür, sanat ve arkeoloji ve dahi tarih denemeleri yaptığı kitabını okuyorum… Okumak öyle bazılarının zannettiği gibi “boş zamanlarında” yürütülecek bir faaliyet değildir fikrinin has savunucularımdan olduğumu herkes bilir... Kitap, geçenlerde “Urla Kitap Günleri” organizasyonunda Yaşar Abi’nin imza gününde edinilmiş olup 1997 basımı bir kitap, şimdilerde temini de yeni basımları yapılmadığı için bir hayli zor… Mezkûr kitabın takdiminde; “Halikarnas Kadırgası" isimli hayalet gemisiyle antik kentleri, Küçük Asya efsanelerini, güncel kültür gelişimlerini sorguluyor. Kaleme aldığı bu metinler, Anadolu uygarlıkları gerçeğine kendini yakın hisseden yazarın ideolojik ağırlıklı öncü denemeleridir. Mavi Hümanizma’ya ulusal ve sınırsal bir içerik, dahası anti-emperyalist bilinç katmak isteyen yazarın, çok sevdiği Halikarnas Balıkçısı-Azra Erhat çizgisinde “turistik” bir durakta donmayıp, kültürel duyarlıkları güncel tartışma ve savaşım alanlarına taşıma çabası içinde olduğu izleniyor. Yazıların içinde geçen düşünsel sentezlerin ve çarpıcı önerilerin günümüzde tartışılmaya başlanması, yapıtı dikkat çekici yapmıştır.” denilerek içerik tayini yapılınca, hemen Halikarnas Balıkçısının “Mavi Anadolu” adlı kitabını Yaşar Aksoy’un bu kitabına yönelik alt yapı olması hasebiyle hızlı okuyup bilahare de Homeros’un “Odysseia” ve “İlyada” adlı eserlerini de adeta sözlük gibi kullanmak maksadı ile okuduğum yere başucu kitapları olarak aldım. Homeros’un mezkûr kitaplarını “Halikarnas Kadırgası” okurken aktarılan konunun önünü ve arkasını biraz geniş ve biraz da kendimce görebilmek adına… Bu nedenle biraz uzun sürdü kitabın okunması lakin ziyadesiyle bilgilendim ve gönendim, tekrar göz atma babından da olsa Homeros’un kitaplarını yeniden karıştırma, Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın (Halikarnas Balıkçısı) “Merhaba Anadolu” kitabını yeniden ve hızlı okuma bahanesi yarattığı için teşekkür ediyorum bu kitabı sebebi ile yaşar Abi’ye…

Kitapta özetle bugün Ege Bölgesi diye adlandırılan bölgenin M.Ö. 5000’lere dayanan geçmişine gidiyor tıpkı Halikarnas Balıkçısı gibi lakin güncel yansımaları, güncel sorunsalı ve güncel çözümlemeleri de sürekli göz önünde tutulmakta, şüphesiz yazarın kendince analiz ve yorumları muvacehesinde… Lakin görünen de yazar Halikarnas Balıkçısının anlama ve yorumlama izinde ilerlemektedir. Genel manada Halikarnas Balıkçısının vefatının ardından yazılmış bir kitap olmakla birlikte izinde olunanın görüşlerinin kendince ve günceli yakalayan boyutu ile yorumlanmasıdır adeta… 

“Uygarlığın beşiği niçin Anadolu’dur? Tarihin babası Heredotos Bodrum’lu, coğrafyanın kurucusu Hekataios Milet’lidir. İlk geometrici Pisagoras Sisam’lıdır. İlk doktor Hipokrat, İstanköy’lü, ilk ressam Apelles, Kolophon’ludur. Ege’nin en büyük ozanı Homeros, İzmir’lidir. Felsefenin kuramcısı ünlü Heraklites, Efes’lidir. Tek tanrı fikrinin ilk savunucusu Ksenophanes, İyonya’lıdır (Değirmendere). İlk eşsiz Filozoflardan Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, Milet’lidir. Filozof Anaksagoras, klozomanai’lidir”. diyerek uygarlığının kavmi bir durum olmasından ziyade coğrafya ile direk ilgisine dikkat çekilmiştir, Yaşar Aksoy Abimiz tarafından… Kişisel görüşüm ise buradan göçen kavimler de, burada kalanlar kadar yaratılmış bu müthiş medeniyetten miras talep edebilirler dahası hak sahibi de olabilirler. Bugün “batı denen” medeniyet tespit ve tayin yetkisini elinde bulunduran esasen de sermayeden beyin göçüne kadar her türlü devşirmeciliği ziyadesiyle yerine getiren yapı ise “medeniyetin beşiği Helenistan’dır” buyurmaktadır. Burada Helenistan diye kast edilen bugünkü Yunanistan ise eğer, olsa olsa bu büyük medeniyetin mütemmim cüzü sayılabilir ancak. Benim de farklı disiplinlerden bol miktarda verebileceğim örnekler ile batının devşirmeciliğini öne sürmem mümkün… Yaşar Aksoy Abimiz, kitabın çok farklı konulardaki bölümlerinde de layığı ile bahsettiği üzere batıda ziyadesiyle buralardan kaçırılmış eserler muhteremlerin müzelerinde arz-ı endam etmektedirler... Hele, Bergama’dan kaçırılan Zeus Sunağı var ki, akıllara zarar… Haaa bu arada, bu eserleri buradan batıya götüren muhteremler mi tek başına kusurlu, değil tabii ki, yerli ve milli ortakları, erketeleri onlardan daha da kusurludur… Bütün bu kaçırılan eserlerin nerdeyse tamamı dönemin “padişahlarından” izinli yapılan kazılar ve çalışmalar sonrası ya izinli aktarma ya da iltimasen aktarmalardır…

Kitabı okurken enteresan bilgiler de öğreniyoruz, örneğin “Hisar Camiinin” adı bugünkü “Kızlarağası Hanı” önüne gelen ve karşılıklı olarak surlarla çevrili bulunan ve girişi bir “iç kale” ile kontrol edilen “iç limanın” hisarlarından ilham alınarak ortaya çıkmıştır.

Kavimler göçünün beşiği Anadolu denilmektedir ya; kitabın bir yerinde de, Herodot’tan aktarılan “M.Ö. Yüzyılda Anadolu’daki olağanüstü sıcak kavim eylemlerinden ürkerek (kıtlık ve depremleri de ilave edebiliriz), denizlere açılma gereksinimi duydular. Efsanelere ve halen incelenmekte olan tarihsel belgelere göre Turşa kavmi İtalya’ya, Sart kavmi ise Sardunya’ya göç ettiler. Tarih bilimi, İtalya’ya giden Anadolulu Turşa kavmine “Etrüks” ismini takmıştır. Sardunya’nın ilk hecesini Sart kelimesinden türemiş olması da bu görüşü kuvvetlendirmektedir.” bölüm ise diğer bir dolu eserde de izi görülen bilgilerden olup bir hayli enteresandır.

Bir başka enteresan olay ise; “İzmir Arkeoloji Müzesi tarihindeki en ilginç olay, 1968 yılında meydana gelen büyük soygundu. Bu tarihte, yaşlı bekçiyi öldürerek Müze’ye giren enternasyonal bir örgüt, 1935 yılında Foça’nın Kozbeyli Köyünde bir demir sandık içinde bulunan 90 parçalık İyon, Roma ve Bizans eserlerinden oluşan bir hazineyi kaçırmıştı. Kaçırılan eserlerin arasında 3 bin yıllık som altından elmaslı, incili alınlıklar, küpeler, bilezikler, kadın süsleri, kolyeler, eski çağların ünlü seramik örnekleri ve 13 bin yıllık bir Hitit Kitabesi vardı.” şeklinde aktarılmakta olup, mezkûr faaliyet mümbit alan olduğundan hiç tükenmeden bugünlere kadar devam etmektedir ve korkarım ki insanlık var oldukça da devam edecektir.

Halikarnas Balıkçısını anarken yazdığı yazının bir bölümünde şöyle demektedir, büyük bir sitayişle, Yaşar Abimiz. “Halikarnas Balıkçısını anarken, Homeros’un ‘İlyada’ ve “Odysseia’sı içinde gezindim durdum. Çift Atlı Savaş Arabası içinde Balıkçı, sanki Hektor gibi bulutlar arasından süzülüp gidiyordu. Sonra onu Ege’nin güzelim bağlarında şarkı söyleyerek üzüm toplayan İyonya’lı kızların arasında gördüm. Birden, bir Türkmen ozanı olarak karşıma çıktı. Sazı ile destanlar dokuyordu. Osmanlı köylüsü oldu, özgürce toprağını çapalayan. Yazar oldu Cumhuriyet döneminde, halkına bilinç akıtan. En son üzerinde mum yanan şamdanla, kavga eden gençlerimizin arasında gördüm onu. Tıpkı Diogenes gibi”. Evet, Halikarnas Balıkçısı önemlidir, hem de çok, arkeolojik araştırmalara, etnografya ve folklor üzerine eserleri ve mevcut eserler üzerine katkıları yadsınamayacak bir otoritedir. Lakin böylesine bilgili, görgülü, eğitimli ve öğretimli insanların başına gelenlerin bir benzeri de gelir Halikarnas Balıkçısının başına, maalesef o da istisna sayılamaz, vareste tutulamaz… Yaşar Abi; o dönemin Yeni Asır gazetesinden Özdemir Hazar’ın duygu yüklü satırlarını şöyle aktarır. “O, burada yaşamadı mı? Burada yazıp çizmedi mi? Birçok gerçeği yansıtmadı mı? O büyük adama son yıllarına kadar turist gezdiriciliği yaptırmadık mı, nafakasını kazansın diye. Bir yerde avuç açtırdık ona. Kim bunun suçlusu? Hepimiz suçluyuz…”  Bugünlere uzanan süreçte farklı bir şey oldu mu? Sürpriz yaşandı mı? Zinhar… Düşün ama açıklama, hani açıklamana karışılmaz lakin açıkladıktan sonra da başa geleceklerden sorumlu olmayan siyaset erbabının takipçisi olmaktan geri duruyor muyuz? Zinhar… Evet, “Benim oğlum binâ okur döner döner yine okur” şuuru devam eder biz de seyreder dururuz…

Halikarnas Kadırgasında da, Halikarnas Balıkçısının “Mavi Anadolu”, “Anadolu Tanrıları” gibi kitaplarında aktardığı; Lelej, Luwi, Hitit, Hatti, Frig, İyon, Pers, Helen, Roma, Makedonya, Selçuklu, Osmanlı izlerinin üstünden ilerliyor ve öğreniyoruz. Okunası bu kitap için emeğine sağlık Yaşar Abi…

Cuma, Ağustos 04, 2023

CLAPTON CFC

Kızımın İngiltere’den benim için getirdiği hediye bir forma ile başladı yazacaklarımı öğrenme serüvenim. Forma “Clapton CFC 2018” arması ile mor, kırmızı ve sarı renklerden oluşmakta. Buraya kadar hepsi sıradan bir futbol takım forması tanıtımı gibi duruyor, haliyle… Lakin formayı ve Clapton CFC’yi benim gözümde anlamlı hale getiren formanın arkasında yazan “no pasaran” ifadesi oldu.

Gerçekte biraz araştırınca görülüyor ki, Clapton FC diye başka bir kulüp var ve İngiltere’nin en eski kulübü olup Uluslararası bir maçta ülkesini ilk kez temsil etmiş ve Belçika’nın Antverp takımını 1890 yılında yenmiş ve FA Cup şampiyonu olmuş hem de 7-0 gibi ziyadesiyle farklı bir skorla… Birbirinin içinden türemekle birlikte isim dışında bir benzerliği yok bugün için…

Biz dönelim benim için anlamlı olma hali olan “no pasaran”a… Deyim olarak İspanyolcada “geçit yok” manasına gelirse de önemini ve manasını esasen ve asıl olarak İspanya’daki iç savaşta faşist Franko güçlerine karşı savaşan devrimci ve cumhuriyetçi güçlerin faşizme geçit yok manasında slogan olarak kullanmaya başlamaları üzerine kazanmıştır. Bilindiği üzere 1936-39 arası İspanya iç savaşı faşizmin açıktan icrasına yönelik başlar ve buna mukabil de devrimci ve cumhuriyetçi güçler büyük çaplı direnişe geçer, son derece başarılı da olurlar lakin faşist Adolf Hitler Almanya’nın sınırsız desteği ile faşist Franko ayakta durabilir, Joseph Stalin liderliğindeki Sovyetler Birliğinin yeterince destek olmaması ve hatta zaman zaman Cumhuriyetçi Cephenin faklı bölümlerini manasız şekilde öne çıkarması üzerine de köstek sayılabilecek işler gerçekleşir ve direniş uzun süreli olamaz ve çöker… İşte bu tarihi sürecin yarattığı ve direnişin öne çıkardığı bir deyim olmuştur “no pasaran”.  

Faşist Almanya, savaşın tam ortasında ve tüm gücü ile Faşist Franko’yu destekleyip, faşizmin prestij yitirmemesi için büyük hava filoları ile İspanya’nın bir sürü kentini havadan günlerce bombalamıştır. Hani bizdeki bazı avanakların bile ABD’yi dünyada demokrasinin yegâne destekçisi varsayarak alkışladığı dönemde ABD yaşanan bu insanlık dramına alkış tutmuştur. Gerçi ABD için hala aynı taktik geçerli, kime “demokrasi getirmek” istiyorsa sınırsız ve kontrolsüz bombalamalar yapılıyor havadan, tıpkı Irak’ta, tıpkı Suriye’de, tıpkı Libya’da yaptığı gibi… Tabii ki bu olanları ve yaşanan gerçekleri görmek istemeyenler de var ne yazık ki… İspanya’daki bu havadan bombalamaların en korkuncu da ünlü Ressam Pablo Picasso’nun meşhur “Guernica” adlı tablosuna da konu olan “Guernica” şehrinin yerle bir edilişidir. Bilindiği üzere “Guernica” Tablosu, savaş vahşetinin ve savaşın insanlar üstünde ne kadar acı ve keder verici etkilerinin bulunduğunun adeta bir özetidir. Guernica Tablosu, bugün hala savaşın yarattığı trajedilerin akılda tutulması gereğinin, savaşa karşı oluşun ve duruşun, barış destekcisi olmanın sembolü haline gelmiştir. Hani meşhur hikâyesi de vardır bu meşhur tablonun, 1937 yılında Paris’te gerçekleşen bir sergi için İspanya Hükümeti tarafından verilen sipariş üzerine yapılmıştır. Picasso’nun “kübik üslubu” ile yaptığı bu eseri, değişken perspektifler, çoklu nokta-i nazar içerikleri yanında inanılmaz güçlü sembolizmi nedeniyle dönemin güçlü siyasi ve askeri otoriteleri Faşist Alman subayları tarafından kolay anlaşılabilecek durumda da değildir açıkçası. Bu değişik ve önemli görülen eserin ressamını tanımamaya özen göstererek tipik nobran ve cehalet kokan bir özgüven ile sorar ya Faşist Alman Subayı; “bu resmi siz mi yaptınız?” diye… Cevap da tarihe geçer bir sözdür, Picasso’da cevap gayet nettir; “hayır, siz yaptınız”…

Evet, bir “no pasaran” deyimi bizi nerelere götürdü… Biz şimdi tekrardan mezkûr kulübün enteresan yapısına dönelim. Kulüp ile ilgili yeterince ve tatmin edici bilgi vardır, sanal dünyada, merak edenlere… Clapton FC’nin bir grup taraftarı ki, ağırlıklı kesim kendilerini “Clapton Ultras” diye tanımlıyorlar ve antifaşist, antirasist, antimilitarist ve sol görüşlü olarak bilinmektedirler, yine öğrendiğim kadarı ile bu taraftar grubu maçlarda takımlarını oldukça coşkulu, gürültülü ve gürültücü bir biçimde desteklerler lakin neredeyse diğer tüm takım taraftarları gibi asla cinsellik içeren, homofobik ve ırkçı tezahüratlar kullanmazlar. Oldukça aykırı duruş sergileyen bu taraftar grubu aynı zamanda düşük ücretlerle maç seyredilebilmenin, sahanın bir kenarında da olsa sigara içebilmenin, bir iki şişe bira içebilmenin, meşaleli kutlamaların cezasız kalabileceği lakin asla ve kat’a şiddetin bulunmayacağı statlar istediklerini ve bu maksatla da genellikle amatör kümelerdeki maçları takip etmeyi tercih ettiklerini beyan etmektedirler. Şimdilerde ise de yine öğrenebildiğimiz kadarı ile İngiliz Otoriteleri “iti ite kırdırma” taktiği gereği Clapton Ultras gibi sol görüşlü grupların karşısına sağ ve ırkçı grupları organize ederek, destabilizasyon yaratmaya çalışmaktadır.

İşte tüm bu ahval ve şeraitte gerek harici gerekse de dahili bu zaptı rapta itiraz manasında 2018 yılında Clapton FC’nin taraftarlarından bir grup ayrılır ve “Clapton Community FC” diye bir takım kurarlar. Takım amatör ruhla özel maçlar yaparak hayatiyetini devam ettirir lakin taraftarlar hep olduğu gibi dinamiktir, ilgilidir, bilgilidir tüm dünya ve ülke meseleleri karşısında duyarlıdır. Yerel ve beynelmilel her olaya ilgi duyarlar, destek ya da protesto açıklarlar, yaparlar… Tıpkı bizim de “Çarşı” grubunun bir zamanlar olduğu şekli ile… TIR içinde havasızlıktan ölen 39 sığınmacının gündemde tutulması ve sorumluların bulunması talebi, Filistin davasına özgür Filistin diyerek destek, kürtaj yasağı mı geliyor hemen tepki, Bask Bölgesinden Real Sociedad taraftarının Atletico Madrid taraftarı bir neonazi tarafından öldürülmesinin lanetlenmesi ve anılması, İspanya İç savaşında haklının yanında yer alan uluslararası tugayların anılması ve gündemde tutulması, modern futbol diye bize yutturulan esasen de para tuzağı olmaktan öteye gidemeyen futbola karşı duruş ve direniş ve dahi karşı teşkilatlanma, nihayetinde birine yapılan haksızlık herkese yapılmış haksızlıktır düsturunu şiar edinerek devam ediyorlarmış ilgi göstermeye. 

Kızımın hediye ettiği bir formanın üzerine neler hatırladım, neler dinledim, neler öğrendim, yazayım dedim… Futbolu sadece digitürk yorumcularından dinleyip,  AHaber kanalından izleyip ilaveten de eğleşilen kahvehaneden devşirilen bilgi ve yorumlarla sınırlı zanneden ve bu yönünü göremeyenler var mı, maalesef numunelik de olsa var… Ne yapalım bizim kabiliyetimiz sınırlı öğreticilikte, öğrenmek istemeyenlere de öğretilemiyor ki, onların durumu benzetmek gibi olacak ama maalesef “ayının 40 türküsü var 40’ı da ahlat üstüne” misalidir… Onlara da Allah selamet versin…