Daha önce bir yazımda bahsetmiş idim; Güneş Karabuda, çok önemli bir gazeteci, fotoğraf sanatçısı, belgesel film yönetmeni, görüntü yönetmeni ve de yazardır diye… Onun anılarını yazmış olduğu, “İndim Zaman Bahçesine” adlı kitabını okuyorum… Kitap YKY (Yapı Kredi yayınları) tarafından 1998 tarihinde yayınlanmış, ben ise 2001 yılında yayınlanmış 3. baskısına yetişebilmişim. Enteresan, değerli ve ders alınacak anılar… Annesinin ilk evliliğini İzmirli Uşakizadelerin oğlu Ömer Bey ile yapması ki Uşakizadeler bilindiği üzere Mustafa Kemal Atatürk’ün eşi Latife Hanımın da ebeveynleridir. Daha net olması açısından, Ömer Bey ile Latife Hanımın kardeş olduklarını söyleyelim… Galatasaray Lisesinin uzatmalı öğrencisi Güneş Karabuda, bir tarafı ile de annesi İzmir’in ünlü ailesi Kapani’lerdendir. Demokrat Partinin “yalan rüzgârlarına” kapılmış dayı Osman Kapani mezkûr hükümette bakanlık yapmış ve 1960 askeri darbesi sonrası yargılanmıştır da… Bu kitabın, beni ziyadesiyle etkilemiş anılarına birkaç yazı boyunca ara vermeyeceğim gibi duruyor, şimdilik…
“Anneannem Mediha Hanım,
Karşıyaka’nın Çamlık mevkiinde, deniz kıyısındaki köşkünde yalnız yaşardı.
Yalnız diyorsam, evde sürekli oturan oydu, yoksa ev, hele yaz ayları, hısım
akraba ile dolup taşardı. Mediha Hanım’ın dördü kız, dördü erkek sekiz çocuğu vardı.
Bu üç katlı köşk, her biri ayrı şehirlerde yaşayan aile fertlerinin buluşma
yeriydi yazları… Çocukluğumun en mutlu günlerini, bu rüya gibi güzel yerde
geçirmiştim desem doğrudur.
Yaşı “müsait” olanlar bilir,
Karşıyaka o zamanlar, deniz kıyısına kurulu bahçeli köşk ve villalardan
oluşurdu. Hemen hemen her evin önünde, deniz üzerinde “banyo” denen bir
bungalov bulunur, masmavi denize buradan girilirdi. Çevre kirlenmesi kavramını
daha kimseler bulmamıştı! Evimizin önünden kenarları açık, atlı tramvay geçerdi.
Ön bahçe nadide çiçeklerle süslüydü. Yer, yürüdükçe tıkır şıkır sesler çıkaran,
beyaz çakıl taşlarıyla kaplıydı. Bahçe kapısında asılı çıngırak, eve giren ve
çıkanların habercisiydi. Arka bahçe oldukça büyüktü. Koca gövdeli, fil bacaklı
palmiyelerin sıra sıra dizili durduğu yolun sonunda bir yel değirmeni, yanında
da camekânlı bir ambar bulunurdu. Çiftlikten gelen buğday bu değirmende
öğütülürdü. Ahçısı, bahçıvanı, arabacısı, evlatlığı dahil, her gün en az yirmi
kişiye yemek çıkardı Mediha Hanım’ın evinde…
Karşıya’nıın sakinleri hoş
insanlardı, her milletten her dinden insan yaşardı burada. İtalyan, Fransız,
Rum, Yahudi, Hollandalı ve Türkler uyum içindeydiler. 1940’lı yılların
Türkiye’sinde saygı, sevgi, dostluk, yani kısacası insanlık, bol miktarda
mevcuttu! Çok kültürlü bir toplumda yaşamanın insanlara ne büyük bir iç
zenginlik verdiğini, ilerde anlayacaktım.
En çok gece hayatını severdim.
Gençlerin Aczmendi ayininde olduğu gibi vecde gelip dans ettikleri diskotekler
daha icat edilmemiş, insanların her yerde ve her zaman göbek atma adetleri de
daha başlamamıştı. En popüler eğlence, akşam yemeğinden sonra deniz kıyısında
piyasaya çıkmaktı. Karşıyakalılar ellerinde çekirdek külahı veya dondurma, geç
vakitlere kadar sahil boyunda volta atar, komşular yolda karşılaştıklarında
sohbete dalar, gençlerse tatlı heyecanlar içinde, kaçamak flörtler peşinde
koşarlardı.
Dayılarımdan Osman ve Münci,
böyle kaçamaklarda beni “yem” olarak kullanırlardı. İşveli ve cilveli İtalyan,
Fransız kızları bana yaklaşıp kendi dillerinde “que bello bambino” veya “ah!
Qu’il est mignon” (ne tatlı şey ayol!) dediklerinde, çapkın dayılarım mükemmel
bir zamanlamayla devreye girerlerdi! Benim de bu durumdan fazla şikâyetçi
olduğum söylenemezdi…
Karşıyaka’dan ileriye
baktığınızda, Kadifekale’ye yaslanmış İzmir’i görürsünüz. O yılların bu güzel
ege kenti, kişiliği olan, hoş ve şirin bir yerdi. Hele bembeyaz cumbalı evlerin
sıralandığı Kordonboyu, Annemin ikiz kardeşi Mefharet teyzem ve Mustafa
eniştemin, Göztepe’de bir yalıları vardı. Burası da, en sevdiğim yerlerden
birisiydi; “banyo”dan denize girer, koca koca çipralar tutardık! Yemişçi’ler,
İzmir’in ticaretle uğraşan saygın ailelerindendi. Oğullarından Müjdat, benden
üst sınıflarda olduğundan, Galatasaray’da veliliğimi yapmış sevdiğim bir
ağabeyim, Mehmet’se benimle aynı yaşta olup, iyi anlaştığım oyun arkadaşımdı.
Yemişçi’lerin, İzmir’e yirmi kilometre uzaklıkta Kilizman mevkiinde bir
çiftlikleri vardı. İşte burası benim için cennetten bir köşeydi.
Deniz kıyısından ayrılıp,
insan boyu sazlıkların arasından geçen bir toprak yol, bizi çiftliğin içine
götürürdü. Burası dev ağaçların gölgeleriyle örttüğü, fıskiyesinden şırıl şırıl
suların aktığı koca havuzun bulunduğu, serin bir avluydu. İzmir’in kızgın
sıcağından çıkıp buraya geldiğimizde, iklim değiştirmiş olurduk. Çiftlikte daha
çok meyva ve sebze yetiştirilirdi. Kayısı ve şeftali ağaçları avluyu çevreler,
dağ yönünde tütün üretilirdi. Akşama doğru güneş batımında, önde eşek,
çıngıraklı bir deve kervanı avluya girer, havuzun kenarından geçerek, yolun
sonunda iri çam ağaçlarının bulunduğu ahırlara doğru uzaklaşırdı. Kendimi
Binbir Gece Masalları’nda hissederdim.
Çiftliğin sorumlusu, büyük
amca İsmail Bey’di. Yetmişini aşkın bu sevecen, yaşlı delikanlı, beyaz
bıyıkları, fildişi rengi keten takım elbisesiyle, Kraliçe Viktorya zamanında,
Hindistan’da bulunmuş İngiliz albaylarını andırırdı. Akşamları, herkes
yattıktan sonra, köpekler salınırdı. Köpeklerin havlamaları bana huzur verir,
onları dinlerken uyur kalırdım. Bir sabah kahvaltıdan sonra, elinde bir çuval
tutan genç bir çobanın, bize doğru geldiğini görmüştük. “Hayırlı sabahlar bey”
dedikten sonra büyük amcaya çuvalın içinde bir şeyler gösterdiğini fark ettik. İsmail
amca gülerek bizi yanına çağırdığında, hayretle iki küçük kaplan yavrusunun
oynaştığını görmüştük. Çoban, koyunları otlatırken dağda bir mağarada bulmuştu
bunları. O gece yavrularının kokusunu alır da, ana kaplan çiftliğe iner diye,
köpeklerin yanı sıra bir de silahlı nöbetçi konmuştu avluya. Gece rüyamda,
arkamdan durmadan koşan kaplanlar görmüştüm… Sabah olunca büyük amca çobana,
yavruların daha çok küçük olduğunu, analarına ihtiyaç duyduğunu, onları bulduğu
mağaraya götürüp bırakmasını söylemişti. Adam bırakmaya çoktan razıydı ama, ana
kaplanla karşılaşmaktan korkuyordu. Yanına iki silahlı adam verildi ve çoban
böyle dağın yolunu utabildi!
İÖ 6. yüzyılda, önemli bir kent olan “Clazomenae” kuruluymuş çiftliğin bulunduğu Kilizman ve civarında. Çocukluğumun en mutlu anlarını geçirdiğim Karşıyaka ve Kilizman bir masal diyarının unutulmaz isimleriydi. Gezgin yaşamım süresince “yedi düvel” dolaşmış olsam da, güzel İzmir’im ayrıdır!”
Evet,
Güzel İzmir’in anıt kent olduğu dönemin yaşanmışlığı yanında, gerek Karşıya
gerekse de Kordonboyu’nda maalesef yıkılıp giden cumbalı iki katlı güzel
evlere, kordonundan denize girilebilir Körfez’e, oradan tarihi Kilizman’a…
Akşamların en önemli aktivitesi “kordonboyu’nda piyasa yapmaya”, çok etnik ve
çok dini yapılı toplumun hoşgörü ve birlikte yaşam kültürünü nasıl
desteklediğine ve beşeri zenginliğe nasıl güç verdiğine, çevre kirliliği ile
henüz tanışılmamış olmasına ve dahası da şimdiki Güzelbahçe’de, o zaman ki
Kilizman’da kaplanların yaşamışlığına tanıklık etmiş bir hayattan, dünya
çapında bir meslek erbabına ve dahası bir hümanistin dünyanın farklı yerlerinde
deyim yerinde ise gözünü budaktan esirgemeyen belgeselciliğe uzanan anıların
kitabı… Muhtemelen artık yeni basımı yapılmayan lakin yapılırsa da çok insanın
ulaşmak istediği bir kitap olacağı kesin olan bu kitabı şimdi sahaflarda
bulmanın da mümkün olabildiğini biliyorum. Temin edenlere de “Binbir Gece
Masalları” tadında okumalar diliyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder