Cumartesi, Haziran 29, 2024
HATAY BENİM BÜYÜLÜ SEMTİM
Cuma, Haziran 21, 2024
UZAKLARIN ÖTESİNDE
Gazeteci, fotoğraf sanatçısı, belgesel film, görüntü yönetmeni ve de önemli bir yazar Güneş Karabuda’nın “Uzakların Ötesinde” adlı 1996 tarihli basımı kitabını okuyorum. Yaşar Kemal’in deyimi ile “dünyanın öbür ucundaki adam” Güneş Karabuda, Eşi Barbro Karabuda ile gezi ve belgesel çalışmaları üzerinden çok güzel bir kitap hazırlamış ve eşine ithafen de yayınlamış… Ben çok keyif alarak okudum, adeta elimden bırakmamacasına… Kitapta özellikle Güney Amerika’daki darbelere ve darbecilere şahitlik var iken, ABD’nin “arka bahçem” dediği bu coğrafyada çevirdiği fırıldaklara detayları ile nazik dokunuşlar yapılmış, Endonezya’da yine ABD’nin plan ve sınırsız desteği ile yaşanan ve yaklaşık 1.000.000 insanın katledilmesi ile nihayetlenen insanlık dramına değinmeler gibi çok önemli siyasal olaylar yanında enteresan coğrafyalar ve insanların hayatlarına da değinilmiş…
Benim ziyadesiyle etkilendiğim Hindistan Kalküta hatıratı oldu, benim de çalıştığım yıllarda Hindistan’da emeğin bolluğu, rekabeti ve son derece ucuzluğu konusunda benzer şahitliklerim ve hatıralarım olması herhalde bu konuda etkili oldu. Bu bölümü aynen aktarmak istiyorum.
“Great Eastern Oteli’inden içeri girdiğimizde, başı türbanlı, beli kuşaklı yalınayak adamlar koşuşup bavullarımız alıyorlar. Otel, İngilizler zamanından kalma görkemli günlerin izlerini taşıyan Kalküta’nın, en eski binalarından biri. Geniş salonları, yüksek tavanı, “chesterfield” denen artık aşınmış İngiliz deri koltuk ve sofalarıyla Great Eastern’de zaman durmuş gibi. Resepsyon’dan geçip odamıza çıkıyoruz. Yolculuk ve sıcaktan yorulmuşuz. Bir duş alıp dinlenelim biraz diyoruz. “Anahtar” diyor Barbro.
Ceplerime bakıyorum, yok. Kapının üstünde de yok. Sonra hatırlıyoruz, resepsyonda kimse bize anahtar vermedi. Aşağıya iniyor, soruyorum. Hintliler’in o kendilerine özgü, biraz dişlerini gıcırdatarak konuştuğu İngilizcesi ille anahtarın yukarıda olduğunu söylüyor adam. Söylene söylene gene yukarı çıkıyorum. Kapımızın önünde türbanlı, ak sakallı, yalınayak bir adam oturuyor. Adama yaklaşıp, “siz kimsiniz” diye soruyorum. Aldığım cevaptan ağzım açık kalıyor. “I am your key sahip” (ben sizin anahtarınızınım sahip). Sonra bakıyorum, koridorda müşteri olan odaların kapılarının önünde canlı birer anahtar (!) oturuyor. Hindistan’da bir insan, bir anahtardan daha ucuza geliyor! İnsanlık adına üzülmemek elde değil. Meğerse insanlık adına o kadar üzülecek, utanacak şey görecekmişiz ki Kalküta’da…”
Hindistan gerçekten dünyanın bir ucuz emek deposudur, ister yerinde ister yerinizde… Siz bakmayın söylenen “uçtuk, uçuyoruz, uçacağız” edebiyatına, yaşananlar hiç de öyle değildir. Uzun süre çalıştığım, işim nedeniyle neredeyse tamamını gezdiğim Hindistan gerçekleri, değişik tarihlerde değişik basın organlarında çıkan “küresel piyasaların parlayan yeni yıldızı” spot haberlerine hemen hemen hiç uymamaktadır. Peki, uyabilir mi, vallahi “peynir gemisi lafla yürümez” atasözü mucibince zinhar… Tüm bu yazılanlar reklam olmanın ötesine zinhar geçemeyecek vasatlıkta yaklaşımlardır. Esasen “derin sefalet ve engin zenginlik” adına muhteşem çelişkiler dünyasıdır, burası… Bir taraftan otomobillerin, bir kapısından girdiği diğer kapısından çıktığı malikânelerin yer aldığı küçük ve bakımlı alanlar, diğer taraftan da ne yazık ki atık suların sokaklarında açık kanallardan def edildiği büyük ve bakımsız alanlar… Zannedilmesin ki bahse konu alanlar öyle köşe bucak dağ bayır arazilerde, maalesef başkent Yeni Delhi’de de… Lakin Ülkede çok büyük bir çoğunluk uluslararası basında çıkan bu “gaz verme” kabilinden haberler ile övünüp dururlar… Her “uçulacak yılın” ilan edilmesinden en geç bir yıl sonra revize edilerek “yeni bir yıl” tayini yapılıyor olmasına rağmen vatandaşların çok büyük çoğunluğu “şevk-ü iştiyak” ile bu savrulmaları görmezden gelip verilen yeni hedefe kilitlenmiş edası ile hayata devam ediyorlar. Kimse bunu küçümsemesin lütfen bu kadar büyük bir nüfusu olan bir ülkenin yoğunlaşması gereken şeyleri de farklı olmalıdır, tıpkı Devekuşu Kabare Tiyatrosunun “Geceler” oyunundaki müthiş söz mucibince “insanların rüya görmesini engellemeyin maazallah gerçekleri görürler”…
Yaklaşık resmi nüfus 1.500.000.000 (yazı ile birbuçukmilyar) ve nüfusa kayıt edilmeyen de yaklaşık 300.000.000 olduğu öne sürülen bir ülke ise söz konusu, neler akla gelmez ki… Dünyanın en çok çocuk işçisinin varlığına, yaklaşık 10.000.000 çocuğun okul kapısı görmediğine, nüfusun yaklaşık %35’inin okuma yazma bilmediğine, asker ve polis dışında çalışanların herhangi bir sosyal güvenlik kapsamında olmadığına, sadece yıllık yaklaşık 3.000.000 üniversite mezunu insanın olabildiği onun da sadece uluslararası arenaya çıkabilenlerinin görece hayat seviyesi yükseltebildiklerine dair çeşitli görüşler, yazılar hemen her gün basında yer almaktadır. Söylenecek çok fazla söz yoktur bu konuda, bilen biliyor… Özetle, yoksulluk ve açlık sürekli ve kaçınılmaz koşuttur ve tehdittir… “Yoksulluk yeterince güçlü olamamaktır, yoksulluk özgür olamamaktır, yoksulluk mücadele gücünü kaybetmek, yoksulluk daha fazla inanmak demektir” öngörüsünün en çıplak gözlemleneceği bir coğrafyadır buraları… Yani burada da “gemisini kurtaran kaptan”… Ve kaptan sayısının azlığı…
Neyse, “ucuz emek cenneti” değerlendirilmesi yapılmış idi ya, Güneş Karabuda tarafından… Benim de çok enteresan tanklıklarım vardır, konuyu teyit bakımından… Bunlardan bir tanesi, gerçekten inanılmaz… Hindistan’da da “duble yol” ve “otoyol” yapımı son derece popüler olup hızlı bir biçimde devam etmekte, işim gereği ben de sürekli eyaletler ve şehirler arası seyahatler yapmaktaydım… Her yol inşaatında, özellikle yerel kıyafetleri içerisinde kadınların ellerinde ağır çekiç ve balyozlarla taş kırmakta olduğunu görünce çok şaşırmış idim. Oysa teknolojisinin geldiği nokta itibariyle, taşın temin edildiği kaynakta muhteşem hidrolik makineler marifetiyle proje öngörüsü çerçevesinde istenilen evsaf ve çaplarda kırılarak tasnifi mümkündür. Gelinen noktada bırakın yer üstüne çıkarılmış madeni, taşı kırmayı artık yerin belli bir derinliğindeki taşları bile kırabilme kabiliyetine sahip olunmuştur. Peki, nasıl ve neden oluyor da, Hindistan’da bu işler hala daha insan marifeti ile yapılmaya devam ediliyor. Evvelemirdeki değerlendirme; makine ile kırma yerine insan ile kırmanın daha ekonomik olduğu diğer taraftan ise en büyük ihtiyaç istihdam sorununun çözümüne destek olunduğu için de teşvik mevzuudur… Bir taraftan kâr marjı artar iken diğer taraftan da istihdam yarattı diye pohpohlanmakta olan bir iş hayatı… Çift taraflı katmerli bir ekonomik hayat tabii ki çalışma hayatını domine edenlere…
Cumartesi, Haziran 15, 2024
KURBAN
Tarih; 17 Şubat 1959, dönemin başbakanı Adnan Menderes ile birlikte, İngiltere yolunda ve 5’i mürettebat olmak üzere toplam 14 kişinin hayatını kaybettiği elim bir uçak kazası yaşanıyor, Menderes uçak kazasından sağ salim kurtuluyor, yaklaşık 2 ay tedavi gördüğü İngiltere’den geriye dönüyor, mucizevî kurtuluşun hem kendisinde hem de vatandaşta yarattığı sevgi patlamaları tüm yurtta ve tüm yıla yayılarak devam ederken, 5 Ocak 1960 tarihinde çıktığı Tarsus gezisi sırasında kendisini karşılayan büyük kalabalık içerisinden Ali Bayat adındaki kişi, “Başbakanın uçak kazasından kurtulması şerefine” 7 yaşındaki oğlunu kurban etmek üzere hazır vaziyette olduğunu herkes gibi şaşkın gözlerle izleyen başbakan hızlı bir hamle ile küçük çocuğu sapık adamın elinden kurtarır… Hatıralarını yazanların aktardıklarına bakılırsa, yaşanan bu şok karşısında başbakan aylarca yaşananların etkisinden kurtulamamıştır, hatta birkaç yurt dışı seyahatini bile ertelediğinden bahsedilir…
Tarihin en eski devirlerinden bu yana insanlar, anlamlandıramadığı, akıl
yoluyla izah edemediği, karşı
koyamadığı doğanın gücü karşısında her çaresiz kalışlarında, bu güç karşısında
korunma içgüdüsü içinde, sıkıntılarından arınabilmek, şükür etmek, berekete
mazhar olabilmek, fırtına, deprem, sel ve afet gibi doğa olaylarından
korunabilmek için ve inandıkları dinin gereği tanrılarına adaklar adamışlar,
kurbanlar kesmişlerdir. Her toplumun kendi inanışına uygun adak-kurban
adetleri, ritüelleri olup, karşı karşıya kalınan olayların şiddetinin yarattığı
değişik inanışların değişik ritüellerine binaen, başta genç kızlar, çocuklar
olmak üzere insan ve çok çeşitli hayvan kurban olarak kullanılmıştır. Bu çok
tanrılı sınır tanımayan kurban etme inanış ve ritüelinin bugün bile
yansımalarını “başımdaki şu sıkıntıyı bir def edeyim, hemen bir adak-kurban
keseceğim” şeklinde uzantıları devam etmektedir, beğensek de beğenmesek de…
Görüldüğü üzere tarihin en eski devirlerinden gelen bir ritüel olan kurban
olayı, Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Hint, Çin, İran ve İbrani tabiat dinlerinde
yılın muayyen aylarında bayram kutlama ve kurban kesme tezahürü olarak Müslümanlıktan
çok önceki devirlere uzanmaktadır. Günümüz insanına bugünkü akli filtreleri ile
çok vahşice görünen, savaş tutsaklarının, bakire kızların ve genç erkeklerin
kurban edilmeleri Aztek uygarlığının çok önemli bir davranışı olduğu bugün
yapılan araştırmalar neticesinde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Anadolu’nun büyük
uygarlıklarından Frigya’da hasat mevsiminde kafa keserek insan kurban edildiği,
Sami ırklarında ve özellikle Araplar’da sabah tan ağarmadan deve yanında insan
kurban edildiği ve bu ritüellerin kefaret ödeme, gönül alma, şükranların
sunulması, af ve mağfiret dilenmesi gibi amaçlara dayanmaktadır.
Türk Dili’nin yüksek kültürünü
yansıtan ve en eski sözlüklerinden Divan-ı Lügati’t-Türk’te “kurban” karşılığı
olarak “yağış” sözcüğünün geçtiği, “Yağış’ın,
İslam’dan önce Türkler’in adak için, yahut tanrılara yakınlık elde etmek için
putlara kestikleri kurban” olarak anlamlandırıldığını anlıyoruz ilgili
eserlerden araştırma yapanların aktarımlarına dayanarak.
Türk Dil Kurumu’nun
hazırladığı Türkçe Sözlük’te ise:
1. isim, din b. (***) Dinin
buyruğunu veya bir adağı yerine getirmek için kesilen hayvan
2. ünlem, İçtenliği belirten
bir seslenme sözü
3. Bir ülkü uğrunda feda
edilen veya kendini feda eden kimse
4. Bir kazada veya felakette
ölen kimse
5. Maddi ve manevi bakımdan
felakete sürüklenmiş, insani değerlerini yitirmek zorunda kalmış veya
bırakılmış kimse
6. din b. (***) Müslümanlarda
Kurban Bayramı
Şeklinde geçmekte olup, kısaca
insanın tanrıya yakınlık elde etmek için adadığı candır, dersek fazlaca bir
hata yapmış sayılmayız.
Ancak İnsanlık tarihinde en
fazla konuşulan, referans verilen, yazımın başındaki olaya da kaynaklık eden
kurban olayı, şüphesiz ki Hz İbrahim’in oğlu İsmail’i keserek kurban etmeye
teşebbüs etmesidir. Sami ırkında, bir iman ve inanç gösterme seviyesi ya da
kriteri gibi görünen çocukların kurban edilmesi, Hz. İbrahim Allah’a olan
inancının seviyesini göstermektedir. Bilinen öykü; Hz. İbrahim oğlu İsmail’i
gördüğü bir rüya üzerine kurban etmek üzeredir, ama bıçak her türlü çabaya
rağmen kesmemekte ve aynı ayna rüyasının bu sadakatine istinaden Allah
tarafından gökten kendisine büyük bir koç kurban edilmek üzere indirilir.
Kuran’da Saffat suresinde;
“104. Biz ona: “Ey İbrahim!” diye seslendik. 105. “Rüyayı gerçekleştirdin. Biz
iyileri böyle mükâfatlandırırız.” diye referans verilmektedir, kurban…
Görüldüğü üzere; hayvanların
kurban edilmesi ile nihayet insanoğlunun çocuklarını kurban etmesinden, ister
kimileri için dini bir emir isterse de kimileri için âdemoğlunun yarattığı
uygarlığın sayesinde kurtulalım, her halükarda, görece daha iyi bir sonuca
gelinmiştir. İyi ki İbrahim Peygamber vakası yaşanmış da, artık bu gerçekten
böyle midir, değil midir demeden, her nasıl olmuşsa olmuş, çocuklarımızı
kurtardık bu sapık çocuk kurban etmek isteyen babalardan…
Mısır’da çalıştığım yıllarda,
uzun bir kurban bayramı tatili nedeniyle ailem de yanıma gelmişti, gezilecek
çok yer olması nedeniyle yoğun geçen gezi programını takip ettiğimizden,
bayramın 1. günü de erkenden kalkıp, 3. katta ve birkaç dairenin aynı merdiven
sahanlığına açılan oturduğumuz evin kapısını açtığım anda, gördüğüm manzara
karşısında irkilmiş ve hemen kapıyı çocukların da aynı manzarayı görmemesi için
kapatmış idim, çünkü kapı komşumuz maalesef kurbanını hemen kapı önünde kesmiş,
kanlar her yana dolmuş, merdivenlere akmış ve tiksindirici bir koku her yanı
sarmış idi, hemen telefonla birkaç yere ulaştık, gerekli temizliklerden sonra
çıkabilmiştik apartmandan, ancak koku aylarca devam etmişti…
Her kurban bayramında, gurbetçilerimizin
kurban kesimlerinden büyük rahatsızlık duyan Avrupalıları basına yansımış
halleri ile görünce, yukarıda yaşadığım hikâyenin benzerini hissettiklerini
düşünerek hep üzülürüm. Ancak, kim ne derse desin, kim hangi dini emir ve
söylemlerin arkasına sığınırsa sığınsın bu kurban kesme ritüellerinin çok yavaş
da olsa, daha bir düzen ve özen içerisinde yapıldığı aşikârdır. Tarihi gelişimi
içerisindeki kurban evriminin bu gidişatla, bugünkü trendlere ve iddialı
söylemlere rağmen önümüzdeki yüzyıllarda devam etmeyeceği tahmini dar bir
çevrede yapılıyor olsa da, gerçekleşecek gibi görülmektedir…
Eskiden tüm futbol takımları
sezonu açarken kurbanlar kesilir, akıtılan kan parmakla futbolcuların alınlara
sürülür, futbolcular sahaya koşarlardı, gerçi çok şükür, şimdilerde bu ritüel
azaldı ya da yapılsa bile basına konu olmamaktadır, gerçi bu sefer de
havaalanlarında deve keserek kutlamalara da rastlansa, giderek bu işin
rahatsızlık verdiği insanlarımız tarafından kabul edilmektedir.
Cumartesi, Haziran 08, 2024
CANIM YURDUMU GEZİYORUM – MİLAS
Muğla geneli görünen o ki madencilerin hedefi haline gelmiş durumda, Labranda’ya bir kez daha gideyim dedim, yoldaki kamyon trafiğini görünce sinirlerim inanılmaz derece bozuldu, tansiyonum fırladı… Yol zaten daracık, kocaman kocaman maden kamyonları çok virajlı yolda, deyim yerinde ise şoför mahali virajdan çıkarken kamyonun kasa sonu yeni giriyor… Belki kamyon şoförleri de kotaya yetişmek uğruna “Allah ne verdi ise” tam gaz kullanıyorlar araçlarını… UKOME buralarda bu trafiğe bu şartlarda nasıl izin vermiş, inanılır gibi değil… Vazgeçtim Labranda’ya gidişten, döndüm, akaryakıt alır iken bu tespitimi istasyon görevlisi ile paylaştım, adam dedi ki; “burası ne ki sen asıl git Ören tarafını gör”… Kıyıkışlacık tarafına gittim, durum farklı değil… Laf bitti, demek ki… Görünen o ki merkezi otorite bu dağları maden lehine zeytin aleyhine gözden çıkarmış… Peki; yahu bu çılgın tüketime malzeme nereden bulunacak, boğaz tokluğuna çalışan büyük kitleyi bir kenara bırakır isek hani onlar da hiç çekinmeden ve düşünmeden noter görevi yapıyorlar ama ne yapalım ahali ahvali böyle. Sen bu kadar çok seramik, cam ve boya kullanmaz isen, feldspat ihtiyacı bu kadar çok olur mu? Sen bu kadar banyo, tuvalet ve mutfak yapmaz isen, yenilemez isen mermer ihtiyacı bu kadar olur mu? Sözde adına üretim deniyor ya esasen dünyanın tüketilmesi manasında… Kusur müteselsil, yok öyle bir tarafı suçlayarak kusurdan sıyırmak… Sınırsız ve görgüsüz kullanım ya da tüketim bir tarafı ile dünyayı tüketirken bir tarafı ile de hayat konforumuzu düşürüyor da, kimin umurunda… Dolomit, krom, kükürt, manganez ve dahi kum çakıl ihtiyacının bu kadar çok olmasının sebepleri nedir diye kimler düşünüyor, maalesef sadece bir avuç çevreci, diğerlerinin elinde ayna… Bir kez daha görünce içim burkuldu, sinirlerim bozuldu… Ocaklardaki kontrollü lakin sınırsız patlayıcı kullanımına karşı çıkan “ören yerleri kazı sorumlularının” itirazları duyulmuyor ve maalesef bu sınırsızlık sathı mailinde hayatını kaybeden işçilerin yakınları, “vade bu kadarmış” deyip geçiyor… Vallahi ne diyeceğimi bilemedim daha da… Allah selamet versin…
Milas, dahası Su Kemer kalıntıları, Baltalı Kapı, Euromos Antik Kenti, İasos Balık Pazarı diye bilinen Mozole, İasos Antik Kenti, Beçin Kalesi ve Osmanlı Taş Eserleri Müzesi, Macar Evleri bölümü, Hekatomos Anıtı gibi dolu dolu gezilecek yerlerin yanında Bafa’nın Gölyaka köyündeki “Yediler Manastırı” olsa olsa ancak keçi yolundan yürüme beklentinizi karşılayabilir. O kadar zor parkuru yürüyüp de vardığınız noktada gördükleriniz sizi hayal kırıklığına uğratabilir lakin emin olun ki yaklaşık gidiş dönüş 3 saatlik zor parkur yürüyüşünüz spor ihtiyacınızı karşılamış olacaktır. Kapıkırı köyündeki Heraklia ve cüzü Latmos ise gayet güzel bir ören yeri olup özellikle kayalara oyularak hazırlanmış mezarların görüntüleri sizi hayretler içinde bırakıyor.
Her antik kentin birer “Amfitiyatro”ya sahip olmasının bize başta gösteri sanatları, meşveret ve münazara ve dahi dayanışma ahlakının da ziyadesiyle yüksek olduğunu göstermektedir diye düşünürken, bir insan topluluğunun yaptıklarını bir başka insan topluluğunun işgali, talanı ve ganimet mütalaası ile yok etmesi üstüne de tefekkür etmekten alıkoyamıyoruz kendimizi… Maalesef talan, yıkma ve malzeme ile meşrebimize muvafık yeni bir şey yapma kültürü tarih boyunca aralıksız yaşanmış.
Hülasa;
arazilerin adeta bir zeytin denizi şeklinde göz alabildiğince yayılmış olduğunu
eskiden beri bildiğim Milas bu gözle gezilince de, bir derya deniz meraklısına,
lakin şu madencilere teslim olmuş yönetimi de görmezden ve şikâyet etmezden
gelemiyoruz. Hep aklımızda Kızılderili
Reisi Seattle’ın meşhur sözü, ne diyor; “Son Irmak kuruduğunda, Son
ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, BEYAZ ADAM paranın yenmeyen bir şey
olduğunu anlayacak.”