Daha
önce, özel olarak Labranda Antik Kenti gezisi ve farklı farklı sebeplerle
birkaç defa gezdiğim Milas’ı bu kez daha derli toplu bilgiler edinerek gezeyim
dedim. Bilmediğim o kadar şey çıktı ki, inanılmaz… Osmanlı döneminde adı Melasso
olarak bilinen Milas, Karya döneminde ise Mylas olarak adlandırılmış… Halikarnasos’ta
(Bodrum) Dünyanın Yedi Harikasından biri kabul edilen ve Karya Kralı Mausolos
adına “Mausoleion” adıyla maruf bir anıt mezar (mozole) yapılır,
sonraları başta savaşların yol açtığı yağmalar, doğal afetler ve nihayetinde de
“medeniyetin temsilcisi zannedilen” hırsızlar tarafından önemli parçaları
Londra Müzesine götürülen bu eseri biliyordum. Bu sefer daha önce bilmediğim,
Kral Mausolos’un babası Hekatomnos’a ait aynı boyutlarda bir anıt mezar
(mozole) ve Kutsal Alanı, Menandros Onur Sütunu olduğunu öğrendim. Müthiş bir
mozole, oğlunun mozolesinden daha sağlam kalabilmiş ve oğlunun mozolesi için
ciddi manada fikir vermektedir.
Muğla
geneli görünen o ki madencilerin hedefi haline gelmiş durumda, Labranda’ya bir
kez daha gideyim dedim, yoldaki kamyon trafiğini görünce sinirlerim inanılmaz
derece bozuldu, tansiyonum fırladı… Yol zaten daracık, kocaman kocaman maden
kamyonları çok virajlı yolda, deyim yerinde ise şoför mahali virajdan çıkarken
kamyonun kasa sonu yeni giriyor… Belki kamyon şoförleri de kotaya yetişmek
uğruna “Allah ne verdi ise” tam gaz kullanıyorlar araçlarını… UKOME buralarda
bu trafiğe bu şartlarda nasıl izin vermiş, inanılır gibi değil… Vazgeçtim
Labranda’ya gidişten, döndüm, akaryakıt alır iken bu tespitimi istasyon
görevlisi ile paylaştım, adam dedi ki; “burası ne ki sen asıl git Ören tarafını
gör”… Kıyıkışlacık tarafına gittim, durum farklı değil… Laf bitti, demek ki…
Görünen o ki merkezi otorite bu dağları maden lehine zeytin aleyhine gözden
çıkarmış… Peki; yahu bu çılgın tüketime malzeme nereden bulunacak, boğaz
tokluğuna çalışan büyük kitleyi bir kenara bırakır isek hani onlar da hiç
çekinmeden ve düşünmeden noter görevi yapıyorlar ama ne yapalım ahali ahvali
böyle. Sen bu kadar çok seramik, cam ve boya kullanmaz isen, feldspat ihtiyacı
bu kadar çok olur mu? Sen bu kadar banyo, tuvalet ve mutfak yapmaz isen,
yenilemez isen mermer ihtiyacı bu kadar olur mu? Sözde adına üretim deniyor ya
esasen dünyanın tüketilmesi manasında… Kusur müteselsil, yok öyle bir tarafı
suçlayarak kusurdan sıyırmak… Sınırsız ve görgüsüz kullanım ya da tüketim bir
tarafı ile dünyayı tüketirken bir tarafı ile de hayat konforumuzu düşürüyor da,
kimin umurunda… Dolomit, krom, kükürt, manganez ve dahi kum çakıl ihtiyacının
bu kadar çok olmasının sebepleri nedir diye kimler düşünüyor, maalesef sadece
bir avuç çevreci, diğerlerinin elinde ayna… Bir kez daha görünce içim burkuldu,
sinirlerim bozuldu… Ocaklardaki kontrollü lakin sınırsız patlayıcı kullanımına
karşı çıkan “ören yerleri kazı sorumlularının” itirazları duyulmuyor ve
maalesef bu sınırsızlık sathı mailinde hayatını kaybeden işçilerin yakınları,
“vade bu kadarmış” deyip geçiyor… Vallahi ne diyeceğimi bilemedim daha da…
Allah selamet versin…
Bu
kadar eleştiriden sonra gelelim kendimce ziyadesiyle başarılı bulduğum “Milas
Müzesi Kompleksi” organizasyonuna, bence çok değerli, birçok eser bir arada
meraklılarına takdim edilmiş, “Uzunyuva
Hekatomneion Arkeoparkı” adı ile… Etnografik dizaynı gerçeğe yakın
seçilmiş, “Milas Konağı” ile başlıyorsunuz ziyarete, “Hekatomnos Mezar Yapısı”,
“Sunak”, “Kutsal Alan Duvarı” ve arkeolojik buluntuların sergilendiği alan, “Milas
Halıları Müzesi” başta olmak üzere tam bir etnografik ve arkeolojik şölen… Kompleks
iyi düşünülüp tasarlanmış, hülasa… Emeği olanlara kocaman bir alkış… Esasen
büyük çaplı ve farklı zamanlarda kurdukları ya da antik devirden kalan İyon
kentlerini yeniden ihya ettikleri ve zamanla onların birleşerek meydana
getirdikleri “Karya Hanedanlığının Kentlerinin” bir kısmını gezmiş idim, Afrodisias,
Alabanda, Labranda, Alinda, Halikarnasos başta olmak üzere… Lakin Milas’taki
mozole ve diğerleri konusunda ilk kez haberim oldu, bu nasıl bir eksiklik,
tamamlamayı bırak, hatta azalmayıp artıp duruyor…
Milas’ın
daracık sokaklarında, eski Çarşı’da, Çöllüoğlu Hanı dolaşılıp, biz muhacirlerin
ziyadesiyle beğendiği ciğer kavurmayı bir de “Ciğerci Mehmet ve Oğullarından”
yiyelim dedik, pek meşhur olmakla birlikte rakı içemedim, hem araç kullanacağım
hem de çok sıcak hava sebebiyle… Eski çarşıda artık bir hayli moda olan grafiti
tarzı duvar yazıları ve asılı tabelalar dikkatimizi çekti, en enteresanı da “CCCP” tabelası oldu… Hele Müze
yakınlarında bir sokaktaki, Küba’nın efsanevi lideri ile Dünya Devrim Tarihinin
şanlı sayfalarına notlar düşen Fidel
Castro’nun resmi vardı ki, taaa buradan kahraman İsmail’e mesaj veriyordu,
adeta… Eski Milas Sokaklarındaki evlerin dış boyaların seçimi ile bina
yapımındaki malzeme seçimleri de adeta bir renk ve mozaik cümbüşü… Hele evlerin
yapım tekniklerindeki harmoni, Türklerin tercihi iç avluya dönük Bağdadi tarz
ile Rumların tercihi taş binaların bir arada sokaklar ile bütünleşmesi çok
güzel, benzerlerine kent rantı hücumundan sıyrılmış hemen hemen her Ege
kentinde rastlayabileceğimiz tarzda… Tarihi bir Camiyi gezmek istediğim bir
anda, sinirli, kibirli ve dahi özgüven patlaması yaşayan terbiye ve aklı kıt,
hatta ziyadesiyle cahil bir cami görevlisi ile ayakkabı nerede çıkarılmalı
üstüne yaşadığım gereksiz ve anlamsız diyalog özel muhabbetlerde anlatılacak
biçimde tarafımdan arşivlendi…
Milas
ve civarına, Yörük ve Türkmen yerleşmesini müteakip gelişen halı ve kilim
dokuma sanatının oluşturduğu kültür hazinemizin sergilendiği “Milas Halıları
Müzesi” en fazla vakit geçirdiğim yer oldu, lakin bu konuda hem Milas halıları,
hem halıcılık, hem halıcılık ile ilgili 1970’li yılların ortasındaki faaliyetim
ve bana bu fırsatı tanıyan, beni affetsin şu anda soyadını hatırlayamadığım
Çeşme’de “Antik Arif” adıyla maruf
abimiz üstüne yazmayı düşündüğüm bir yazı nedeni ile şimdilik uzun uzun
değinmeyeceğim.
Milas,
dahası Su Kemer kalıntıları, Baltalı Kapı, Euromos Antik Kenti, İasos Balık
Pazarı diye bilinen Mozole, İasos Antik Kenti, Beçin Kalesi ve Osmanlı Taş
Eserleri Müzesi, Macar Evleri bölümü, Hekatomos Anıtı gibi dolu dolu gezilecek
yerlerin yanında Bafa’nın Gölyaka köyündeki “Yediler Manastırı” olsa olsa ancak
keçi yolundan yürüme beklentinizi karşılayabilir. O kadar zor parkuru yürüyüp
de vardığınız noktada gördükleriniz sizi hayal kırıklığına uğratabilir lakin
emin olun ki yaklaşık gidiş dönüş 3 saatlik zor parkur yürüyüşünüz spor
ihtiyacınızı karşılamış olacaktır. Kapıkırı köyündeki Heraklia ve cüzü Latmos
ise gayet güzel bir ören yeri olup özellikle kayalara oyularak hazırlanmış
mezarların görüntüleri sizi hayretler içinde bırakıyor.
Her
antik kentin birer “Amfitiyatro”ya sahip olmasının bize başta gösteri
sanatları, meşveret ve münazara ve dahi dayanışma ahlakının da ziyadesiyle
yüksek olduğunu göstermektedir diye düşünürken, bir insan topluluğunun
yaptıklarını bir başka insan topluluğunun işgali, talanı ve ganimet mütalaası
ile yok etmesi üstüne de tefekkür etmekten alıkoyamıyoruz kendimizi… Maalesef
talan, yıkma ve malzeme ile meşrebimize muvafık yeni bir şey yapma kültürü
tarih boyunca aralıksız yaşanmış.
Hülasa;
arazilerin adeta bir zeytin denizi şeklinde göz alabildiğince yayılmış olduğunu
eskiden beri bildiğim Milas bu gözle gezilince de, bir derya deniz meraklısına,
lakin şu madencilere teslim olmuş yönetimi de görmezden ve şikâyet etmezden
gelemiyoruz. Hep aklımızda Kızılderili
Reisi Seattle’ın meşhur sözü, ne diyor; “Son Irmak kuruduğunda, Son
ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, BEYAZ ADAM paranın yenmeyen bir şey
olduğunu anlayacak.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder