Cuma, Temmuz 26, 2024

EYLÜL KARANLIĞINDAN

Değerli yazar Alime Mitap’ın “Eylül karanlığında” adlı kitabını okudum… Okudum demek adettendir esasen kocaman karanlık bir sürecin resimler üzerinden tarihe not düşmek adına anlatımıdır… Her bir resim manası bakımından son derece derin izlerin miras geçidi türünden… Kitap “12 Eylül’ün zulmü altında yaşamlarını yitirmiş olan; hayatta kalmış olsalar da bu kâbus nedeniyle yaşamları kararmış olan bütün devrimcilere ve cezaevi kapılarında yıllarca çile çeken ailelere armağan ediyorum” ithafı ile başlıyor.

Asırlık çınar, canım yurdumun yüz akı bilim insanı, yazar, çevirmen, hukukçu, sosyolog, siyaset ve iletişim bilimci Prof. Dr. Nermin Abadan Unat üçüncü baskıya yazdığı önsözünde; “Birçok ülke belli bir zaman kesitini, acı, haksızlıklar, işkence ve ölümlerle geçirmiştir. Alime Mitap ülkesinin geçmişine de damgasını vurmuş bir kesiti seçmiş; sanatını fırçası, kalemi ve gerçekçi bir hafıza ile toplumsal hafızaya nakşetmiştir. 

12 Eylül döneminde gerekçesiz nedenlerle yakalanmış çocuk, kadın, erkekleri tuvaline aktarmıştır. Yüzünün çizgilerini bile göremediğiniz bir erkekte bu en dokunaklı dünyasını görmeyi yeğlemiştir. İnsanın aklına bir zamanlar Fransa’da Dreyfuse davasında Zola’nın “J’accause” feryadı geliyor. Mitap da sessiz kalmadı.” şeklinde bir takdim yapıyor… 

“Tablolar” bölümünde “çiçekler yasak” notu ile takdim edilen tabloya düşülen not tam bir yürek burkan tespit; “Bu resmin esin kaynağı bizzat yaşadığım bir olaydı. Mamak’ta bir açık görüş öncesinde oğlum Ertan’a -ki o sırada 4 yaşındaydı- babasına vermek için bir demet papatya almıştım. Girişte subay “çiçekler yasak” dedi ve papatya demetini almak istedi. Oğlum bunu reddetti, ç,çekleri sımsıkı tuttu. Subay ısrar edince demetin içinden tek bir papatya çıkarıp ona verdi. Geri kalanları pantolonunun cebine koymasını sağladım. Böylece biraz ezilip hırpalanmış olsalar da Ertan papatyaları Nasuh’a götürebilmişti.” Yahu çiçek yasak inanılır gibi değil… Ama aynen yaşandı bunlar ve nice benzerleri… Bir defasında savcı ziyarete gelmişti koğuşlara bakmaya, hani görüyorsun adamın yüzünden, gözünden sana nasıl baktığını, iğrenircesine, çöpe bakarcasına bakar iken; bir arkadaşımızın “kitap alınmasına izin verilsin” talebine karşı yanardağ lavı püskürtürcesine bir öfke ile “Kenan Evren paşanın nutuklarını okuyun” deyişini hatırlıyorum… Efendinin umurunda mı ki; orada bulunanların çoğu, “mühendis, doktor, öğretim görevlisi, öğretmen”... Adam sana “katli vacip” inancı ile bakıyor… Mezkûr savcıları görünce insan insanlığından şüphe ediyordu… Tablo müthiş, benim resim bilgim bu resmin değerlendirilmesine kifayet etmez lakin bendeki izlenimi derin, unutulamaz acı ve ıstırap dolu hatıraların bir kez göz önüne gelmesine vesile oldu… Hani diyor ya büyük ozan; “Sana düşman, bana düşman, Düşünen insana düşman, Vatan ki bu insanların evidir, Sevgilim, onlar vatana düşman…” İşte bu muhteremlerin bugünkü tezahürü ise “ben cahilin ferasetine inanırım ve güvenirim” şeklindedir. Ne diyelim…

Yine “Tablolar” bölümünde; “gözleri bağlı adam” ile karanlığın ortasında gözler bağlanarak, bağlayanları gizleme, bağlananı daha da karanlığa itmenin resme aktarılma hali, “havalandırma” adı altında yepyeni ve yaygın ve dahi toplu saldırının tespiti, “Mamak’ta görüş” ile de görüş mü, aile boyu işkence mi, sorusuna cevap, “Desenler” bölümünde “acının derinliklerinde” resminde tel örgü, penceresiz cezaevi, görüşememenin acısı ya da görüş sırası beklemenin dayanılmaz işkencesinin bir ananın yüzünü kaplamış hali, “artakalanlar” resminde tam bir yürek burkulmasının en yalın vesilesi hali; kol saati, ayakkabı, giysiler ve gözlük, adeta “gördün de ne oldu, sonun böyle” tebarüzü veçhiyle, “haykırış” adlı desende ise işkenceci olabilmenin adeta abc’si olma halinin tebarüzü, “Yemek su yasak” ilave cezalandırmasının “Y.S.Y” rumuzu ile tekrar hatırlatılmasının müthiş özeti, “Hücrede ölüm” ile ölümün sıradanlaşmasının tebarüzü, “yeniden sorguya” deseni ile asla bitmeyen işkence süreci öne çıkarılmış… Hülasa bir zulüm döneminin, zalimlerinin daha da kararttığı ortam… Ve dahi, işkencecisinin bile milli ve yerli eğitimden geçirilememiş halini de beynelmilel düzeyde yaşananları okuyunca, öğrenince anlıyor, tüm ezilenlerle ve katledilenlerle birlikte kahrolma, yok olma sürecinin yaşıyoruz, işte bu dayanılmaz acılarla yaşamayı öğreniyoruz. 

Bu baskıya ilave edilen, gerek sergilerle gerekse de kitapla ve içindeki resim ve desenlerle ilgili yorumlar ve izlenimler bölümü daha da enteresan tespitlerle dolu, tam da gözler nemlenerek okunacak türden… Benim açımdan daha da öne çıkan ünlü yazar ve şair Gülten Akın’ın “Ankara Sergisi” üzerine kısa değerlendirmesi; “Bir dönemi ne güzel resimlemişsin. Bu gerekliydi de. Aşacağımızı iyi tanıyacağız. Onu resimle, şiirle, yazıyla saptayacağız. Cesaret bile gerekmeyecek artık. Bu ürettiklerimizle ortaklaşacağız. Bizi birleştirecek yeniden. Direncimizi arttıracak. Korkmuyoruz diyeceğiz. İlk insanın o koşullarda becerdiğini biz niye beceremeyelim. Üstelik bizim savaşımımız doğayla da değil. Bizim benzerimiz, yapısını iyi tanıdıklarımızla.”

Mezkûr sergiler basında da yer aldı, Ragıp Zarakolu; “12 Eylül cezaevleri ile ilgili ilk görsel sanatsal yapıt… Eylül karanlığında” başlığı ile yazdığı yazıda, “Sonra Onur Çarşısı’nda kitap verdiğimiz tanıdık bir kitapçıya uğradım. Ada’ydı galiba adı. Orası da karanlıktı. Zafer Çarşısı’nda kitaplarımızı alan Doğu Kitabevi’ne gittim, orası da karanlıktı. İnsanlara ne olduğunun bile sorulamadığı, her gün çevremizden bir insanın kaybolduğu soğuk ve karanlık günlerdi. Kızılay’da insan avı vardı. Tutuklananlar sivil polisler tarafından Kızılay’a çıkarılıyor. Kim onlara selam veriyorsa, apar topar gözaltına alınıyordu. Gözaltı süresi Evren Paşa tarafından, ırkçı Güney Afrika’da olduğu gibi 90 güne çıkarılmıştı. İnsanların başına ne geldiği bilinmiyordu. Öldürülüp, kimsesizler mezarlığında bir çukura mı atıldılar (Demokrat Gazetesindeki sürücümüz Ali gibi, komşuları tesadüfen gömüldüğü mezarlıkta görmeselerdi, haberimiz bile olmayacaktı), işkencelerde mi, zindandalar mıydı, bilinmiyordu. Aileler umutsuzca kovuldukları emniyet, sıkıyönetim, Mamak Askeri Cezaevi kapılarını aşındırıyorlardı.” Kitabın resimlerinin, desenlerinin konusunu oluşturan tam da böylesi bir ortamdı, o günleri ziyadesiyle yaşayan biri olarak eksiği olduğunu bile iddia edilebilir bulurum tüm bu tariflemelerin… 

İşte, o Eylül yaşandı ve ondan sonra gelen bütün aylar Eylül oldu. İçerik öyle valla, siz hala, yıl 12 ay ve adları şöyle farklı, böyle farklı deyip durun gayri, içerik aynı, yaşananlar aynı olduktan sonra…

Hiç yorum yok: