Cuma, Ağustos 30, 2024

SURİÇİ’NDEN HİLTON’A YUDUM YUDUM İSTANBUL

Osmanlı Arşivinde “Tılsımlı ve anasonlu suyun” izini sürüp günümüze kadar getiren ve müthiş hikâyelerle desteklenen ansiklopedik bir kitap yazılır, bu kitabın da yayın yönetmeni olur Erdir Zat, adı da “Rakı Ansiklopedisi” olan mezkûr kitap ihtiyaç halinde başvurulmak üzere yıllar evvel bir kitap sevdalısı olan kızım tarafından hediye edilmiş idi. Zaman zaman bakar, güzel hikâyeler okurum oradan, bilgilenmek ve keyiflenmek adına… Neler yok ki… Yeme içme konusunda ünlüler ve yaşadıkları, mezeler, kokteyller, hatıralar ve tekmili birden güzel hikâyeler… Zaman zaman bu hatıralardan ilginç bulduklarımı aktarmak isterim…

Neyse, Erdir Zat müthiş bir çalışma gerçekleştirmiş dedim ya, bu defa da babası Vefa Zat’ın “Barmen Suriçi’nden Hilton’a Yudum Yudum İstanbul” kitabını okudum… Eksik çok, zaman az, oku oku, öğren öğren sonu gelmiyor… Lakin her öğrendiğimle bir ilkokul öğrencisi kadar da mutlu olarak ilerliyorum. Kitap esasen bir barmenin hatıratı gibi görünse de, arka plan, 2. Dünya savaşının yoksulluk ve yoksunluk günleri, Demokrat Partinin antidemokratik dayatmaları, 6-7 Eylül katliam ve yağması, 27 Mayıs darbesi, Talat Aydemir darbe girişimleri ve hazin sonu, 68 gençliğinin mücadele ve başkaldırıları, 12 Eylül öncesi ve sonrası karanlık günleri, sarı sendika ve sendikacılık hatıraları, Amerikan içki yasağı dönemi, dönemin önemli yerli ve yabancı siyasetçileri, burjuvası ve kopyaları, gazeteciler ve müsveddeleri, sanatçılar ve sanatçı diye bize yutturulmaya çalışılanlar üzerinden bir sosyal, siyasal ve ekonomik plan… Çok keyif aldım, benzer hikâyeleri sevenlere de hararetle öneririm… Evet, Vefa Zat’ın tabiri ile “Bermuda Şeytan Üçgeni” olan “içki, kadın, müzik” üçlemesinin izleri ve İstanbul gece hayatı üzerinden bilmediğim neler varsa geç de olsa onları öğreniyorum. Lakin rota bunlar iken iz bırakanlar kimdir diye bakınca da, enteresan bir ünlüler geçidi oluşuveriyor. Hilton Otelinin tema barlarının müdavimleri, bıraktıkları hatıralar, insani sevap ve günahlar, tekmili birden… Ayhan Şahenk, Ali Rıza Çarmıklı, Erdoğan Demirören, Mete Has, Kerim Kerimol, Vitali Hakko olmak üzer dönemin ünlü iş adamları, Erol Simavi, Nadir Nadi, Ercüment Karacan, Haldun Simavi gibi gazete patronları, Orhan Boran, Çetin Altan, Reşat Ekrem Koçu, Ali Sirmen, Ara Güler gibi gazeteciler, Louis Armstrong, Gönül Yazar, Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Güngör Bayrak, Süheyl Denizci, Şerif Yüzbaşıoğlu, Özdemir Erdoğan, Jerry Lewis, Semiha Berksoy gibi ses ve gösteri sanatçıları, Adnan Menderes, Celal Bayar, İsmet İnönü, Mısır Prensesi Elizabeth, Süleyman Demirel, Nikolay Çavuşevsku, Bülent Ulusu gibi dönemin ünlü siyasetçileri ile Dündar Kılıç ve İnci Baba gibi kabadayılar kitabın içinde iz bırakanlardan bir kısmı diyelim… Dönemin ünlü meyhane ve sahipleri ile ilgili de tafsilatlı bilgiler bulunmaktadır, Madam Despina, Gaskonyalı Toma, Dino’nun meşhur Sun Restoranı, Pandeli Lokantası, Todori’nin Meyhanesi başta olmak üzere…

Vefa Zat, İzmirlidir, hemşerimizdir… Oğlu Erdir Zat İstanbul doğumlu olsa bile İzmir’e gönül bağını; “Gayrimüslim nüfusu, üzümü var. Ve tabii otlu mezeleri... Türkiye'nin diğer bölgelerine otlu mezeler İzmir’den gelmiştir. Çünkü en çok Giritli İzmir’dedir.”  diyerek her daim olduğu üzere göstermektedir. Vefa Zat, Dünya Barmenler Birliği ve derneği üyesi ve yönetim kurullarında bulunmuş biri olup mesleğinin duayeni olarak bir hayat sürmüş, emekliliğini müteakip de kendi deyimi ile eğitmenlik ve öğütmenlik yapmıştır. Otelcilik konusunda uzun yıllar süren çalışma hayatında, esnaf meyhanesinden Hilton’a terfiini müteakip, bar stajer, Barboy, barmen, bar şefi, bar superviser gibi terfi sisteminin her kademesinde bulunmuş ve tecrübe biriktirmiş göründüğü kadarı ile… Yine bu kitap sayesinde, bu sektörde Pageboy, bellboy, bellman, asistan bell captain, bell captain gibi de terfi kademeleri olduğunu öğrenmiş oldum, “ne işine yarayacak diye soran olursa” cevap veremiyorum açıkçası. Lakin dönemin her “siyasi partisinin” isimlerini taşıyan kokteyller de hazırlamış olduğunu ilk kez öğrendim.

Bir yerde ise rakıya ithafen; “tahayyül ve tecessüs gücünü zenginleştiren bu “abıhayat”, dans ettiği kavalye işi bilmiyorsa eğer, havada takla attırıp kafa üstü yere çakar adamı. Türüne göre Akyazılı, kravatlı, Fahrettin Kerim demişler, türüne göre, mastika, anzarot, düz ya da Rum dostlarımızın o güzel tabiriyle düziko… Duruma göre de apeki, çermak, çermakçur, dem, imam suyu, islim, istim, pırna, pirne, piyiz, piiz, piys ve de süt demişler. Hatta aslan sütü yakıştırmasını bile yapmışlar bu yaşam avuntusunun.” diyor ya, müthiş… Yahu bu rakı ne menem bir şeymiş ki, duruma, vaziyete, güne, aya, seneye, cemaate, kıraate, seyahate bağlı isimler alırmış… Süper vallahi…

Bilmediğim ama okuyunca ziyadesiyle enteresan bulduğum ayrıntı ise, “rakı kadehi kılıfı” kullanılması ve enteresan bir hikâyesinin olması olmuştur. Buna sebep olarak da, “teknolojik gelişim kaliteyi olumsuz etkilemiştir” diyerek elektriğin icadı neticesi “rakı” soğutma aracısı olarak buzun kullanılmaya başlamasını göstermiştir. Tafsilat kitabın ilgili bölümünde ziyadesiyle verilmiş. Ayrıca “Taharri memuru” unvanının sivil polis manasında kullanıldığını da bu vesile ile öğrenmiş oldum.

Tıpkı eski meyhaneleri kaybettiğimiz gibi Vefa Zat’ı da kaybettik lakin meyhanelerin izi silinse dahi Vefa Zat’ın ne izi ne hatıraları silinecektir. Saygıyla anıyoruz… Büyük bir vefa ile Vefa Zat beye… Nurlarda olsun… Kitaptan aktarmayı uygun bulduğum çok şey var lakin “Rakı Kimindir” bölümünde yazdıklarını aktarmakla iktifa ediyorum. “Milli içkimiz rakıda Rum dostlarımızın payı çok büyüktür. Onlar dönem dönem değişik rakı türleri üretmişler, bizler de adeta bir tadım uzmanı gibi tada tada, deneye deneye oluşturmuşuz geleneksel içkimizin karakteristik özelliklerini. Rakı bizim midir yoksa Yunanlıların mı? Meyhane bize özgü bir eğlence yeri midir, yoksa Yunanlılara mı ait? Bu soruları sormak hem yersiz hem de gereksizdir. İlla deşmek istiyorsak, başka sorular sorabiliriz…

Önce, Rumlar ile Yunanlılar arasındaki farklılıklar nelerdir. Bunlar kaç yüzyıldan beri İstanbul’da yaşamaktadır? İpek yolu üzerindeki kervansarayların içkili aşevleri ile doğu Romalıların içkili mekânları arasında benzerlikler var mıdır? Oturak âlemlerinin geçmişi hangi dönemlere dayanır? Oturak âlemleri ilk kez içkili aşevlerinde mi yapılmıştır, yoksa konaklarda mı? Damıtma tekniği hangi yüzyılda, kimler tarafından, hangi ülkede geliştirilmiştir? Harran Üniversitesi Küçük Asya’nın neresindeydi? Horasan doğumlu bir Türk olan ve kimyanın Hipokrat’ı olarak kabul edilen Cabir el-Hayyan (Harran) El imbik adlı eserini hangi üniversitede kaleme almıştır? İlk damıtık içki hangi yüzyılda üretilmiştir? Herhangi bir içkinin karakteristik özelliğini, standartlarını tadım uzmanları mı belirler, yoksa o içkiyi üretenler mi? Örneğin, İskoçya viskisinin ya da Fransız konyağının karakteristik özellikleri tada tada mı oluşturulur, yoksa ürete ürete mi?

Bu veya buna benzer sorulara doğru ve ciddi, yani belgelendirilmiş yanıtlar verilebildiği takdirde, gerek geleneksel içkimiz rakı gerek geleneksel meyhanelerimiz hakkında daha sağlıklı yorumlar yapılabilir. Neyin kime ait olduğu konusunda daha gerçekçi ve doğru kararlar verilebilir.

Bu kararlara çok ciddi ve titiz araştırma ve incelemelerin neticesinde varılabilir ancak. Böylesine kapsamlı araştırma ve incelemeler de, ne kadar yoğun çalışılırsa yıllarca sürebilir. Ayrıca bu tür araştırmalar akademik düzeyde ve geniş kadrolarla yapılabilir ancak. Aksi yeterli ve inandırıcı olmaz.

Buna benzer tartışmalar her içki için yapılmaktadır. Bırakın bilinen en eski içkiler olarak nitelenen birayı ve şarabı, votka konusunda Ruslar ve Polonyalılar, viski konusunda İskoçyalılar ile İrlandalılar arasında “senindir, benimdir” çekişmesi yüzyıllardan beri sürmektedir. Hala bunların hangi topluma ait olduklarına kesin olarak karar verilememektedir. Ayrıca karar verilmiş olsa bile ne değişecektir ki? Bütün dünya votkanın Ruslara, konyağın Fransızlara, viskinin İskoçyalılara, rakının da “biz”e ait olduğunu kabullenmiştir artık. İşte bu “biz”in içinde Rumlar da vardır.”

Çarşamba, Ağustos 21, 2024

CANIM YURDUMU GEZİYORUM – ULUBEY KANYONU VE UŞAK

Adını uzun zamandır bildiğim ancak şimdilerde gidebildiğim “Ulubey Kanyonu” ansiklopedik tariflere göre “ABD’de deki Arizona Eyaleti sınırları içerisinde bulunan Büyük Kanyon’dan sonra dünyanın en büyük 2. Kanyonudur”. Haydi, bakalım yine meşrebimize evla mekân sosyolojisinde “gigantik” denilen davranışa harika bir emsal bulduk, çok mutluyum… Her detayı gezememekle birlikte anladığım kadarı ile Uşak İlinin hemen güneyinden başlayan Denizli İlinin sınırları içine kadar bir ana eksen ve bu ana eksene saplanan yüzlerce irili ufaklı “kanyonlardan” meydana gelen “Ulubey Kanyonu” gezilmeye değer yerlerden olduğu tartışılmazdır. Yenilere kadar yakınlarda herhangi bir konaklama mekânı yok iken artık var… Kanyon kenarına kurulmuş Uşak Üniversitesine bağlı “Meslek Yüksek Okulu” sebebiyle de mezkûr konaklama tesisi kısmen yurt görevi de üstlenmiş durumda… Akşamları restoran bölümü çıkan tabldot sebebiyle de kısmen yurt kantini gibi görünse de çok ahenkli ve renkli görüntüler verirken müthiş sıcak bir atmosfer oluşturuyor. İşletme sahibi emekli öğretmen Yaşar Bardak konaklayanlara özel hizmet sunabilmek için inanılmaz hareketli, arzulu ve samimi yaklaşıyor… Daha önce dershane öğretmenliği yaptığı yerde emekliliği müteakip tespit edilen ihtiyaca binaen, Avrupa Birliği Fonları ile Türkiye Cumhuriyeti ilgili fonlarınca finanse edilen tesisin kuruluşunu gerçekleştirmiştir.

Bu büyüklükteki kanyonu ilk kez görünce nereden ve nasıl başlayacağım soruları ve planlaması hayli zor oluyor şüphesiz. İlk gün öncelikli plan “Antik Kentlerin” ve “Ören yerlerinin” gezilmesi olunca, Blaundos Antik Kenti ilk uğrak yerimiz oldu… Kısmen “Aquaduct” kalıntıları, şehir surları, tiyatro, stadyum, dini yapılar, agora, taş kaplama yollar olmasının yanında özellikle kaya mezarları çok dikkat çeken Blaundos Antik Kenti nerdeyse tamamen derin “Kurudere Kanyonu” ile çevrili bir vaziyette, okumalardan öğrendiğimiz biçim ile Makedonya Krallığı tarafından kurulmuş… Sonraki hedef “Clandras Köprüsü” idi, esasen yaklaşık 1 km ötede Kanyon içerisindeki Pepouzo Antik Kentine su taşıyan aquaduct (su kemeri) olmasına rağmen köprü diye adlandırılmış olması da enteresandır. Anlaşılan o ki, kemerin hemen yanından çıkan bir güçlü su kaynağı bu ihtiyaca binaen mezkûr kente aktarılmaktadır. Bugün küçük de olsa bir tesis ile elektrik üretilmektedir bu alanda. Mezkûr 2 antik kenti görüp, su konusunu ne kadar önemsediklerine de bakınca, hay Allah, acaba o günlerden yönetici ithal edebileceğimiz bir zaman tüneline mi ihtiyaç var diye düşünmeden duramıyorum… Su ihtiyaç miktarlarının, sahip olunan inşaat makine ve ekipmanlarının, yönetim anlayışlarının şimdikine göre aleyhte dağlar kadar farklı olmasına rağmen yaratılan tesislerin değerini düşününce nasıl keklendiğimiz ortaya çıkmaktadır… Neymiş onlar krallıkla, derebeylikle, biz ise demokratik yönetimlerce yönetiliyormuşuz… İnanmayanlar sonu “su” veya “ski” ile biten kuruluşların hizmet kalitelerine ve dahi salma düzeni içinde topladıkları bedellerine bir baksınlar anlarlar ne muradım, ne meramım olduğunu… Ne diyelim, Anadolu’da bir söz vardır, “söyleyen deli ise, dinleyen akıllı olmalıdır.”

Şimdi mezkûr güzelim “Ulubey Kanyonuna” giriyorsunuz, müthiş bir yatırım ile tıpkı diğer benzer yerlerdekilerin benzeri ve uzunluğu da tam hatırlamıyorum lakin muhtemel 400 mt.’ler civarında olan ahşap bir yürüyüş yolu yapılmış… Yürüyüş yolunun bitiminden itibaren de dar bir alandan karşıya geçilip, oradan da deyim yerinde ise keçiyolunu takip ederek yaklaşık 400 mt sonra “Asar Tepe” ve orada bulunan kale olduğu savlanan yapıya ulaşılıyor… Müthiş bir parkur, Kanyonu bir de bu taraftan tüm sürekliliği ve derinliği ile seyrediyorsunuz. Kanyonu olabildiğince derinlemesine görebilmek adına bir de “Cam Teras” inşa edilmiş, anladığım kadarı ile inşa edilirken de, işletilirken de para kazanmak maksadı ile… Çalışma saatleri konusunda asılan tabela, sadece tabela olarak kalmaya devam ediyor tıpkı benzer yerdekiler gibi…

Şimdilerde, Kapadokya’ya “balonlu tur” konusunda rakip olabilme konusunda çalışmalar yapılıyormuş, Ulubey’den taaa Pamukkale’ye gidilip gelinecekmiş… Artık nasıl ve ne zaman olabileceği tartışılır… Biz Asar Tepe’ye çıktık makul bir süre dinlenip dönüşe geçtik… Tam o sırada çan sesleri duyunca dikkatle taradım kanyonun içerisini bir baktım, 2 köpek 1 Çoban eşliğinde koca bir keçi sürüsü geliyor, hem dinlenmek hem de çoban ile azıcık da olsa muhabbet etmek adına, beklemeye geçtim… Nihayetinde gelen arkadaş ile hal hatır ile başladık, sonra arkadaş dedi ki; “buraya her gelen ne kadar şanslısın, "ABD’dedekinden" sonra en güzel kanyonda yaşıyorsun deyip duruyorlar” girizgâhı ile başladı yakınmaya, hayatın zorluklarını sıralamaya, “esasen buraya gelenler çok şanslı” ile bitirmek üzere iken, sürünün kendisine mi ait olduğunu sorunca da, evet benim dedi… Ben de evet şartların çok ağır lakin bak yine de mal mülk sahibisin deyince de, “çok şükürü” patlattı… Gezginler de, çalışanlar da kendi pencerelerinden hayata bakınca, gezene göre harika bir coğrafya, lakin kısa süreliğine tarifi yapılmayınca da sürekli bu şartlarda yaşayanın zorluğu gürültüye gidiyor tabii ki…

Kanyonun tabanında bir dere var, yakından görmek istiyorum, gezenlerin fazlaca tercih etmemiş olduklarından ya da oraya ulaşılmasının istenmemesi sebebiyle ulaşım bu taraftan olamıyor ya da sizde çoban gibi keçi yollarını kullanarak inebilirsiniz, biz de de o göz yok… Karşılaşmış olduğum çoban arkadaşa sormuş idim araç ile inilip inilmeyeceğini, Ulubey’in diğer tarafından bir yol tarif edince hemen yola koyulduk… Dereye ulaşınca ne görelim, resmen kanalizasyon… Sonradan öğrendim ki, birkaç kez şikâyet üzerine gelen Bakan bile konuyu çözemiyor… Peki, atıklar nereden geliyor, “Uşak Dericiler Organize Sanayi Bölgesinden”… Bakan bile sağa sola telefon edip talimat yağdırıyor, sonuç, şüphesiz yok… Hala “bürokratik engel çok” edebiyatı ile sızlanan mızlanan sanayicilere verilecek karşı en makul cevap bu olsa gerek… Gerçi bakılmasın onların mart aylarında bağırmalarına ihdas edilen tüm bürokratik engellerden muaftırlar kendileri, sade vatandaş için ise yandı gülüm keten helva… Bu konuda daha söylenecek laf çok, söyleyip zayi etmenin de manası yok…

Kendi adıma, tüm bu gerçeklere rağmen, müthiş keyifli bir gezi yaptık… Mesela “İnay” mahallesinde restore edilen kervansaray, 7 Oluklu Çeşmesi ve İnay Köprüsü ve kiliseden devşirme Camisi ile ayrı bir güzellik… Uşak Halı müzesi ünlü olmasına rağmen açık olması gereken saatte açık olmayınca gezilemedi tabii ki, keza Uşak Müzesi de… Uşak Evleri restorasyonlarından bir potpori ile yetinildi… Bilahare “Taşyaran Vadisi” ve “Kuladokya” eklendi, şüphesiz “dokya” eklentisi Kula’ya birkaç sıklet fazla gelmiş ise de yine de gayet güzel… Lakin Kula’nın eski çarşı ve evleri restorasyonu gayet başarılı şekilde ilerliyor, emeği geçenlere kocaman bir alkış… Gezmek güzel, seyahate ve gezmeye devam…


Cumartesi, Ağustos 17, 2024

ŞARK MİLLETLERİNİN ANTİEMPERYALİST BAKÜ ŞURASI

20. yüzyılın başlarında Emperyalizmin açık işgalleri altında inim inim inleyen 3. Dünya Milletleri “antiemperyalist savaşların” hazırlıkları içindedir, ilaveten 1. Dünya Savaşının nihayetlenmesi ile de oluşan yeni dengeler, yeni işgaller karşısında tepkiler çığ gibi artmaktadır. Diğer taraftan “Marksizmin analizlerinin” başta emperyal devletlerin bizatihi kendi coğrafyalarındaki yeni tezahürleri olmak üzere ezilen-sömürülen milletlerin antiemperyalist mücadeleleri üzerinde de Marksizmin yol göstericiliğinin güçlü etkisi özellikle de Sovyetler Birliğinin artık çok güçlü bir alternatif ve taraf olması ile siyasal ve sosyal dengeler değişmektedir. İşte bu ahval ve şeraitte Türkiye, İran, Hindistan, Afganistan, Özbekistan (Taşkent, Buhara-Semerkant), Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan başta olmak üzere Orta Doğu ve Afrika’dan başını da Müslümanların çektiği birçok milletten delegelerle “istiklal savaşlarının” fitilini ateşleyecek bir kurultay toplanır Bakü’de, “1. Şark Milletleri Kurultayı”… Şüphesiz ki; Sovyetler Birliği’nin Doğu Milletleri ile iyi ilişkiler oluşturmasının önemli adımlarından birisiydi aynı zamanda mezkûr kurultay… Sahip oldukları sistemin de ruhuna pek münasip bu açılım, tarihsel süreç içinde Sovyetler Birliğine, bazıları başka tanımlar yapsa dahi, çok önemli ittifaklar ve birlikteliklerin kapısını açmıştır. Mesela dünya sağ cenahının köpürttüğü “esir Türkler” iddia ve teorisi o günde, bugün de pek bir karşılık bulamamaktadır… Merak edenler, murat ve meramıma müteallik ipucu babında, Halife damadı sıfatı ile genelde Müslüman ülkeler ve hareketler üstündeki müspet sempatisine rağmen Enver Paşa’nın Türkistan hayallerinin ve Buhara Cumhuriyeti, Basmacı hareketi süreçlerini ve hayal kırıklığı dolu neticelerini okuyabilirler… Görülecektir ki; mezkûr kurultayın toplanma gerekçelerini oluşturan siyasal ve tarihsel süreç, iddiaların aksine, Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın her birinin ayrı ayrı birer Sovyet Cumhuriyeti olmaları ile nihayetlenecektir. Biz bu coğrafyadan bakarak ister beğenelim, ister beğenmeyelim… Nafile-i figan, nafile-i tirat…   

Daha önce Bakü'ye gidişlerimde vakitsizlik sebebiyle çok istememe rağmen ziyaret edemediğim mezkûr kurultayın toplandığı şimdiki “Azerbaycan Milli İlimler Akademisi” önündeyim… Bina fasadı çok güzel, harika diyebileceğim bir park içinde ve tam karşısında da Azerbaycanlı şair ve yazar Hüseyin Cavid adına düzenlenmiş bir park bulunmaktadır. Kapıya geldim lakin görünen o ki içeriye girmek mümkün değil, bir polis ve bir güvenlik görevlisi var… Kapı çok anlayamadığım lakin o günlerden korunarak, kollanarak bugünlere getirilmiş bir ahşap kapı gibi… Söveler benim sevdiğim renk granitten… İçeriyi görmek hele de kurultayın gerçekleştirildiği salonu görmek için birçok şeyi yapabilirim duygusu ile doluyum. Hayır diyorlar içeriye giremezsin… Hay Allah çok istiyorum görmeyi… Bu sefer polis geldi, o da yok dedi… Israr ediyorum, nihayetinde kapının arkasındaki kişiye soruldu, izin verildi zannettim lakin sadece kapıyı geçip şöylesine bir bakmama izin verilmiş oysaki… Olsun bu da çok güzel dedim kendi kendime… Hemen kapıyı geçtim girdim, geniş merdivenlerden bir kat seviyesine gelince ikiye ayrılıp ikinci kata erişen granit basamaklar ve güzel korunmuş ya da restore edilmiş merdiven tırabzanları, tam karşınızda bir mihrap içerisine yerleştirilmiş Haydar Aliyev’in bir heykeli ve duvara yazılmış bir sözünü okuyup, ikinci kat seviyesinde tüm bu giriş galerisini çepeçevre kuşatan altın varaklı kolonlar ve tavanda bunu tamamlayan büyük bir avize…

1920 Temmuz’unda “Komünist Enternasyonal” Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de “Şark Milletleri Şurası” toplanacağını duyurmaktadır. Bu duyuruya dünyanın her yerinden kimilerine göre 2.000 kimilerine göre de 3.000’den fazla delege katılır. Konu, şüphesiz düzenleyicisinden de kolayca anlaşılacağı üzere, sömürgeleştirilmiş dünyanın istiklal savaşları marifeti ile özgürleşmesi başta olmak üzere, özellikle de kendi milli burjuvazilerinin menfaatleri uğruna emperyalist paylaşım savaşında (1. Dünya savaşında) hayatlarını kaybeden yaklaşık 25.000.000 insanın anılarına binaen bu felaketlerin bir daha yaşanmaması ve bundan da hareketle sömürüsüz bir düzen gerçekleştirilmesi amacına matuftur.

Kurultayın açılış konuşmasını; önce Azerbaycan Dış İşleri Komiserliği ve bilahare Azerbaycan Halk Komiserleri Kurulu Başkanlığı yapmış Neriman Nerimanov yapar. İşte tam da bunları hatırlayarak, dışarıdaki fıskiyenin karşısındaki banka oturuyorum, gözlerimi kapıyorum, Neriman Nerimanov’u dinliyorum. “Avrupa kapitalistlerinin zulmünden ve tahakkümünden Doğunun çektiği cefalar on yıllık mesele değildir, yüzyıldan fazladır ki Doğu milletleri soyguncu kapitalist devletlerin siyasi tahakkümüne ve istila muharebelerine hedef ve zemin olmuşlardır.” mealinde olan nutku ile Doğunun insanını asker olarak kullanarak Doğuda kurulmak istenen İngiliz Emperyalizmine hodri meydan diyordu. Gerçekten de İngiliz Emperyalizmi 1. Dünya savaşı ile kendisine tehdit oluşturan başta Almanya emperyalizmi ve ortağı Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye ederek dünya egemenliğini ilan ediyordu… İşte bu karşı çıkış başta Hindistan (o dönem Pakistan ve Bangladeş de dâhil) olmak üzere birçok ülkeye şiar olmuştur. Tam da bu yüzden şimdilerde Bakü’nün merkezinde bir meydana devasa bir Neriman Nerimanov heykeli dikilmiş ve adeta görece yüksek mevkiinden ufuklara bakmaktadır. Kimse de, bu avuç aşırı milliyetçi dışında, ne işi var bu heykelin burada dediği yoktur, çünkü Haydar Aliyev’in derin saygı içeren deyişi ile “N. Nerimanov komünisttir lakin Azerbaycan’ın da kurucusudur”

Bilindiği üzere, Türkiye Bakü’de mezkûr kurultayda 3 farklı gurup ile temsil edilir. TBMM’ini Mustafa Kemal Atatürk’ün tespit ettiği grup, Mustafa Suphi önderliğindeki Türkiye Komünist Partisi grubu ve artık oyunun dışında bırakıldığını bir tülü anlayamayan ya da kabul edemeyen Enver Paşa grubu… Enver Paşa’nın bir dilekçesi, önce kendisince okunması kararına rağmen bilahare kurultay üyelerinin emperyal savaşının bir parçası ve karar vericisi olması münasebetiyle yoğun itirazı neticesinde bir başkası tarafından okunur. Enver Paşa’nın, tüm hikâyesini herkes kabaca bilir, genç yaşında saraya damat olması ile Harbiye Nazırı ve Genel Kurmay Başkanı olduktan sonra yoğun Alman sevgisi ve dahi hesabı ile onların lehine İngiltere ve Rusya’ya karşı savaşa girişir… Netice malum…

Enver Paşa; sanki "Emperyal Güç Almanya" ile ittifak oluşturup savaşa giren kendisi değilmiş gibi, 2 Alman zırhlısını Karadeniz’e gönderen Rus Limanlarını bombalatan kendisi değilmiş gibi, şimdi de Sosyalist Sovyetler tarafındanmış gibi uyduruk bir temsilcilikle de antiemperyalist bu kurultaya katılıyor… Dilekçenin neredeyse tamamında antiemperyalist bir tavır içindedir, sığındığı yere hoş görünme telaşı göze çarpar her satırda, adeta kendini Komünist Enternasyonal dostu kabulü ile yazar ya da yazdırır ya da birileri onun adına yazar, Çarlık Rusya’sı yerine Sovyetler Birliği olmuş olsa idi, ne işimiz vardı Alman Emperyalistlerinin yanında, şüphesiz Komünist Rusya’nın yanında olurduk havasını vermeye çalışır, her paragraf “Yoldaşlar” seslenişi ile süslenmiştir.

Netice itibari ile Türkiye Büyük Millet Meclisinin ve Türkiye İstiklal Harbi’nin desteklenmesi kararı alınması “mezkûr Kurultayın” en önemli sonucu olup tarihi değeri de tartışılmazdır bana göre… Son olarak Kurultay kararı “Türkiye, emperyalizmin istilacı çetelerine karşı harp yaparken kurultay ana fikir ve gönül birliği gösterecektir” şeklinde iken, Kurultay Başkanı Zinovyev’in “Kuvayı Milliyenin komünist olmadıklarını akıllarından çıkarmadan, antiemperyalist karakterinden ötürü desteklediklerini” özenle ve önemle bildirdiğini de yazayım.  

Bu bilgilerle yaptığım bu ziyaretler benim için duygu yüklü geçmekte ve eksiğim çok olduğundan ötürü de bilgi ve görgü arttırmaya devam ediyorum…


Cumartesi, Ağustos 10, 2024

PETROZAVODSK

Hikâyesi çok eskilere dayanıyor ve geniş olmakla birlikte kısaca "Petro'nun Fabrikalarının" bulunduğu alan diye adlandırıldığını söyleyebileceğimiz bir şehir, Petrozavodsk... Esasen Rusya'nın en büyük döküm fabrikaları olarak tasarlanan sonuçta silah fabrikasına dönüşen başlangıçta İsveç ile olan savaşta savaş alanına yakın alanda bilahare de Osmanlı Rus savaşına top ve diğer silahların imalatının gerçekleştiği şehir olmuştur. Geçen yüzyılda ise barış dönemlerinde "Traktör", sıkıntılı dönemlerde de ihtiyaca binaen tekrar savaş malzemeleri üretimi şeklinde münavebeli bir imalat süreci takip edilmiştir. Şimdilerde ise bir taksi şoföründen öğrendiğimiz ve teyit amacıyla da fabrikanın yerine gittiğimizde artık fabrika yerini bir tabelaya terk ederek yıkılmış olduğunu müşahede ettik.

Karelya Cumhuriyeti, ciddi büyüklükte bir coğrafi alan olmakla birlikte yönetim merkezi Petrozavodsk'ta bulunmaktadır. Petrozavodsk Onega Gölü kıyısında kurulmuş bir şehir, neredeyse şehrin tamamını gezdim, kâh yürüyerek kâh taksi ile... Çok geniş caddeleri, inanılmaz parkları olan bir şehir ve pırıl pırıl, yerde çöp görmek imkânsız... Yaklaşık 750.000 nüfuslu bu kentin; 1 havaalanına, bir güzel tren istasyonuna, 9 adet yükseköğretim kurumuna, 6 adet oldukça büyük parka ve çok daha önemlisi birisi oldukça büyük toplam 16 kütüphaneye, 23 adet çeşitli büyüklük ve disiplinlerde müzeye sahip olduğunu öğreniyoruz, hayretle...

2. Dünya savaşı sırasında Almanya erketesi Finlandiya tarafından 1941 senesinde işgal edilmiş 1944'e kadar devam etmiş bu işgal... İşgalde ilk iş, şehrin adı değiştirilip Finlileştirilmiş, benim söylemekte zorlandığım "Jaanislinha" halini almış. Şehrin sokakları ve önemli meydanları da bu değişiklikten nasiplenmiş anladığım kadarı ile. Finlandiya ordusunun yaptığı en önemli iş ise, hamisi ve abisi durumundaki Almanya'dan eksik ve aşağı kalmamak adına, başta işgali kabullenmeyenler, muhalifler sonra da Ruslar toplama kamplarında misafir ediliyorlar (!!!). Petrozavodsk'ta 7 adet olmak üzere toplamda Karelya Cumhuriyetinde 14 adet kamp oluşturuluyor. Yani bu toplama kampı organize etme işinin onuru sadece Almanya'ya ait değil, görüldüğü üzere... Kayıtlı ve teyitli bilgiler çerçevesinde ölü sayıları detaylı verilmiş tanıtım bilgileri ile ansiklopedik kayıtlarda lakin bunlara girmenin bir manası yok şimdi bence... Şehrin kurtuluşunu ise Onega Gölündeki Deniz Kuvvetleri gerçekleştirmiş, bunu da hayretle öğreniyorum, bu gölde bir deniz kuvvetleri organizasyonu, hiç aklıma gelmezdi böyle olabileceği, belki asker olmamam hasebiyledir... Diğer göllerde durum nasıldır bilmiyorum, ya da bu göllerin birbirleri ile ya da deniz ile bağlantılarının ne olduğunu da...


Onega Gölü kıyısı gayet güzel düzenlenmiş bir park ile boydan boya geçiliyor. Rehberimiz bu sahil düzenlemesi kapsamında yerleştirilmiş anıtsal objeleri anlatıyor, farklı ülkelerin farklı şehirleri, farklı zamanlarda "kardeş şehir" olunması hasebiyle yerleştirildiğini öğreniyoruz. Benim açımdan en ironik olanı ise Finlandiya'nın Varkaus şehrinin "kardeş şehir" olunması hasebiyle "birlikteyiz" ya da "Dostluk dalgası" temalı bir objeyi yerleştirmiş olması... Rusya ile imparatorluktan itibaren ve Rusya’nın Batı ile ilişkilerinin inişli çıkışlı olmasını takiben, Sovyetler dönemi başlarken Lenin önderliğinde güçlü Rusya imajı sebebiyle gayet olumlu olan ilişkiler 2. dünya savaşı ile bozuluyor, işgalci ruh dışa vuruyor, ne zaman Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği Almanya "panzerlerini" önüne katarak taa Berlin'e kadar sürüyor, Finlandiya tekrar dost görünmeye başlıyor, Ukrayna krizi ile birlikte Batı ile Rusya arasında ilişkiler gerginleşirken Finlandiya yine tercihini görece güçlüden yana yapıyor, vs. vs...   

Sahildeki geniş yürüyüş yolunun devrim öncesi komple kırmızı granit ile kaplı olduğu bilgisini veren rehberimiz, kaplamalarının Komünistler tarafından sökülüp yerine beton plakaların yerleştirildiğini anlattı. Bilahare de yapılan yeni düzenleme ile beton plakaların aralarına önceden sökülen kırmızı granitlerin tekrardan yerleştirildiğini söyledi... Hay Allah.. Gerçekten iddia edildiği gibi "zenginlik göstergesi" nitelemesi ile Komünistler tarafından sökülüp yerine beton plakalar yerleştirilmiş ise akla zarar... İddia ne "zenginlik", peki döşenmiş bu geniş ve uzun yolun zenginlikten arındırılması adına komple sökülmesi için harcanacak emek, zaman ve para boşa harcanmış sayılmaz mı? Üstelik çıkarılmış malzemenin def edilmesi yerine yeni beton plaka getirilip döşenmesi gibi kocaman bir iş silsilesi var iken... Acaba gerçekten bunu düşünememişler midir? Şüphesiz bedeli düşünmeden görüntü adına Komünistler de iş yapar, lakin o sıkışık günlerde akla gelecek ilk iş bu mu olur, bilemedim... Yahu artık bıktım, nerede sıkışılsa, nerede izah olunamayacak bir durum zuhur etse, akla ilk komünistlerin getirilmesinden yorulmadı mı bu insanlar acaba? Yahu biz de hemen bu anlatılan abuk hikâyelere inanıyor muyuz da, sık sık bize anlatıyorlar, bilemedim...

Taksi şoförü dedim ya; meğerse adam Ermeni imiş ve köken olarak Erivanlı imiş, benim Türk olduğumu öğrenince soğuk davranır diye düşünmüş idim, yanılmışım, hatta sordum, burada Türkler var mı diye, evet az da olsa Türk olduğunu lakin hiç de azımsanmayacak bir Azeri nüfusunun varlığından söz etti. Yaşanan son Azerbaycan ve Ermenistan savaşlarından söz edince de çok fazla renk vermeden aslolanın "barış" olduğunu söyledi, ne kadar içten ne kadar değil bilemem...

Benim Karelya ziyaret tercihim nereden oluştu birazda ondan bahsedeyim, gençliğimde Çeşme'ye gelen yabancı turistlerde özellikle İsveçli ve Finlandiyalı olan erkeklerde bir hayli sık kullanılan "Hakan" adını hayretle görmüştüm. O tarihte biraz merak edince de mezkûr coğrafyanın başta Ural Dağları ve Orta Asya Steplerinden Türk göçü aldığını öğrenmiş idim. Hep bu manada bir öğrenme duygusu içinde oldum. Planladığım son Rusya seyahatimi yaklaşık 1 hafta fazla tutarak buraları da göreyim istedim, biraz araştırma ile de öğrendim ki, mezkûr göçün yeni topraklara taşıdığı "Şamanizm" ve "şaman tapınakları" izlerini de bulmak mümkün... Lakin gerçek manada ne tapınak ne de din adamı görebildim bu bilgiye bağlı, evet izler var lakin fazla belirgin değil... İsimlere gelince de yine aklımda kaldığı kadar fazla belirgin değil... Lakin yerleşim yer isimleri, katiyen Rusya havası vermiyor, tamamen Finlandiya havası veriyor... Üstelik de ansiklopedik bilgilere göre nüfusun çok azının Fin olmasına rağmen... Umarım bir gün vize konusunda "insan haklarını önde tutanlar" konuştukları gibi davranırlar da fırsat bulur Finlandiya tarafında durumu görme fırsatımız olur... Tur kapsamında bir köy ziyaretinde köylülerin bir gösterisi kapsamında, kullanılan müzik aletleri ile yapılan müziğin bizim alışık olduğumuz müzik tınısına çok uzak olmadığını da müşahede ettim... Hatta bu gösterideki müzik aletleri ve müzik hakkında ve performansı video olarak kayıt ettim... Keşke müzik bilgim de vasatın üstünde olsa idi ve yapabileceğim bir değerlendirmeyi sizinle paylaşabilseydim. Enteresan anılar…