Çeşme
Çarşıdaki restorasyonu birkaç yıl önce tamamlanmış “Kilise gölgesinde oturup
gelene geçene selam verme” sorumlusu diye adlandırdığım bir grubun üyesi idi “Badili
Hasan”, yerli olmamız hasebi ile bizden büyük olmasına rağmen dostluğumuz
hep olmuştur, Çeşme’ye kesin dönüş yapmam ile birlikte, nerdeyse her gün, mezkûr
grubun muhabbetleri hep olurdu kilisenin gölgesinde, bazen Sakız Ağacı, diğer
gün Sakız Adası, diğer bir gün balıkçılık üstüne, ama her gün değindiğimiz bir farklı
başlık olur idi, Hulki’nin Sineması başlıklı yazımı yazarken, gerekli bilgiler
için başvurduğum kişilerden biri idi, her gün usanmadan ama muzipliği de hiç
aksatmadan sık rastlanılmayan ismi olan yeğeninin ismini bana sorar dururdu…Hey
gidi koca “Badili Hasan”, bir gün bizim grubun müdavimlerinden Mümin’in hiç
beklenmeyen vefatı üzerine bizim muhabbetlere katılmak isteyenlere, “aman
buraya oturma, aman burada muhabbete katılma, Azrail buralarda dolaşıyor, sen
daha gençsin var git” uyarısı yapması, şimdi kendisinin vefatı üzerine en
çok anımsadığım acımtrak şakası olarak aklımdadır. Bazen yakaladığı, bazen de
satın alarak burada satmaya çalıştığı balıklara, çarşının arsız ama sevimli
kedilerinin musallat olması ve bizim kedileri kovalamamız üzerine, kolay kolay
her insandan, hele de günümüz insanından hiç beklenmeyen, “satın aldım, para
verdim” gibi düşüncelere takılmaksızın, kedileri besliyor olması, taa ruhunun
derinliklerine nasıl bir insanlık ve paylaşımcılık sindiğinin en önemli
göstergesi idi, tabii ki benim için… Hele sokakta, sıkıntılı olan kedi ve köpek
mi gördü, telefona sarılarak yeğeni Veteriner İsmail’e (Ekmekçioğlu) yaptığı
emrivakiler ile tedavi yapılmasının temini yok mu idi, anlat anlat bitmez…
Değme “hayvansevere” bedel ama sessiz, sakin ve çok samimi yaklaşımı, hele “ekmek
parası” olan balıkları bile kedilerle nasıl içten paylaştığını görmeden, ben
kime, nasıl anlatabilirim bu halları… Ve nereden bilebilirdik, şakadan öte, gerçekten
Azrail’in hemen yakınlarımızda dolaştığını, Badili’yi kolladığını ve Badili’nin
bunu şaka yollu da olsa hissettiğini, maalesef bir “Midilli Adası Seyahati”
planı için gittiği İzmir’de, ve de ne yazık ki şekerden (diabet) bir hayli
azalan görme kabiliyetinin cilvesi neticesi yoğun taşıt trafiğinde karşıdan
karşıya geçer iken, belli ki uygun yerden de olmamış bu geçiş, kendisini kaybedeceğimizi… Evet; Badili Hasan,
Balıkçı Hasan, Büyük Kaptan Hasan’ın torunu ve İsmail Kaptan’ın oğlu, artık
aramızda değil, şaka yollu ve en kötü kelimesi “hadi oradan be serseri” ifadesi
artık öksüz, ve biz onun az ama öz konuşan halini özleyeceğiz. O da artık,
yaşlanmayanlar sınıfına terfi etti, hep bu yaşı ile hatırlanacak… Balıkçı
Hasan, bu fani dünyada “balık mevsimini” ebedi olarak kapatan dostumuz, inanıyorum
ki Cennet’in berrak ve coşkun derelerinin kenarında balıkları izliyordur,
şimdilerde…
Badili
Hasan, abisi Kaya ve arkadaşları Tapıştı Yaşar ile; ortak sahibi
oldukları Tirhandil teknelerinde uzun yıllar denize açılarak, sabahçı ve
akşamcı ağlar atarak, voli yaparak, paragat atarak, denizi tahrip etmeden,
denize hoyrat davranmadan, sadece denizin kendilerine sunduğunu tutarak ya da
yakalayarak, amatörce ama denizi severek balıkçılık yaptılar. Yeke tutarak,
denizin tuzunu sürekli dudaklarında ve yüzlerinde hissederek, denizde
yakaladıklarını, karada geçime çevirerek, kimseye minnet etmeden yaşamlarını
sürdürdüler, geride kalanlara örnek oldular, geride kalanlar onları örnek
alırlar mı, orası da çok bilinmez… Balıkçı denizde iken, içinden konuşur,
içinden ama direk denize ve kendisine vermeye hazır oldukları ile konuşur, yanlarındakiler
pek anlamazlar bu konuşmaları, onlara bir mırıltı gelir sadece, çünkü deniz ve
deniz avı gevezeliği kaldırmaz, dikkatsizliği kaldırmaz, hülasa ciddi hatta çok
ciddi iştir… Gevezelik, çok konuşma karaya ötelenmiştir, aslında yaşlılığa
ertelenmiştir…
“Badili”
direk
kendisinin edinebildiği bir lakap değildir, babadan geçme ve de miras kalmıştır.
Manası konusunda birkaç tevatür bulunmakla birlikle, muhabbetsever ve bal gibi
konuşan manasında “bal dilli” ifadesinin zamanla kısalarak ve konuşma
dilinde kolaylaşarak bu hale geldiği rivayet ya da kabul edilmektedir. Kimine
göre de; “küçük” manasındadır, ama hem baba, hem kardeşlerin vücut büyüklüklerine
bakınca, bu manada olsa bile ciddi bir ironidir, olsa olsa…
Ortak
arkadaşımız, Sıtkı Cenger’den dinlediğim çok güzel bir anıdan da söz etmeden
olmaz; “Badili Hasan abisi ile Sakız Adası yakınlarında, balık ağlarını
atarken, muhtemelen bir karabatak ya da martı gelip akşam karanlığında, abisi
Kaya’nın sırtına hızlı bir biçimde çarpar, kardeşinin vurduğunu zanneden abi
ise, yekeyi kaptığı gibi, kardeşine girişir, gel de anlat durumu abiye… Tüm
karşı çıkmaya rağmen abi epeyce hırpalar kendisini”. Durum sakinleşince sonradan
anlaşılır ama iş işten geçmiştir, gayri… Hele bir defasında, bir Alman’ın
bozulan teknesinin motorunu yaptırana kadar, evde misafir edilişinin bir
hikayesi vardır, her misafirperverim diyene tam şümullü misaldir, vallahi… Bir
de komşusuna ödünç verilen bir “eşek” hikayesi vardır, ama sonu hazin olup
burada anmaya gerek yok kanısındayım…
Geldik
sona; şair Oktay Rıfat’tan bir şiir ile kendisini analım…
Denize
vuran balıkçı
bir
aynadan döner bizeyüreği rüzgara göre
mintanı yamalı
ayakları çıplak
elleri güzel
denize
vuran balıkçı
kuşu
yıldızı getirir bizekabuklu böcekler ve yosun
bırakır sepetini küpestesine
denizde pupa yelken günümüzün
geceler kısacık gündüzler uzun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder