Perşembe, Eylül 19, 2024

ANADOLU’DA VE SOSYALİST ÜLKELERDE

Ünlü Edebiyatçı Melih Cevdet Anday’ın “Anadolu’da ve Sosyalist ülkelerde” diye bir gezi, anı kitabı olduğunu sevgili dostum Sabri Usta’nın 1970’li yılların Çeşme’si üzerine bir muhabbetimiz esnasında, Yazarın Çeşme gezisini anlattığı bölümü üstünden haberim oldu, çok eski basım bir kitap olduğu için de ancak sahaflardan buldum ve okudum… Kitap 1977 basımı, Sosyalist Ülkelerin 1960’lı yıllarını anlatırken, Çeşme’nin de Urla yanında anlatıldığı yıllar ise 1970’li yılların başı… Çok büyük bir keyifle okudum ve kolay okunulabilir buldum. Anlatım ve kullanılan dil üstüne söyleyecek kelamım olamaz, yazar konusunun üstadı, aksi takdirde dilim lal olur…

Melih Cevdet Anday daha önsözde diyor ki; Bir geziye çıkmadan önce, görülecek yerler üstüne hazırlanmak diye bir yöntem de vardır, ama benim huyuma suyuma uygun değildir bu. Elde defterler, kitaplarla gezdikten sonra ne diye çıkayım o yolculuğa!. Oturur evimde okurum”  Hay Allah, gezi konusunda benim tam tersi bir davranışta olduğumu söylemeliyim. Gezeceğim yerleri tartışmasız planlarım, hele de zaman ayırma ve finanse etmenin hayli maliyetli olduğu düşünülürse, önceden hazırlıklı olmanın kaçınılmazlığı ortadadır. Aaaa şüphesiz Melih Cevdet Anday gibi ünlü ve önemli kişilerin gezisi de farklı oluyor… Kitap boyunca gezilerde sürekli rehber, tercüman, şoför gibi kadrolar ile bulunduğunu anlıyorum, yani bizim gibi gariban ve sıradan değil… Gerçi bu kadrolar ile gezmenin de bu kabil kolaylığı yanında başkalarının planladığı, takdim ettiği alanların ve bilgilerin üstünden geziyorsunuz ki benim de fazlaca tercih etmediğim bir usul değildir… Mümkün ise gezeceğim alanı, göreceğim nesneyi ve görme süresini ben tayin etmeliyim diye düşünürüm hep. Gerçi başkaları bir şey gösterir ise ne olur, bu konu ile ilgili Yazar bir yerde şöyle bir yorum yapıyor bir anısı üstünden… “Bulgaristan’da gördüklerimi, öğrendiklerimi tanıdıklarıma bütün ayrıntıları ile anlattım, çok ilgi ile karşılandı bunlar. Kimi inanmadı, inanmak istemedi söylediklerime, açıkça “yalan söylüyorsun, o ülkeyi överek bize toplumculuk aşılamak istiyorsun” demedi de, “kandırmışlar sizi” dedi, “gördüklerin ancak sana gösterilenlerdir, gözünü boyamışlar” dedi. Bunlar anlaşılan çok akıllı kişilerdi, benim gördüklerimi görmedikleri halde yanılmıyorlardı. Bense, gördüğüm halde yanılıyordum, yutmuş oluyordum, böylesine aptalın biri idim”. Şüphesiz yazar için ben benzer değerlendirmeyi yapamam, yapmıyorum ve asla da yapmayacağım. Çünkü bu yaklaşım ve tutum batılı ülke muktedirlerinin, muhalefeti karalamasının resmi ağzıdır… Benzer şeyleri öğrenciliğiz sırasında, “herkesin bizi kandırdığı” şeklinde çok duyduk ya… Biz de nasıl aptal isek gayri, çocukken arkadaşlarımız kandırır, gençken devlet düşmanları kandırır, evlenince karımız ya da kocamız kandırır, sonuçta hep kandırılırız… Gözümüz görmez, kulağımız duymaz, ağzımız sormaz, aklımız yetmez, sürekli bir nakısat hali… Peki, kanmayanlar kim, feraset sahibi cahiller… Peki, aslında onları kandıran kim, mezuniyetleri bile şaibeli muhterisler… Neyse konumuza tam yol ileri…

Yazar’ın gezdiği ülkeleri ben de gezdim lakin yegâne fark “zaman, mekân ve teknik terakki” idi… Köprülerin altından çok sular geçmiş idi şüphesiz… Artık, sözde hürdüler, sözde serbest piyasa vardı, sözde herkes zengin olacak idi, sözde herkesin işi olacak idi, sözde kimse aç ve açıkta kalmayacak idi, sanki varmış gibi… Kocaman bir yalan çıkmış, tüm bu sayılanların olduğu ve olmadığı esas dönemin o dönem olduğu, orada, gerek tanıştığım, gerek birlikte çalıştığım, gerekse de başka manada iş ilişkisinde ve dahi dostluk ilişkisinde olduğum muhteremlerden çokça dinlemişimdir. Önemli fark yine yazar ile aramda, o genellikle Yazarlar Evi, Edebiyat toplantıları, Kütüphaneler, Müzeler başta olmak üzere kendi ilgi ve iştigal alanı ziyaretlerinde iken ben daha çok sokak, meyhane, pazar, çarşı, ören yerleri, parklar, mezarlıklar gibi daha sıradan hatta aşağıdakiler sayılacak toplumsal kesim ile temas ederek ilerledim. Şüphesiz ben de yazar kadar olmasa da, kütüphane, tiyatro, sinema, kitapevi gibi yerlere gittim… Yazar gördüğünü yazmıştır, hiç şüphe yok bu çok net anlaşılıyor… Yine bilebildiğim kadarı ile yazarı kandırabilecek insanların bu dünyada ziyadesiyle az olabileceğidir, öyle her önüne gelenin kandırabileceği bir kişi değildir.

Macaristan gezisi sırasında, “Estergon ve Kalesi” üzerine aktardıkları halen orada görülebilecek güzelliklerdendir. Kaleden, Tuna’nın karşı sahili, o zamanki Çekoslovakya’nın sanayi bacalarının görünüşünü ve ovayı anlatır yazar… Tuna Nehrinin (Duna), mavi aktığı şiirlerde olduğu kadar Valslerde de zikredilir lakin siz onu pek o renklerde göremezsiniz özellikle de şimdilerde… Hani meşhur Johann Strauss’un ünlü bestesi “Mavi Tuna” da bahse konu, olmadı Buket Uzuner’in “Kumral Ada, Mavi Tuna” isimli kitabı gibi eserlerde bazen fiilen bazen de metafor olarak bahsedilir de bahsedilir “mavilikten”… Bendeki izlenim ise Tuna’nın artık ziyadesiyle yorgun olduğu ve başta Almanya olmak üzere Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan gibi ülkelerin sanayicilerinin açık lağımı olmaktan bıktığı yönündedir… İnanmayan ya da bilmeyenler biraz araştırınca görecekler bu dünyaya “Çevre koruma konusunda” vermedikleri fetva bırakmayan mezkûr kapitalist ülkelerin ikiyüzlü tutumlarını… Sadece Tuna Nehri mi bıktı bu çevre katillerinden, vallahi hayır, güzelim Karadeniz bile bıktı…

Yazar, Estergon Kalesine gider iken yolda rehbere;

“Estergon Kalesi

Bre dilber aman

Subaşı durak

Kemirir bağrımı

Bir sinsi firak” türküsünden bahseder, ne yazık ki bilinmediğini hatta genelde Macarların bu türküyü bilmediklerini hayret ile öğrenir… Elbette bilmezler, ama yollasak, tanıtsak hoşlarına da giderdi belki. Ancak Peşte Elçimiz Sayın Nedim Evcimer’den dinlediğime göre, Adnan Saygun oraya geldiğinde açılmış bu konu, ama Saygun tek sesli olması dolayısıyla bu türkünün Macarları sarmayacağını söylemiş. Oysa bizim Kadıköy’deki evde türkü meraklısı arkadaşlarla bulunduğu bir gece, Macar Elçiliği memurlarından Bay Anders İlyes’in Estergon Kalesini dinlerken gözleri yaşarmıştı”. Demek ki tanıtım eksikliğimiz o günde de makûs kader imiş…

Bulgaristan gezisi sırasında uğradığı lakin fazlaca aktarmadığı Nesebar benim çok sonradan gitmekle birlikte ziyadesiyle hoşuma giden, gerçek manada koruma altında bir yerleşim yeridir. Bulgaristan yazarın aktardığı zamanda da tıpkı şimdiki gibi Karadeniz Kıyılarını turistik faaliyetlere açmış, dönemin Sovyetler Birliği başta olmak üzere tüm sosyalist ülkelerinin vatandaşlarının tatil beldesi haline gelmiş. Bulgaristan üzerine, öğrenciliğimizi birlikte aynı okulda geçirdiğimiz Suriyeli öğrencilerden yeterince benzer hikâyeler dinlemiş idim hatta tıpkı Almancıların tatillerde gelirken konu-komşuya, tanıdığa ve akrabaya getirdikleri tarz ve tatta bazı şeyler de getirdiklerini hatırlarım… Türk kökenli ve Türkçeye mükemmel hâkim olan Mustafa diye Suriyeli bir arkadaşımız vardı ve sonradan Suriye ile cicim aylarındaki ziyaretlerimde izini sürdüm lakin bulamamış olduğum muhterem kardeşim Mustafa’nın getirdiği şeyler ve anlattıkları bizi cezbederdi… Nesebar, hemen Burgaz’ın kuzeyinde çok eski bir yerleşim yeri olup devrin deniz ticaret merkezi imiş… UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunan Nesebar, Roma, Bizans ve şüphesiz ki Osmanlı izlerini her köşesinde barındıran, küçük meydancıklarının daracık sokaklarla birbirine bağlandığı bir kent olmanın ötesinde gündüzü ayrı, gecesi ayrı bir atmosfere sahiptir.

Maalesef kitabın asıl önemli bölümü Urla Yarımadası ve Çeşme bölümü bir sonraki yazıya kaldı…

 

Hiç yorum yok: