Cuma, Şubat 28, 2025

SEVSİNLER SİZİN YEŞİLLİĞİNİZİ


Almanya bugünlerde yeniden bir seçime hazırlanıyor, politik iddialar ve vaatler gırla… Anketlere bakıyorum “Yeşiller Partisi” 4. Parti gibi görünüyor, 3. Parti ise SPD (Sosyal Demokrat Parti)… İktidarı paylaşan 2 parti el ele iktidarı sağa teslim ediyor, ne kadar öğünseler az vallahi… Anketlere göre AfD 2. durumda, kimdir bu partidekiler ve neyi hedefliyorlar diye bakıldığında, tam bir “Allah muhafaza” dedirtecek durumdalar… Genel olarak demokrasiden yana şikâyetleri yokmuş gibi propaganda yapıyorlar lakin örtülü bir nazi artığı pozisyonunda olduklarını da fazlaca gizleyemiyorlar… Evet, işte başta “Yeşiller” olmak üzere “Sosyal Demokratların” tutarsız, umarsız, sorumsuz ve söylediklerinin tam tersini gerçekleştiren kötü politikaları neticesinde Almanya’nın başta gençleri olmak üzere orta sınıf denilen yoğun kesimlerini bu ne idüğü iyi bilinen nazi mahfillerine yönelmektedirler… Başta bizim Almancıların söylediği kelamlara zinhar bakılmasın Almanya’da toplum hiç de öyle zannedildiği gibi dünyaya duyarlı bir tavır sergilemez, “üç maymun” teorisinin en flaş örneğidirler esasen. Bu hem de yeni ortaya çıkmış “yeni sağ” akımının rüzgârı ile oluşmamıştır, her daim böyledir ve maalesef de gelişmelere bakılınca böyle de kalacak gibi görünmektedir.

Şimdi şu meşhur “Yeşiller Hareketine” kısaca bir göz atalım bakalım. Büyük ölçüde sol, sosyal demokrat görüşlü kitlelerin oluşturduğu bir tabandan oluşan Yeşiller ve onların destekçisi kitleler,  çevrebilim, çevre koruma, çevrecilik, anti militarist, savaş karşıtı, barış yanlısı olunması, cinsel ve dinsel ayrımcılığa karşı duruş sergilediğini beyan etmesi gerekçesiyle oy verirler, sivil haklar, sosyal adalet, sosyal ilerleme ve pasif direniş tercihlerini desteklerler. Bunların tamamen koca bir palavra olduğunu, seçim öncesi söylediklerini iktidar ortağı olduklarında külliyen ret etmiş olmalarından herkes kolayca anlayabilir. Peki, anlıyorlar mı, görünen o ki anlamıyorlar… Bunları da adeta tüm toplumun gözünün içine sokarak yaparken hep hoşgörü talep etmişlerdir. Peki, toplum da bu hoşgörüyü göstermekte midir, ne yazık evet… Sonuç ne oluyor o zaman tek ihtimalli misali, sürekli mağlubiyet…

Almanya’daki koalisyon hükümetinin Dış İşleri Bakanlığını Yeşiller Partisi lideri Annalena Charlotte Alma Baerbock üstlenir. Şiddetten kaçınan, çevreciliğinin vites yükselteceğini uman, antimilitarist tutumların öne geçeceğini bekleyen, savaş karşıtlığının artık önemli bir tutum olacağını hedefleyen kitleler sonuçtan büyük bir hayal kırıklığı yaşamaktadırlar bana göre… Yaşamıyorlarsa da bu ayıp onlara yeter…

Düşünsenize, sizi temsil eden ve esasen de mesaj olarak gayet düzgün mesaj veren politikacıların standart tavırları yok, duruma göre şarta göre vs vs farklı yorumları olsun, ne yaparsınız… Ukrayna Rusya savaşı gündeme geldiğinde, barış önceleyen politikacıdan ne beklenir, behemehâl taraflara uhuvvet ve suhulet tavsiyesi yapsın, tarafsız tutum takınılarak problemlerin tespit ve çözümüne yönelik hakkaniyetli davransın, değil mi? Peki şimdi bu muhteremin serencamına bakalım bu dönemde dünyayı büyük savaş ihtimaline sürükleyen 2 olay karşısındaki tutumunu kıyaslayalım…

Baerbock; Rusya Ukrayna savaşı başlayınca ne oluyor, hanımefendi hemen uçağa atlayıp Kiev’e gidiyor… Biz de zannediyoruz ki, aman etmeyin eylemeyin, hele bir durun, biraz daha konuşalım, bakın şimdi buradan derhal Moskova’ya gideceğim onlara da itidal önereceğim, felan gibi laflar edecek… Nerde, tam tersi, hanımefendi, hemen miğfer ve çelik yelek kuşanıp Kiev caddelerinde boy gösteriyor… Ziyaretiniz Kiev yönetimine destek için de olabilir, hani ben doğru bulmasam da, siz bulabilirsiniz nezaketi içinde sesimiz çıkmaz, lakin savaşın en önemli sembollerinden miğfer ve çelik yelek giyilince maskeler düşüyor… Hani, kendilerinden önceki şansölye Merkel’in dediği hemen akla geliyor, “biz Rusya’yı oyalamak, Ukrayna’ya zaman kazandırmak için Minsk antlaşmalarını kullandık” diyor ya… Hani Merkel savaş yanlısı siz de savaş karşıtı görünüyorsunuz ya… Oysa biz biliyoruz tabii ki, siz birbirinizin devamı, siz birbirinizin kaskat ve mütemmim cüzüsünüz… Hanımefendi sonuç olarak Rusya tarafı ile hiç görüşme lüzumu bile duymadığını ifade etti. Dünyanın o güne kadar görmediği kadar hacimli ve sıkı yaptırımların en ateşli planlayıcısı ve savunucusu olmaktan da geri durmadılar… İfrat ve tefrit o boyuta geldi ki tam bir ikiyüzlü Avrupalı tutumu, Dünya Edebiyatının en önemli kişilerinden ve savaştan çok uzun yıllar önce yaşamış Rus yazarlar Dostoyevski ve Gogol gibilerin kitaplarını bile kütüphanelerden kaldırdılar… İşte bunlar demokrat ve savaş karşıtı cepheyi temsil ederlerse, Trumph gibiler hiç utanmadan ve çekinmeden Grönland, Kanada ve Panama bizim olmalıdır, Gazze de bizim olacaktır deme hakkını kendine bulup tüm dünyanın gözünün içine baka baka tekrar tekrar söyleme cesareti bulabilmektedir. Sonra birileri de durumu normalleştirmek adına “yahu bunlar delidir” diyerek durumu geçiştirmeye çalışmaktadırlar… Hani biz aynı filmi Hitler’e de deli diyenlerde seyretmiş idik…

Gelelim bu yeşil hanımefendinin İsrail ve Filistin konusundaki tutumuna, hem de aynı kelimelerden müteşekkil cümlelerden hareketle kıyaslamaya beyanatlarını… Ne diyordu, Kiev sokaklarını arşınlarken, “Rusya, korkunç bir terör uygulayarak, Ukraynalı sivillerin ve sivil kurumların yok olmasına yol açmaktadır”… Gazze’de yaşanan tam bir rezalet durum karşısındaki, hem de Rusya için iddia ettiklerinin yüzlerce katı yaşanırken, tavrına bakıyoruz hanımefendinin, suspus vaziyette hatta yer yer İsrail zulümünü destekler vaziyette… Yahu taraf tutulur da, bu kadarı olmaz dedirten bu tavır tam bir rezalet lakin anlayana…

Ama gelişmeler ve sonuçları her ne olursa olsun, sağlıklı ve demokratik bir toplum için vatandaşların bireysel olarak güçlenmiş ve her türlü ırksal, etnik, cinsiyetçi, dini baskıdan azade ve sosyal ayrımcılıktan kendilerini soyutlamış olmaları gerektiği iddiasındaki “Yeşillerin”, takip ettikleri güncel pratik politikanın mezkûr iddiaları ile çelişkilerinin behemehâl terk edilmesi gerektiği talebini ısrarla tekrarlamalı taraftarları… Belki de bu açıdan yeşil siyasetin sorunlara ve çözümlerine yönelik önerilerinin samimi bir şiddet karşıtı duruş olduğu konusunda hedef kitlesinin ikna edilmesi mümkün olabilir, aksi takdirde yandı gülüm keten helva…

Bu yazı Almanya seçimlerinden hemen önce yazıldı… Seçim sonuçları gelince gördük ki, “Yeşiller” mosmor… Şüphesiz bu sevinilecek bir vaziyet değildir… Şüphesiz başta Yeşillerin yönetiminde bulunanlar aşağıdan söylemlerine mütenasip tavır almaya zorlanmalı sonra da diğerleri… Aşağıdakiler zaten son seçimlerde bu abuklukları desteklemeyeceklerini yaklaşık %50 oy kaybıyla gösterdiler…


Cuma, Şubat 21, 2025

EKMEK YEMEK


Canım Yurdumda “Ekmek yemek” sözü genellikle maişetini temin ettiği manasında yaygın olarak kullanılmaktadır. Falanca bu vasıtayla ekmek yemektedir sözünün yaygınlığı herkesin malumudur. Bilindiği üzere de Türkçemizde “ekmek” kelimesinin yer aldığı darbımesel ve tabirlerden geçilmez, yerel ağızlarla olanları da eklersek kocaman bir lügat ortaya çıkar tahminimce. Kazanç temin etmek manasında; ekmek kavgası, ekmek parası, birini ekmeğinden etmek, ekmeğini elinden almak, ekmeğinden olmak, ekmeğine göz koymak, ekmeğine engel olmak, ekmeğini tepmek, ekmeğini taştan çıkarmak, kutsiyet atfetmek manasında; ekmek çarpsın, zor bela edinmek, erişmek manasında; ekmek aslanın midesinde, rahatlık ve huzur manasında; ekmek elden su gölden, uçuk davranış manasında aklını ekmek peynirle yemek, vs vs. başta olmak üzere daha binlerce çeşit kullandığımız kelimelerdendir. Esasen, ekmek kutsaldır, gerek harman döneminde gerekse de stoklanma ve nakliye döneminde ekmeğin ham maddesi buğdayın üzerinde tepişir dururuz lakin buğdaydan mamul ekmeği ya da bir parçasını dahi yerde görürsek hemen eğilir alır, öper alına değdirir ve yüksekçe bir yere koyarız… Enteresan lakin öyledir. Çünkü ekmek nimettir tam da o sebeple kutsaldır. Ekmek, çok çeşitli adlarla zikredilir, kimileri imalat yöresi ve bölgelerine göre, kimileri imal edildikleri malzemelere göre, kimileri şeklilerine göre, kimileri de imal eden etnik yapılara göre, vs vs… Alaşehir, Kula ekmeği, buğday, çavdar ekmeği, baton ekmek, tava ekmeği, Türkmen ekmeği gibi…

Benim bu yazı ile esas muradım ve meramım ise “ekmek yemek” bileşik fiilinin çocukluğumdaki manası ile geçen vakit içinde yerine ikame kelimelerin yer değiştirme periyodu olup ilaveten de karın doyurmadan beslenme faslına bir türlü evrimleşemememizdir. Esasen ekmek Anadolu insanının tükettiği besinlerin başında gelir, ekmeksiz sofra açılmaz ya da kurulmaz yanında katık gerekir ve bu katık da bizim şu anda yemek dediğimiz şeydir şüphesiz ki sınırlı manada. Eğer ekmek katıksız yeniyorsa bu yavan ekmektir. Ekmeğin yanına katık edilen yemek deyişinden de anlaşılacağı üzere ekmeğin bol yemeğin az yenilmesidir ya, nasıl olsa ekmek görece bol ve ucuz aynı zamanda kolay erişilir mamuldür. Ekmeğini yemeğin suyuna bandır bandır ye denir ya işte tam da öyle… Katık et…

Ekmek ana maddesi başta buğday, arpa, çavdar, yulaf, mısır gibi ürünlerin yeterince yetiştirilememesi esasen Canım Yurdumda emperyalist istilaya direnilememesi, yerel tohumlarımızın toprağımıza ve iklimimize uygun olmayan batılı tohumlarla yer değiştirmesi ve de tarımın aynı mahfiller lehine tukaka edilmesi neticesine duçar olunmuştur. Hem miktar hem kalite hem de sağlıklı olma durumundan fersah fersah uzaklaşılmıştır… Bir de tüm bu olanlar yıllarca canım yurdumda toprağa sahip çıkması gereken ve toprak ağası namını taşıyan siyasi muktedirler tarafından gerçekleştirilmiştir. Ne diyelim, necip milletimiz de memnundur herhalde tüm bu tercihlerinden… Baksanıza hala Menderes ve ekibi baş tacı ediliyorsa, benim söyleyeceklerimin ciddi bir manası yoktur ve anlaşılıyor ki necip milletimiz ziyadesiyle de memnun görünüyor…

Yazar Muammer Sakaryalı’nın “Babanın Gölgesi” adlı kitabını okurken rastlamış idim bu deyime, hemen kendi hatıralarıma gittim… Yazar; “Sabahları tarhana aşı, pekmez, peynirle “sabah ekmeği” yenirken; çay, margarin ve bunun gibi yiyeceklerle sabah kahvaltısı lafını soktu…” diyor. Yazar bu hatıralarını Uşak Ulubey İnay köyünden yazarken ben de Çeşme Çiftlik köyünde aynı şeyleri dinliyordum büyüklerimden… Öğünler bizde de “Sabah Ekmeği”, “Öğlen Ekmeği” “Akşam Ekmeği” düzeninde adlandırılır, katıklar ise mevsimine göre bizimkilerin yetiştirdiği ürünlerin pişirilmesi ya da hazırlanması ile tedarik edilirdi…  

Ne oldu ise, oldu, mezkûr; daha verimlidir, daha kalitelidir, daha yararlıdır gibi efsane doğru olmayan yaklaşımlar ile Canım Yurduma yutturulan buğdayların ve mısırların yurdum insanına uymayan yapısı neticesi o güne kadar rastlanmayan vücut tepkilerine sebep olması, esasen aklı değil beli destekleyen hali gereği şimdilerde tukaka edilerek, şu undan mamul ekmek yiyin, şu undan mamul ekmeği yemeyin, yer yer de “ekmek yemeyin” ifratına varan yaklaşımlar aşikârdır. Gerçi devasa tenakuzların övendire olup gözümüze battığı dönemlerde “askıda ekmek” kampanyaları ile ekmeğe yine eski prestiji temin ve telkin edilmeye çalışılsa da vaziyet böyledir. Söylenecek kelam çoktur lakin söyleyip de zayi etmenin manası var mı, onu da bilemiyorum…

Soner Yalçın; bakın neler yazıyor dış yardım numaraları ile batıya bağlılık yaratılırken topraklarımızın zehirlenmesine, tarımsal ürünlerin kalitesizlerinin ithalen ikamesi üzerine, inanılmaz diyaloglar bunlar… Bunlar bu ülkeyi yönetmişler, biz de trene bakar gibi izlemişiz, işte ne diyeyim… Hikâye meşhur Tarhana Osman “Osman Koçtürk” Hoca ile dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay arasında geçer… “(Koçtürk) son dönemde, Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) Onur Kurulu Başkanı ile Türkiye Öğretmenler Dernekleri Milli Federasyonu’nun ikinci başkanlığı görevini üstlendi. Özelikle Amerika’nın dayattığı ışınlandırılmış (hibrit) buğday konusunda kaygısı büyüktü. Prof. Dr. Kazım Aras’ı da alarak üçümüz konuyu TÖS adına o günkü Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a götürmeye karar verdik. Gerekli buluşum alındı ve Çankaya Köşkü’ne çıktık. Koçtürk Hoca konuyu açtı anlatıyor. Sunay, Hanımeli sigarası kadar küçük bir kalemle önündeki kâğıtlara not alıyor. Birden sinirlendi “ne istiyorsunuz Amerika’dan?” diye bağırdı. O zaman Koçtürk Hoca’da sinirlendi. “Sayın Cumhurbaşkanım asıl Amerika bizden ne istiyor? Ayıp değil ya, biz de bunu merak ediyoruz…” dedi. Sunay yanıt verdi “Amerika bize yardım ediyor”…

Evet “ekmek yemek” deyimi üzerinden hareket ile nerelere geldik, sanki “ekmek yemek” deyimi ile sadece tahıl ağırlıklı beslenme önerilmiş gibi de yansıtılış olmasın konu, kim ne anlatırsa anlatsın, hayvancılık üstüne başından itibaren tutulmuş verilere bakılırsa tavuk ve inek, koyun, keçi besleme rakamları da hiç de yabana atılacak gibi görünmemektedir. Bu konuda çok çeşitli yayınlar olmakla birlikte tekmili birden referans tutulmuş Soner Yalçın “Saklı Seçilmişler” kitabı derli toplu bir kılavuz halindedir.

Evet, bugün artık önemli bir belamız daha var, GDO’lu gıdalar… GDO’lu mısır, GDO’lu buğday ve en önemlisi bunların iyi yetiştirilme şartlarına matuf safsatası ile kimyasal gübreler, korunmasına ve miktar artışına matuf zirai ilaçlar ile zehirleniyoruz… Hele ihracattan dönen pestisit sınırını aşmış gıdaların çokluğu karşısında soğukkanlı davranışımız ise şayan-ı takdirdir şayandır vallahi… Sonuçta makûs kader ekmek yemekten beslenmeye bir türlü evrilemedi ve evrilemiyor… Bugün Canım Yurdumda bildiğim kadarıyla bulunan Üniversitelerin 26’sında Ziraat Fakültesi, 5’inde Ziraat ve Doğa Bilimleri Fakültesi, 1’inde Tarım Bilimleri ve Teknolojileri Fakültesi olmak üzere tarımsal yükseköğretimle ilgili 33 fakülte bulunmaktadır, meslek yüksekokullarının sayısını ise bilemiyorum. İrade böylesine fantastik önem atfedip yetiştirdiği ziraat mühendislerini Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde öğretmen olarak eritme konusunda da mahirdir… Yetiştirdiği öğretmenleri ise ne yapacağına da karar verememiş gibi görünmektedir… Allah hakkımızda hıyrlısını versin demekten başka da çare görünmemektedir.


Perşembe, Şubat 13, 2025

BAKÜ ve MAREŞAL DE GAULLE


Azerbaycan Başkenti Bakü’de dolaşıyorum, daha önceki çok kısa ve iş seyahatleri dışında yapılan dolaşmaların benzeri olmayan bir tur oluyor… Dikkatimi vererek, duyumsayarak ve anımsayarak bakıyorum etrafıma, yeri geldikçe kendimce gördüklerimi ve bana hatırlattıklarını yazmak istiyorum. Sahil, hemen hemen her sosyalist geçmişli ülkede benzerlerini gördüğünüz şekilde planlanmış, kocaman bir park ve yürüyüş yolları. Bu sahil düzenlemesinin şehir ile arasında, şehri paralel geçen geniş ve oldukça uzun bir bulvar bulunmakta, “Neftçiler Prospekti”. Her benzer şehirdeki gibi sanki itibar bulvarı tarzında ve tadında… Çok güzel binalar yer almakta ve istisnasız her biri son derece bakımlı ve temiz görünmekte… Dolaşıyorum binalara bakarak… Birden gözüme siyah bir granit levha üzerinde “Fransa Mügavimet Herekatının başçısı General De Qoll 1944-cü ilin noyabr ve dekabr aylarında bu evde galmışdır” yazısı dikkatimi çekti. Çok enteresan Avrupa’nın “aslan sağcısı” sol ülkenin bir kentine geliyor hem de nerdeyse 2 ay gibi koca bir zaman dilimi kalıyor…  

Bilindiği üzere; Charles De Gaulle; 2. Dünya Savaşı öncesi ve özellikle de sonrası Fransa’da uzunca bir süre siyasi hayatı ziyadesiyle belirlemiş bir asker, önemli bir politikacıdır. Faşist Almanya’nın Fransa’yı işgali üzerine İngiltere’ye kaçmış orada da “Özgür Fransa Silahlı Kuvvetlerini” teşkilatlandırma çalışmalarında görev almıştır. Esasen, II. Dünya savaşı öncesi sıradan bir tankçı albayıdır kendisi. Ne oldu da birileri onu SSCB’ye görüşmeler yapmak üzere hazırladı. İngiltere’ye vasıl olunca kendisinden görülmeyen çıkışlar yapınca iyi de bir hami bulmuş oluyor anlaşılan. Benim okumalarımdan anladığım, kendisinin bu çıkışı ve antikomünist, haydi demli muhafazakâr diyelim, yapısı gereği behemehâl İngiltere’nin ağası Winston Churchill tarafından iyi değerlendirilmiş olup, hatta Fransa’nın işgalden arındırılması sürecinde görev üstlenen ordunun başına getirilmiştir. Esasen Fransa’nın işgale karşı direnme ve işgalden arınma sürecinde büyük rol üstlenen komünistlerin, bilahare ABD ve İngiltere tarafından tercih edilmemesi, SSCB ve Stalin’in de fazlaca ses çıkarmaması neticesi tasfiyesi ile ziyadesiyle öne çıkar. İngiltere’de kendisi üzerine yazılar yazmış önemli muhteremlerden asla ve kata tam not alamamış bilakis etrafında ve döneminde bol miktarda gelişen savaşlara rağmen “hiçbir savaş kazanamamış general, hiç seçim kazanamamış Başbakan ve Cumhurbaşkanı” şeklinde ironik tanımlamalara konu olmuştur. Gerçi hakkını da vermek gerek kendisine suikast girişimine bile sebep olacak bir şekilde Cezayir’in bağımsızlığı konusunda, hiç istemiyor olsa bile, müşahhas şartların müşahhas tahlili neticesi bağımsızlık yönünde tavır takınmıştır.  Neyse ne yapalım kendisini seçenlerle kendisi arasında bir sorun diyelim geçelim…

De Gaulle ne yapar Bakü’de değil mi? Esas soru bence bu… Herhalde Avrupa’nın soğuğundan kaçıp tatile gelmemiştir… Emeklilik sonrası nereye yerleşmeliyim sorusuna da cevap aramamıştır… Bir demli muhafazakâr olarak “komünizmi” incelemeye de gelmiş olamaz, şüphesiz… Tabii ki araştırılınca görülüyor. Muhterem İngiltere tarafından vazifelendirilmiş biri gibi durmaktadır. Moskova yolunda önce İran sonra Kafkasya ve sonra hedef… Peki, neden Bakü’de 2 aydan fazla süre kalmıştır… Sonradan okumalarımda yine hayretle gördüğüm Fransa işgalden arındırma sürecinde epey Azerbaycanlı direnişçilerin olduğu acaba tesadüf müdür? Gerçi Fransız direnişindeki Azerbaycanlıların Alman esir kamplarından firar eden askerler olduğu bilgisi de var, acaba coğrafi yakınlık sebebi ile mi Fransız direnişine katılmışlardır, bilinmez… Yine bilgilerimiz, De Gaulle’ün 1966’da geldiği SSCB’de bu direnişçilerden birisi ile görüşme konusunda özel, seçici ve ısrarcı davrandığı ve dahi yine bu direnişçilerden bir kısmının Fransa tarafından devlet madalyaları ile ödüllendirildikleri yönünde…

Evet; Bakü’de kaldığı binanın da gerçekten güzel bir bina olduğunu tespit edip bina ile ilgili edinebildiğim bilgileri aktarayım. Bina zengin sülalenin ferdi olan “İsa Bey Hacınski” adı ile anılmakta olup, Bakü’nün önemli yapısı “Kız Kalesinin” Hazar Denizi tarafında yer almakta ve sahiplerinin statüsü, toplumsal pozisyonu ve dahi aile azametini yansıtacak biçimde talihe bakın ki bir Ermeni mimar tarafından tasarlanmış.

 Lakin görülen ve bilinen hali ile 2. Dünya (paylaşım) savaşının batılı ülkeler açısından en ateşlendiği dönem olan “Normandiya Çıkarmasının” hemen akabinde De Gaulle’nin bu seyahate çıkmasının nasıl bir manası olabilir diye bakılınca şekil olarak bir Fransız askerin görüşmeler yapması için Moskova’ya başka da yol olmayınca İran - Tahran, Azerbaycan – Bakü ve SSCB – Moskova güzergâhını izlediği söylenebilir. Lakin kendisinin bizlere takdimi muvacehesinde “Özgür Fransız Silahlı Kuvvetleri lideri” iddiası savaşının en cavcavlı anında olması nedeni ile biraz çelişkili görünmektedir. Öyle değil mi? Siz çıkarma yapmış kuvvetler ile birlikte Fransa içindeki direnişçilerin ortak mücadelesinin en yoğun olduğu dönemde mezkûr seyahate çıkıyorsunuz, akla evvelemirde çok önemli bir vazife görülecektir fikri geliyor. Acaba aynı dönemde SSCB Kızıl Ordu Genelkurmay Başkanı Georgi Jukov’un Stalingrad kuşatmasının kırılmasını müteakip Almanların ricata başlaması üzerine başta Stalin olmak üzere etrafına söylediği, “Bu faşistleri Atlantik’e kadar sürüp Okyanusa dökelim” sözünün istihbarı neticesinde Müttefikler ile SSCB arasında bir pazarlık masası oluşturulması çalışmalarının bir alameti midir yoksa? Mesela, Stalin’e ulaşılıp “Kızıl Ordu Genelkurmay Başkanı” böyle bir laf edip duruyormuş, bizi affedin bizi işgal etmeyin, Almanya ile sınırlı kalın ricacısı mıdır statü acaba?


Hay Allah, güzel Bakü’de gördüğüm mezkûr güzel Evin duvarındaki plaketin bana düşündürdüklerine bakın… Gerçi aynı binanın üzerinde bir başka siyah granit levhada “Dünya şöhretli Azerbaycan âlimi görkemli içtimai xadim Yusuf Heydar oğlu Mammadaliyev bu evde yaşamıştır” izahatı da vardır. Yusuf Heydar oğlu Mammadaliyev’in de petrol ve petrol türevi malzemeler üzerinde özellikle de havacılıkta kullanılan yüksek oktanlı yakıtların geliştirilmesinde çok önemli çalışmalar yaptığını da bu baptan öğrenmiş oldum.

Cuma, Şubat 07, 2025

HAFIZ AHMET’İN CEMAL (IŞIK)

 

Çeşme’nin değerli, önemli, hatırşinas, mahir, şakacı abilerinden “Hafız Ahmet’in Cemal” olarak tanınan “Cemal Işık” hoş söz ve hoş ses erbabı olmakla da ziyadesiyle namlı, bir dönemin öne ve üne çıkmışıdır kasabamızın. Hafız Ahmet büyüğümüz ise Cemal Abinin babasıdır ve adı torunu Ahmet ile yaşamaktadır. Işık Ailesi, dededen toruna, Çeşme’nin önemli “Çeşme Mandalini” yetiştiricisi olup imar uygulamalarına yenik düşen bahçelerinin ağaçlarını her türlü fedakârlığı yaparak aynen bir başka yere taşımış ve halen mandalin yetiştiriciliğine devam etmektedirler şimdilerde de, torun Ahmet ve damat Ramazan vasıtasıyla…

Kasabamızın sembol abilerinden biri olan Cemal Abi, her Çeşmeli gibi biraz yüksek sesle konuşan ve konuşmayı da seven biri olarak da karşılaştığı her kişiye yönelik sahip olduğu bilgiler ile takılır, şamata yapardı. Mesela nerdeyse herkesin babaannesinin ismini bilir ve neredeyse de tamamına da babaannesinin adı ile seslenirdi. Devrin Çeşme’si şimdiki gibi onbinlerce insanın yaşadığı milyonlarca insanın tatil yaptığı bir yer değildi şüphesiz. Herkes herkesi tanır, bilir hem de ne tanımak, her şeyiyle… Cemal Abinin fazlalığı yüksek hafıza kabiliyeti ve hatırlama mahareti idi. Bugün her Çeşmeli onun kendisine babaannesinin adıyla seslendiğini hatırlar ve bu güzel ve anlamlı hatırlama ve hatırlatma ögesini de tebessüm ve nezaketle karşılamış olduğu bir hoş seda olarak hayal eder eminim. Ben kendisini hala kulaklarımda bana seslenişi “Urkuş Hanım naber” deyişindeki latife duygusunun tavan yaptığı haliyle hatırlamaktayım… Hay sen ışıklarda ol Cemal Işık Abim… Derin saygılarımla…

“Parafani” diye bir balık avcılığı yönteminden bahsetmiş idim daha önceki yazılarımda, Rasim Çelebi büyüğümüz, Latif Çelebi ve Nail Barutçuoğlu arkadaşlarımızı bu usulün ustaları olarak refere ederken. Hani, ekim ve kasım aylarında her ay 15 günlük ay karanlığı döneminde geçit balıklarını hedefe alarak, kıyılarda diz boyu sularda genellikle 2 ya da 3 kişilik ekiplerle, kıyıdaki balıkların lüks ışıkları ile hareketinin minimize edilerek serpme ağ ile yakalanması işini anlatırken. Hani şimdilerde, trol tekneleri yanılmıyorsam 10.000 volta (yazı ile onbin volt) kadar ışıklandırma ile balığı topluyorlar, sorun olmuyor lakin sen kıyıda en fazla 70 ya da 80 voltluk bir lamba ışığı ile balık avla, “yasssakkk hemşerim” mevzuu var ya... Yasa koyucu ya da yönetmelik tanzim edici kendine göre bir yol tutturmuş gidiyor işte… Tam; Neyzen Tevfik’lik bir vaka, lakin nesine ve neresine laf edeceksin… Oysa Kuzeyden Güneye balık geçit yaparken, kâh beslenmek kâh dinlenmek kâh üzerindeki parazitleri defetmek için kumlara sürtünmek maksadı ile diz boyu derinlikteki kumsal alana gelir, burada zinhar yumurtlama ya da yuva yapma gibi bir maksat yok ve de olamaz… Yasaktan murat nedir bilinmez ama her türlü yasal engele rağmen artık denize kadar girmiş evlerinin önünde kimseyi rahatsız edici bir şart kalmamıştır. Oysaki parafani, mevsimi itibari ile yazlıkçıların artık kışlıklarına dönmüş oldukları döneme denk gelir ama ne gam, ne keder… Neyse biz kaldığımız yerden devam edelim Cemal Abimizin parafani konusundaki mahir vaziyetine işaret ederek, evet Cemal Abi benim bildiğim mezkûr ekiplerin zımni paylaştığı plajlardan “Ilıca Plajının” müdavimi idi.

Cemal Abimiz, deyim yerinde ise ses dağıtımı ve sesi kullanma mahareti dağıtımı yapılır iken hiç esirgeme yapılmadan Allah tarafından ödüllendirilmiş birisidir, emin olun… İster “Türk Sanat Müziği” icrası olsun ister “İlahi söyleme” olsun, ister “Kuran okuma” her birinde kendisine tahsis edilen sesi müthiş ve mükemmel kullanarak kendine mahsus bir yer edinmiştir arkadaş grubu arasında… Türk Sanat Müziği icrasındaki üstün başarısı Canım Yurdumda dönemin tartışmasız en önemli sanatçılarından biri olan Zeki Müren’in dahi takdir ve taltifine mazhar olmuştur. Dönem itibariyle “İzmir Enternasyonal Fuarı” her yıl 20 Ağustos – 20 Eylül arasında açıktır, gezi ve bilgilenmenin yanında bir aylık dönemde en meşhur ses sanatçılarının da sahne aldığı gazinolarla bezenmiştir. Sonraları kimin dahli oldu, kimler akıl etti, kimler statüsünü değiştirdi bilmiyorum lakin Fuarın içi adım adım boşaltıldı, şimdilerde sadece piknik alanı düzeyine terfi ettirildi… Emeği geçenlere de kocaman bir alkış yapalım, eksikleri kalmasın… Neyse, mezkûr devirde Fuar Gazinolarının gedikli sanatçıları genellikle Gazinocular Kralı diye bilinen Fahrettin Aslan’a rakip meşhur Lunapark Gazinosunun sahiplerinden Osman Kavran’ın Çeşme’deki meşhur villasında kalırlar, özel iskelesindeki yatlarla gezilere katılırlar, vs vs… Bu konaklamalar döneminde Zeki Müren oranın da zevkini süren önemli muhteremdir. İşte böyle geliş gidişler döneminde Zeki Müren ve Cemal Abimiz tanışırlar uzun yıllar dostlukları sürer, artık bu vesile ile Zeki Müren bir Çeşme aşığıdır… Sonradan artık ne olmuşsa olmuş Zeki Müren Çeşme “paşalığından” istifaen ayrılır, Bodrum Paşalığına soyunur… Artık Çeşme’de kendi adıyla anılır bir koy tahsisi mi yapılmadı, ne oldu da mutlu ve mesut edilemedi ve ayrılık oluştu, tahminlerimiz olmasına rağmen kesin olarak bilememekteyiz…

Cemal Abimizin bendeki hatıraları içerisinde bayağı bir yeri olan ise birlikte bulunduğumuz Ramazan Aylarının akşamlarının devir itibari ile en önemli faaliyeti sayılabilecek Teravih Namazlarıdır. İnsanlar, kadın, erkek ve çocuklar olmak üzere genel manada Camileri doldurur lakin harem ve selam tatbikatı neticesi 2 cinsiyet olarak, ana bölümde erkekler olmak üzere üst katta ve görece izole bölümde de kadınlar olmak üzere konumlanırlardı. Babamın tercihlerinden dolayı genellikle bizim yerimiz “Küçük Cami” dediğimiz şimdilerdeki adı ile “Pandrot Osman Ağa Camii” olurdu. Biz bayram namazlarına da aynı camiye giderdik, şüphesiz ki yine babamın tercihi sebebiyle… Cemal Abimizin de tercihi bu cami olurdu. Benim hatırladığım kadarıyla, artık o zamanki dini bütün abilerimizin yüksek hoşgörüleri sebebiyle mi, yoksa genelde Müslümanlık daha mı güler yüzlü idi, yoksa biz çocuktuk da bize mi öyle gelirdi bilemiyorum, lakin öyle katıksız düstur tatbikatı yoktu, biz çocuklar güler eğlenir iken dini bütün abilerimiz “sus bakayım”, “şeytan çarpar”, “şimdi tokadı yiyeceksin” gibi zapturapt yaratmazlardı. Şimdilerde duyuyorum ki, kulak çekerek hizaya getirme eşiği de aşılmış, eee tabii ki gelişiyoruz ve hayat da sertleşiyor total olarak… Total bir futbol deyimi iken hayatın her alanına sirayet etmiş vaziyette, tabii ki… Bu teravih namazları eda edilirken toplu dualar okunur, toplu dualar için bir lider ses öncülük eder, bilmeyen bizler de tekrarlar idik… İşte bu lider seslerin en namlısı ve isteklisi Cemal Abimiz olurdu. Okunan dualarda yaptığı liderliğin, kendisini takip edenlere normal düzeyde bir sesle devam ederken birden aşırı yükselmesi ya da alçalmasının takibinden doğan ambiyans bugünkü stadyumlardaki marşların zikredilmesini andırıyor olmasının yanında biz çocukların gülümsemelerine de sebep olmaktaydı… Zaman zaman namaz edası esnasında artık ne maksat ile yapıldığını bilmediğim hatta bizzat kendi şahitliğimin olmadığı lakin sıkça duyduğum ön saftakinin çorabının çekilmesi ve benzeri takılmaların ve dokunmaların olduğu yönündedir.

İlerleyen yaş döneminde motosikletine atladığı gibi Çeşme’nin neredeyse tüm balık mezatlarını dolaşır, tanıdıklarla sohbet eder, balık satın alır iken görürdük Cemal Abimizi… Bu vesile artık hayatta olmayan başta Cemal Abimiz olmak üzere tüm büyüklerimizi ve arkadaşlarımızı saygı ile yâd ediyorum.