Perşembe, Eylül 25, 2025

SAĞIR İBRAHİM ve KAHVEHANESİ

Geçtiğimiz günlerde bir önceki Belediye Başkanı Ekrem Oran döneminde gerçekleştirilen projelerden birisi olan “Çiftlik Seyir Terasına” gittim, hafta sonu olmamasına rağmen ziyadesiyle kalabalık hatta yer bulamadık, kenardaki setlerin üstünde oturduk, benzerleri ile rekabette hiç zorlanmayacak kalitede “çay demlenmesinden” biz de nasiplendik. Bidayette proje bazıları tarafından çok sert eleştirilmişti hatta Ekrem Oran’ın tercihlerinin isabetsizliği ve antikollektif irade ürünü nitelendirmesi ile de yaftalamıştı… Evet, sonuçta yeni belediye başkanı da bu konuda devamlılık kararı almış ve görünen o ki isabet edilmiş… Biz beğenelim beğenmeyelim, sonuçta vatandaşın teveccühü orayı devamlı dolduracak düzeye ulaşmış, işte en hakiki yoklama… Şahsen ben kış yaz tefriki yapmaksızın zaman zaman gidip özellikle de durgun havalarda emsalsiz manzaranın keyfini çıkardım ve çıkarmaya da devam ediyorum… Emeği geçenler, kendilerine teşekkürü, gelenlerin yoğunluğu ile ölçebilirler, en kestirme test budur bence. Bu manzarası ve çayı güzel yer için küçük bir “çekince” koymak istiyorum açıkçası, bilindiği üzere canım yurdumun salgın illeti “özelleştirme” burada da bir gün kapıyı çalar mı? Umarım çalmaz… Siz bakmayın bazı esnaf lakırdı ve takıntılarına, “belediye çay mı satarmış” hafif dalga odaklı takılmalara, Belediye konser düzenler de çay mı satmazmış… Ne var bunda hem güzel, hem de görece ucuz çay… 


Son gittiğimde yer bulamadık dedim ya, kenardaki set üstüne oturunca bir tarafı ile renklerin dans ettiği Homeros’un deyimiyle “şarap rengi” denizi Ege’nin üstü ve karşıdaki Sakız Adası ışıklarının resmigeçidi ve yana söne değişimi, diğer tarafı ile de canım yurdumun ahalisinin vaziyeti… Aileleri ile gelmiş çok farklı yaş gruplarındaki çocukların masalar arasındaki ahenkli ve keyifli koşuşturmaları ve bunlara verilen tepkileri görünce kendi çocukluğuma uçtum, gittim. Gerçi ben ailemin işleri nedeniyle bu zevk ve keyif ortamlarından fazlaca yararlanamamış olsam dahi son gözlemlerimdekine benzer akılda kalıcı, iz bırakıcı hayatlar yaşandığını biliyorum. Nerde mi, tabii ki Çeşme Meydanında… Kime ne ve nasıl dokundu ise, nesini beğenmedi ise gayri, meydan düzenliyorum numarası ile deniz kenarında, anlamlı düzenlenmiş bir platform üzerinde, arkasını Sakız Adasına dönmüş, Mustafa Kemal Atatürk büstünü alıp götürdüler başka yere başka bir şekilde yerleştirdiler. İşte o heykelin, şimdiki Kent Müzesinin ve Ertan Otelin arasındaki alan, yine şimdi Ertan Otelin yerindeki mülkiyeti Ertan Ailesine ait “Sağır İbrahim” lakaplı büyüğümüz tarafından işletilen kahvehanenin açık hava bölümü olarak tahta sandalye ve masalarla donatılırdı, yaz akşamlarının tatlı esintileri altında aileler orada sıcak ve soğuk içecekler, çekirdek özellikle de “çiğdem çitleterek” dedikodulara ve muhabbetlere dalar giderlerdi. İşte bu “aralarda derelerde” çocuklar koşarlar, eğlenirler ve yarışırlardı, günün moda halleri aynen böyle idi… Çocukların umurunda mı, aileler yapılan gürültüden rahatsız, arkalarında nefes nefese biten kan ter içindeki çocukların davranışlarından rahatsız, onlar anın tadını çıkarmaya bakıyorlar… Bu çocuklar arasında en muzipleri ise koşarken geçtikleri masalardaki, şapkalısının şapkasına vurarak yere düşürme, eşarplı hanımefendilerin eşarpları çekerek çıkarmak gibi marazalara sebep eğlencenin dozunun kaçırıldığı anlardı. Eşarpları çekilen kadınların çocukları ve ailelerini tanıyor olmaktan mı? yoksa dönemin genel manadaki görgü seviyesinin yüksekliğinden mi? olurdu bilemiyorum lakin “aaaa yetti be çocuk” şiddetinin ötesine geçmeyen şikayetlenmeler gerçi şapkalılardan biraz daha yüksek tempolu kelam ve şikayetlenmeler olurdu ya…

Sağır lakaplı İbrahim Abimiz ise Ertan Ailesinin teveccühüne binaen çok uzun yıllar mezkûr kahvehaneyi çalıştırdı, kışları genellikle dâhilîde yerli erkek taifesine ve özellikle de balıkçılara mekân olarak… Kısa geçen Çeşme yaz aylarının en popüler eğlence ve eğleşme açık hava mekânı olarak da ailelere… İbrahim Abimiz sanırım ki sonradan yitirdiği duyma yetisinin verdiği duyarlılıkla son derece mülayim ve mutedil davranışlı biriydi… Birkaç çalışanı ile birlikte o muhteşem kalabalığın, hem de hiç üzmeden, sıkmadan servislerini bihakkın tamamlayarak yolcu ederdi, bir sonraki güne kadar… Benim ailemin olmamasına rağmen birkaç ailenin sürekli oturduğu sezonluk kombine faslından masaları vardı hatırladığım, aynı kadro, aynı masa, aynı servis ekibi sadece günlük değişkenlik gösteren Çeşme’nin güzel havası, bazen geç kalan meltem bakiyesi, bazen hafif ve tatlı lakin mutlaka serin… Eski Çeşme’nin dar sokaklarını yazları serin, kışları sıcak kılan sağlı sollu taş binalar kaplıyor olsa da insanların büyük çoğunluğu esen rüzgârları direk hissetmek uğruna mezkûr tahta sandalyelerde birkaç saatlerini geçirirlerdi… O devrilerde mekân sahipleri tarafından üşüyenlere şal servisi yapılması daha keşfedilmediğinden hemen herkes tedbirli davranıp mutlaka şimdiki rüzgârlıklara muadil giysilerle gelirdi. Cıvıl cıvıl bir alan olurdu burası hemen karşı tarafta müsteciri Saffet Bey (Dinçalp) büyüğümüzün “Sahil Restoranı”, yan tarafında ise Mahmut Bağcı büyüğümüzün “Gül Restoranı” vaziyet ederdi bu ortama. Gül Restoran ve Sağır İbrahim kahvesi arasında sadece gündüzleri ve sadece esnaf ile sonradan da Hükümet Binası çalışanlarına çay kahve servisi yapan Kenan Abimizin çay ocağı bulunurdu.

Bu güzel ortamın olmazsa olmazı ise Bekir Usta (Erte) ile kardeşi Tansık Ustanın özenle ve günlük hazırlanmış çerezlerinin satıldığı seyyar araba olurdu… Önceleri hatırladığım 3 tekerlekli bir seyyar araba varken bilahare görece büyük 4 tekerlekli bir araba da devreye alınmış idi. Bu büyüklerimizin fırıncılıklarındaki mahir durumlarının çerez hazırlanmasına katkısı da çoktur herhalde.

Evet, başta bahsettiğim izlenimlerin hatırlattıkları, tıpkı 1960’lar ve 1970’ler Çeşmesinde Meydana taşan adeta Atatürk Büstünü de kısmen çevreleyen planlanmış oturma düzeni içindeki eğlence ve buluşma akşamlarıdır… Bu güzel akşamların temin ve servisinde bulunan ve maalesef artık aramızda olmayan başta Sağır İbrahim Abimiz, Saffet Dinçalp, Mahmut Bağcı ve Kenan Abimizi ve adlarını şimdi aktaramadığım tüm büyüklerimizi saygıyla anıyorum.  


Çarşamba, Eylül 17, 2025

FEYZİ ERGUN

 

Feyzi (Ergun) Abi; benim bildiğim kadarıyla tıpkı akranları benzeri Çeşme’nin çok çalışkanlarındandır, dur durak bilmez denilen kişilerdendir, aynı zamanda mutemet ekâbirdir adeta… Kapı komşumuzdur, iyi bilirim, “Cicim Leyla Kabasakal’ın” evinde uzun süre oturdular. İlk oğlu Nadir çocukluk arkadaşım olup hala sık görüşmekteyiz, kızı Ülkü sadece çocukluğunu hatırladığım birisi olup o devirlerden beri, muhtemelen denk gelemediğimiz için görüşemedik, küçük oğlu İbrahim ise çok geç sıkı muhabbet etmeye başladığım sıkı dostumdur. Eşi Adile ablamız, diğer komşumuz Uğur Abimizin eşi Ayşe Ablamızın kardeşi olup annem ile sıkı görüşenlerdendir, esasen evlerin pencereleri arada bahçe olsa da muhabbet mahalleridir… Artık maalesef Adile Ablamız aramızda değil, kendisini bu vesile ile saygıyla anıyoruz…

Feyzi Abi çocukluk anılarımın içindeki kravatlı abilerimizden biri idi devlet memuru olması asabiyle de kravat takma alışkanlığı edinmiş görüntüsü verirdi her daim. Çok çalışkandır dedim ya gerçekten öyledir, gündüzleri memuriyetinin her türlü gereği yerine gelirken akşamları da devrin en önemli eğlence aracı olan “Hulki’nin Sinemasında” bilet gişesindeki yerini alır, mutemet şahıs olma vaziyeti burada da gerçekleşir. Hiçbir mecburiyet olmamasına rağmen burada da kravatlıdır, deyim yerinde ise “iki dirhem, bir çekirdek” abimiz hatırladığım; gişenin küçük penceresinin hemen üstündeki kırmızı renkli lambanın düşük şiddetli ışığı altında ve hemen altında “duhuliye 25 kuruş” yazısı ile bazen bilet kuyruğu bile görülebilen vaziyette, gişenin içinde çok düşük şiddetli mavi ışık altında bilet kesilir, varsa para üstü iade edilir… Mezkur devirde kentler mi küçük idi yoksa ihtiyaç gidermenin disiplini mi güçlü idi bilemiyorum, genel manadaki alışkanlık gereği çalışanlar öğlen molasında eve gelir “öğlen yemeği” evde yenilirdi… Biz öğrenciler de öğlen yemeği için eve gelir, yemek yer derhal okul yoluna koyulurduk… Şüphesiz öğlen yemeğini esnaf lokantalarında da yemek mümkün idi, bu kabil lokantalar ise, başta İmren Lokantası, Esat ve Destan kardeşlerin ayrı ayrı aş evleri gibi alternatiflerdir. Okul ve ev arası yol bize asla uzun gelmez lakin yürüyerek gidiş gelişlerimizin asıl şartı ise son derece güvenli kentlere sahip olmamızdan mütevellit olup, şimdiki gibi uyuşturucu riski, gasp riski, kaçırılma riski, tecavüz edilme riski, dövülme riski, araç altında kalma riski gibi rezil rüsva kapitalist-serbest piyasa endikasyonları daha icat edilmemişti. Evet, Feyzi Abimizde öğlenleri eve gelir öğlen yemeği hazırlanırken de evin yanındaki bahçedeki tavuklar da beslenir, çalışkanlık satır satır deruhte edilir.

Bu yazıyı yazmaya karar verince önce isim yaygın tekrarlana geldiği üzere “Fevzi mi” yoksa “Feyzi mi” diye düşünerek gerilere gittim, Nadir ile de görüştüm, sonradan benim de hatırladığım üzere kendisine “Fevzi” diyenlere ısrarla ve titizlikle “Feyzi” denilmesi gerektiğini bıkmadan usanmadan tekrarladığını tekraren öğrendim… Evet, muhtemelen Rüştiye mezunu, uzun seneler de muallimlik yapması hasebiyle baba “İbrahim Hoca” Arapça kökenli ve bir tarafı ile “ilim ve irfan” diğer tarafıyla “bereket ve başarı” manasında olan “Feyzi” adını seçmiş olabilir…

Feyzi Abi, müthiş bir “Beşiktaşlıdır”, bazen sokakta birilerine hararetle pozisyon bazında maç kritikleri yaptığına şahit olur, inanç ve özgüvenin yüzüne yansımasının müthiş görüntüsüne hayran kalırdınız. Beşiktaş’ın tarihinin sözlü boyutudur adeta. Futbolcular, teknik direktörlere bağlı teknik ve taktik değişikliklerin sözlü birikimidir. Sen yeter ki sor, öncelikle olanı ve devamında da şahsi görüş ve düşüncelerini dinlersin derinlemesine bilgisine hayranlıkla… Çeşme’nin çok “koyu” Beşiktaşlıları başta gazeteci ve yazar Yaşar Aksoy, Ahmet Erküçük ile ne muhabbetler yaparlardı, herkesin dilinde hala… Çeşmenin bir başka kıymetli büyüğü emekli öğretmen ve yazar Ahmet Akgül “1960 öncesi Çeşme” adlı değerli ve kanaatimce her Çeşmelinin başvuru kitabı olarak sahip olması gereken eserinde, Feyzi Abi ve babası İbrahim Hoca ile ilgili hatıralara ve bakkalına değinir bir bölümde, “Ben o yıllarda Ovacık’tan Çeşme Ertan Ortaokuluna gider gelirken, sabah akşam bu dükkânın önünden yürüyerek geçerdim. Bazen de okul çıkışı arkadaşlarımla buraya gelir, Feyzi Ergun’dan haftanın birinci lig maçlarının bir özetini dinlerdik. O bize her seferinde bıkmadan usanmadan, o hafta oynanmış maçları büyük bir heyecanla anlatır ve yorumlardı. Biz de bu sayede onunla birlikte maç coşkusu yaşar, takımlar hakkında yeni bir şeyler öğrenirdik. Yanından ayrılırken de yüksek sesle, en büyük Beşiktaş ondan büyük yok diyerek onu sevindirdik. Feyzi Ergun bugün olduğu gibi, o zaman da koyu bir Beşiktaşlıydı. O zaman hiçbirimizin evinde henüz radyo yoktu. Çocukların, kahveye gidip maç dinlemesi de yasaktı. Maçları evinde radyosu olan az sayıdaki insan dinleyebiliyordu. Sonra onlar dinlediklerini başkalarına anlatırlardı. Bizler anlatılanlarla yetinir, daha doğrusu yetinmek zorunda kalırdık.”

Feyzi Abi diğer taraftan futbola duyduğu müthiş ilgi ve bilgi birikimi ile her daim Çeşmenin yetiştirdiği ve ülke çapında çok iyi tanınan ve bilinen Mustafa Denizli için ki kendisi de bilinenlerin aksine koyu bir Beşiktaşlıdır, “benim çok ciddi teşvikim ile futbolda ciddi merhale kaydetmiştir” demekteydi…

Babası “Çolak İbrahim” lakaplı büyüğümüz benim hatırladığım kadarıyla, muallimlik sonrası emeklilik hayatını geçirdiği, bugünkü “levant süit hotelin” bulunduğu yerdeki, küçük lakin çok bakımlı narenciye bahçesinin yol kenarına denk gelen yerdeki 2 katlı kâgir bir binada, alt kat devrine münasip malzemelerin satıldığı bir bakkal, üst kat ise konut olarak kullanılmaktaydı. Bu bakkalda benim hala büyük bir canlılıkla hatırladığım yegâne bölüm masif ahşap kepenktir ve geçirmiş olduğu kaza sebebiyle kaybedilmiş bir kolun bakiyesi tek kol ile de nasıl açılıp kapatıldığını hayretle düşünürdüm. Üstelik diğer kepenkler gibi katlanarak yana toparlanıp açılan türden olmayıp, yekpare ve yaklaşık 3,5-4 mt uzunluğunda, 1,5 mt. genişliğinde, menteşeleri üstte olan bir mekanizma, her sabah bu kepenk aşağı tarafındaki kilit mekanizması açılır, ziyadesiyle ağır kepenk kaldırılır ve her iki tarafında yer alan demir kollar vasıtasıyla arkasındaki pencere tam manasıyla görünene kadar kaldırılır, pencere ile yaklaşık 90 derece yaptığı yerde sabitlenir. Bu işlemi yazmak bile bu kadar zor ve meşakkatli iken “İbrahim Hoca” büyüğümüz tarafından sabah açılır, akşam kapatılır idi, hatırladığım… Bahçenin diğer tarafını çevreleyen yüksek taş duvardan azıcık çaba ile bakılırsa görünen bahçenin ne kadar bakımlı ve düzenli olduğunu da hatırlamaktayım. Bahçede ise bulunan keson kuyudan kova ile çekilen su ise nebatın yegâne hayat kaynağıdır…

Feyzi Abi, böyle bir hayatın çelikleştirdiği bir babanın oğludur işte, o da babadan geçme adeta “atom karınca” çalışkanlığı ve hareketliliği ile, önceleri Namık Kemal İlkokulunda, bilahare de ihdas olunan İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünde olan vazifesini bihakkın yaparak tekaüte ayrılmıştır… Arada, özellikle akşamları yaptığı farklı kalem işler vardı şüphesiz, hiç durmadı, hep çalıştı misali…

Evet, Çeşme’mizin ziyadesiyle sevilen abisi hayli ilerlemiş yaşına rağmen dolaşmaktan, kendi işini yapmaktan son katreye kadar vazgeçmedi, bu sürecin canlı şahidi oldum… Her görüşmemizde bazen 3 dakika, bazen 10 dakika günün meşrep ve ehemine matuf samimi muhabbetlerimizi her daim hatırladığım abimiz artık maalesef aramızda değil… Bu vesileyle de bir kez daha kendisini derin bir saygıyla yâd ediyorum…  

 

 

Cuma, Eylül 05, 2025

KİZİ MEHMET (ATAGÖZ)

Eski lakin çok güzel, en azından benim için çok çok güzel, Çeşme Cami Önü Çarşısının birbirine en fazla 20 mt mesafede 3 güzide bakkalı Kizi Mehmet, Hışım Mehmet, Atalay Abi… Her birisi ile ayrı ayrı güzel hatıralarım var, yeri geldikçe bunlara değineceğim…


Kizi Mehmet; bizim ifademiz ile “Büyük Cami” şimdilerde ise “Hacı Memiş Ağa Camisi” diye bilinen caminin hemen girişindeki, cami inşaatını gerçekleştirmiş ailenin defin edildiği yere ve şadırvana bitişik duvarı olan ve şimdiki musalla taşının bulunduğu alanı da içine alacak şekilde caminin genişliği boyutunda hatırladığım kadarı ile yoldan biraz da düşük zemini olan bir dükkânın işleticisi idi… Dükkânın ön cephesi parçalı camdan oluşmuş, maviye boyanmış ve dönemin yapı ve temizlik meşrebine de çok münasip bir görüntüde olup akşam saatlerinde kapanmak üzere ahşap kapakları bulunmaktaydı… Dönemin ruhunu yansıtan bu tablo içinde vatandaşın sınırlı ihtiyaçlarını karşılamak için gıda ve diğer ihtiyaç maddelerinin bir düzen içinde sıralandığı dükkânın arka tarafında kısmi depo görüntüsündeki bölümde varil içinde bulunan gazın satışı yapılırdı… Dikine yerleştirilmiş varilin yere yakın bölümündeki ve altına muhtemel damlamalara karşı tedbir mahiyetindeki dikine kesilmiş tenekenin içine denk gelecek şekilde yerleştirilmiş küçük çeşmesi açılır çeşitli büyüklüklerdeki ölçülendirilmiş özel maşrapalara doldurulur oradan da müşterinin getirdiği kaba aktarılırdı. Dünyada petrol fiyatları halen varil hesabı ile belirlenirken, varilin petrol ve türevi malzemelerin tevziinde artık kullanılıyor olmaması da ayrı bir enteresan vakadır. Dönemin en yaygın tüketilen ihtiyaç malzemesidir gaz, aydınlatma başta olmak üzere çok çeşitli ihtiyaçların ana girdisidir. Bizim de 3 lt’lik sarı bir metal bidonumuz vardı, Mehmet Abimizi mezkûr kabı doldurur iken izlerdim 1 lt’lik ölçülü kap ile 3 defada doldururdu, müthiş anılar… Tüm dükkân başta olmak üzere özellikle de o depo kılıklı bölüm sinen gaz kokusu ile ziyadesiyle iticidir lakin önemli bir malzeme olduğu için kimseden de itiraz çıkmazdı. Bisküviler, veresiye defterinin ve hesap yapılan masanın hemen önünde, yaklaşık 35 cm en, 35 cm boy ve 50 cm derinlikteki teneke kutular içinde üzerine içindekilerin de görünmesi için cam bir portatif kapak yerleştirilir ve yarım eğik vaziyette olurdu. Dönem itibariyle ve muhtemelen de ambalaj sanayisi fazlaca gelişmediğinden bisküviler büyük kutularda gelir, mezkûr cam portatif kapak kutu açılınca üst tarafına yerleştirilirdi. Esasen de şimdilerde olduğu üzere öyle envai çeşit ambalaj ve büyüklüklerde bisküvi yoktu, sade bisküviye talim mecburiyet idi. Genellikle, muhtemelen de pazarlama stratejisi mucibince hemen bisküvi kutusu yanında ve genellikle ahşaptan mamul lokum kutuları olurdu ki, bizler hemen 2 bisküvi alıp arasına bir lokum yerleştirip, şöyle biraz sıkıştırıp lokumu yayarak yemeyi çok severdik. Efendim bu bisküvi ve lokumlara gaz kokusu sinmiş kimin umurunda ye gitsin ağız tadı önemli… Gaz dediğin de öyle kolay temin edilir bir şey değil ki, akaryakıt istasyonu bile sadece Ilıca’da Ertan’lara ait bulunan BP idi, Çeşme’de akaryakıt istasyonu bilinmezdi bile…

Annemin köye gittiği dönemlerde, köy dediysem de şimdiki Çiftlik Mahallesi, o zamanlar bize yeterince uzak gelirdi, Mehmet Abinin sattığı teneke kutular ile ambalajlanmış tuzlu balık tercihimiz hala aklımdadır. Babam o tuzlu balıkları, tuzunu güzelce silkeledikten sonra odun ateşinin kömüründe maltız üstünde pişirirdi ki, bir daha asla o lezzeti başka bir yerde bulamadım.  

Mehmet Atagöz Abimizin lakabı ise artık hangi hislerin yansıması ve hangi kelimelerin zaman içinde yuvarlanması ya da kısaltılması ise “Kizi Mehmet”e evrilmiştir… Akla en münasip olan ve sıklıkla anlatılan ise kizi kelimesinin “kızıl” kelimesinin evrilmiş hali olmasıdır. Bilindiği üzere de Mehmet Abimiz orta boylu, oldukça beyaz tenli, yuvarlak yüzlü, koyu ve sık saçlı, saçın rengi de yanlış hatırlıyorsam şimdiden özür dileyerek yazıyorum, kızıl ve kınalı siyaha yatkın bir haldeydi… Mehmet Abinin siyah bir önlüğü vardı dükkânın kapısı açılınca üzerine giyilen ve kepenkler kapatılınca çıkarılan, her daim lekesiz tertemiz bir hali ile…

Mehmet Abi; dönemin her esnafında geçerli olan veresiye defteri usulü ile alışveriş yapılan bir düzene sahip idi, veresiye defteri bayağı kalın ilaveten bir adet de değildi belki de bunların manası fazla sayıda müşteri sahibi olmaktı. Şimdi kredi kartlarına yazdırılan borç ya da taksit talebi o dönem esnafa yazılırdı hem de gecikme faizi olmaksızın… Şüphesiz bunun aksini anlatan hikâyeler de hatırlamak mümkün lakin hatırladığım babamın içtiği “Bafra Sigarası” 60 kuruş idi ve yazdırır idik ödeme döneminde de şüphesiz makul bir süre sonra olmak kaydıyla yine 60 kuruş idi. Bu rakamı bu kadar sarih hatırlıyor olmamın sebebi de bir vade babamı çaktırmadan fazlaca borca sokmuşluğumdur, “Mehmet Abi, babam dedi ki bir paket Bafra verecekmişsin, bir de 40 kuruş verip deftere 1 Tl borç yazacakmışsın” finans yöntemiyle birkaç ay ilerlemiştim ki, büyük mahcubiyet yaşadım… Oysa sistem ne kadar güzel kurgulanmıştı lakin ömrü kısa sürdü, her yalan dolan işte olduğu üzere… Babama değil de, Mehmet Abiye bu konuda mahcubiyetim hala beni çaktırmadan terletir… Ama mahcup olmadığım vaziyet ise ara sıra kendime aldığım Bafra Sigaralarıdır. Gerçi diğer taraftaki mahcubiyeti bir defa daha yaşamayacağımdan onu da behemehâl terk etmiştim.

Maalesef her çocuk gibi çocuk yaşta sigaraya içmeye başlamıştım sanki bir halt varmış gibi… Mehmet Abimiz yapmaz idi lakin karşıdaki Atalay Abimiz, paket açıp tek tek sigara satardı, Şimdi net hatırlamıyorum ama galiba tanesi 5 kuruşa Bafra Sigarası alıyordum. Yine hatırladığım kadarı ile açık satılan 2 sigara vardı, Bafra ve Birinci… Hani sonraları, “iç birinci ol devrimci” diye takdim edilen sigara o zamanın asi ruhlu ama fakir gençleri için en münasip mamuldür. Kizi Mehmet tek tek sigara satmaz idi 3. Komşu bakkal “Hışım Mehmet” ise külliyen sigara satmaz idi… Uzun yıllar içip, sigarayı hiçbir mecburiyet olmaksızın yaklaşık 25 sene önce bırakabilmiş olmanın da bugün mutluğunu ve sağlığını yaşıyorum.

Değerli Öğretmenimiz ve büyüğümüz Ahmet Akgül’ün “1960 öncesi Çeşme” kitabında şöyle yer almıştır, Mehmet Abimiz, “Altındaki dükkân ise Mehmet Atagöz’ün bakkal dükkânıydı. Orta boyda, az şişman, her zaman sağlıklı görünen, güleç yüzlü biriydi bakkal Mehmet Efendi. O bu dükkânda uzun yıllar bakkallık yaptı. Dürüstlüğüyle herkesin güvenini kazanmış, kendisini mahalleliye sevdirmişti.”  

Mehmet Abimiz sonradan kabristana çıkan yokuşun başındaki evinin altına taşıdı dükkânını, burası önceki yerin oldukça küçük bir kopyası idi lakin artık satılan malzemeler de şekil değiştirmişti o kadar ki “karpostal” bile satılır hale gelmişti, eee ne de olsa turizm merkeziydik gayri…

Evet, “bakkalın market, dükkânın shop” olmadığı devrin kahramanı Mehmet Abimiz artık aramızda değil… Kendisini büyük saygı ve hürmetle anıyorum…