Cumartesi, Mart 02, 2024

MEHMET RUHİ SU

“Ruhi Su” olarak biliyor ve sadece “Ruhi” adı ile ortaklığım var zannediyordum meğerse ortaklığımız “Mehmet” ile de oluşuyormuş. Ben babamın “O Ruhi, sen Ruhi olmaz, ben senin adına bir de Mehmet ekleyeyim” demiş olmasını tercih ederdim lakin bu mümkün olamıyor, olsa idi müthiş bir hikâyem olurdu… Çok güzel bir şey midir bu benzerlikler bilemem lakin yaşadığım birkaç vakayı anlatayım, siz karar verin diyeceğim mecburen…

Bir gün Yurtdışından geliyorum, geldiğim ülke de Rusya, geldiğim ülkeden ne getirebilirim, tabii ki dostlarla birlikte içebilmek ve bir kısım dost için de hediye kabilinden “Votka”… Tabii ki kısıtlana kısıtlana yolcu beraberinde getirilebilecek alkollü içki miktarı 1 litreye kadar düşmüş ve en fazla yanına da alkol derecesi çok düşük olmak kaydı ile bir başka içkiden de 1 litre alınabiliyor… Maalesef ben o gün valizime yerleştirdiğim, yarım litrelik yanlış hatırlamıyorsam da yaklaşık 6 şişe votka ile geliyorum. Ben ne yapayım ihtiyaç o kadar… Bir de Freeshop’tan da 1 litrelik rakı elimdeki poşet içinde, son derece itina ile paketlenmiş votkalar da valizde… Hemen valizi koyduğum xray cihazı çıkışında gümrük görevlileri tarafından durduruldum… Çantayı açar mısınız dediler, açtık… Maalesef 6 şişe çıktı ortaya, bunlar ne sorusuna hediyelik eşya dedim, başladılar gülmeye… Peki, poşet içindeki ne diye sordular ilaveten, o da rakı dedim… Gülüşmeler arasında muhabbet süper bir hale geldi… Mevzuat gereği, getirilen fazladan içkiler için listede belirtilen tutarda ilave gümrük bedeli ödenmesi gerekiyormuş, telaffuz edilen tutara bakıp görevlilere dedim ki, yahu ben bu paraya bunlardan 15 koli alırım orada, siz ne diyorsunuz Allahaşkına… Neyse ofise geçildi, tutanaklar yazıldı… Bir taraftan da, kardeşim bunlar hediye, ben şimdi Çeşme’de arkadaşlarıma ne getirdin dediklerinde ne diyeceğim, siz hiç düşünmüyor musunuz? diye topu sağa sola vuruyorum, ekip sağlam ve tavizsiz… Neyse sonuçta, bir yol bulundu, sağolsunlar ne bir bedel tediyesi, ne bir müsadere muamelesi görmeden karşılıklı tavizsiz ayrılmak üzere idim ki; görevlilerden birisi anladığım kadarıyla biraz da yetkili idi; “Ruhi abi, adının kıymetini bil” diyerek lüzumu dairesinde tebarüz ihdası ile beni azat etti… Adımın bir işe yaradığını görünce de Ruhi Su üstünden içimden olmak kaydı ile ne sevinmiştim, anlatamam… Oysa Ruhi Su’ya neler yapmamıştı ki mezkûr mevzuat ya da mezkûr muktedirler ve onların kraldan fazla kralcı aveneleri, sadece türkü söylediği için… Yurt dışında tedavi olarak ölümden kurtulmasına bile izin vermemiş idi darbeci generaller ve aveneleri… Kolay değil yani mezkûr benzerlik gereği herhangi bir yerden müeyyidesiz yırtmak… Yaşananlara bakınca güler misin ağlar mısın diyeceğim lakin her ikisi de mevzuya tebarüzde eksik kalır vallahi… Sonuçta adaşımız bu koca çınarın ad benzerliği yüzü suyu hürmetine vaka zayiatsız defedildi…

Oysaki Üniversiteye başladığım ilk günlerde güleç ve aydınlık yüzlü sonradan da çok iyi dost olduğum bir arkadaşımın, tanışma faslında adımın Ruhi olduğunu öğrenince, şimdilerde hatırlayamadığım bir şekilde “oooo Ruhi Su” demesi üzerine okulu işgalleri altında tutan gerici-faşist güçler birden dikkat kesilmişti, açıkçası o bakışlardan korkmuş idim o gün, korkumun sonradan da ne kadar haklı olduğumu bana mezkûr muhteremler ispatlayacaktılar, taaa işgallerinin kırılmasına kadar bize çektirdiklerini hiç unutamıyorum… Oysaki “yahu size ne yaptı bu adam” değil mi? Yahu bir adamın adına bile katlanamayanların olması nasıl bir şey… İşte, varsa yoksa sadece kendi zevkleri, kendi düşünceleri, kendi eylemleri kutsal, diğerleri yok edilmesi gereken nüveler diye görüle görüle Canım Yurdumun geldiği nokta…

Evet, bu hoş ve hoş olmayan hatıralardan sonra, son günlerde okuduğum, “Füsun Akatlı’nın” kaleme aldığı, muhteşem fotoğraflarla da desteklenen ve güzellenen “Bir de Ruhi Su Geçti” kitabına getireyim konuyu… Bana göre çok hoş yazılmış, fotoğraflanmış lakin çok acılı bir hayatın tam da Yaşar Kemal’in “zilli kurt” deyimine münasip çilesi eksik olmayan hikâyesinin kitabı…

“İstanbul Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ne gidecektik. Yeniden müzik öğretmen okuluna nasıl gideceğimi düşünmeye başlarken, askeri okula gitme hazırlıklarımız başladı. Doktor kontrolünden geçtik. Göz muayenesinde az görüyormuşum numarası yaptım ama sağlam olduğuma karar verdiler. O ara isimlerimizden dolayı, küçümsendiğimizin farkına varıyorduk. İsimlerimizi değiştirmeyi veya ek bir isim almayı kararlaştırdık. Ökkeş, Durmuş, Cumali, Ali Merdan gibi isimleri bırakarak “kibar” isimlerimizle İstanbul’a Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ne geldik. Artık ben, Mehmet Ruhi idim” Evet, artık bu kara çocuk Ruhi adını nasıl alıyor, kendisinden öğreniyoruz. Sonraları bir yolunu bulup Ankara’ya türlü badirelerden geçen bir süreç sonunda Müzik Öğretmen Okuluna geçer… Müzik Öğretmen Okulu üzerine ise Mehmet Ruhi bakın neler anlatıyor. “Ankara’ya gittim ve sınava girdim. Sınavda “ne çalarsın” diye sordular, ben de “morsolar” (parçalar) dedim. “Bir konçerto çal” dediklerinde çok şaşırdım. Bu sözü ilk kez duyuyordum. Müzik imlası ve armoni sözlerini de ilk kez duyuyordum.

Öğretmenlerden biri, sınava hazırlanmam için Vivaldi Sol Majör Keman Konçertosu’nu verdi. Bir arkadaştan ödünç keman buldum. Bir otel odasında gece gündüz çalıştım. Sınavı başarı ile verdim. Ulvi Cemal Erkin’in “Son sınıfa girerse zorlanır, bir sınıf aşağısına girmeli” teklifine, tüm öğretmenler katıldılar.” O sırada soyadı kanunu çıkar, tek hece ve kolay söylendiği için “Su” soyadını aldığını beyan eder.

Bas-bariton Mehmet Ruhi Su artık; “Radyo Programında yer alıp, “Ruhi Su Türküler söylüyor” adlı bir programda onbeş günde bir yer alıyor. Füsun Akatlı şöyle aktarıyor; “Konservatuvarda türküleri dinleyen hocalarından Markovich, “Türk müziğinin bu kadar güzel olduğunun ilk defa farkına varıyorum” demişti”. Lakin sonra ne mi oluyor, bir avuç “iyi saatte olsunlar” devreye giriyor… O gün bu gün değişen bir şey de olmuyor gayri… Dönemin ünlü Sansaryan Hanı her fırsatı değerlendirip Ruhi Su’yu ağırlar… Benim de hala çok sevdiğim “mahsus mahal” türküsü o dönemin eseri imiş…

“Ruhi Su’nun söylediği türkülerin çoğu, alevi deyişleri ve alevi nefesleriydi. Ali İzzet’ten; “Bir Allah’ı tanıyalım ayrı gayrı bu din nedir”, Pir Sultan Abdal’dan; “Gelin canlar bir olalım”, Muhyi’den; “Zahit bizi tan eyleme” gibi nefesler söyleyen Ruhi Su’yu, “Alevi türküleri söylüyor, komünizm propagandası yapıyor” diye susturdular. O dönem, egemen güçler, Alevi nefesleri söylemekle, komünist olmayı eş anlamda algılıyordu. Oysa olay, nefes ve türkülerin, toplumsal içeriğinin şimşekleri üzerine çekmeseydi. Nefesler ve deyişler, ezilen Anadolu nefeslerini, Alevi müziğini geniş halk kitlelerine kararlılıkla duyuran Ruhi Su’dur. O Alevi müziğinde, halkların yıllar süren başkaldırı mücadelesini görmüştür.” Artık, adı katli vacibe çıkmıştır. Mademki, bu türküleri söylüyor demek ki “Komünisttir”. Ne zaman oluyor tüm şebeklikler, 1943-45 yıllarında… Kolaylıkla denilebilir ki; “efendim tek parti dönemi”… Çok şükür ki yaşımız müsait ve çok partili dönemin heybetli saldırılarını da gördük, gözlerimiz hala çok iyi olmamakla birlikte görmeye devam ediyor…

Evet, isim benzerliğinden gelip, kitap üstüne yazdım. Evet, Onun hayatı, benzerlikler içerse de, benimkinin yanında kaya gibi sert ve acımasız bir hayat asıl benimki Su gibi oldu diyebilirim… Mezkûr Dehayı daha da fazlası ile tanımak adına kitap güzel bir kaynak… Bir taraftan Mehmet Ruhi Su’dan; “Çanakkale içinde” ya da “Hayali gönlümde yadigâr kalan” türküsü dinleyin, bir taraftan da mezkûr kitabın sunduğu fotoğrafları görmenin keyfini sürün derim…


Cuma, Şubat 23, 2024

FENERBAHÇE CUMHURİYETİ ve BEYNELMİLEL RABITALAR

Fenerbahçe Spor Kulübü gerçek manada erişilmesi nerdeyse imkânsız gibi görünen maharet ve istidat sahibidir, nerden mi biliyoruz, hakkında yazılanlar ortada… Fenerbahçe o kadar revaçtadır ki; “Fenerbahçe horoz dövüştürse binlerce seyirci toplar” sözünün yaratılmasına sebeptir. Zaten beynelmilel kaynaklar da, bu konuda 1. sıraya Real Madrid’i, 2. sıraya Steau Bükreş’i ve 3. sıraya da Fenerbahçe’yi koyar diye biliyorum, şimdilerde alınan feyz ile icraat kabiliyetleri artan diğer kulüpler bu sıralamayı bozmuş olabilirler…

Dedim ya; “Fenerbahçe Cumhuriyetini” okuyorum… Şahit olduğumuz lakin hatırlamakta zorluk çektiğimiz bir dolu konu kitabın içinde yer almış… Her biri inci tanesi tadında, maşallah… Birkaç tanesini yazıp, kitabın okunmasının ne öğrenmelere vesile oluyor olduğunun altını çizmek istiyorum…

“Sahanın kenarından bir Fenerbahçeli yönetici Cemil’e bağırdı. “At kendini yere” Cemil şaşırdı. “neden” der gibi baktı. Yönetici Cemil’i yan çizgiye doğru çağırdı ve “ceza sahası içine girince, top sendeyken, kendini yere at” diye tekrarladı.

Dolmabahçe Stadı’nda UEFA Kupası’nda Fransa’nın Nice takımıyla bir kez daha karşı karşıya geliyordu Fenerbahçe…”

İlk maçta, İlk devrenin sonuna kadar gayet iyi dayanan Fenerbahçe arka arkaya yediği gollerle maçı 4 – 0 kaybeder, sıra rövanşa gelmiştir. Bakın nasıl anlatıyor yazar bu maç sonrası gelişmeleri…

“15 gün sonraki rövanş maçı için takım İstanbul’a dönerken, bir Fenerbahçe yöneticisi Macaristan’a geçti. İstanbul’daki rövanş maçını Macar hakem yönetecekti.

Dolmabahçe’de Nice karşısına çıktığında Fenerbahçe gerçekten güçlü bir onbire sahipti. Datcu, Timuçin, Niyazi, Yılmaz, Serkan, Ersoy, Ziya, Selahattin, (İbrahim), Cemil, Osman, Mustafa on biri Nice kalesini hallaç pamuğu gibi atıyor., top direklerden dönüyor, bir türlü gol olmuyordu. Macar hakemle Budapeşte’de görüşen Fenerbahçeli yönetici Cemil’i çağırarak “ceza sahası içinde kendini yere at” talimatı verdi. İki üç dakika sonra Cemil on sekiz içinde topla giderken, kendine yapılan bir müdahaleyle düştü. Hakem anında düdüğü çaldı. Penaltı Fransızların en iyi oyuncusu, takımın beyni Adams itiraz ettiği anda, kırmızı kart gördü ve oyun dışı kaldı. İlk devrenin son dakikasıydı. Osman’ın penaltı vuruşu Fenerbahçe’ye az da olsa bir ümit getirdi. İkinci devreye 1 – 0 önde başlayan sarı-lacivertliler 60. Dakikada bir penaltı daha kazandılar. Osman durumu 2 – 0 yaptı.

Ancak, bu skor ilk maçtaki farkın kapanmasına yetmedi. Macar hakemin yarattığı penaltılara rağmen Fenerbahçe elendi.”

Evet, nasıl oluyormuş, beynelmilel boyut… Beynelmilel boyutta penaltılar nasıl kazanılıyormuş… Öyle bir iki tane abuk subuk basın mensubu, hakem ve yönetici ağzı ile konuşulmaya benzemez bu işler… Kayıtlar adamın yüzüne böyle yapışır sonra maazallah… Bakın yine mezkûr kitaptan bir başka beynelmilel etki daha…

1975-76 sezonu Fenerbahçe Şampiyon Kulüpler Kupasına katılıyor, rakip Portekiz’den Benfica… İlk maç Lizbon’da oynanıyor, sonuç 7 – 0… Büyük hezimet…

“Rövanş maçı İzmir’deydi. Çünkü bir yıl önceki kupada Polonya takımı Chorzow’la İstanbul’da oynarken, sahaya seyirciler patlayıcı madde atmış, UEFA sahayı bir yıl kapatmıştı. Maç en az 200 kilometre uzaklıkta bir kentte oynanacaktı.

Benfica İzmir’e inmiş, Fenerbahçe İzmir’de kampa çekilmişti. Fenerbahçeli yöneticiler “Tur atlamamız imkânsız, ama hiç olmazsa şu ünlü Benfica’yı yenmiş olmanın tadını çıkaralım bari” diye kendi aralarında sohbeti koyulaştırıyorlar ancak bunun son derece güç olduğunu da görüyorlardı.

Benfica’yı yenmek… Allah, kim bilir ne ses getirirdi Türkiye’de ve Avrupa’da, ama nasıl? Avrupa’nın bu en büyük futbol virtüözlerinin toplandığı takımı Fenerbahçe nasıl yenecekti?

Çok muzipçe bir düşünce geldi Fenerbahçeli yöneticilerden birinin aklına. Benficalı futbolcuları iyice yormak gerekirdi. İstanbul’da ünlü Zurnik devreye girdi. Benficalı oyuncuların kaldığı Efes Oteli’ne Zurnik İstanbul’dan iki üç tane çok güzel kadın getirdi. Benficalı yöneticiler İzmir’de ve dolaylarındaki tarihi eserleri gezerken, Benficalı futbolcular otelden dışarı adım atmadı. Zurnik’in getirdiği kadınlar Benficalı futbolcuların odalarına dağıldı.

Ertesi gün sahada Benficalı süper yıldızlar ne koşuyor ne de canları topa vurmak istiyordu. Çoğu maçın bir an önce bitmesini istiyor, yorgunluktan ayakta zor duruyordu.

Doksan dakika bittiğinde Fenerbahçe rüyasına kavuşuyordu. Engin’in son dakika attığı golle Fenerbahçe, Benfica karşısında 1 – 0 galip geldi. Tur atlamayı zaten kimse aklından bile geçirmiyordu ama Fenerbahçe koskoca Avrupa şampiyonunu kendi sahasında devirmişti. Yorgunluğun dışında zaten 7 – 0’lık avantajı ilk maçta yakalamış olmanın rahatlığı da Benficalı futbolcuları etkilemiş, kendilerini fazla sıkmadan doksan dakikanın sonunu beklemişlerdi.”

Bir ara da yine vakit kalırsa, Türkiye boyutuna yönelik mühim ve fecaat bir hikâyeye değineceğim… Hani Muhsin Batur Fenerbahçeli ya, Hava Kuvvetlerinin uçaklarını ve personelini nasıl Fenerbahçe için kullandığını detayları ile yazacağım… Malumunuzdur, futbolcu sözleşmesi yapılmasının son günüdür hatta saatleridir, fakat Ankara’daki futbolcunun belgesi Urfa’dan getirilmesi gerekir… Peki, yetiştirilebilir mi, şüphesiz yetiştiriliyor hatta… Saat 10.30’da öğrenilen bu durum saat 17.00’e kadar nasıl ikmal edilir, işte Fenerbahçe Cumhuriyeti mensubu iseniz, akan sular duruyor… Tafsilat yakında diyelim…

Aaaa tüm bu olan biteni Fenerbahçeliler nereden öğrendiler, elbette batıdan, tüm melanetlerin müsebbibi batı idi şüphesiz, yoksa bunlar popolarından uydurmadılar ya girişim şekillerini… Peki, bu anlattıklarımdan bu kabil futbol dışı işleri sadece Fenerbahçelilerin mi yaptığını söylemek istiyorum, şüphesiz hayır… Tencere dibin kara seninki benden kara, durumudur bu maalesef… Lakin Fenerbahçe bu kabil futbol dışı işlerin tekrarcısı ya da mucidi olarak tarihteki yerini alır iken rakipleri de gözlerini kırpmadan geride kalmamak adına her türlü fedakârlığı göstermişlerdir. Yani futbol artık maalesef toptan çok kirlenmiş durumda gibi… Ayrıca, ben mezkûr kitabın yanlış ya da yalanlarını tekrarlıyorum, kimse bana kızmasın ve darılmasın… Kitabın maddi hataları yok mu, maalesef var… Mesela, eski Genelkurmay Başkanlarından Işık Koşaner Paşanın Fenerbahçeli olduğunu yazmışlar lakin paşanın yakınlarından behemehâl düzeltme geldi, Paşanın Galatasaraylı olduğuna dair… Mesela, Nice maçı için Fenerbahçe kadrosunu verir iken saydığı isimlerin içinde Fenerbahçe’nin 2 golünü atan Osman Arpacıoğlu’nun adını yazmayı unutmuşlar, gibi gibi… Birileri çıkar da, tamam sen kitapta yazılanları tekrarlıyorsun, ben o kitabın yalancısıyım diyorsun, zaten kitap da külliyen yalan derse de, bilemem ve itiraz da etmem… İşte; “ben mi diyorum, kitap diyor” tespiti…


Cuma, Şubat 16, 2024

FENERBAHÇE VE OLMAZSA OLMAZI GÜNCEL SİYASET

Fenerbahçelilerin genel bir davranış modeli vardır, bu kim olduğuna, ne düşündüğüne, dünyayı nasıl analiz ettiğine asla ve kat’a bağlı değildir, onlar Fenerbahçelidir ve davranışta tek tip esastır… Çok büyük bir çoğunluğu Nasrettin Hoca müridi gibi; “dünyanın merkezi neresi sorusuna, ayakların dibini işaret ederek cevap verirler”… Ve onlar için tüm dünya kendilerine ait olmasa bile sadece siyah ve beyazdır… Şimdi ben onlara bir Fenerbahçe siyaset ve sosyolojisi yapacağım kafaları pırıl pırıl olacak lakin eminim ki Huntington tavrını yine de terk etmeyecekler… Hülasa onlara göre “Fenerbahçe ve diğerleri”… Anlatırlar da anlatırlar, bitmez tükenmez… Varsa yoksa; diğerleri ve hükümet, diğerleri ve derin futbol, diğerleri ve şike… Esasen tam da kendileri bu işin merkezindedir, tıpkı hedefe koydukları gibi… Yahu dünyada ne iyi gidiyor ki futbol iyi gitsin demezler, Fenerbahçe sütten çıkmış ak kaşık, diğerleri tukaka… Hülasa bu mağduriyet hikâyesi asla ve kat’a nihayetlenmez… Ve onlar da bundan nemalandıkça da nihayetleceğini hiç zannetmiyorum.

Şimdi kurulduğu günden itibaren kendileri ve güncel siyaset ilişkilerine, gerek Başkanları gerekse de Fenerbahçeli olduklarını ya da taraf olduklarını beyan etmekten hiç çekinmeyenlerin listesini yayınlarsak belki utanırlar azıcık… Mesela varsa yoksa onlara göre Haluk Ulusoy, vay Galatasaray’lı imiş, peki Şenez Erzik nereli imiş, sus pus… Peki, Fürüzan Tekil hangi takımı tutarmış, ses seda yok… Siz hiç Galatasaray çevrelerinde üstelik de her türlü söz söylenebilecek iken Şenez Beye söz söylendiğini duydunuz mu? Mesela Şenez Bey döneminde hakem yapılanlarla Fenerbahçe şampiyonluklarını hiç saydınız mı? Maksat karşı taraf gönenmesin, tek istek bu… Neyse uzatmadan, başlayalım, Fenerbahçe ve siyaset ve dahi ilerisi muhabbetlerine…

İttihat ve terakki Fırkasının devr-i iktidarında en önemli kurum olan “Hicaz Demiryollarının” Genel Müdürünün Fenerbahçe’nin ilk kulüp binasını yaparak başkanlığı hedeflemesi… Talat Paşa sadrazam olunca da Nafia Nazırı olan Genel Müdür Hulusi Bey Fenerbahçe Başkanlığında oturuyordu… Gerçi bir evvelki dönem Şehzade Osman Efendi kulübün başkanlığını üstlenerek devlet gücü ile irtibat tesis edilmiş olsa dahi asıl siyasi irtibat, iltisak ve ittihat Hulusi Bey ve Talat Paşa devrinde kopmaz ve ayrılmaz bir bağ haline gelmiş görünmektedir. Gerçi bilahare Talat Paşa başka ve değişik manevralara savrulsa dahi bu vaka tarihe kaydedilmiştir. Bilahare; Şehzade Ömer Faruk Efendi Fenerbahçe başkanlığı yapar, ne var bunda canım denir, geçilir…

Varsa yoksa Mesut Yılmaz Galatasaraylı idi köpürtmeleri, yahu Şükrü Saraçoğlu ne idi, bir adım ötesi, hem Başbakan, hem de Fenerbahçe kulüp Başkanı… Olsun ama o normal… O tarafsız idi… Neden çünkü Fenerbahçelidir, ne yapsa yeridir… Oysa tarihte nerede var, hem Başbakan, hem kulüp Başkanı, var mı bir başka misali… Mustafa Kemal Atatürk Fenerbahçeli ama normal… Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk Fenerbahçeli, lakin normal… Bazı Fenerbahçeli futbolculara “özel af” çıkarılacak “vukuatı adiyeden” sayılacak… Ne önemi var canım… Turgut Özal Fenerbahçeli olacak, Fenerbahçe’nin her şeyi ile ilgilenecek lakin bacanağı Ali Tanrıyar mesele edilecek… Milliyet Gazetesinin kurucusu, İsmet İnönü ile Lozan heyetinde yer alan Ali Naci Karacan Fenerbahçe Başkanı olacak, normal… Pes kelimesi bile durumu kurtaramıyor…

Spordan sorumlu Devlet Bakanı Şükrü Erdem Fenerbahçeli ama olsun canım o kadar da… Maliye ve İçişleri Bakanı İsmet Sezgin Fenerbahçeli mesele değil şüphesiz… Ticaret Bakanı Teoman Köprülüler Fenerbahçeli, ne var bunda… Gençlik ve Spor Bakanı Ali Şevki Erek Fenerbahçeli… Turgut Sunalp Fenerbahçeli, ne önemi var… Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Fenerbahçeli, herkes bir takım tutar denilecek…  Belediye Başkanı Bedrettin Dalan,  Fenerbahçeli, normal… Adalet Partisi İstanbul İl Başkanı Faruk Ilgaz aynı zamanda Fenerbahçe Başkanıdır lakin ne gariplik vardır ki, burası Fenerbahçe Cumhuriyeti… Ama Fenerbahçelilere göre siyaset ile iç içe değiller… Doğru ne diyelim…

Genelkurmay başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt; “sarı-lacivert kukuleta da giyerim, flama da şaklatırım, her türlü uğuru da yaparım.” diyecek normal… Deniz Kuvvetleri Komutanı Hilmi Fırat Fenerbahçeli, Başbakan Bülent Ulusu Fenerbahçeli… Komutan Atila Kıyat Fenerbahçeli… Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu Fenerbahçeli ama olsun bu normal bir şey, Kara Kuvvetleri Komutanı Eşref Akıncı Fenerbahçeli… Genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı Fenerbahçe kongre üyesidir, ne var bunda. Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Ergin Saygun da Fenerbahçeli. Genel Kurmay Başanı Orgeneral İlker Başbuğ Fenerbahçeli, Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan Fenerbahçeli lakin tüm bunlar normal… Orgeneral Necip Torumtay Fenerbahçeli… Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur Fenerbahçeli, hem de ne kıyakları var akıllara ziyan… Hava Kuvvetleri Komutanı Halil Sözer Fenerbahçeli ama normal, Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer Fenerbahçeli ama normal… Ne diyor darbeci General Kenan Evren kasım kasım kasılarak; “milli güvenlik kurulunda Fenerbahçe olarak biz 4-1 galibiz”… Susurluk davasının en önemli figürü Emniyet Müdürü Hüseyin Kocadağ, Fenerbahçe Yönetim Kurulu üyesidir lakin normal siz yine de Galatasaraylı Mehmet Ağar’a bakın…

Nihat Özdemir taraflı değil lakin TFF başkanı, bu kadarına da pes vallahi… TFF Başkanı ve Fenerbahçe Yönetim Kurulu Üyesi Fürüzan Tekil olunca her şey normal… Abdullah Kığılı hem TFF Başkanı hem FB yönetim kurulu üyesi olsun, o kadar su kaldırır, denilsin…

Sivasspor Başkanı FB kongre üyesi ama önemli değil, Bursaspor Başkanı Levent Kızıl Fenerbahçe kongre üyesi lakin normal, vallahi yoruldum saymaktan… Galatasaraylı denilerek Fenerbahçe medyasının afişe ettiği hakemler Oğuz Sarvan ve Ali Aydın kıdemli ve acımasız Galatasaray düşmanıdırlar lakin propaganda bitmez… Tüm bunlara rağmen, bu Fenerbahçe hep mağdur… Bu yazıyı aslında mart ayında yayınlamak gerekirdi lakin kediler artık Şubatta da faaliyette olunca benzerliklerine binaen Şubat ayında yayınlıyorum…

“Taraftar çilesiyle, futbolun dramıyla, yönetici çalkantısıyla, siyasal iktidar bağlantısıyla, patron egemenliğiyle, çekişmesiyle, kavgasıyla, ama bu arada güzel şampiyonluklarıyla yazılan bir tarihi, çerçevesine oturtmak gerek.” diye anlatıyor tüm bunları Yalçın Doğan, “Fenerbahçe Cumhuriyeti” kitabında… Esasen Fenerbahçe hep “paralel iktidardır”… Mesela, tek parti gitti, siyasi rüzgâr değişti behemehâl Fenerbahçe Başkanı değişti, şimdi moda Demokrat Parti ve Başkan da milletvekili Osman Kavrakoğlu, denildi yüz kızartmadan… Demokrat Parti Grup Başkanvekili Agah Erozan da Fenerbahçe Başkanıdır lakin normal kabul edilmelidir… Sevsinler sizin empatinizi…

Medyanın kalemşor ve ünlüleri; mesela Uğur Dündar, Ertuğrul Özkök, Şansal Büyüka, Togay Bayatlı, Kemal Belgin Fenerbahçeli, ama normal görülmeli… Bunlar ne mi yapmışlar? Merak edenler “Fenerbahçe cumhuriyeti” kitabını okuyacaklar

Kenan Evren; “gözlerini uzaklara dikerek “hiç unutmam” diye söze girdi. “Bir gün yine Fenerbahçe’nin bir antrenmanına kaçak girmiştik arkadaşlarla, oradaki yöneticiler ve futbolcular da bizi kovalamaya başlamıştı. Futbolculardan Esat da beni yakaladı ve bana bir tokat attı, ama ben yine de Fenerbahçe’den vazgeçmedim, zaten Fenerbahçe’den vazgeçmeyi de düşünmedim hiç, ben Fenerbahçeliyim.”

“Fenerbahçe’nin böylesine popülerliği ve her kapıyı açan sihri karşısında varlıklı insanlar, ister istemez toplumda kendilerine bir yer edinmek için Fenerbahçe Kulübü’nü seçiyordu…” diyor meşhur gazeteci Yalçın Doğan “Fenerbahçe Cumhuriyeti” kitabında… Bence de, bir tarafı ile desteklenen ve kollanan Fenerbahçe öne çıkıyor, bir taraftan da Fenerbahçe öne çıktıkça bundan faydalanacak insanlar da orada birikiyor, öyle de böyle de büyük bir birikim söz konusu… Fenerbahçe belki kuruluşunda “halkın takımı” takdimi ile kurulmuş olabilir lakin kısa sürede böyle olmanın ve anılmanın bir faidesinin olamayacağı gerçeğinin tespit ve teyidi ile behemehâl çark edip kaptan köşkünü daima Şehzadelere, Nazırlara, Başbakanlara, Bakanlara tahsis ve teklif etmenin cihad-ı hidayetine nail olmuştur. Bilahare de mezkûr iltisak ve irtibatın alenen tatbikatının mahsurlarının tespiti veçhile taktik ve strateji değişikliği ihdası marifetiyle de bol paralı, siyasi mülahazaları farklı olmasına rağmen devletin tepesi ve derinliği ile sıkı temas ve irtibat halinde olanlar tercih edilmiştir. Yukarıda bahse konu muhteremlerin tamamı beyan edilememiştir eksiklerim ve ilave manasında merak gidermek talebinde olanlar için kütüphaneler ve ansiklopediler hizmete girmiştir… Ve maalesef Fenerbahçe’nin açtığı bu yoldan, hikmet, himmet ve irade devşirmek arzusunda bulunan başta da Galatasaray ve Beşiktaş olmak üzere tüm kulüplerimiz nemalanmışlardır… Nihayetinde meşhur Türk büyüğü Fatih Terim’in ifadesi ile; “biz ne ara bu hallere geldik”… Bu yola çıkanların bu hedefe varacakları sanki sürprizmiş de, konuşuyorlar… Peki; Fenerbahçeli yetkililer Fenerbahçe lehine ilgili yerlerde girişimde bulunmuşlar mıdır? Bilemem… Lakin Fenerbahçeliler kadar diğer takım yetkilileri de girişimde bulunmuştur, diyebilirim…

Evet; “Fenerbahçe Cumhuriyeti” kitabı yazarının “Son yıllarda devlet ile Fenerbahçe’nin ilişkileri, eskisi gibi, iç içe olmaktan çıkmıştı. Tek başına Fenerbahçe’yi kollamak, çok göze batar olmuştu. Zaten futbolun evrensel ilkeleri yavaş yavaş Türkiye’de de, benimseniyor, kuraldışı ilişkiler tek tük örneklerle sınırlı kalıyordu.” tespiti ile bitirelim. Esasen bu konu çok verimli ve örneklenmesi en kolay konudur, bitmez… Çünkü Fenerbahçe’nin özellikle kamera ve kayıt sistemlerinin olmadığı dönemde yaptıkları şampiyonluklarına ve kupalarına yansımış durumdadır… Ama hepsi yerli ve milli sözde başarı, neden mi, işte öyle… Tüm bu ucundan değinip anlattığım hikâyelere kronolojik bakarsanız, futbolun irtifa kaybetmesine yönelik her türlü girişimin önce Fenerbahçe tarafından gerçekleştirildiğini göreceksiniz, sonra mı? Tabii ki diğer takımların elleri armut toplamıyor, kötü de olsa aynısını yapmaya başlıyorlar… Kendi davranışlarını başka takımlardan görünce de tam bir keçinin koyun ithamı edası ile “poposu görünüyor” teraneleri… Yahu bi geçin bunları gayri… Son olarak Fenerbahçe’ye sınırsız ve sorumsuz destek ve servis veren Fenerbahçeliliğini unuttuğum muhteremler de haklarını helal etsinler…


Perşembe, Şubat 08, 2024

ÇEŞME KENT BELLEĞİ MÜZESİ ve PANDOFİLYA

 

Bugün “Çeşme Kent Müzesi” olarak düzenlenen binanın oldukça enteresan bir geçmişi bulunmaktadır. Hem dinleyerek öğrendiğim hem de yaşayarak biriktirdiğim müthiş hatıralarım var. Evvelemirde; bugün burayı müze olarak düzenleyen Çeşme Belediyesi yetkili kurulları ile Belediye Başkanı Ekrem Oran’a teşekkür edelim. Buranın seneler sonra yeniden Çeşme Belediyesi mülkleri listesine eklenmesini temin eden bir önceki dönem Belediye yetkili kurulları ile mezkûr dönemin Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç’ı unutmak ise hadsizlik ve haksızlıktır bana göre… Bilenler iyi bilirler mezkûr bina bidayette Çeşme Belediyesi mülküdür dönemin Belediye Başkanı Belediyenin kendisine olan borçlarına istinaden mezkûr mülkü kendi mülkiyetine dâhil eder… Esasen bunda hukuki bir sorun da yoktur. Mademki Belediye Meclis Üyeleri, Encümen Üyeleri, Türkiye Cumhuriyeti meri hukuku muvafık ve münasiptir, muarızlara bir halt düşmez… Çok sonraları Belediye yönetimine gelen kadro mülk sahibi ve mülkiyet hukuku ve dahi Çeşme Kalesi ve çevresi koruma planları muvacehesinde hiç de kolay alınamayacak bir karar alır mezkûr mülk kamulaştırılır.  Dönemin Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç’ın ve dönemin çok değerli meclis üyeleri plan ve düşünceleri çerçevesinde bir kent müzesi oluşturma fikri oluşmuş ve bunu kamuoyu ile paylaşmış idi lakin iktidarı sona ermiş ve proje inkıtaa uğramış idi. Artık iktidar yeni belediye yönetimindeydi ve hatırlıyorum öyle mi olsun böyle mi olsun tartışmaları bir türlü sona ermiyor bir taraftan da restorasyon çalışmaları hızlı yürütülüyordu. Ve nihayet karar oluştu, Çeşme Kent Belleği Müzesi beklentisi gerçekleşti… Fikir oluşturulması, fikrin projelendirilmesi, projenin gerçekleştirilmesi sürecinde makam itibariyle en alttakinden en üsttekine katkısı olan herkes kocaman bir teşekkürü hak ediyor bana göre…

Binanın geçmişi ve geleceği üzerine çok şey yazıldı çizildi… Mezkûr bina ile ilgili en eski bilgiler, geçen yüzyılın başlarında bir kesimhane, kasap, manav ve balıkçılar ile bir meyhaneden oluşan bir yapı olduğu yönünde olup bilahare restoran, adliye, bakkal ve feribot yazıhanesi gibi çok değişik amaçlarla kullanıldığı şeklindedir. Kullanım konusunda hemen her Çeşmelinin binanın konumu, mülkiyeti dairesinde kıymetli anıları vardır. Mesela, restoran olma konusunda ben hatırlamıyorum lakin eldeki fotoğrafların bize hatırlattığı hali ile “Beyaz Martı Gazinosu Cengiz Korkmaz ve Kardeşleri” adı ile bir işletme var lakin sonrası “Sahil Restoran” adı altında Saffet Beyin (Dinçalp) unutulmaz ve çok iyi bildiğim ve çok hatıramızın olduğu işletmesi… Önceleri Çeşme Adliyesi olarak hizmet veren sonra “Fehmi’nin Kahvesi” diye bilinen Fehmi Karababa’nın kahvehanesi… Hiç değişmezmiş gibi bildiğim lakin değiştiğini de bildiğim “Raşit Özçakır’ın” bakkaliyesi… Arada Sakız Adası Feribotu olarak bildiğimiz “Aleko’nun Yazıhanesi”… Fehmi’nin kahvede birkaç gün garsonluk, uzun süre müdavimlik, Saffet Beyin orada oturup “balık-rakı” yapabilmenin ayrıcalığı, Saffet Beyin asla unutulmaz servis görevlisi Rıdvan, sonradan ekibe katılan değişik ve unutulmaz sesi ile “Canavar” lakaplı servis görevlisi, yan taraftaki Adliye Bölümüne, çocukları arkadaşım ve bir Çeşme fenomeni Rasim Çelebi ile diğer çocukluk arkadaşlarım Emin ve Mehmet Yüce’nin savcı babaları İbrahim Yüce, Feribot yazıhanesinde kapalı olduğu akşam saatlerinde, önünde köftecilik yaptığımız günlerde içilen rakılar ve şen şakrak muhabbetler üzerine binlerce hatıra… Hele “Fehmi’nin Kahvenin” köşesine sonradan adeta bir şeylerin tebarüzü manasında iliştirilen, dönemin iktidar partisi “Adalet Partisi” ilçe merkezine istiskal ile bakışımız, hep hatıramdadır… Bunlar üstüne hatıralarımı ayrı ayrı yazmak istiyorum ya, bakalım…

18 Ocak 2014 tarihinde hem kendi bloğumda hem de yazılarımın yayınlandığı “Yeni Çeşme” gazetesinde neler yazmışım konu ile ilgili; “Bilindiği üzere, kentlinin kent hakkını gözetmeyen, oluşacak kent ve kentli belleğini hiçe sayan, tepeden bakan, nobran bir anlayışın yansıdığı bir alan değildir kesinlikle kent müzesi… Çünkü kent müzesi aslında ve esasen diğer müzelerden farklı olarak kentliyi ve kentli ruhunu birleştiren, farklı unsurları birbirine bağlayan bir volan kayışı işlevi görür, bize geçmişi anlatırken, bugünü belgeleyerek arşivler ve gelecek için nasıl bir kent olmalı hayalini kurmamıza olanak sağlar ve kent insanına ve olma niyetinde olana kentin geleceğine dair senaryolar kurma şansı tanır.

Kent müzesi her şeyden önce ve esasen ve de öncelikle kentliye ait olmalı ve bağımsız bir yapısı, bilim insanlarından, bilge ve çelebi insanlardan oluşan bir yaşatma, danışma ve yönetim yapısına sahip olmalıdır. Aksi takdirde başka hesapları olan kimselere ve kurumlara, varolan ilişkisi ve alış verişi nedeniyle göbeğinden bağlı hale gelir ve maazallah bugünkü nobran anlayışın yarattığı rüzgârla da mezkûr kişi ve kurumların cüzü haline gelebilir. Bu kabil gerekçe ve çekincesi olmayan kent müzelerinin de kent müzesi olabilme imkân ve ihtimali yoktur. Bugün artık modern dünyanın geldiği nokta itibariyle kent müzelerin, genel olarak insanı ve özel olarak da kentliyi ilgilendiren her konunun ve unsurun yer alabildiği bir çalışma alanı olduğu aşikâr olup, adeta kentli için birer toplumsal yaşam ve bellek alanı olarak da, “bu alanımıza girer şu girmez” tefriki yapmaksızın ilgili her temayı içselleştirir ve forumuna dâhil eder ve etmelidir de… Geçmişin bugüne, bugünün geleceğe taşınarak geleceğin şekillendirmesine kentlinin tanıklığında, katılımcı, paylaşımcı ve demokratik, özgür bir yaklaşımdır kent müzesi, en önemli sunusu bizatihi kentin kendisi ve kendini kente ait hisseden insanlar olmalıdır mutlaka. Müzeler, sahip oldukları tarih, doğa, kültür içeriklerinin; genel manada çoluk-çocuk, yaşlı, genç için, en önemli buluşma, öğrenme, paylaşma, hatırlama ve bilgi mekânları olup, geçmişimizi geleceğimize taşıdığımız ve bu uğurda geleceğimize bıraktığımız yaşam renk ve ahenklerinin yansıtıldığı yegâne miras mekânlardır.

Kent müzeleri kentliyle birlikte kurulur, onları kucaklar, katılımcı olmayan bir mantığa teslim edilemeyecek kadar yaşamımızda etkin ve önemli mekânlardır, değilse de mutlaka olmalıdır. Kentliyi dinleyen daha da önemlisi kentin önemli bir parçası kabul eden, kentliyi şekillendirmeye yönelmeyen, tam tersine kentliyi kabul eden bir yaklaşım göstermelidir kent müzesi… Tabulara sığdırmaya çalışmayan, kentlinin değişkenliğini kabul eden bir öngörü ile hareket etmelidir yani… Bilgiyi işlemenin kaçınılmazlığını bilen, antropoloji ve sosyoloji bilimini göz ardı etmeyen, kentin bellek ve ruhunu yansıtan değerlerin korumacılığını asla ve kata göz ardı etmeyen bir yaklaşım olmalıdır bu yaklaşım… Hülasa halk, ama tamamı “şucu ve bucu” terfiki yapılmaksızın bu projede bulunması, projenin içinde olması, olmazsa olmazdır…

Peki; bu değerlendirme peşrevi neticesinde, “Kent Müzesi” nerede yani hangi mekânda bulunmalıdır sorusunun cevabına geldi sıra… Kent müzeleri genellikle bulundukları kentlerde simge olmuş, kentlinin hafızasında yer etmiş, hikâyesi çok bilinen ve kentliyi yok saymayan, üzmeyen ve bezmeyen, dışlamayan ve bölmeyen mekânlarda kurulması gerekirden hareketle, Çeşme’nin bu kabil binasının tayini yapılmalıdır.

Kent müzesi oluşumuna tartışmasız siyasi destek yapılmalı ancak, yönetimine “biz destek veriyoruz, biz her şeyine karışırız” demeden olmalı, siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduranın canının çektiği biçimde yönetebileceği değil tam tersine kentsel ve toplumsal bellek oluşturmak adına bilinen geçmişten bugüne her şeyi ama her şeyi içine alan kollektif bir sonuç oluşturmalıdır.  Çünkü bugüne kadar yaşanılan pratik, ister yerel ister genel olsun, tüm yönetimlerin bir türlü vazgeçemediği vesayetçi ve dayatmacı tavrın hiç eksik olmadığını göstermiştir, işte tam da bu nedenle, bari ve en azından oluşacak kent müzesinde karar alma süreçlerinin şeffaf tutulması ve katılımcı bir yönetim anlayışının temin edilmesi en büyük beklentidir ve hedef olmalıdır. Kent müzesinin ilgi alanına giren ve konusunu oluşturan her detayın, rakiplerle mücadele aracı olmadığı bilinciyle yapılmalıdır tüm planlar, tüm detay ve düzenlemelerin ideolojik yakınlık ve uzaklıklarla illiyeti kurulmaksızın özenli bir çalışma yürütülmelidir.

Peki, yönetime aday olanların bahse konu detaylarda kafa yorması yeterli midir acaba, yanıt şüphesiz ki hayırdır ve kent müzesi kurulması ile yetinilmeden, behemehâl “Kent Konseyi” adam gibi ve ahlaklı çalıştırılmalıdır. Kent müzesinin oluşturulmasının bir boyutuyla lokomotifi olacak bu konseyin çalıştırılma süreci, yönetime seçilmiş insanların kendilerini, seçilme gerekçelerini kendilerinin her haltı iyi bildiklerinden değil de, kendilerine ayak takımları tarafından süreli ve görev bölümü mucibince tevdi edilen bir ödev gözü ile bakmaları biçimi ile mütenasip olmalıdır. Aksi takdirde ve bugüne kadar ki pratik benzeri olacaksa tüm bu olacaklar, olmaması evla sayılabilir.”

Peki; netice itibari ile Müze kuruldu mu? Evet, mekân isabetli mi? Evet, peki diğer işaret ettiğim gerekler yerine geldi mi? Şüphesiz hayır, gelebilir mi idi? Şüphesiz hayır… Peki, bana sürpriz oldu mu? Şüphesiz hayır… 2014 yılında salt bu yüzden bunlar kaleme alındı işte… Evet, Türk tipi plan, tesis, işletme, bari “kervan yolda dizilir” diyelim…


Cuma, Şubat 02, 2024

ALMANYA ve HİTLER TERCİHİ

Bir önceki yazımı, Hitler’i şansölye makamına hazırlayıp oturtan, Thule Cemiyeti kurucusu Kont Rudolf von Sebottendorf’un şu sözü ile bitirmiştim, oradan devam edelim, Almanya kaybetmeyecek. Yenilse bile kaybetmeyecek. Bizim ikinci bir sığınağımız var. Cephede hayal kırıklığı yaşarsak orada yolumuza devam edeceğiz. Almanya kaybetmeyecek. Her şeyi hazırladım. Almanya kaybetmeyecek.”

Peki, “Führer Rejimini” ve o makama Hitler’i hazırladığını iddia eden bu muhterem kim ki, bu meziyetlere, imkân ve kabiliyete haiz de, tüm bunları adeta tereyağından kıl çeker gibi hallediyor. Böyle bir adam olabilir mi? Bence mümkünatı yok, olamaz… Peki, nasıl olabilir, tek bir yolu olabilir, bu muhterem olsa olsa büyük sermaye tarafından görevlendirilir… İnceleyince görülüyor ki, açıktan iktidara gelmesi sürecinde de son derece gizli destekçilerini görüyorsunuz. Kim mi onlar, defalarca yazdım, bir kez daha sadece isimleri bu rejim ve başındakiler ile anılan halen dünyanın büyük şirketleri, Siemens, Bayer, Krupp, Thyssen AG, Löewe, Deusche Bank, Dresdener Bank, Hugo Boss, BMW, Coca Cola'nın Almanya versiyonu Fanta, Renault, Ford vs… say say bitmez… Sonra kalkıp birileri de bize “Hitler’i” deli, çılgın, meczup diye anlatmaya çalışıyor… Yahu böylesine organize bir şekilde, sınırsız ve sorumsuz sermaye destekli siyasal organizasyonların yarattığı ve başa oturttuğu muhteremin deli olabileceğini kim düşünürse düşünsün, ben düşünemem… Benim açımdan, ince eleyip, sık dokunarak yapılan bir seçimle tayin edilmiş birisidir. Çılgın projeleri mi vardır, evet, dünyada dün de bugün de çılgın projeleri olmayan yöneticiler var mı ki… Dünya da mümbit, noter vazifesi gören halklar da müsait olunca, samanlık seyran oluyor haliyle… 

Noter görevi üstlenmiş halk, bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen halk, yok görmedim vallahi, bak bunu duymamıştım diyen halk için söylenecek tek bir şey vardır bence, “haydi yürü taş arabası”… Bunu söyleyenlerin hepsi yalancıdır, işbirlikçidir… Hem de orada, burada, şurada diye tefrik etmeksizin bu değişmiyor… Özellikle konuya müteallik Almanlar, diyorlar ya, “biz bu olanları bilmiyorduk, çünkü gazeteler yazmıyordu”, tam ters köşe… Yahu siz asıl bilmek istemiyordunuz, asıl siz duymak istemiyordunuz… Şüphesiz dönemin itiraz bayrağını gerek içerden gerek dışardan kaldıran Alman komünistlerini hariç tutarak söylüyorum tüm bunları… Onlar az şeyler mi yaptılar, sadece siz göresiniz diye ama niyet olmayınca görmeye, görmediniz… Bildiriler dağıttılar okumadınız, mobil radyo istasyonları ile yayın yaptılar izlemediniz, gösteriler yaptılar görmezden geldiniz, evlere özel bilgilendirme ağları kurdular yine görmediniz, görmediniz oğlu görmediniz… Şimdi de utanma belasına “yok, haberimiz yoktu”, haydi oradan yalancılar… Siz esasen her şeyi görüyorsunuz duyuyorsunuz sadece işinize gelmiyor… Haydi o günler de duymadığınıza inanalım, şimdilerde hem de iletişimin tavan yaptığı bu noktada, tercihlerinizi nasıl izah edeceksiniz… Yahu daha çok taze dışişleri bakanınız Kiev’e gidip “çelik yelek, miğfer” giyerek sokaklarda yürümedi mi? Bunu da mı görmedeniz? Oysa sizin anlı şanlı “yeşiller partisi” üyesi dışişleri bakanı parti programı gereği antimilitarsit, savaş karşıtı, doğa koruyucusu olması gerekmez mi? Oysa, hemen uçağa atlayıp Moskova’ya gidip “Sn. Putin, yahu siz ne yapıyorsunuz, tamam Merkel hanım sizi kandırdı Minsk anlaşması konusunda, biz şimdi var gücümüzle çalışıp bunu telafi edeceğiz, şu savaşı azıcık erteleyin” demek düşmez mi? Peki Merkel’in Minsk anlaşmasını kastederek “biz Putin’i kandırmak için, Ukrayna’yı silahlandırmak için zaman kazanmak adına Minsk anlaşmasını imzaladık” demedi mi? Peki, noter olarak siz ne yaptınız bu muhteremlere karşı, alkış ve destek dışında… Yahu geçin bunları Allahaşkına… Diğer taraftan Putin kendisine kurulan bu tuzağı görmemiş midir? Hiç zannetmiyorum… Gördü ama sonuçtan kendisi faydalanacağı için görmezden geldi bence… İnanmayanlar Rusya ekonomisine baksınlar hem de bu akla ziyan, akıl almaz yaptırımlara karşın… Mesela savaş öncesi 1 TL kaç Ruble idi, şimdi 1 TL kaç Ruble… Ya da dolar cinsinden bakın… Hesap ortada…

Yine dönelim, “Devr-i Führer”e, karşı çıkan ahlaklı küçük bir azınlığı bir kenara koyarak, siz neden demediniz, “kardeşim biz neden Çekoslovakya’yı işgal ettik”, “Avusturya neden ilhak edildi”, “Polonya’ya neden işgal hareketi başlatıldı” “Fransa’ya neden saldırdık”… Demediniz çünkü içinizdeki “Deutschland, Deutschland uber alles” kabarmış hatta fışkırmış idi…

İşgal edilen topraklardan kaçırılan/kaldırılan çocukların kamplarında çalıştınız, hiç mi görmediniz yaşananları… Hâkimler, sadece Führeri desteklemiyor diye insanları tutukladı, sürgünlere gönderdi, bir önemli üst düzey hâkimin Hitler’e yazdığı ve günlük basında kasım kasım kasılarak neşredilen “Führer’im; halk mahkemeleri bundan böyle bir karar verirken, sizin nasıl karar vereceğinize inanıyorsa, o yönde bir karar vermeye çalışacaktır” mektup ile övündünüz… Mühendisleriniz kamplar inşa etti, Versay anlaşmasına istinaden askeri kısıtlamalar olmasına rağmen başka ülkelerde ordular kuruldu ve içinde yer aldınız, başka ülkelerde tanklar ürettiniz, uçaklar ürettiniz, hiç mi sormadınız kendinize biz bunları hangi sebeple ve haddinden fazla imal ediyoruz, sınırlamalarının ardına dolanarak SA ve SS paramiliter güçler oluşturuldu bunları da mı görmediniz?  Meydanlarda öbek öbek Hitler ile hemfikir olmayan yazarların kitapları yakılırken de mi haberiniz olmadı? Peki, o gün olmadı da bugün Dostoyevski, Tolstoy kitaplarının kütüphanelerden kaldırılmasından da mı haberiniz yok? Bunu uzatmak mümkün şüphesiz lakin gerek yok… Ben “siz Almanlara bir şey diyeyim mi?”… Sizin çok büyük çoğunluğunuz bizim muhteşem Sülo’muzun deyimi ile “beyninizi öteki dünyaya hiç kullanmadan götürüyor olduğunuzu düşünüyorum” ve nihayetinde de aynı çoğunluk Nazi’siniz hem de neo’sundan… Esasen, Almanlar tıpkı diğer milletlerin zehirlenmesi gibi “milliyetçilik zehirlenmesine” tutulmuşlardır, yahu haydi sokaklara dökülüp protesto edemediniz anlıyorum korku bu kolay değil peki neden her seçimde oy verdiniz ya da neden destek toplantılarına katılıp avuçlarınız patlayana kadar alkışladınız. Aslında hepsi her şeyi biliyor ama faşist ruh ve zihinleri böyle davranmayı münasip görüyor

Son söz,  “Rüşvetçi politikacıları, düzenbazları, hırsızları ve hainleri seçen halk kurban değil, suç ortağıdır…” diyor George Orwell, valla katılmayanlar olabilir lakin ben ziyadesiyle katılıyorum… 




Cuma, Ocak 26, 2024

ADANA ABİDİNPAŞA CADDESİ

Kent ve kentsel mekânlar ana konu teması muvacehesinde tarih, coğrafya, topoğrafya, folklor, kültür, sosyal hayat ve alt detayları alt temalı kitapların dizisinden okumaya devam… Bu sefer de;  Adana Kitaplığı “Abidinpaşa Caddesi” adlı Süreyya Köle’nin eserini okudum, bana göre muhteşem, edebi açıdan mı? Anlattığı olayların öneminden mi? tefrikine haddimi aşacağından hiç girmeden hemen söyleyeyim, okur iken her satırında Adana’da farklı dönemlerde farklı pozisyonlarda yaşadığımdan Adana’nın tam kendisini tıpkı ben de orada imişim gibi hissettim. Sıcağından, Eğlence hayatından, Sosyal dokusundan aklımın ilgili bölümlerine sinmiş güzelim, samimi ve içten yaşanmışlıkları bana hissettiren yazara da teşekkürlerimi iletiyorum. Okunmamış olmasının kesinlikle hele de Adanalıysanız büyük bir eksiklik olacağını garanti edebilirim. Kitap Canım Yurdumun en önemli yerel gazetelerinden biri kabul edilen “Yeni Adana Gazetesinin” 100 yılı aşmış arşivini de günümüze yazarın beğeni, tercih, istek ve hedefleri doğrultusunda seçtiği başlıklar ile taşıyan bir tarz içinde oluşturulmuş… Ben çok büyük bir keyifle okudum ve şiddetle öneriyorum…

“Ooof Lan ooof” başlıklı bölümde “Adanalı olmak demek” diye başlayan paragrafta; “10 kişiyle Toros Dağlarında Fransız Tümeni’ni esir almak demektir. Adanalı olmak demek; sana posta koyan, senden 20 cm uzun 30 kg ağır birini bir kafada kahvenin ortasına uzatmak demektir. Adanalı olmak demek; senden cılız ve çelimsiz olan sevgilinin abisinden, bile bile dayak yemek demektir… Adanalı olmak demek; 9 kişilik Özen, Topel, İtimat dolmuşuna binip bütün arkadaşlarının dolmuş parasını vermek demektir. Adanalı olmak demek; her türlü riski göze alıp Valiliğin bahçesinden sevgiliye vermek üzere gül çalmak demektir. Adanalı olmak demek; cebindeki bütün parayı Hastay’la Timurhana’a basıp Hipodram’dan mahalleye yayan dönmek demektir. Adanalı olmak demek; senden haraç isteyen iti kopuğu sandalyeyi kapıp önün sıra kovalamak demektir. Adanalı olmak demek; ülser olan birinin avuç avuç süs biberini bir çırpıda yemesi demektir. Adanalı olmak demek; evde pırasa piştiği zaman cebindeki son parayla karşı kaldırımdaki kebapçıdan dürüm yemek demektir. Ahhhh ulannn! Adanalı olmak demek; bir yazlık sinemada bir Yılmaz Güney filminin sonunda sesinin çıktığı kadar “of” çekmek demektir.” biçimi ile bir tarifi vardır, ziyadesiyle uzatılabilecek tarifi kısa keserek inanılmaz bir özet geçiyor…

Kitabın adı, esasen Roma İmparatorluğu döneminde inşa edilmiş ve Seyhan Nehrinin iki yakasını birbirine bağlayan tarihi “Taş Köprünün” şehre ve merkeze bağlantısını sağladığı bilinen ve kimi tarihçilere göre de mezkûr dönemde sütunlu bir cadde olarak belirtilen ve hamam, tiyatro, ibadethane-tapınak gibi kentsel mekânların bulunduğu ve şehir surları içinde kalan halk arasında önceleri “Doktorlar Caddesi” bugünlerde ise “Bankalar Caddesi” olarak bilinen resmi adı da eski bir Adana Valisinden mülhem “Abidinpaşa Caddesinden” esinlenmiştir. Esasen de mezkûr caddenin tarihi, kültürel ve ticari öneminden ve anlatımından ziyade “Yeni Adana Gazetesinin” bir yazarı olması hasebiyle de gazete idarehanesinin bulunmasından ötürü kitap adına dönüşmesidir.

Abidinpaşa Caddesi Seyhan Nehrini dik kesen bir konum oluştururken Taş Köprü üzerinden de karşıya ulaşır. Tepebağ, Kayalıbağ, Ulucami ve Karasoku Mahallerinin de sınırı gibi konumlanmış bir cadde durumunda olup bugün yine ticari ve idari merkez olma konumunu hala sürdürmektedir. Yaptığım okumalardan anladığım kadarı ile Cumhuriyetin ilk yıllarında caddenin sağlı sollu maksimum iki katlı binalardan müteşekkil olması ve genellikle merkezi konumu gereği doktorların muayenehane açması nedeniyle yukarıda da bahsettiğim biçimi ile “Doktorlar” bilahare de banka şubelerin tercihi ile de “Bankalar” caddesi olarak adlandırılması bile ticari ve ekonominin merkezi olmasının kısa bir tarifidir adeta… Dahası da “Küçük Amerika” olma hayallerinin patladığı ve parladığı 1950’li yılların ardından cadde hızlı bir biçimde ne yazık ki her kentin nasibini aldığı çok katlı ve birbirine bitişik binaların oluşturduğu adeta bir tünel görüntüsü vermesi de eldeki fotoğrafların kıyaslanması neticesinde biz kent korumacılığı hassasiyeti taşıyanları üzmektedir.

Cadde; bir ucunda “Taş Köprü”, meşhur “Kale Kapısı”, “Adana Çiftçiler Birliği” ve “Adana Şehir Surları kalıntısı” bulunur iken diğer ucunda 1980’den sonra düzenlenen, “Tarihi Küçük Saat Kulesinin”, “Kemeraltı Camii” ve “Tarihi Mestan Hamamının” bulunduğu “5 Ocak Meydanına”, arada ise kendisini dik kesen Cemal Gürsel Bulvarı yönünde “Bebekli Kilise Aziz Pavlos Katolik Kilisesi” ile bugün artık başka amaçlarla kullanılan “Ermeni Gregoryen Kilisesi” ve “Ermeni Terziyan Mektebi” ile adeta bir tarihi ve kültürel harmoni oluşturmaktadır. Son Adana ziyaretim sırasında estetik ve mimari değeri ziyadesiyle tartışılabilecek lakin kentsel anıt ve mekân olması asla tartışılamayacak olan “Tarihi Küçük Saat” kulesinin bendeki hatıralarına binaen fotoğrafını çekerken, bu konudaki hassasiyetime rağmen cidden fark etmediğim birkaç polis memuru muhtemelen de kontrol görevi yapmakta imiş hemen saatin altında, birisi inanılmaz bir hışım ile koşarak yanıma gelip bağırmaya başlayınca fark ettim. Polis avaz avaz hakaretamiz biçimde “ne fotoğrafımızı çekiyorsun” deyince anladım muhteremin kaygısını, “yok kardeşim senin fotoğrafını neden çekeyim, sen kimsin ki” falan deyince de muhterem vites arttırdı… Başta çektiğim fotoğrafı görmek istemesine karşın göstermeyeceğim dememe rağmen baktım ki işin “sonu merkez nihayetinde rezalet” gösterdim fotoğrafları sadece Saat Kulesinin fotoğraflarını görünce hem rahatladı hem de beni rahatlattı lakin son derece insani olan bir özrü bile dilemeden geçti tekrar yerine… Bu ne şiddet bu ne celal diyesi geliyor adamın lakin onlarında insani hisleri var şüphesiz, anlayabiliyorum…

Kitabın bir yerinde müthiş bir tespit var; “Adanalı asla ve asla herhangi bir şeyi herhangi bir şeyin içine koymaz, ancak ve ancak katar. Pazarcı, sattığı sebze ve meyveyi poşete, hamal, taşıdığı eşyayı evin odalarından birine, kahveci, çayı bardağa, garson, salata tabağını masaya katar mesela. Koymak sözcüğünü öyle uluorta kullanmak, her sözün sonu ekleyip sıradan bir fiil haline getirmek alışkanlıklar içinde değildir Adana’da. Adanalı bu sözcüğünü neredeyse tek yerde kullanır, küfürde. O zaman da “koymak” sözcüğü kullanmakla ilgili tüm hakkını sonuna kadar değerlendirmek istercesine, ağzının dolusu ve büyük bir keyifle…” İşte bu bile Adana ve Adanalı için detay bilgi sahibi olmamıza sebep olsa gerek…

Evet, maalesef yazının sonuna geldim, kitaptan kendimce önemsediğim noktaları aktarmaya diğer yazılarımda devam etmek üzere. Adananın yolları taştan mı, Adananın arabacıları, Adanalı yazarlardan, ünlü yazarlardan Adana üstüne görüşler, Adanalının küfür etmesi, Adananın sıcağı, Adana’da yüzme sporu vs vs gibi çok çeşitli ve özgün hatırat detayı için kitabın kendisi şiddetle önerilir…

Cuma, Ocak 19, 2024

WEIMAR CUMHURİYETİ ve HİTLER’E DAVETİYE GÜNLERİ

1918 senesinin Kasım ayında “dünya paylaşımında en büyük pastayı ben yiyeceğim” iddiası ile girilen Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkarak yeniden toparlanma günlerinde, Almanya’nın Weimar Kentinde toplanan Almanya Milli Meclisi “Monarşi” yerine “parlamenter demokrasiye” geçişi temin edecek bir anayasa hazırlar. Yeni anayasa “Deutsches Reich” diye anılan “Almanya İmparatorluğu” deyimini de aynen muhafaza ederek liberal demokrasiye geçileceğini ilan eden irade sonuçta duvara çarpar, Hitler Faşizmine teslim olur… Yenilginin fermanı boyutunda kabul edilen Versay Antlaşmasının reddi ile birlikte başta da Almanya Thule Cemiyetinin çaktırmadan hazırladığı rejim çalışmaları da başlar… Thule Cemiyeti NSDPA’yı kurtuluş olarak görür ve tüm gücü ile çalışmaya koyulur… Bu konu ile daha önce “Hitler’in destekçisi Thule Cemiyeti ve büyük sermaye” başlıklı yazımda tüm bilebildiğim detayları yazmıştım… Neyse ilerleyelim, “Deutsches Reich” asla yenilgiyi kabullenmedi, hayretle gördüm ki, tıpkı şimdilerde Osmanlı hayranlarının ifade ettiği üzere “1. Dünya savaşında Osmanlı yenilmedi, müttefikleri yenildiği için yenik sayıldı” tezi, “Deutsches Reich’ın” ordusu tarafından da benzer bir şekilde “Almanlar 1. Dünya savaşında cephede yenilmediler, vatansız siviller tarafından hançerle sırtlarından vurulmuştur” savunula gelmektedir. Şimdi ne var bunda, savunsun savunmak isteyenler denebilir, lakin savunanların kim olduğuna bakınca da, bunun sonu “pusuda bekleyip” uygun zamanda, kaybedilenlerin telafisine delalet ettiğini görür, tüylerimiz diken diken olur… Musul’un yeniden ele geçirilme arzularını ve dillendirilmelerini daha çok yakın geçmişte, “devr-i Özal” bize göstermiş idi, Allahtan uluslararası dengeler, güç tayini ve içeride direnen askeri ve mülki ekibin deyim yerinde ise canhıraş mücadelesi mezkûr konuyu rafa kaldırmış, inkıtaa uğratmış idi çok şükür… Evet, Almanya Burjuvazisi de erketeye yatmış, ehven şartları bekliyordu bir tarafı ile Hitler ordusunu hazırlar iken… Rekabete hazırlanan Almanya Burjuvazisi Versay antlaşmasından doğan kısıtlamaları aşabilmek için ülke toprakları dışında hatta şaşırtıcı bile olabilir Sovyetler Birliği içinde bile “ordu ve mekanizasyonları” için hazırlık ve yatırımlar yapıyordu… Hemen 1. Paylaşımın arkasından adeta intikam almaya yönelik 2. Paylaşım savaşına hazırlık babından…

Tüm bunları uzun uzun yazmak kabil şüphesiz çünkü konu ve ardındaki yaşananlar o kadar sarih ve aleni ve basit ki, sadece “anlamak istemeyenler ve anlamaya direnenler” göremez… Oysaki öğretimi ilkokul, zekâsı vasat, gözü az gören, kulağı az işiten, herkesin kolayca bilebileceği üzere durum net… O günün Almanya’sından kısa bir özet yapalım… Bilindiği üzere “führer rejimine” geçiş için irade ve niyet gerek şart olup, yeter şart değildir. Tüm diğer objektif şartların da olması şarttır. Yönetenlerin yönetememesi ve yönetilenlerin hoşnut olmaması temel ilkesi; ekonomik, siyasal ve sosyal çalkantıların vukuatı adiyeden sayılması gibi göstergelerin tavan yapması şarttır. Cumhuriyetin ilanını müteakip ilk 2 yıl balım, cicim geçer lakin bilahare başta savaşın ağır tazminat ödemeleri, inanılmaz işsizlik, pahalılık, rüşvet, irtikâp, kayırmacılık, adaletsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk ve inanılmaz bütçe açıkları ve üstüne de keyfi yönetim hepsinin yanında da dış politika kaynaklı inanılmaz problemler çözülemez safhaya varmıştır. Siyasal ve sosyal çalkantıların bir iç savaş tehlikesi oluşturması da işin tuzu biberi olur… Bu atmosfer, yani diğer tabir ile “ezilen sınıfların, egemen sınıfları istememesi”, ve dahi “egemen sınıfların eski ilişkiler ile yaşayamaması” durumu, tam tamına Lenin’in devrimci durum tarifine uygundur mülahazası ile komünist gruplar “emekçilerin devrim yapmaya hazır olması” şartına bakmaksızın ayaklanmaya hazırlanır iken, diğer kanatta ise NSDPA’yı önüne katarak nazi gençlik örgütü SA’lar vasıtası ile Thule Cemiyeti üzerinden muktedirler “führer rejimini” tesis için her şeyi yaparlar… Ve ne yazık ki, her türlü hile, hurda, entrika ve yalan, dolan propagandalar ve dahi yakıp, yıkma ve saldırılar ile “Führer rejimi” gerçekleşir.

Nazilerin fikir babası olarak kabul edilen, bir Yahudi düşmanı, beyaz ırk üstünlüğünün savunucusu, iş insanı, siyaset adamı, casus ve aynı zamanda Canım Yurdumdaki muadilleri vasıtasıyla Türkiye vatandaşlığı da olan bir Alman olarak bilinen ve asıl adı başka bir şey olmakla birlikte Rudolf von Sebottendorf adını kullanan bir muhterem bu işlerin başrol oyuncusu olarak muktedirler tarafından tayin olunmuştur… Bu muhteremin 1934 yılında İstanbul’a gelmiş, 1945 yılında ölünceye kadar burada yaşadığını söylersek, belki durum bazıları açısından daha net anlaşılır. Nazilerin politik olarak rahle-i tedrisattan geçtikleri, gizli Thule Cemiyeti’nin de kurucusu da olan bu muhterem bir dönem de Amerika, Finlandiya, İsveç, Norveç, Hollanda, Danimarka, Belçika, Avusturya ve İngiltere’de ırkçılığın enternasyonal örgütlemesine dair yoğun çabalar sarf eder. Hitler’in de kılavuzu hatta yaratıcısı sayılacak, Rudolf von Sebottendorf bakın neler diyor daha 1929 yılında; “Kadim çağlar bir sır perdesiyle örtülü fakat bildiğimiz bir şey var ki o da İnsanlık medeniyetinin Kutsal İmparatorluk ile yeniden doğmuş olmasıdır. Ben de Kutsal İmparatorluğun bugünkü tecellisi olan Reich’ın bir vatandaşıyım. Kutsal Alman ulusu, Kutsal İmparatorluğun kutsal baltasıdır ve Kutsal İmparatorluğun kutsal Kartalı Alman ulusunun bizzat kendisidir. Bu Almanlar ve diğer tüm Cermanikler için bir onurdur. Soysuz alçaklar bunu idrak edemezler. Ancak soysuzlar kölelik yapar. Bilakis kutsal Alman halkı ve tüm soylu Cermenikler, sadakat, çalışkanlık ve ihtişam dolu ruhlarıyla Kutsal İmparatorluk Reich'ın amansız bağlısıdır. Sonsuza kadar.

Yaklaşan bir savaş ve sonrasında yeni bir nizam artık açıkça görülmekte. Medeniyet yapıcıların medeniyet yıkıcılarla hâlihazırda verdiği mücadele, çok gayret ve çok çalışma ister, epey ağır bir yüktür. Dün birbirimizi tanımadığımız ve daha sonra tanımak istemediğimiz ve savaşmaya mecbur bırakıldığımız bizler, bugün artık birbirimizi tanıyoruz. Düşmanımız aynı ve bir o kadar kadim. Eğer İngiltere, Fransa, Rusya ve hatta bize İngilizlerin kapılarını kapatmak istedikleri Birleşik Devletler'in idarecileri gafil halklarını bizim dünya için tehdit olduğumuza ve yok edilmemiz gerektiğine ikna ettiyse artık bugünden itibaren savaştan başka tüm kapıların kapandığını ve tam bir istişare ve ittifak içinde olmamız gerektiğini anlamamız gerekecektir. Ve inanıyorum ki, İtalya ve Reich, Türkiye'yi ve Japonya'yı da yanına alarak düşmanlarına karşı muazzam bir Mihver oluşturacaktır.” (dönemin birkaç dergisinden wikipedia’da özetlenen hali ile)

1937 yılında bir dergiye verdiği röportajdan bir alıntı ile sona gelelim; “Adolf'u ben seçtim. NSDAP’nin her mensubu artık birer kahraman olmaya hazır. Bana soylu biri değil, Alman ulusunu hedefim doğrultusunda ilerletecek bir lider lazımdı. Bana korkak ve çekingen aristokrat oğlanları ve kızları değil, vatansever ve aydın çocuklar lazımdı. Onları ben seçtim, dostlarıma talimat verdim ve bugün emin adımlarla hedefe ilerliyoruz. Almanya kaybetmeyecek. Yenilse bile kaybetmeyecek. Bizim ikinci bir sığınağımız var. Cephede hayal kırıklığı yaşarsak orada yolumuza devam edeceğiz. Almanya kaybetmeyecek. Her şeyi hazırladım. Almanya kaybetmeyecek.”

Evet, hayaller, propagandalar ve palavralar sınırsız… Bu kabil insanların peşinden gidenler, sonradan haberimiz yoktu, bilmiyorduk, duymamıştık vs gibi sadece durumdan sıyrılmak adına savunmalar yaptılar. Ama gerçekler maalesef hiç de öyle değil… Peki, bu yaşananlardan ders alındı mı? Nerdeeeee…

 


Perşembe, Ocak 11, 2024

VELİ USTA ve ÇEŞME MEYDAN SAATİ


Veli Usta (Karaman) “mübadele” ile yerinden yurdundan koparılmış, doğdukları toprakları bir daha görememe bahtsızlığı yaşamış kuşağın temsilcilerinden biridir. Temsilci de derken, zannedilmesin ki bahse konu insan sayısı 3 ya da 5, yaklaşık 500.000 kişinin temsiliyetinden bahsetmekteyim, hem de her biri yekdiğerini nizamı ile. Çeşme’nin sembol isimlerinden biri olmanın yanında bir münevver, bir batılı, bir asri çınarı ve dahi tekmilen misalidir de, Veli Usta, Girit’te ailesinin ekonomik ve sosyal durumu mükemmeldir, tıpkı benzerleri gibi desek diğerlerini üzmemek adına lakin en iyi durumda olanıdır ailesi… Türkiye’ye gelince artık eski mükemmel günler geride kalır, maalesef… Veli Usta Türkçe konuşmakta da her muhacir kadar sıkıntı yaşar lakin ne zaman ki Rumlar ile bir iletişim söz konusu ise adeta tek tercüman olarak hemen ilk akla gelen kişidir. Halen oğlu Hüsnü Karaman’ın saat ve gözlük satış ve tamir işleri yaptığı yerdeki dükkâna yerleşir Veli Usta, uzun yıllar orada, mesleki bilgi ve disipline haiz vaziyette lakin yüksek esnaf ahlakı ile esnaflığa devam etmiştir. Dönemine uygun tamir işleri ilaveleri ya da değişiklikleri hep olmuştur, mesela TV’ler çıktı, o işin de sorumluluğunu uzun seneler yürütmüştür.

Veli Ustanın saat tamirciliği esasen mübadele ile Türkiye’ye intikalden sonra başlar. Girit’te kendilerine ait dükkânların hemen yakınında “Fanuraki” adlı bir Rum saat tamircisi vardır. Veli Usta çocukluğunda ziyadesiyle ilgisini çeken bu ustayı ve çalışmalarını sıklıkla gider dışarıdan camekândan izlermiş… Çocuklukta alaka ile oluşan bu muhteşem sevgi, mübadele sonrası hem radikal yer değiştirmenin yarattığı çaresizliğin yerele mütenasip çaresi, hem de medarı maişet arayışının kesiştiği noktada saatçiliğe dönüşür, esasen tamir bakım işleri sadece saat ile sınırlı da değildir, her türlü alet edavat tamiri de söz konusudur zaten saat kullanımı da yaygın olmaması sebebiyle tabiidir böyle olması… Hatta bir ara nedense Belediye dükkân sahiplerine tabela asma mecburiyeti getirince tabelayı yazacak muhteremin ne yazayım sorusu üzerine “saat vesaire tamiratı” yazdırmıştır, eee her şeyin tamir edildiği yerin tabelası da böyle olur kabilinden… İşte bu ahvalde Çeşme Meydan Saatinin bakım, işletme ve kalibrasyon işi ile de ilk akla gelen kişidir.


Çeşme Meydan Saati, İstanbul Çemberlitaş’ta adı soyadı “Mustafa Şemi Pek” olan bir imalathane sahibi bir saatçinin imalatı olup, Çeşme’ye kesin kuruluş tarihi bilememekle birlikte 1950’lerin başı olması çok muhtemeldir, Veli Usta’nın oğlu Hüsnü Karaman’a anlattıklarından bunu hatırlıyoruz. İmalatçı Mustafa Şemi Pek imalatı müteakip Çeşme’ye gelip saati monte ediyor ve bilahare de gerekecek ayar, bakım ve kalibrasyon hizmetlerinin temin ve tedariki işini Veli Ustaya devrediyor. Kuruluşu ve işletmesi Çeşme Ziraat Bankası tarafından finanse edilen, Çeşme Meydan Saati elektrikli bir motora sahip olup elektriklerin uzun süreli kesilmesi halinde saati kuran sarkacın bağlı olduğu ipin ucundaki ağırlık dibe kadar iniyor ve oraya yerleştirilen zifte yapışıp kalıyormuş. Esasen zift oraya sadece tecrit malzemesi diye konmuştur lakin sonuçta maalesef mezkûr neticeye sebebiyet oluşturmaktadır. Hele ki saatin gövdesi metalden imal edilmiş olmasından mütevellit sıcak altında zift hemen yumuşar ve adeta tutkal haline dönüşür ki… Nasıl ki “guguklu saatlerdeki” ağırlığın belli zamanlarda kurulması gerekmekte iken uzun süre kurulmaz ise sarkacı kuran ağırlık taaa dibe kadar inmektedir ya, tam da öyle bir şey işte… İşletme sürecinde bir imalat hatası da tespit eder Veli Usta zamanla ve imalatçıya bir mektup yazarak durumu ve çözüm yollarını ve imalatçının mutabık olması halinde bu hatanın kısa sürede giderilebileceğini anlatır. İmalatçının iznine mukabil hata da giderilir. Hata ise “dört adet saat kadranı doğal olarak en üste ve saati çalıştıracak makine ise en alta yerleştirilmiş ve makine volan görevi gören bir mil vasıtasıyla da kadranlardaki akrep ve yelkovanı hareket ettirir vaziyettedir”, milin ağırlığı nedeniyle zamanla dönüşe bağlı oluşan atalet sebebiyle mil çalışamaz hale geliyor dolayısıyla da saat duruyor… Çözüm ise rulmanla oluşturulan bir mekanizma ilavesi ile temin edilir. Rulman marifeti, dönüşün atalet yaratmayacağı şekilde düzenlenince de artık hurdaya çıkana kadar bu kabil bir arızaya rastlanılmaz. Esasen “meydan saatleri” basit birer düzenekten ibaret olup meydan saati imal ve işletmesi de ilk başlarda “İngiliz demirciler” tarafından başlatılmıştır. Diğer taraftan dişlilerin çalışma irtibatı şimdiki bisiklet zincirlerinin bir benzeri lakin minyatürü şeklinde kurulmuştur oysaki üzerinde başka meslek erbapları çalışmış olsa çok muhtemel ki dişlilerin birbirlerine direk irtibatları ile teçhiz edilebilirdi. Peki, bir markası var mı idi sorusunun cevabı ise marka yok üzerinde sadece Ziraat Bankası yazmakta idi. Burada verilen tüm teknik ve idari bilgilerin kaynağı Veli Usta’nın küçük oğlu Hüsnü Karaman olup kendisinden farklı zamanlarda dinlenerek not edilmiştir. Yoksa ben nereden bileceğim bunları…


Nuri Ertan Abimizin Belediye Başkanlığı döneminde realize edilen “meydan düzenlemesine” kurban edilir Çeşme Meydan Saati, ne yazık ki… Şimdi nerededir onu da Allah bilir… Esasen biliniyor da… Muhtemelen şehir planlamasından hiç anlamayan, kent mobilyaları, tesisleri ve teçhizatlarından bir haber kişilerin suflesi ile de estetik bulunmayan saat derdest edilmiştir. Oysa kim nereden bilecek, nasıl anlayacak bu önemli bir karakter yapısıdır, Çeşme’nin merkezine yerleştirilmiş… Sana mı kaldı be adam “estetik mi” olup olmadığı diyeceksin, o da olmuyor işte… İşte değneksiz gezenlerin marifetleri…

Veli Ustanın bir de “top tamir hikâyesi vardır ki” tek kelime ile muhteşem… Ben hikâyeyi tüm detayları ile biliyorum lakin benden önce “o mükemmel anlatımı ve süslemesi” ile yine Çeşmeli büyüğümüz yazar Mehmet Culum Abimiz yazdığı için ben sadece hatırlatma kabilinden geçeceğim. Hikâyenin tamamını okumak isteyenler de Mehmet Culum Abimizin internetteki https://www.culum.com/docs/saatci.html adresine müracaat etmeliler. Problem çözmenin karşılığı, hem de çok dar ve zor dönemlerde olmasına rağmen abuk subuk bir kanun maddesine istinaden yaşananlar…

Köylü toplumunda saat özellikle de meydan saati bulunması ihtiyacı da nasıl bir ihtiyaçtır hiç anlamadım gitti… Tarla da çalışıyorsun, ki tarladaki çalışmaların dönem itibari ile de “gün doğdu gün battı” düzeninde olması hasebiyle kimin ne işine yarardı bilemedim. Esasen saat devlet adına, kamu adına çalışanların mesai saati düzenlemelerine ve “devlet dairelerinde” işi olanların ilgili daireye girmeden önce meydan saatine bakarak “aaa mesai bitmiş” ya da “aaaa halen çalışıyor olmalılar” demelerine ciddi manada yardımcı olduğu konusunda yazılar okumuş idim… Çeşme’de bu saatten önce de bir adet “Güneş saati” bulunmaktadır. Güneş saati de, Çeşme’nin ilk “Hükümet Konağı” şimdilerde ise Ertürk Feribotlarının merkez yazıhanesinin bulunduğu yer ile, ki sonradan Belediye Dükkanları diye inşa edilen sıradan bir yapıdır, Çeşme Emniyet Müdürlüğü arasındaki alandadır. Şimdilerde Güneş saatinin kaidesi maalesef Kervansaray karşısındaki süs havuzunun içinde fıskiye bazası olarak yerleştirilmiş vaziyettedir. Hani tarihimize çok önem veren abilerimiz ve siyasetçilerimiz yönetiyor ya Çeşme’mizi, biz de onları efsane diye anıyoruz ya, Allah selamet versin…

Yine Hüsnü Karaman’dan dinlediğim enteresan bir hikâye var; genellikle köylüler Cuma günleri Çeşme merkeze inerler, ihtiyaç olunan her türlü iş görülecek ve her türlü malzeme temin edilecektir. Bir gün saat tamiri için gelen birkaç köylü, saati Veli Ustaya gösterirlerken birisi saati bozuk olana seslenir; “o saati tamir ettireceğine parmağını güneşe şu şekil tut, zamanı daha iyi anlarsın”… İşte hayatın en basit hali…

Cuma, Ocak 05, 2024

ÇAĞDIŞI İNFAZ; İDAM

Geçtiğimiz günlerde, 13 Aralık 1980 tarihinde 12 Eylül’cülerin “asmayalım da besleyelim mi” naraları ile idamını gerçekleştirdiği Erdal Eren’in sene-i devriyesi vardı… Darbecilerin başının bu kabil ettiği hukuk tanımayan, “şartların oluşmasını bekledik” sözü ile de adeta bugünleri bekliyormuşçasına sarf ettiği sözleri bir araya getirsek bir kitap olur, emin olun… “Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk” ve “Eğer sağdan 2 asmışsak ertesi gün 2 de soldan asıyorduk.” gibi rezil rüsva bir hukuk garabetinden tutun da “İdamları imzalarken ellerim hiç titremedi.” benzeri bir başka hukuk garabetine… Say say bitmez, peki haydi bu baylar “derece-i zekâvet” adına “dûn” faslından öteye apolet takamamış diye kabul edelim, peki nasıl olurda bu ülkenin anlı şanlı profesörlerinin de yer ve rol aldığı asırlık İstanbul Üniversitesi, hem de yine bu şimdi artık korkaklıkları sebebiyle adlarını bile açıklamaktan çekinen mezkûr profesörleri, mezkûr zat’a “haiz olduğu ahlaki faziletler” ve dahi “ilmi kıymet ve meziyetleri” için “fahri profesörlük” ve “hukuk doktoru” unvanı verdiler. Adlarını açıklamıyor olmalarını, çocukları ve torunları adına bir utanç mirası bırakmak istemiyor olabilir diye açıklamak mümkün olabilir lakin emin olun hiç de utanacak çapta ve vasıfta adam değillerdir… Ayrıca, acaba çocukları ve torunları bu koca koca profesör baba ya da dedelerinin bu abuk kararlarını nasıl değerlendiriyorlar, onları göğüslerini kabartarak savunabiliyorlar mı?, bilmek isterim doğrusu… Mezkûr tarihte bu şaklabanlığa karşı çıkıp muhalefet şerhi düşerek karşı oy kullanan, Prof. Dr. Nedime Ergenç, Prof. Dr. Sırrı Erinç ve Prof. Dr. Kemal Kurtuluş’u, hukukun üstünlüğüne, bilimsel değerlendirmelere sadık kalmalarından ve dahası “mangal gibi yüreğe” sahip olmalarından ötürü bir kez daha saygı ile anıyorum. Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yılmaz Altuğ’un “Okulun ihtiyaçları vardı. Kadro lazımdı, para gerekliydi” gibi bu diplomayı rüşvet olarak verdik mealinden izah edip kabul oyu verenleri de Kenan Evren’in mirasçılarına havale ediyorum… Artık onlar “babamız rüşvet almazdı, vermezdi” deyip dursunlar… Aksini iddia edenler varsa da, haydi onlar çağrı yapsınlar gerek Üniversiteye gerekse de belgeye sahip olanların mirasçılarına, açıklayın bu elit profesörleri diye, haydi görelim… “Bizim çocuklar” diye zamanında onlara sahip çıkan ABD bile işleri bitince adeta kullanılmış mendil gibi kenara attı bunları… Neyse aslında bahsetmek istediğim konu bu karanlık ilişkiler sahibi ve “ABD’nin çocukları” olmaktan öteye gidememiş darbeci generaller değil, lakin idam ve katliam deyince maalesef aklıma başkaları gelmiyor ve oradan da başlamak gerekiyor…

İdam cezalarının devamı ya da yeniden ihdası gibi abuk subuk tartışmaların sürdürüldüğünü hayretle izlemekteyim. İdam cezasının korkunçluğu yanında yeni suçların işlenmesine engel mahiyetinde bir misal da oluşturamadığı ve dahası oluşturamayacağı da tüm dünyada ittifak ile kabul görmüş durumdadır. Birkaç misal verip ilerleyeyim; suç diye bilinen davranışların en ağır cezalandırıldığı ülke bilindiği üzere Suudi Arabistan’dır, bazı ülkelerde suç bile kabul edilmeyen davranışların cezalandırılması mezkûr ülkede en hafifinden Cuma günleri cami cemaati önünde ağır kırbaç cezaları ile cezalandırılırken, yine bazı ülkelerde tedavi ile tecziyesi ifa edilen bazı davranışlar bu ülkede kılıç marifeti ile baş kesilmek sureti ile cezalandırılmaktadır. Peki, suç kabul edilen davranışlarda azalma eğilimi var mıdır? Zinhar… Olamaz da… Peki; idam cezası ile cezalandırılan ve infazları gerçekleşen, sabık başbakan Adnan Menderes ve arkadaşları bugün aynı muameleye tabi tutulabilirler miydi? Hiç zannetmiyorum…  Cezanın korkunçluğu ve şiddeti ve dahi misal kabilinden büyük kitleler önünde gerçekleştirilmesi de caydırıcı olmaktan çok uzaktır. 

Yasa yapıcı tarafından suç olarak adlandırılan davranışlara ceza yaptırımları da tanımlanmaktadır. Kim yapıyor bu tanımlamaları; yasa yapıcı, peki kim bu yasa yapıcılar, ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, kral, padişah, führer gibi tek kişiler yanında partiler tarafından tayin edilerek oluşmuş meclisler… Peki; kim aksini iddia edebilir ki, bu muhteremlerin, tanım ve karar oluşturma süreçlerinde, eğitim, öğretim, sosyal statü, dini ve etnik yapıları, içinden geldikleri örf ve adetleri, ananeleri, görenekleri, aile yapıları etkili olmaz da yegâne şık safiyâne ve medeni hukuk nosyonları etkili olur… Binaenaleyh, suç tanımı ve karşılık gelen cezaların bile şiddetinden toplumların beşeri durumunu anlamak mümkündür…     

Burada; şimdilerde ne zaman izlediğimi hatırlamadığım BBC’den bir haberden bahsederek bir geçiş yapmak istiyorum… Yer İngiltere, yaşlı lakin hatırlı bir kadının “kedisinin kayıp olması” ve polisi araması üzerine, polis ve itfaiye olay yerine intikal eder, tabii ki basın da… Yaşlı kadın kedisinin çalındığı konusunda çok emindir, hatta çalanlar konusunda bile kesin bir kararı vardır. Gazetecinin sorduğu; “sizce kedinizi kim çalmış olabilir” sorusuna tereddütsüz “tabii ki Almanlar”… Şimdi düşünün bu kadının, hâkim olduğunu, savcı olduğunu, kanun yapıcı olduğunu, şahit olduğunu, “yandı gülüm keten helva” tarzında bir sonuç…

Evet, esasen ceza, suç işleyene mukabil bir yaptırımdır lakin söz konusu “idam cezası” ise, cezalandırmanın en ağır biçimi olup sonuçlarının düzeltilme imkânı olmayan ve asla ve kat’a telafisi de bulunmamaktadır.

Ölüm cezasının, vicdanen adaleti ve bu adalete olan güveni tesis ve temin ettiğini, dolayısıyla da en caydırıcı ceza olduğu, bu cezanın misal olması babından oluşturduğu korku ve dehşete ihtiyaç olduğu esasen de tanrısal bir ceza sayılması gerektiği maalesef ki dünyanın her yerinde muktedirler tarafından hep savunuldu. Şimdilerde sevinerek görüyoruz ki; idam cezasının temel yaşam hakkının ihlali olarak ve artarak kabul gördüğü, insan onuru ile bağdaşan ceza olmadığı ve dahası da beklenen caydırıcılık etkisini asla ve kat’a yapmadığı, yapamadığı yeterince örnekle ispat edilmektedir. Bu konuda kanıt mı görmek istiyorsunuz, buyurun, ABD’deki suç oranlarına karşılaştırmalı bir bakın, artış var mı yok mu görün, idam cezasının olmadığı ülkelerdeki suç artış oranları ile kıyaslayın, meramım ve muradım daha da netleşecektir.   

Aslında bu giriş ile “izleme listemde” olan lakin uzunca bir süredir izleyememiş olduğum bir filmden bahsedecektim, ama giriş maalesef uzun kaçtı, film konusu ve üzerine düşündüklerimi bir sonraki yazıma bırakıyorum. Film; dünya sinemasının önemli yönetmen ve yapımcılarından olan Alan Parker’a ait, “The life of David Gale”… David Gale ölüm cezası karşıtlarının en önemli isimlerinden birisidir ve idam cezasının kaldırılması için büyük çaba sarf etmektedir. Kendisi gibi idama karşı çıkan Constance Harraway adında bir kadın tecavüze uğrar ve vahşice öldürülür. Lakin filmin ilerleyen bölümünde ortaya çıkacağı üzere yaşanan bu trajik olayın sorumluluğu, esasen fail olmamakla birlikte kurgu gereği suçlu imiş gibi gösterilen David Gale’nin üzerinde kalmış olmasıdır. İdam cezasına çarptırılır, film daha da ilginç bir hal alır. İdam karşıtı bir organizasyon ve gösterilerin kahramanları olan ikiliden birinin ölmesi ve diğerinin onun cinayetiyle suçlanması ve idam cezası alması oldukça enteresan ve gerilim yaratan bir hikâye. Hikâyenin diğer bir enteresan tarafı ise David’in idamına üç gün kala kendi seçtiği Bitsey Bloom adlı bir gazeteciyle röportaj yapmak istemesi ve de yapması… Esasen, tüm tanıkların, delillerin ve kararın nasıl uydurma ve önyargılarla ve dahi talimatlarla, olayın nasıl gerçekleştiğine bakılmaksızın alındığının ve bu zırvalıkların bir idama sebep olduğunun hikâyesidir… Gerçek bir olayı mı? Hayali birini mi? sorgulaması ötesinde izlenince, vay halimize hem de vay vay ki vay…