Salı, Aralık 25, 2012

UNUTULMASI İSTENEN YILLAR

12 Eylül faşist askeri darbesi ile canım Yurdumda hayat durdurulmuş, artık her şey ABD emperyalizminin dikte ettiği, menşei pentagon olan toplumu yok etme planları çerçevesinde, yaşlı, genç, kadın, çocuk demeden yaklaşık 1.600.000 insan gözaltına alınmış, CIA ajanları tarafından eğitilmiş ekipler tarafından inanılmaz işkencelerden geçirilmiş, insanların insanlığından çıkarılması için şeytanın bile aklına gelmeyen zulümler uygulanmıştır. Bu, Panama’daki CIA kamplarında eğitilmiş işkenceciler, yurdumun insanlarının kişiliksizleştirilmesi, insanların ruhunu olmuyorsa canını alma sürecinde, Faşist darbenin 5 li çetesi tarafından büyük yetkilerle donatılmış olarak DAL’lara (Derin Araştırma Laboratuarı) dağıtılmışlardır. Vur deyince öldürü iyi beceren bir geleneğe sahip olmanın verdiği iman gücü ile, yüzlerce insan işkencelerde öldürülmüş, onbinlerce insan sakat kalmıştır…
 
Yazar; Mehmet Tepebaşı, “Unutulması istenen yıllar” adlı kitabında, Suriye‘den Türkiye‘ye girerken, sınırdan geçiren kaçakçının kendisine ihanet etmesi sonucu pusuya düşürüldüğünü ifade ettiği kitabın ilk sayfalarından itibaren başlayan, Hatay‘ın Kırıkhan ilçesi, Mersin ve İskenderun işkencehanelerinde üç ay süreyle gördüğü ve yaşadığı işkenceleri, çok hızlı okunabilir bir şeklide, basit, yalın, sürükleyici ama çok etkileyici bir biçimde anlatıyor.
 
İşkencecileri kitabın arka yüzündeki tanıtımında anlatırken; “İşkencecilerimin yüzüne bakıyorum. Evlerine gittiklerinde ne yaptıklarını düşünmeye uğraşıyorum. Ne yapıyorlar? Eşlerine, çocuklarına nasıl davranıyorlar? Onların gözlerine bakarken bir eziklik duyuyorlar mı? Yoksa, sol elle su içmemi engelleyerek günaha girmemi önleyen, dolayısıyla da büyük sevap kazandığını düşünen bekçinin dediği gibi, “Bunlar devletin üstüne yazılır!” diye mi düşünüyorlar? Akşam evlerinde eşlerine, “Bugün bir çocuk geldi; falaka, ters askı, cop sokma falan, hiçbir şey işlemiyor valla!” diyerek, o gün yaptıklarından mı söz ediyorlar? En çok da çocukları var mı diye düşünüyorum. … Ne düşünüyor onlar? Bunlar vatan haini, müstahaktır diye mi düşünüyorlar, yoksa yapmaz benim babam böyle şeyler mi diyorlar? Hangi çocuk, babasının, ne gerekçeyle olursa olsun, işkenceci olduğunu kabul edebilir ki?” diye ruh derinliklerine girerek, durumlarını tespit etmeye çalışıyor.
Türkiye’nin en önemli ve üst düzey işkencecilerinin biri kabul edilen; kitabın herhangi bir yerinde Hanefi Avcı’nın isminin geçmiyor olması, bu özel yetkili ve bilgili işkencecinin kimliğini saklamaya yetmiyor, tabii ki… Hanefi Avcı’nın izini bu kitapta da buluyoruz, oysa “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı yazdığı kitap üstüne yapılan konuşmalarda, ortak hedeflerinin yıpratılacağı saikiyle olsa gerek birileri bize bu işkenceciyi iyi adamdır diye sunmaya çalışmıştı, hatta o kadar ki, içlerinde CHP milletvekili Avukat Sabri Ergül, Fikri Sağlar gibi siyasetçiler başta olmak üzere, Tarık Akan, Müjde Ar, Rutkay Aziz, Ahmet Hakan, Cüneyt Ülsever ve Hikmet Çetinkaya gibi bir sürü de sanatçı ve gazeteci de bu ortama ayak uydurdular, ne diyelim eğer basından öğrendiğimiz bu destek doğruysa, kendi bilecekleri iş, Allah yollarını açık etsin…
 
Mehmet Tepebaşı, ağır işkenceleri ve zulümleri şöyle anlatmaktadır.
“Soyun” diyor komiser, sakin bir sesle. “Üzerindeki her şeyi çıkar”
Onların bu sakin davranışına kendimce karşılık vermek istiyorum. Yavaş devinimlerle üzerimdeki her şeyi çıkarıp, bir kenara bırakıyorum. Sessizce bana bakıp izliyorlar. Külotumu çıkarıp yere koymamla birlikte harekete geçiyorlar. Yan duvarda yere yatmış bir şekilde duran, kısa saplı ve uzun kollu bir haç’ı kapıyor birisi. Aynı anda iki kişi kollarımı yere parelel gelecek şekilde havaya kaldırıp, haçın yanına sürüklüyor ve haçın uzun kollarına açılmış deliklerden sarkan deri iplerle, büyük bir ustalık ve serinkanlılıkla, sıkıca bağlıyorlar beni. Bu işlemler yapılırken bir başkası, aynı uyum ve sessizlikle gözlerimi bağlıyor. Bir anda kolları birkaç yerden bağlı olarak katranlık içinde kalıyorum. İşlerini o kadar ustaca yapıyor ve bir sonraki işleme o kadar seri geçiyorlar ki, yapacakları şeyleri düşünmekten çok bu profesyonel halleri kaygılandırılıp korkutuyor beni. Sonra birisi ayaklanma bir çelme takıyor ve ben sırtüstü yere, büyük bir gürültüyle düşünüyorum. Karanlık bir dünyada, elleri ve kolları bir çarmıha bağlanarak sırt üstü düşmenin bu denli korkunç olduğunu asla düşünemezdim. Sonsuzluk içinde, sonsuzluğa düşmeyi başka hiçbir yerde deneyemez insan. Kafamın hızla yere çarpmasını son anda bir el altına girerek önlüyor. Çarmıhın, omuz başlarıma gelen kısmı o kadar maharetle oyularak hazırlanmış ve haçın kısa sapı o kadar ustaca belime oturuyor ki, kıpırdayabilmem olanaksız. Yerde, bağlandığım çarmıhın şeklinde yatmaktan ve karanlık içinde bana yönelecek saldırıları beklemekten başka yapabileceğim hiçbir şey yok. Etrafımdakiler işlerindeki maharetlerini ve sessizliklerini hala koruyorlar. Bir şeylere ayaklarımı bağlayıp havaya kaldırıyorlar, aynı anda bir başkası cinsel organıma bir şeyler bağlıyor. Bir ıslaklık duyumsuyorum ve bir anda karanlık dünyamda kıvılcımlar çakıyor. Acı ve saldırı o kadar her yandan ve aynı anda oluyor ki, acının şiddetinden çok, uğradığım saldırının dehşeti içinde kalıyorum. Falaka ve elektriği birlikte uyguluyorlar. Ayaklarıma inen her sopanın iniş kalkış arasındaki her boşluğu, bir ucu cinsel organıma bağlanmış, diğer ucu serbest olarak dolaştırılan elektrikle dolduruyorlar. Bir ritim ustası aralığıyla tabanlarıma inen her sopanın acısının beynimde yarattığı patlamaya daha yeterince bağıramadan, cinsel organımla meme uçlarım arasında ya da cinsel organımla dudaklarım arasında çekilen ateşten bir telin yakıcılığına maruz kalıyorum.”
“O kadar şiddetle bağırıyor ve çırpınmaya çalışıyorum ki, kısa sürede karanlık dünyam sanal renklerle boyanarak başka bir boyuta sıçrıyor. Zaten iyice yıpranmış ses tellerim, tüm şiddetli haykırmalarıma rağmen, boğuk bir hırıltıdan başka bir şey çıkaramıyor. İşkencecilerim için fark etmiyor bu durum. Onlar, süresi daha önce belirlenmiş bir programı tam bir makine rahatlığı içinde uyguluyorlar…. Acının, şiddetin ve yerçekiminin geçerli olmadığı bir dünyaya yöneliyorum. Kendimi, yukarı doğru çekiliyormuş gibi hissediyorum. İlginç bir rahatlama yaşıyorum. Ve program süresi doluyor.”
“Su diyorum, gayri ihtiyari “bana su verin”
“Al sana su”
Ve kafamdan aşağı buz gibi, büyük olasılıkla buzdolabında soğutulmuş, ama gerçekten buz gibi bir suyu döküyorlar. O kadar ani ve hiç beklemediğim bir anda oluyor ki bu, yabanıl bir çığlık atıyorum. Sonra bir kez daha yapıyorlar aynı şeyi. Yine haykırıyorum. Buz gibi su, ateşler içinde yanan vücuduma her değdiğinde jiletle yarıyorlarmış gibi acı veriyor bana. Bir yandan da kafamdan aşağı süzülen suları, dilimle yalayarak, kavrulan içimin susuzluğunu gidermeye çalışıyorum.”
“İşkence yapan polisler bir kez daha takılıyor aklıma; ne kadar eğitim alırlarsa alsınlar, kurbanlarından ne kadar nefret ederlerse etsinler, sonuçta insan bunlar. Her gün bu denli yürek yakıcı çığlığı, bağırtıyı, insana ait olduğunu asla inanamayacağınız canhıraş sesleri onlarca, yüzlerce kez duyarak nasıl olur da normal bir yaşam sürebilirler? Hadi uyanıkken aldırmadığını gösterecek kadar iyi eğitiliyorlar diyelim, ama ya yatarken, uykularında, rüyalarında bu çığlıklar tekrarlanmıyor mu? Her gün yere yatırıp işkence ettikleri gencecik insanların gözleri, arkalarından gitmiyor mu hiç? Karısına, çocuklarına, komşusuna bakarken, kurbanlarının yüzünü; sokaktaki her seste onların çığlıklarındaki yürek parçalayıcılığını duyup, görmüyorlar mı? Nasıl olur bu? Nasıl bir maddeden yapılmış olabilirler? İnsan olup ta etkilenmemek olanaklı mı? İskenderun’daki bekçinin dediği gibi “devlete yazılır” bahanesi bu denli bir duyarsızlık yaratabilir mi gerçekten”
 
Hele sağlık raporu almak için sürekli başvurdukları doktorun olmaması üzerine diğer bir doktordan sağlam raporu alamayacaklarını anladıklarında o doktor için söylenen “Hepsi komünist piçleri, hepsi vatan haini bu ibneler. Kıstırıp bir yerde sıkacaksın kafalarına”  laflarında da topyekün nasıl bir Türkiye yaratıldığının fotoğrafı verilmektedir.
 
İşte; yukarıda verilen ve kitaptan alıntılanan kısacık bölümlerin yazarın ve diğer insanlar üzerinde yüzlerce kez tekrar edilen işkencelerin ve bunları yürekleri kabarmadan ki biz okurken yüreğimiz kaldırmıyor, yapan işkencecilerin teker teker açığa çıkarılması ve yargılanması en büyük dileğimiz olup, canım Yurdumun bu yüzleşme neticesinde de büyük bir esenliğe çıkağı da açıktır. Yapılanların unutulacağını zannederek her türlü herzeyi yemiş olanların ya da yiyenlerin de buradan çıkaracağı dersler olduğu açıktır, bu günden bakıldığında tüm unutturma çabalarına ve girişimlerine rağmen hiçbir şeyin unutulmayacağı aşikardır…


Cumartesi, Aralık 22, 2012

SKANDAL YARGILAMALAR – 4

NECDET ADALI
Eski mücadele arkadaşlarından Yazar Turgut Türksoy Necdet Adalı tarifini şöyle yapmaktadır; “kişi olarak çok müthiş çalışkan, enerjik, arkadaş canlısı, halkını seven bir insandı. Çevresindeki insanların ve uğrunda öldüğüne inandığı halkın inanç değerlerine çok dikkat ederdi. Çok iyi futbol ve voleybol oynardı, hiç yorulmazdı. Kitap okumayı çok severdi. 1.85 boylarında sarışın, mavi gözlü aslan gibi çocuktu.” O herkesin ortak kanısı olarak ta; “Altındağ'ın Altın Saçlı Çocuğu Necdet Adalı” dır.
 
Necdet Adalı 1977 yılında Ankara'da Yıldırım Beyazıt Lisesi'nde öğrenciyken Ankara İsmetpaşa'da bir kahvehanenin taranması olayıyla ilgili olarak tutuklanır ve yargılanır, yargılama safahatinde ise “suçsuz olduğunu”, bilinçli ve planlı bir biçimde üzerine bir suç atıldığını yılmadan tekrarlar ve bu süreçte Ulucanlar Cezaevi'nde gerçekleştirilen bir firar eylemine de “nasıl olsa suçsuzluğunun anlaşılacaktır” diyerek katılmaz,
 
Mahkeme başkanı Albay Hamdi Sevinç’in tüm karşı çıkmalarına ve yazılı şerh düşmesine rağmen, mahkeme safahatı esnasında ortaya çıkan, anlaşılan ve görünen o ki MİT içindeki bir hesaplaşmanın faturasının bu devrimci gence kesilmesi neticesinde, ayaküstü sayılacak kadar uyduruk ve 12 Eylül zulüm imparatorluğunun yönetici çetesi tarafından verilen talimatlar neticesinde yapılan yargılamalar sonucu 8 Ekim 1980 tarihinde Ankara Ulucanlar cezaevinde sabaha karşı idam edilmiştir. Mahkeme başkanı Albay Hamdi Sevinç'in Necdet Adalı'nın suçsuz olduğunu ileri sürmesine ve şerh düşmesine karşın, mahkeme heyeti tarafından oy çokluğuyla suçlu bulunmuş ve koyduğu şerh nedeniylede Mahkeme başkanı Albay Hamdi Sevinç, 12 Eylül askeri faşist yönetiminin ceza vermesine kızarak ordudan istifa etmiştir.
 
Necdet Adalı’nın idamından uzun yıllar sonra İsmetpaşa’daki kahvehanenin taranması ile ilgili yeni bulgular, tanıklar ve delillerin ortaya çıkması neticesinde yeni sanıklarla yeniden yargılamalar yapıldı, Necdet Adalı’nın idamına gerekçe gösterilen eyleme katılmadığı ortaya çıkmış ve maalesef bir “adli hata” olmuştur denildi ve dosya kapatıldı.
 
ABD’nin, ikinci dünya (paylaşım) savaşı sonunda emperyalist-kapitalist sistemin lokomotifi durumuna gelmesi neticesinde, diğer ülkeler üzerinde ekonomik-siyasi-askeri bağımlılık yaratmak için “gizli işgale” dayanan bir sömürge tipi geliştirmiştir. ABD’nin yeni uygulamaya başladığı,  Truman Doktrini, Marshall Planı ve yeşil kuşak projeleri çerçevesindeki yeni sömürgecilik yöntemleri ile hedef ülkeler Emperyalist blok karşısında diz çökertilmeye zorlanmış, bu yeni yöntemin doruk noktası ise NATO yapılanması içine 1951 yılında giren Türkiye artık, başta CIA olmak üzere emperyal gizli ve açık kuruluşların cirit attığı ülke haline gelmiştir. Emperyalist blok’un önüne siyasal anlamda koyduğu planlar çerçevesinde, bağlaşık ülkeler içindeki, devrimci hareketleri bastırmak, bağımsızlıkçı hareketleri boğmak üzere “Stay-behind” genel adıyla ama her ülkede farklı adlarla anılan gizli ordular eliyle, ülkeyi istikrarsızlığa sürüklemek için her türlü provokasyona ve şiddet eylemine başvurmuştur. Bu eylemlerin en önemlilerinden biri olan 12 Eylül faşist darbesinin halkın ve devrimcilerin dirençlerinin kırılması için uyguladıkları, sadece şeytanın aklına gelebilecek cinsten akıl ve insanlık dışı uygulamaları, tarihe 12 Eylül hukuku olarak geçecek ve sözüm ona anayasa profesörü Orhan Aldıkaçtı ve ekibi eliyle ve Kenan Evren’in abuk subuk fikirlerine dayalı hazırlanan anayasa ve yasalar ile garabet bir ortam içinde legalize etmişlerdir. İşte bütün idamlar, işkenceler ve zulum bu hukuksal ortamda gerçekleştirilmiştir.
 
Necdet Adalı; kendisi ve diğer devrimcilere yaşatılan ahlakdışı, insanlık dışı, işkence ve zulüm dolu süreci anlatmak adına bir kısmı aşağıda bulunan, duygulu ama bir o kadar da gerçekçi olan bu mektubu yazar;
 
“sevgili anneciğim ve babacığım, Sizleri ve ezilen halklar adına mücadeleyi, erken bırakmak zorunda kaldığım için üzgünüm, ancak bundan ve içinde bulunduğum durumdan dolayı hiçbir zaman pişmanlık duymadan ve şu kısa yaşamım içerisinde hiçbir şahsi çıkar gözetmeden ezilen halklar adına verilen mücadelede yerimi almaya çalıştım ve bundan dolayı gurur duyuyorum. Hakim sınıfların göstermek istediği gibi bizler hiçbir zaman savunmasız insanlara karşı katliam girişiminde bulunmadık.”
 
Şair Nevzat Çelik’in yazdığı ve bilahare de Ahmet Kaya tarafından bestelenen “şafak türküsü” şiiri adalı için yazılmıştır.
Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama
Kaç zamandır yüzüm tıraşlı
Gözlerim şafak bekledim
Uzarken ellerim
Kulağım kirişte
Ölümü özledim anne
Yaşamak isterken delice
 
Mezar taşında “adalılar türkü söyler, susar darağaçları” yazdığı söylenen bu yiğit devrimcinin anısı önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz.

Pazartesi, Aralık 17, 2012

İNADIN, TELAŞIN ve HAYALKIRIKLIĞININ LİDERİ FATİH TERİM

İnadın, telaşın ve hayalkırıklığının lideridir Fatih TERİM, komplekslerin ve şişinmenin imparatorudur ama ne yazık ki bunun ne kendi farkında nede aklı bir karış havada olan ve imparator yaratıp önünde diz çökmeye hazır basın mensuplarından, siyasetçilerden ve işadamlarından oluşan taraftarları farkında. Ama asıl şaşılası durum ise, bir insan şansıyla, lobisiyle ve siyasi yardakçılarıyla da olsa bu kadar çok başarı elde eder ve bu kadarda gündemde kalır da, nasıl hala olgunlaşamaz, hoşgörü sahibi olamaz, işte bunu anlamak mümkün değil… İnadın, telaşın ve hayalkırıklığının lideridir, komplekslerin ve şişinmenin imparatorudur, dedim ya, Milli takımı çalıştırırken kendi takımlarında oynamayan oyuncuları milli takıma seçerek, şimdi de Galatasaray’da formsuzları, hadi diyelim seçti güvendiği için ama her maçta şapkadan tavşan çıkarmak uğruna onlara sonuna kadar katlanıyor olması hiçbir zaman anlaşılmamıştır hatta anlaşılamayacaktır. Galatasaray’da çalıştığı 2 dönemde de teknik direktörüne güvenen aslında kendilerine güven(e)meyen yönetimlerin büyük bedeller karşılığında kendisine teslim ettikleri büyük ve geniş kadroları yönetme konusunda son derece etkisiz birisi olduğunu dünya aleme ispatlamış ama ne gam Canım Yurdumun iş adamları kendisini “liderlik” paneline çağırıyor, neyin liderliği ise bu, toplamda 24 futbolcuyu yönetmekte zaaf göstermektedir.
Aslında okuma yazma kursuna göndermeli onu, Galatasaray yönetimi, sahaya bir takım sürüyor tuttu tuttu, tutmazsa yapacağı ve yaptığı bir şey yok, oyunu okuduğunu yalaka basın bize yutturmaya çalışsa da okuma bilmediği sırıtmaktadır, yaptığı oyuncu değişiklikleri de tesadüfen sonuç getirince basında ki Terim goygoyları başlıyor tılsımı anlatmaya, yahu kim bu takımı sahaya sürse bu sonuçları alır diye düşünen yok… Hele maçlardan sonra, sanki bindirilmiş kıtalar görüntüsü veren basındaki ekipten gelen ve genelde yenilgilerden sonra futbolcuların aslanlara atılmasının çanağı durumundaki sorulara cevap verirken futbolcuları korur görünen ve adaletli baba edasıyla asıl iplerini çekmesi yok mu, insanı çileden çıkartır cinstendir vallahi…
Kendisinden çok şey beklenen ve arkasına sığınılarak yöneticilik yapılabileceği inancındaki yönetim; 2002 yılında deyim yerindeyse kulübün anahtarları teslim edilerek koca bir takımı olduğu gibi değiştirerek büyük bir ekonomik krize neden oldu, şimdi de tüm takımı değiştirdi sanki bu çocukları kendi transfer etmemiş gibi yeniden transfer istiyor, Terim’in GS yi sokacağı kaos “yaptıklarım yapacaklarımın garantisidir” in ispatıdır ama Allahtan bu sefer yönetim para ve borsa oyunlarını iyi bilenlerden oluşuyor da, bir denge görüntüsü oluşturuluyor.
Adam harcama konusunda bir uzman olan; üretmekten çok yıpratmayı iyi bilen bir taktisyen, tıpkı siyasetteki benzerleri gibi şişinip duruyor, neymiş penaltı çalıştırmazmış, istatistiklere inanmazmış, seçilmezmiş seçermiş, ders almazmış ders verirmiş, Vallahi haklı ne diyelim!!!
Galatasaray’dan giderken bir daha asla teknik direktör olarak dönmem dedi ama geldi, gelirde canım yurdumun insanlarının hafızası bu kadar kısa olunca, adam da nasıl olsa unutuluyor kabilinden işkembe-i kübradan sallıyor gitsin, hadi bu çok uzun geçmiş, daha geçen sene ne dedi, tam da Orduspor maçından önce, “Arda’nın gideceğini bilseydim, Culio’yu göndermezdim” peki sonuç, kadroda değişen bir şey yok, o kanada yeni oyuncu da alınmadı ama Culio yine gönderdi…
4 yıl şampiyonluk konusunda eski bir yazımda bahsettiğim detaylar üstüne kısa bir hatırlama yapalım;
1. 1996-97 sezonun 30. haftasında Beşiktaş – Galatasaray maçında son dakikalarda Beşiktaş kalecisi Fevzi topu ayağının altından kaçırıp maç 1-1 berabere biter ve Galatasaray şampiyon olur. Fatih Terim  şampiyon olur, kahraman olur, imparator olur. Peki Fevzi o golü yemese idi ve Beşiktaş şampiyon olsa idi, eminim ki bu basın mensuplarına göre Rasim KARA imparator olacaktı.
2. Bülent Korkmaz, Ulrich Van Gobbel, Iulan Filipescu, Georghe Hagi, Gheorghe Popescu, Taffarel, Tugay Kerimoğlu, Okan Buruk, Ümit Davala, Hakan Ünsal, Suat Kaya, Ergün Pembe, Ufuk Talay, Hakan Şükür, Adrian Ilie, Arif Erdem, Adrian Knup gibi dönemin müthiş futbolcuları olmamış olsa idi, tıpkı Ankaragücünde elde ettiği başarıları elde edebilirdi ancak…
4. 1996-97 sezonu Galatasaray’ın şampiyonluğu ile sonuçlanınca; hemen yukarıda röntgeni verilen basın tarafından 2. yarıya 9 puan geriden başlayan Fatih Terim, Türkiye’ye takımı 9 puan geriden alıp şampiyon yapmıştır diye servis edildi; sanki 9 puan geriye de bir başka teknik direktör düşürmüş gibi hayret… Faruk Süren ve ekibini, Mehmet Ağar faktörünü, o dönemdeki rakiplerin kötülüğünü kimse hatırlamak bile istemiyor ya, hayret vallahi…
Geçmişte kendisini; Milli Takımı çalıştırırken başarısız sonuçlar üzerine eleştiren bir basın mensubunu telefon ile arayarak, “senin bıyığını s….…” demiş ama kendisine basın mensubu denilen, ama canım yurdumun durumunu yansıtan, bu güruhtan ses çıkmamıştır.
Son olarak ta, Mersinidmanyurdu maçından sonra, soru soran birinin basın mensubu olmadığı gerekçesiyle de tüm gazetecilere de fırça atarak basın toplantısından ayrılırken “bunu da çek” diyerek sadece evde göstermesi ya da görmesi gereken yerlerini göstermiştir ama kendisini imparator yapanlardan “gık” çıkmamış, mezkûr gazeteci başta olmak üzere bu terbiyesizce tavra diğerlerinden ses çıkmaması da bir basın ayıbı olarak yazılacaktır tarihe… Milli takımı ve Galatasaray’ı çalıştırmış ve çalıştıran bir teknik direktör, herhangi bir eleştiri karşısında kendini bu kadar kaybediyorsa, terbiye sınırlarını çoktan aşmışsa, o kişi, hangi başarıyı elde ederse etsin, artık Milli Takımın ya da Galatasaray’ın başında kalmamalıdır. İsviçre ve Belçika maçlarında yaşanılan utanç sonunda yapılması gereken buydu ama nereden başlanırsa erkendir lafı öngörüsüyle şimdi zamanıdır.
Şimdi merakla bekliyorum başta spor basını olmak üzere tüm basın kuruluşları bu olay karşısında nasıl davranacaklar, olayı görmezden gelip ya da gak guk diye mideden konuşarak unutacak ya da unutulmasına mı hizmet edecek, yoksa basın mesleğine hakaret kabul ederek, Terim’in peşini bırakmayacak mı? Peki; Futbol Federasyonu ne yapacak acaba yaşanan bu ayıp hatta ahlaksızlık karşısında? Peki, Galatasaray kulübü ne diyecek? Ne yapalım o da insandır sinirlenebilir, onun da sabrı sınırsız değildir diyerek savuşturacak mı, yoksa ahlakın spordaki vazgeçilmez kuralını hatırlayıp, Terim hakkında gereğini yapacak mı? Bu spor yazarları nasıl adamlarmış be kardeşim, adam hepsini çocuk azarlar gibi azarlar bir Allahın kulu bir şey demez, yazıklar olsun vallahi… Bunu bir kenara koyun, tam tersine yalaka basının yalaka üyeleri 2. yarıda kazanılan maçlarda özellikle “devre arasında soyunma odasında ne dediniz de takım iyi oynadı”, o da kasınarak “ne korkuyorsunuz, korkmayın arkanızda ben varım” diyerek kendine pay çıkarıyor, ha be adam madem senin bu lafın bu futbolcular üstünde çok etkili maça başlarken söylesen bu lafları da kimse ekranları başında ölüp ölüp dirilmese demiyor, yazıklar olsun vallahi… Terim’e bakıyorum artık 60 yaşının olgunluğu beklenirken normal olarak, üslup, tavır, çalım, kasınma aynı, o öfkeyle karşılık veren öfkeyle yaşayan birisine çok benziyor, ondan alınan ilham ve feyzle, eleştiriye öfkeyle karşılık veriyor, önüne gelen herkese ders vermek sanki kendisine ilahi bir görev…
Hele Avrupa Kupası finalleri sırasında “biz liyakatı halktan aldık” demez mi? tam bir rezalet ve daha büyük rezalette kendisine ne yapıyorsun diyemeyenlerden gelmekteydi, “yahu Fatih sen seçimle mi geldin de liyakati halktan aldık” diyorsun diyemeyenlerden. Kendisini besbelli ki çok fazla şişinmesinden olsa gerek haddinden fazla önemsemektedir, ama bilmiyor mu ki liyakati Futbol Federasyondaki lobisinden aldığını dünya âlem biliyor.
Belki birileri çıkar ve benim Galatasaray düşmanlığı yaptığı söyleyebilir ama asla ve kata böyle değildir, ama Fatih Terim Galatasaray’a gelmeden önce de Galatasaraylıydım şimdi de, ama onun Galatasaray’a gelmeden önce Galatasaraylı olmadığını tanıyan herkes bilir.
Bütün bunları neden Fenerbahçe galibiyetinden sonra yazdığımı insanlar merak edebilirler, şimdi kompleksler imparatorunun maçı nasıl kazandığı üzerine, bir sürü koca koca adam destanlar yazacak ya da anlatacaklardır, ben de şimdi soruyorum, eğer Fenerbahçe’yi Fatih Terim yendiyse, acaba 1461 Trabzon’a kim yenildi? Kardemir Karabükspor’a kim yenildi acaba? Kurtlar vadisi dizisinden fırladığı her halinden belli olan felsefesinin sığlığının ifadesi olarak basın toplantısında söylediği sözdür; “büyüdükçe küçülmesini bilmeliyiz”. Gülüyoruz ve yemeye de devam ediyoruz üstüne de hemencecik unutuyoruz… Böyle başa böyle tarak işte, ne diyelim…

Salı, Aralık 11, 2012

AKHİSARIN YUNANLILARCA İŞGALİ

11 HAZİRAN 1919
Kayışlar köyü yunan jandarma karakol komutanı ve bir grup askerin, davet üzerine Akhisar’ı işgal etmeleri sinirleri çok bozmuştur.Çerkez Ethem burnundan solumaktadır, hükümet konağının önüne öyle bir hışımla gelirler ki, toz bulutundan göz gözü görmez olur...
Ortam çok gerilmiştir; Çerkez Ethem adamlarına emir verir:
“Kaymakamı alın!...”
Kaymakam merdivenlerden indirilirken Çerkez Ethem atından inmeden bekliyor, hırsından şaplağını çizmelerine vurarak çizmelerinde şaklatıyordu; sonra arkasına dönerek üç adamını görevlendirdi:
Şu kopil gavur komutanı “halaskar gibi...” karşılamaya giden Müslüman gavurlarını da getirin...
“Bir masa üç tanede sandalye bulun...” bulundu. Sonra atından indi...
Kaymakamlık binasının önünde, çınar ağacının gölgesindeki taş sekinin üzerine divan kuruldu. Karşılama kafilesine katılan on beş müslim kişi yakalanarak getirildi, içlerinde Akhisar Müftüsü de vardı. Rumların hepsi ortalıktan çekilmişti. Yanlız  Rum!un biri fotoğraf çektirmek için getirildi. Oldukça kalabalık Müslüman ahali ise izleyici olarak toplanmıştı...
Çerkez Ethem masanın üzerine çizgisiz, sarı yapraklı tozlu bir defter koydu...
Bizi de harp divanına almasınmı(!)
Ethem Ağanın boyu iki metre, önde Akhisar Kaymakamı!nı sorguladı?
Ona tepeden bakıyordu, eliyle çenesinin ucundan kaldırarak gözlerine baktı:
“ Kaymakam... Sen hangi milletin kaymakamısın?...
Kaymakam titriyordu:
“Osmanlı... Osmanlı tabii, ne diyeyim? E...”
“Osmanlı kaymakamı ha... Hizmetin Yunan’a...”
... Kaymakam asıldı(.) Halktan bir alkış koptu...
Eşraftan bir başefendi:
“sen ne iş yaparsın efendi?”
“Ticaretle iştigal ederim...”
“Ticaretinde vatan satmak da varmıdır?”
“Ben onlara uydum... ne bileyim?...”
...Eşraftan başefendi asıldı ve halktan çok alkış geldi...
Müftü Efendi’ye sıra gelince:
“Biz hiçbir papaz görmedik ki Müslüman!a müftü’ye temenna etsin...”
“Sen papazlara niçin temenna ettin?...”
Müftü Efendi başını hiç kaldırmadı; yere bakıyordu, hiç cevap vermedi... O suçlu bulundu; asıldı; fakat bir sessizlik oldu...
Bu idam için alkış olmadı...
Çerkez Ethem, sırada korkuyla bekleyenlere dönerek baktı; onlara sordu:
“Bir daha yaparmısınız?...”
hayıııır!...
“ İyi ... hadi gidin...” dedi.
Parti pehlivan sonra şöyle demişti:
“Bu millet dün bu meydan da Yunan’ı alkışlıyordu, bugün bizi... Yarın kimi alkışlayacaktır kim bilir?...”

Yukarıdaki satırlar; A. Nedim Çakmak’ın “İşgal günlerindeki işbirlikçiler  –  Hüsnüyadis hortladı” adlı kitabından alınmış ve Dedesi Parti Pehlivan’ın anılarına dayalı bu kitabın tarihsel eksenini 1919 – 2008 dönemi, sosyolojik eksenini ise “egemenliğimizin paylaşılmasında beis yoktur” oluşturmaktadır. Ayrıca “Necip Türk Millet’inin” kişisel tecrübelerimizden de hareketle “güçlüden yana olma” şiarının dünyadaki en önemli ve nadide örneği olduğunu da göstermektedir ve umarız tüm güç ve iktidar sahipleri buradaki bu önemli detayı atlamazlar.
 
Kıssadan hisse varsa, hele de bedavaysa hepimiz alırız… Ancak; özellikle bu hisseye ihtiyacı olanlar, vatan üzerindeki egemenliğin paylaşılmasında beis görmeyenlerdir, 12 Eylül faşist cuntası karşısında, biz hukukun ayaklar altında paspas edilmesi karşısında feryat figan ederken bize gülenler örneğinde olduğu üzere, dün bu demokrasi size de gerek olabilir, hukuk ve demokrasiyi uluslar arası ilişkilerinize kurban etmeyin deyip uyardıklarımıza bugün nasıl hukuk ve demokrasi gerek olduysa, yarında egemenliğimizi paylaşmakta beis görmeyenlere egemenliğin ne kadar gerekli olduğu anlatılırken kendilerine hukuk gerekli olabilir…

Salı, Aralık 04, 2012

3 ARALIK DÜNYA ENGELLİLER GÜNÜ

3 Aralık; Birleşmiş Milletler tarafından 1992 yılında “Uluslararası Engelliler Günü” olarak ilan edilmiş, bu günde Dünya genelinde ve de Canım Yurdumda çeşitli etkinlikler düzenlenerek konunun önemine vurgu yapılır, gerek genel gerekse de yerel yönetimlerim, düzenleme ve hizmetlerinde dikkatli olmaları istenirken genelde de toplumun duyarlılığı arttırılmaya çalışılır. Kolayca anlaşılacağı üzere; engellilik kavramı, zihinsel veya fiziksel, akraba evlilikleri başta olmak üzere doğuştan veya sonradan geçirilen hastalık veya yaşanan doğal felaketler, savaşlar, yoksulluğa ve ekonomik sıkıntılara dayalı ruhsal bunalımlar, iş ve trafik kazaları, yanlış tedavi veya ilaç kullanımları başta olmak üzere trajik bir tablo ortaya çıkar ve bu tanımdan da net anlaşılır ki her engelsiz bir gün; istenmez ve dilenmez ama, işlev yitimi, yeti yitimi kaybı ile karşılaşmaya potansiyel bir adaydır, özellikle de trafik canavarının ve kuralsızlığın fink attığı ve yaklaşık 30 yıldır düşük yoğunluklu savaş (iç savaş) koşullarındaki bir ülkede yaşıyorsanız eğer…
 
Dünya Sağlık Teşkilatının; engelli olma durumunu tarifte çok nazik, çok kibar ve çok duyarlı bir şekilde sarfedilen “yeti yitimi” tanımını kullanmayı önerdiğini biliyoruz ama ne yazık ki hayatın birçok alanında laftaki bu özen sağlanan ortam ve koşullarda gösterilmemektedir. Engelliler; gerek toplum gerek yönetimler nezdinde, vücutlarının duyu, işlev, zihin ve ruhsal farklılıklarından ötürü gayri ihtiyari çeşitli kısıtlamalar ve engellemeler ile karşılaşabilirler, söylemdeki olgunluk icraattaki olgunluğa ne yazık ki tahvil edilememiştir, henüz. Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere Dünyadaki birçok merkez; def-i bela kabilinden gün tayin ederler, durumun vahametinin yarattığı ruhsal sıkıntıdan sıyrılma inceliğidir herhalde bu da, canım Yurdumda da nerdeyse hergün bir başka konuda anma, kutlama vs. yarışı yaşanır ama, sonuç ortadadır. Bir taraftan çok iyi niyet taşıdığı her halinden belli olan yasalar, yönetmelikler ve kararnameler yayınlanır ama Canım Yurdumun 10 milyon civarında olduğu bilinen engellilerinin; ki aileleri ile birlikte yaklaşık 30 milyonluk sessiz çoğunluktur bahse konu, nerdeyse % 40 ı hala okuma yazma bilmezler, iş gücüne katılabilir olan kesimin ise ancak % 20 istihdam edilebilir, bu istihdam kadınlarda ise sadece % 5 lerdedir, eee hani uygulamada iyi niyet, yoksa durumu şöyle mi izah edeceğiz; eskiden moda duyarsız davranmak iken şimdi yasa yapmak ama gereğini yerine getirmemek mi modadır acaba?
 
“Gözleri görmeyen biri olduğun halde sana iş veriyoruz, buna şükretmen gerekirken şikâyet ediyorsun” diyen bir zihniyetimiz varken, böyle bir zihniyet yoksa da bu zihniyeti onaylarken, onaylamıyorsak ta karşı koymazken, umutlu olmak için daha çok fırın ekmek yenilmesi gereği ortaya çıkmıştır, gayri… Şimdi bakıyorum her tarafta açıktan bu günkü muktedirler tarafından tek tek bir dolu halt ve herze yeniliyor, bunlar çarşaf çarşaf yazılıyor, ama kimse şöyle zannetmesin bu işler eskiden çok güzel kotarılıyor idi şimdi kotarılmıyor, zinhar ve hâşâ böyle değildir ve böyle değerlendirilmemelidir de, çünkü konu ve gerekçe kapitalizmdir ve bu konuda olumlu girişimler ve işler yapmanın önündeki yegâne engeldir. Mevcut Hükümetin 2005 yılında çıkardığı yasa ile 2012 yılına kadar engellilerin karşılaştığı sorunların başında gelen kamu alanlarının ve binalarının ve toplu taşıma araçlarının erişime ve kullanıma uygun hale getirilmesi amir hükmünün, kısa bir süre önce meşhur “torba yasa” uygulamaları içinde bir yere sıkıştırarak duyuna bırakılması da yasa koyucunun siyasi tercihleri gereği çok anlaşılabilir ama asla ve kata kabul edilebilir değildir. Engellilerin raporlarının yenilenmemesi, uzatılmaması ya da artık geçerli kabul edilmemesi ile engelli sayısını aşağılara çekme çabası gibi görünen uygulamalardan da behemehâl vazgeçilmesi gerekmekte olup, bu kabil davranışlarla da uluslararası bir takım kuruluşlara şirin görünme çabası da çok komik olmakta ve sırıtmaktadır, hani kolu olmayanın kolumu uzadı gibi Aziz Nesinlik öykülere sebebiyet verilmektedir, benden söylemesi hani yaranmaya çalışılan mahfiller var ya popolarıyla gülüyorlar vallahi… Ama tecrübe ile sabittir ki, ahir ömrümde izlediğim kadarıyla Canım Yurdumun muktedirleri her daim, yeter ki emperyalist cenahtan gelsin önüne gelen her uluslararası sözleşmeyi hiç tereddüt etmeden imzalarlar ve iç hukuk hükmündedir haline getirirler, ancak, yükümlülükleri konusunda hiçbir sorumluluk hissetmezler ve taşımazlar görüntüsünden de kurtulamazlar. Birleşmiş Milletler “Engelli İnsan hakları sözleşmesini” de bu kabilden bir davranış içinde imzalamışlardır, nasıl olsa sorumluluk hissedilmiyor ya… Her toplumda olduğu ya da olacağı kadar rastlanılacak istismar ihtimalleriyle o güzelim ve iyi niyetlerle, en azından bu konuda öyledir, hazırlanan yasalar ile verilen haklar tesis edilen faydalar, kraldan kralcı bürokratlar eliyle inanılmaz cinliklerle ve kurnazlıklarla hazırlanan yönetmeliklere dönüşüyor ki, haklar oluyor size karşı taraftan beklenen vazife, yahu Allahtan korkun be, bu kadar vehim ve vesvese kafa yemişliğe delalettir, istismar edeni yakala cezalandır, bırak bu istismar edilir gerekçesi ve zannıyla davranmayı… Denetleme mi, hak getire, ne gam, ne tasa… Maksat kapitalizmin hâsıl olması ya, artı değer yaratmıyor mu, yok say, o kadar… Sonuçta sorunların çözülmesi beklenirken tam tersine katlanıyor ve çözülemez hale geliyor, tıpkı Canım Yurdumun diğer sorunları gibi…
 
Tüm Dünyayı ve Canım Yurdumun insanlarını; engellilere karşı, gerek görmezden gelerek gerekse de vicdani gerekçelerle, vahim tabloyu savuşturma ve ruh dinginliğine erişme isteğinin yarattığı hile ve desiselerden behemehâl sıyrılmaya ve arınmaya ve işlenen bu insanlık ayıbı ve suçundan vazgeçmeye çağırıyorum.
 
Evet, toplum olarak biraz empati yapar hale gelebilirsek, hele bir de öteki dediğimiz her türden insanı sevmeyi, hadi vazgeçtim sevmeyi de en azından sayabilmeyi becerebilirsek, hatta ilaveten karşımızdan gelen olumsuz dahi olsa her türlü davranışı anlayışla karşılayabilirsek, inanıyorum ki Dünya çok güzel ve yaşanılır olur. (Vallahi bu daveti kendime de yapıyorum)
 
Bende yazımı; günün anlam ve önemini hayatın her alanında da geçerli olabilecek şekilde, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü için basın açıklaması yapan Türkiye Sakatlar Derneğinin sloganı ile bitiriyorum, “Sorunsuz, engelsiz bir dünya bu kadar zor mu?” .