Perşembe, Haziran 06, 2019

DREYFUS OLAYI

Olay; 1894'te, Fransız ordusundan bir binbaşının, Almanya’ya Fransız Ordusu hakkında bilgi aktardığını iddia eden, ancak sonradan bir komplo olduğu anlaşılan, bir mektubu ele geçirdiğini, Fransız Ordusu hakkında sızdırılan bilgileri içeren mektubun Fransız Genel Kurmayında görev yapan Yahudi bir asker Alfred Dreyfus tarafından yazıldığı iddia edilerek, açılan uyduruk davada, malum yöntemlerle yargılanarak ömür boyu hapse mahkûm edilmesi ile başlar. Halkın da tereddütsüz itirazsız ve ittifakla katılması hedeflendiğinden, suçlama “vatana ihanet”tir, Almanya’ya bilgi aktardığına, Almanya lehine yardım ve yataklık iddiası ile, yürütülen davanın tek kanıtı, mezkûr binbaşının bulduğunu iddia ettiği sahte ve uyduruk mektuptur. Aslında olan biten Fransız Ordusunun Almanya karşısında yenilgisine aranan kılıftan başka bir şey değildir ama, tek amaçta bu değildir, buradan hareket ile ülkenin teslim alınmasıdır. Ancak; sahte ve uyduruk olduğu Genel Kurmay kaynaklarından bile kabul edilmesine rağmen, “iyi saatte olsunların” aldığı karar uygulanır, hatta bilahare ortaya çıkan lehte delillere rağmen dava tekrarlanmaz. Yaratılan algı ve atmosfer mucibince Fransız halkı ve tabii ki de Fransız Ordusu olayın ve verilen cezanın arkasında durmaktadır hatta o kadar ki sonradan Başbakan olarak Hükümet Kuran Clemenceau bile oluşan derin devlet kararını değiştiremez, ancak “Fransız Devrimi” ile gelen hak-hukuk-adalet ve de eşitlik gibi vasıfların yılmaz savunucusu Emile Zola gibi bir ahlak ve etik abidesi bir yazar vardır. Tabii ki aslolan; iyi saattekilerin stratejik planları çerçevesinde, hedef başkadır ve milliyetçiliğin yükseltilmesi ile mezkûr politikaların savunucularının konsolidasyonudur, tıpkı her zeminde, her dönemde ve politik hayatın her aşamasında olduğu üzere. Hedef mucibince Dreyfus Davası bile nerdeyse unutulmuştur, topyekûn bir Yahudi düşmanlığı haline dönüşmüştür olay. Tüm bu şeriatte dahi insanlık onurunun gereği geri adım atmadan Emile Zola bir aydın sorumluluğu ile konuyu kendi açısından açıklar ve mahkûmun suçsuzluğunu ileri süren yazılar kaleme almaktadır, Emile Zola, Le Figaro gazetesinde Dreyfus’un suçsuzluğunu iddia ettiği yazısını yazar ancak bu mektup etkili olmaz, aslında muktedirler yazıdan etkilenirler ama çaktırmamak adına Başbakan mecliste “gündemde Dreyfus davası diye bir şey yoktur” diye açıklama yaparsa da durumu kurtaramaz. Bilahare Emile Zola “Gençliğe Mektup” adlı ikinci yazısını yazar, bu yazı da etkili olmaz ama Zola bir aydın sorumluluğu ile ısrarını sürdürür. Zola; L’Aurore gazetesine “Fransa’ya Mektup” adlı bir yazı kaleme alır maalesef bu da etkili olmaz tüm bu yazılar, aynı gazete 8 sütuna manşet, “J’accuse!” (Suçluyorum-itham ediyorum) başlıklı bir yazı yazar ve “sağduyudan, gerçeklerden ve adaletten uzaklaştık, kör ve aptalca bir şey bizi çağlarca geriye götürüyor, bu öyle bir durum ki dinsel katliamlara benziyor. Bu tür bir şey her ülkeyi kan gölüne çevirir” diyerek Fransız halkını uyarır, Fransız Ordusunun gerçekleri örtbas ettiğini öne sürerek, ithamlarda bulunur. Tabii ki daha o zaman aykırı düşünen meşhurların hemen derdest edilmesi icat edilmemiştir. Oysa Dreyfus’un yazdığı iddia edilen mektubun usta sahtekâr biri tarafından yazıldığı bilinmesine rağmen konu parmağım kör gözüne misali savunulmaktadır. Ayrıca dönem itibari ile el yazısı taklit eden sofistike makineler daha icat edilmemiştir de. Emile Zola’nın devlet tarafından verilen “Legione d honneur” onur madalyası cezalandırmak maksadı ile elinden alınır, malum eller tarafından kamuoyunda vatan hainleri ile eşdeğer tutulmak üzere sürekli itilir, kakılır ve aşağılanır. Milliyetçi cenah; bu savunmaların, vatan hainlerinin, yabancı uşaklarının, yerli işbirlikçilerin, Yahudi lobilerinin, Farmasonların, Fransa düşmanlarının propagandası diye feryan figan eylemektedirler. Ama Zola asla pes etmez, insanlık onurunu 3 paraya ya da mesleğini rahat icra etmesine ya da “ne yapayım abi ekmek parası” kaygısına değişmez. Sonuçta; tüm ve asıl suçlamaların kaynağı Binbaşı, kaçtığı ve sığındığı İngiltere’den itiraflarda bulunur, Dreyfus cezaevinden salınır ve rütbesi geri verilir ama, aması var… Koca bir asır süren bu dava ancak 1995’te iade-i itibar ile sonuçlanır, Fransız Devleti teslim olmuştur, yenilgiyi kabul etmiştir. Çekilen bunca çile, eza ve cefa yana kâr kalmıştır. Dreyfus’a bu kumpasları kuran, komploları düzenleyenlerin kimse bugün ismini hatırlamaz, hatırlayamaz ama “hak-hukuk-adalet” adına tek başına dahi kalsa geri adım atmayan Emile Zola bu savunmaları ile bilinir ve hep bilinecektir. Emile Zola; bu davada Cumhurbaşkanından, Genel Kurmay Başkanına, görevini kötüye kullanan ya da görevini namusu dairesinde yapmayan kim varsa herkesi suçlar, o gün Emile Zola’ya karşı olunmasının utancı ile sonradan ölümü üzerine çok az kişinin defnedildiği “Pantheon'a” defnedilmiştir, kalıcı hale gelen toplumsal utancın yüz kızarıklığı ile. Ne olursa olsun, insanlık onuru son tahlilde kazanmaktadır ve kazanacaktır. Bakılmasın öyle dönemsel gücün estirdiği fırtınalara, fırtınalar elbet bir gün sona ermektedir ve bundan sonra da erecektir. Bir tarafta Fransız Devriminin getirisi eşitlik, adalet, evrensellik, insan hakları, diğer tarafta otorite, müesses nizam, milliyetçilik, despotizm, korku ve ırkçı kümeleşme ve nihai sonuç, keşke bu yaşananlardan tüm dünya ders alabilse. Konjonktürel rüzgâr ile ele geçirilen güç, masum olduğunu bile bile binlerce insanın mahkûm eden bir despotizme dönüşürken totalitarizmin zirve yapmasına neden olur, bu şartların insanlığı sürüklediği nefret ve ırkçılık fırtınası insanlığı gıdım gıdım yok eder, maazallah ve alimallah. Ülkelerde; hem de zaman, zemin ve teknik terakki farkı gözetmeksizin, milliyetçilik, ülkenin iyi yönetilememesi ve başarısızlığa uğraması durumunda, hep ihanet, iç düşman ve içten çatlak aramıştır, aranan düşman ise çok kolaylıkla bulunmuştur, Fransa ve Almanya’da Yahudiler, Rusya’da Türkler, İngiltere’de Almanlar, Türkiye’de Kürtler, Azerbaycan’da Ermeniler, Ermenistan’da Azeriler vs vs…

Hiç yorum yok: