Perşembe, Eylül 19, 2024

ANADOLU’DA VE SOSYALİST ÜLKELERDE

Ünlü Edebiyatçı Melih Cevdet Anday’ın “Anadolu’da ve Sosyalist ülkelerde” diye bir gezi, anı kitabı olduğunu sevgili dostum Sabri Usta’nın 1970’li yılların Çeşme’si üzerine bir muhabbetimiz esnasında, Yazarın Çeşme gezisini anlattığı bölümü üstünden haberim oldu, çok eski basım bir kitap olduğu için de ancak sahaflardan buldum ve okudum… Kitap 1977 basımı, Sosyalist Ülkelerin 1960’lı yıllarını anlatırken, Çeşme’nin de Urla yanında anlatıldığı yıllar ise 1970’li yılların başı… Çok büyük bir keyifle okudum ve kolay okunulabilir buldum. Anlatım ve kullanılan dil üstüne söyleyecek kelamım olamaz, yazar konusunun üstadı, aksi takdirde dilim lal olur…

Melih Cevdet Anday daha önsözde diyor ki; Bir geziye çıkmadan önce, görülecek yerler üstüne hazırlanmak diye bir yöntem de vardır, ama benim huyuma suyuma uygun değildir bu. Elde defterler, kitaplarla gezdikten sonra ne diye çıkayım o yolculuğa!. Oturur evimde okurum”  Hay Allah, gezi konusunda benim tam tersi bir davranışta olduğumu söylemeliyim. Gezeceğim yerleri tartışmasız planlarım, hele de zaman ayırma ve finanse etmenin hayli maliyetli olduğu düşünülürse, önceden hazırlıklı olmanın kaçınılmazlığı ortadadır. Aaaa şüphesiz Melih Cevdet Anday gibi ünlü ve önemli kişilerin gezisi de farklı oluyor… Kitap boyunca gezilerde sürekli rehber, tercüman, şoför gibi kadrolar ile bulunduğunu anlıyorum, yani bizim gibi gariban ve sıradan değil… Gerçi bu kadrolar ile gezmenin de bu kabil kolaylığı yanında başkalarının planladığı, takdim ettiği alanların ve bilgilerin üstünden geziyorsunuz ki benim de fazlaca tercih etmediğim bir usul değildir… Mümkün ise gezeceğim alanı, göreceğim nesneyi ve görme süresini ben tayin etmeliyim diye düşünürüm hep. Gerçi başkaları bir şey gösterir ise ne olur, bu konu ile ilgili Yazar bir yerde şöyle bir yorum yapıyor bir anısı üstünden… “Bulgaristan’da gördüklerimi, öğrendiklerimi tanıdıklarıma bütün ayrıntıları ile anlattım, çok ilgi ile karşılandı bunlar. Kimi inanmadı, inanmak istemedi söylediklerime, açıkça “yalan söylüyorsun, o ülkeyi överek bize toplumculuk aşılamak istiyorsun” demedi de, “kandırmışlar sizi” dedi, “gördüklerin ancak sana gösterilenlerdir, gözünü boyamışlar” dedi. Bunlar anlaşılan çok akıllı kişilerdi, benim gördüklerimi görmedikleri halde yanılmıyorlardı. Bense, gördüğüm halde yanılıyordum, yutmuş oluyordum, böylesine aptalın biri idim”. Şüphesiz yazar için ben benzer değerlendirmeyi yapamam, yapmıyorum ve asla da yapmayacağım. Çünkü bu yaklaşım ve tutum batılı ülke muktedirlerinin, muhalefeti karalamasının resmi ağzıdır… Benzer şeyleri öğrenciliğiz sırasında, “herkesin bizi kandırdığı” şeklinde çok duyduk ya… Biz de nasıl aptal isek gayri, çocukken arkadaşlarımız kandırır, gençken devlet düşmanları kandırır, evlenince karımız ya da kocamız kandırır, sonuçta hep kandırılırız… Gözümüz görmez, kulağımız duymaz, ağzımız sormaz, aklımız yetmez, sürekli bir nakısat hali… Peki, kanmayanlar kim, feraset sahibi cahiller… Peki, aslında onları kandıran kim, mezuniyetleri bile şaibeli muhterisler… Neyse konumuza tam yol ileri…

Yazar’ın gezdiği ülkeleri ben de gezdim lakin yegâne fark “zaman, mekân ve teknik terakki” idi… Köprülerin altından çok sular geçmiş idi şüphesiz… Artık, sözde hürdüler, sözde serbest piyasa vardı, sözde herkes zengin olacak idi, sözde herkesin işi olacak idi, sözde kimse aç ve açıkta kalmayacak idi, sanki varmış gibi… Kocaman bir yalan çıkmış, tüm bu sayılanların olduğu ve olmadığı esas dönemin o dönem olduğu, orada, gerek tanıştığım, gerek birlikte çalıştığım, gerekse de başka manada iş ilişkisinde ve dahi dostluk ilişkisinde olduğum muhteremlerden çokça dinlemişimdir. Önemli fark yine yazar ile aramda, o genellikle Yazarlar Evi, Edebiyat toplantıları, Kütüphaneler, Müzeler başta olmak üzere kendi ilgi ve iştigal alanı ziyaretlerinde iken ben daha çok sokak, meyhane, pazar, çarşı, ören yerleri, parklar, mezarlıklar gibi daha sıradan hatta aşağıdakiler sayılacak toplumsal kesim ile temas ederek ilerledim. Şüphesiz ben de yazar kadar olmasa da, kütüphane, tiyatro, sinema, kitapevi gibi yerlere gittim… Yazar gördüğünü yazmıştır, hiç şüphe yok bu çok net anlaşılıyor… Yine bilebildiğim kadarı ile yazarı kandırabilecek insanların bu dünyada ziyadesiyle az olabileceğidir, öyle her önüne gelenin kandırabileceği bir kişi değildir.

Macaristan gezisi sırasında, “Estergon ve Kalesi” üzerine aktardıkları halen orada görülebilecek güzelliklerdendir. Kaleden, Tuna’nın karşı sahili, o zamanki Çekoslovakya’nın sanayi bacalarının görünüşünü ve ovayı anlatır yazar… Tuna Nehrinin (Duna), mavi aktığı şiirlerde olduğu kadar Valslerde de zikredilir lakin siz onu pek o renklerde göremezsiniz özellikle de şimdilerde… Hani meşhur Johann Strauss’un ünlü bestesi “Mavi Tuna” da bahse konu, olmadı Buket Uzuner’in “Kumral Ada, Mavi Tuna” isimli kitabı gibi eserlerde bazen fiilen bazen de metafor olarak bahsedilir de bahsedilir “mavilikten”… Bendeki izlenim ise Tuna’nın artık ziyadesiyle yorgun olduğu ve başta Almanya olmak üzere Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan gibi ülkelerin sanayicilerinin açık lağımı olmaktan bıktığı yönündedir… İnanmayan ya da bilmeyenler biraz araştırınca görecekler bu dünyaya “Çevre koruma konusunda” vermedikleri fetva bırakmayan mezkûr kapitalist ülkelerin ikiyüzlü tutumlarını… Sadece Tuna Nehri mi bıktı bu çevre katillerinden, vallahi hayır, güzelim Karadeniz bile bıktı…

Yazar, Estergon Kalesine gider iken yolda rehbere;

“Estergon Kalesi

Bre dilber aman

Subaşı durak

Kemirir bağrımı

Bir sinsi firak” türküsünden bahseder, ne yazık ki bilinmediğini hatta genelde Macarların bu türküyü bilmediklerini hayret ile öğrenir… Elbette bilmezler, ama yollasak, tanıtsak hoşlarına da giderdi belki. Ancak Peşte Elçimiz Sayın Nedim Evcimer’den dinlediğime göre, Adnan Saygun oraya geldiğinde açılmış bu konu, ama Saygun tek sesli olması dolayısıyla bu türkünün Macarları sarmayacağını söylemiş. Oysa bizim Kadıköy’deki evde türkü meraklısı arkadaşlarla bulunduğu bir gece, Macar Elçiliği memurlarından Bay Anders İlyes’in Estergon Kalesini dinlerken gözleri yaşarmıştı”. Demek ki tanıtım eksikliğimiz o günde de makûs kader imiş…

Bulgaristan gezisi sırasında uğradığı lakin fazlaca aktarmadığı Nesebar benim çok sonradan gitmekle birlikte ziyadesiyle hoşuma giden, gerçek manada koruma altında bir yerleşim yeridir. Bulgaristan yazarın aktardığı zamanda da tıpkı şimdiki gibi Karadeniz Kıyılarını turistik faaliyetlere açmış, dönemin Sovyetler Birliği başta olmak üzere tüm sosyalist ülkelerinin vatandaşlarının tatil beldesi haline gelmiş. Bulgaristan üzerine, öğrenciliğimizi birlikte aynı okulda geçirdiğimiz Suriyeli öğrencilerden yeterince benzer hikâyeler dinlemiş idim hatta tıpkı Almancıların tatillerde gelirken konu-komşuya, tanıdığa ve akrabaya getirdikleri tarz ve tatta bazı şeyler de getirdiklerini hatırlarım… Türk kökenli ve Türkçeye mükemmel hâkim olan Mustafa diye Suriyeli bir arkadaşımız vardı ve sonradan Suriye ile cicim aylarındaki ziyaretlerimde izini sürdüm lakin bulamamış olduğum muhterem kardeşim Mustafa’nın getirdiği şeyler ve anlattıkları bizi cezbederdi… Nesebar, hemen Burgaz’ın kuzeyinde çok eski bir yerleşim yeri olup devrin deniz ticaret merkezi imiş… UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunan Nesebar, Roma, Bizans ve şüphesiz ki Osmanlı izlerini her köşesinde barındıran, küçük meydancıklarının daracık sokaklarla birbirine bağlandığı bir kent olmanın ötesinde gündüzü ayrı, gecesi ayrı bir atmosfere sahiptir.

Maalesef kitabın asıl önemli bölümü Urla Yarımadası ve Çeşme bölümü bir sonraki yazıya kaldı…

 

Cumartesi, Eylül 14, 2024

Город-герой Ленинград

Başlık tam tamına "Kahraman Şehir Leningrad" olarak çevrilebilir. Leningrad bilindiği üzere St. Petersburg şehrinin Sovyet devriminden sonra edindiği addır. Esasen, mezkûr kent Çar 1. Petro tarafından bataklık zemine kuzeyde başkent yaratma hayali ve iddiası ile büyük kaynaklar ayrılarak aynı zamanda inanılmaz insan kayıplarına rağmen inşa edilmiş olup, başkent ilan edilmesi üzerine de adı "Aziz Petro" manasında St. Petersburg adını almıştır. Lakin kronolojik ad verilmesi ya da değişimi olarak da bakılırsa; şehir kuruluşundaki kaleden mülhem Almanca "Sankt Piter Burh", bilahare de Kiliseden mülhem "Petro ve Pavel", bilahare de kilise "Petropavloks" adını alırken şehir de yeniden "Sankt Piter Burh" adını alır. Bu arada zamanla Piter oluverir, Peter... Bilahare, kısaltılarak Petersburg, derken Almanca kale manasındaki "Burg" gider yerine Rusça "Grad" gelir, olur "Petrograd", bitti mi, nerde... Sovyet devrimi ve liderinin ölümü üzerine de olur "Leningrad"... Sovyetler Birliği yerine Rusya Federasyonu dönüşümü yaşanınca da tekrar "Sankt Petersburg" olur lakin Rus Federal Yönetim ifadesi olan eyalet anlamında "Oblast" diye ifade edilen ise halen Lenigrad Oblastıdır... "Sanct" esasen de Latince "kutsal, dokunulmaz, muhterem, dindar" anlamındaki "Sanctus" kelimesinden gelen ve ilk kez de Almanlar tarafından kullanılan bir kelimedir. Petersburg şehri de, malzeme temininin kolay olması sebebiyle tercih edilen ahşap yapıların büyük yangınlara sebep olduğu ve Rusya'nın da başına bela olması hasebiyle tamamen taş seçimi ile gerçekleştirilmiş yapılardan oluşmuştur. Dönemin planlı alanında, dümdüz caddeler, geniş ve ferah yapılarla donatılmış, ıslah ve tahkim edilmiş kanallar üzerinden şık köprülerle birbirlerine irtibatlanmış, hala müthiş güzel peyzajları ve bakımları olan parkları ise adeta açık hava heykel müzeleri şeklinde muhteşem heykeller ile bezenmiş şekildedir.     

Rusya’da gezmeyi çok sevdiğim, adeta doyamadığım, her defasında da değişik yerler keşfettiğim 2 kent var, Moskova ve Sankt Petersburg… Bu iki şehir şehircilik estetiği, siyasal ve sosyal hayat ve görüntü ve dahi temsiliyet açısından birbirinden çok farklı görüntü vermektedir bana göre… Moskova son derece resmi görünürken, Sankt Petersburg ise daha sivil ve samimi bir görüntü vermektedir. Mesela Sankt Petersburg Kraliyet ailesinin mülkü gibi iken Moskova devlet bürokrasisi,  işçilerin ve çalışanların mülkü izlenimi verir bana her daim… Moskova sanki fonksiyonun şehri olarak daha Doğulu, daha sosyalist görünürken, Sankt Petersburg ise daha batılı, daha fazla kapitalist ve estetiğin şehri olarak öne çıkıyor sanki… Hem de Sankt Petersburg uzun yıllar Leningrad olarak bilinmesine rağmen benim gözümde daha sosyalist olamıyor… Yani Lenin sinmemiş sanki görüntüsünün ve seslenilişinin dışında… Bunlar şüphesiz benim izlenimlerim, bir başkası bunların tam tersini de hissedebilir, gözlemleyebilir, itiraz edemem… Aaaa ben bir şehircilik uzmanı mıyım, şüphesiz değil… Zaten bu ifadelerim de bir uzmanlık gösterisi değil… Sonuç olarak ben her iki kenti de seviyorum, her görüntüsü ile… Hele de, 1993 den beri oraları aralıklı da olsa gezen ve son yıllarda daha sık gören,  gelişmeleri, ilerlemeleri, düzenlemeleri ve sahip çıkmaları yakinen izleyen olarak kıyas yapma şansım ziyadesiyle fazladır.

Petersburg, Petro’nun tercihi, Fransız Klasisizmi, İtalyan Barok’u başta olmak üzere Alman, Hollanda ve Rus mimarisinin kolajı sayılabilecek “Barok Mimari” tarzı yapıların ağırlıklı olduğu bir şehirdir. Başta yapılan şehir planına ve yapı tarzına bugünlere kadar sadık kalındığını da gözlemlemek mümkün olup Avrupa kopyasından ziyade kendine has bir tarzın ortaya çıktığı da açıktır. Hâkim tercih ise; simetrik uzanan binaların zarif ve güzel pervazlar, revaklar ve heykeller ile dekore edilmesi şeklindedir. Binalarda ağırlıklı yeşil, kırmızı, sarı, mavi renkler tercih edilirken arka plan tonlamalarında beyaz öne çıkmaktadır. Karelya tarafından getirildiğini öğrendiğim granit ve mermerler ise kaplamalarda ve süslemelerde ağırlıklı seçilen malzeme olmuş ve bu malzemenin tercihinin ise estetik zirve olduğu da tartışılmaz, bana göre…

Sankt Petersburg Metro istasyonlarının dizayn, tezyin ve tefriş işi öylesine profesyonelce realize edilmiş ki adeta tıpkı Moskova Metro istasyonları gibi sanat galerisi tadında… Granit kaplamaları, Mermer sütunları, göz alıcı freskleri ve heykelleri, etkileyici avizeleri ve dahi aydınlatma tercih ve dizaynları ile ahali arasındaki adı da “Halk Saraylarına” çıkmış durumdadır. Bir yanı ile Gogol, Dostoyevski, Çaykovski, Şostakoviç başta olmak üzere yüzlerce kültür abidesi insana ev sahipliği yaparken, diğer yanı ile de sayısız irili ufaklı müze ve tiyatroya mekân olarak adeta kültürel başkent olabilmiş, Hermitage Müzesi ve Kışlık Saray, Peterhoff Sarayı ve Bahçesi, Kazan Katedrali başta olmak yüzlerce mimari abideyi halen koruyabilmiş Petersburg, diğer çok önemli yanıyla da, Dekabrist ayaklanması, Çarlığın hitamı ve Sovyet Devrimi gerçekleşmesi ve dahi Almanya’nın amansız kuşatmasına müthiş direnmiş olmanın gururu ve tılsımlı atmosferi şehri çok cazip hale getirmektedir, bence…

Bilindiği üzere Sankt Petersburg, Baltık Denizi kıyısında, Neva Nehri ve kolları ve dahi deltası üzerindeki 40 küsur ada üzerine kurulmuş olup adalarının irtibatları da irili ufaklı yaklaşık 350 köprü ile temin edilmiştir. Büyük gemilerin geçmesi için ışıklandırılmış köprüler gece yarısından sonra belli sıra ve saatlerde açılmakta olması inanılmaz bir turistik faaliyet halini almış, anladığım… Anlatılanlara bakılınca, nehirden gezi tekneleri marifetiyle binlerce turist dolaştırılırken karadan da nehrin her 2 tarafına toplanmış turistler tarafından büyük merakla izlenir.  Bazı edebiyatçılar; bu köprülerin yaklaşık 45 derecelik, her iki tarafa da yükselme suretiyle açılıp yol verme işlemine “iki aşığın ayrılması” daha sonra da kapanmasına da “iki aşığın tekrar kavuşması” benzetmesi yaparak turistik faaliyete bir de edebi mana yüklerlermiş… Bu defa da ben seyredeyim dedim bu edebi ve turistik faaliyeti rüzgâr sebebiyle sık sık ertelenen ya da iptal edilen bu ritüele şahitlik edemedim, bir başka sefere erteledim… Allahtan bizim İstanbul’daki “Yeni Galata Köprüsü” benzer özelliklere sahip olup, uzun yıllar çalıştığım STFA Firması tarafından inşa edilmiş ve inşaatı sürecinde okul arkadaşlarım çalışmış olunca da mezkûr faaliyete yabancı değilim.

“Bakır Atlı” adlı şiirinde, Puşkin, bu masalsı adeta kutsanmış ve şairlere ve yazarlara ilham perisi olan Sankt Petersburg’un Beyaz Gecelerini;

“Ben şiirlerimi

Lambasız yazıp okurken,

Mahmur ama aydınlık gökyüzü.

Ve aydınlatıyor bomboş sokakları

Donanma kulesi.

Ve gece, indiremiyor karanlığını

Bronz ışıltılı gökkubbenin üzerine.

Gündoğumu kovalıyor gündoğumlarını

Sadece yarım saat sürerken gece”

şeklinde anlatarak, hemen hemen hiç kararmayan gökyüzünün aydınlattığı şehri kendince tariflemektedir.

 

Perşembe, Eylül 05, 2024

BAUMAN VE ÜNİVERSİTESİ

Moskova’nın köklü üniversitelerindendir
“Bauman Moskova Teknik Üniversitesi” kuruluşu 1830’lara dayanır. Son seyahatimde Üniversitenin içine girebilmek nasip oldu esasen daha önceki seyahatlerimde birkaç kez içeriye gezme talebime olumlu cevap alamamıştım, harika dizayn edilmiş binalar içinde gezmek sonra bahçesine çıkıp muhteşem heykeller önünde zaman geçirmek çok hoş oldu… Üniversitenin çok eskilere giden ve değişik bir tarihi var, özellikle 1917 Sovyet Devrimi ile oluşan değişim noktasının öncesi ve sonrası… Yazılı bilgilere göre 1830 tarihinde dönemin Rus Çarı I. Nicholas’ın “Ticaret ve eğitim kurumları yönetmeliğini” yayınlar ve bu uğurda “Sloboda Sarayını” mezkûr üniversitenin temellerini oluşturmak için bağışlar… Burada Saray bağışını mı konuşmak gerekir yoksa eğitim kurumlarının bir yönetmelik marifetiyle yönetilmesi niyeti mi konuşulmalı bilemedim… Lakin Tolstoy’un “Harp ve Sulh”ünde Napolyon’a karşı direnişin temellerinin atıldığı bina olarak bilinmesi de önemini daha da arttırmaktadır. Önceleri Rus mühendisliğinin pırıltılı yüzünü oluştururken bilahare de Sovyet döneminin başta askeri teçhizat, uçak ve füze sanayisinin başarılı gelişiminin bilim üssü haline gelmiştir Bauman Moskova Teknik Üniversitesi…
Üniversite binalarındaki koridorlarda gezinirken ziyadesiyle vakit geçirdiğim duvarları süsleyen, üniversitenin gelişim ve yükselmesine özellikle de Sovyet Uzay ve Havacılık sanayisinin dünya liderliği yapmasına büyük katkı yapmış bilim adamlarının ve akademisyenlerinin tanıtım tabloları olmuştur. Rehberim genç mühendis adayı
Nazar’ın sabırlı tercüme çabaları ve dikkatli rehberliği ile günümüz teknolojisinin temin ettiği hızlı ve simültane tercüme imkanları dahilinde olabildiğince hızlı ve fazla bilgi toparlıyorum. Çok etkileyici… Günümüzdeki manasıyla dünyada programlanabilir ilk bilgisayarın da Sovyetlerde kullanıma başladığını öğrenmek bir başka enteresan bilgi oluyor benim için… Bu bilginin yaygın olarak bilinmiyor olmasının gerekçesini Sovyetlerin Batılı Kapitalist ülkelerde olduğu üzere kişisel tüketimin yaygınlaştırılmasının tercih edilmemesi oluşturuyor olsa gerek… Geziyorum dedim ya, Moskova’daki Kampüsün sadece tarihi binalarla sınırlı bölümünü kast ediyorum, Kampüs çok büyük ve sürekli bir gelişim içinde anladığım… Bana göre zaten gelişmiş lakin sistem daha çok öğrenci daha çok gelir teminine evrilince de durmak bilmiyor, durmak yok yola devam…

Kantin, kafeterya ve beslenme bölümlerine gidince kendi öğrenciliğim zamanındaki kantinlerle kıyaslayınca mutfak ve ürün çeşitliliğini de görünce, kendimizin durumunu fukaralığımız dâhilinde “yanmış bizim keten helvamız” demeden edemiyorum. Uzunca bir koridorun sağında ve solunda sıralanmış 5 adet olabildiğince ve ihtiyaca binaen tayin edilmiş büyüklükte artık klasik kantinden ziyade modern birer restoran havasında bir tarafı ile ürün bazında diğer tarafı ile dünyanın farklı mutfaklarının temsili bazında organize olmuş bölüm… Hay Allah kendi öğrenciliğimin fukaralığını aklımdan atamıyorum vallahi… Lakin bu tablonun öğrencilere maliyeti nedir diye düşününce de muhtemelen günün mana ve önemine mütenasip bir “ham hom şarolop” düzeneği olduğu da akıllardan hiç uzak değil…

Ünlü Bolşevik Nikolay Ernestoviç Bauman adından mülhem mezkûr üniversite aynı adla anılmaktadır. Arşivlere kendisi ile ilgili çok ciddi olumsuz notlar düşülmüş olsa da Lenin’in himmeti ve Sovyet devrimine katkıları göz önüne alınınca da her şey geride kalıyor tabii ki… Özellikle Bolşevik ve Menşevik ayrımı sırasında kendisine isnat edilen cürümleri dinlerken yaşadığı sıkıntıları ve gözlerinden gelen yaşları şahit olanların anlatması da durumun vahametini sergilemektedir. Genç Bauman, sürgünler ve hapislerle dolu meşakkatli hayatını genç yaşta kaybeder… Kullandığı adları listelemenin bile ciddi zor olduğunu bildiğimiz Bauman’ın devrimci hareketin özellikle basın ve yayın işlerinde de ne kadar etkin ve başarılı olduğunu arşivlerden görüyoruz. Bir gösteri sırasında güvenlik görevlilerinden birinin saldırısı ile hayatını kaybetmesi devrimci mücadelenin yükselmesine gerekçe oluşturur. Sovyet Devriminin Lideri Lenin’in Bauman’ın katledilmesi üzerine “Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi üyesi N. E. Bauman'ın Moskova'da çarın askerleri tarafından öldürüldüğü haberi telgrafla ulaştı. Mezarı başında bir gösteri düzenlendi ve ölenin dul eşi, aynı zamanda Partimizin bir üyesi olarak, halkı silahlanmaya çağıran bir konuşma yaptı… Doksanlarda St. Petersburg'daki Sosyal Demokrat örgütte çalışmaya başladı. Tutuklandı, yirmi iki ayını Peter ve Paul Kalesi'nde geçirdi ve ardından Vyatka Gubernia'sına sürgün edildi. Sürgün yerinden kaçtı, yurtdışına gitti ve 1900'de Iskra örgütüne katıldı. En başından beri bu girişimin başlıca pratik liderlerinden biriydi ve Rusya'ya sık sık gizli ziyaretler yapıyordu. Şubat 1902'de Voronej'de (bir doktor tarafından ihanete uğradı) Iskra örgütüyle bağlantılı olarak tutuklandı ve Kiev'de hapsedildi. Ağustos 1902'de on diğer Sosyal Demokrat yoldaşla birlikte kaçtı. Parti'nin İkinci Kongresi'ne (Sorokin takma adıyla) RSDİP Moskova Komitesi'nin delegesiydi. Lig’in İkinci Kongresi'ne (Sarafsky takma adıyla) katıldı. Bunun ardından Parti'nin Moskova Komitesi'nin bir üyesi oldu. 19 Haziran 1904'te tutuklandı ve Taganka Hapishanesi'nde tutuldu.” diyerek ilişkinin yakınlığı ile birbirleri ile irtibatın sıcaklığına değinmektedir. Lakin tutuklu bulundukları cezaevlerinden ilan edilen “af” ile serbest bırakılmalarının ardından silahlı saldırılar neticesinde başta N. E. Bauman olmak üzere katledilen devrimcilerin, aslında af değil kurulan tuzak neticesinde serbest kaldıkları iddiası geniş destek bulmuştur mezkûr dönemde.  

Bauman’ın hayatı, yoğun çalışma temposu, cesur girişkenliği ve başarıları ve de özellikle mücadelenin başlarında katledilenlerden ilk olması kendisini Sovyetler Birliği için adeta bir bayrak haline getirmiş görünmekte ve bu uğurda şimdilerde bile bir sürü şehirde, ya meydan ya sokak ya da park adı olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte bu geçmişe ve anılara dayalı olarak Üniversite’nin adlandırılmış olması, layığı ile bir öğrenim ve eğitim hayatına bugünde devam etmektedir.