Cuma, Ekim 11, 2024

ŞÜKRÜ SOYDAN


Maalesef, kayıplarımız devam ediyor, 1997’de en küçük Teyzemi kaybettikten sonra ne yazık ki şimdi de eşi, eniştem, yarı babam edası ile ilişkilerimizin gayet keyifli, samimi ve olumlu devam ettiği Şükrü Soydan’ı da kaybettik… Melun ve meşum hastalık burada da acımasızlığını gösterdi… Her kayıp bizi geçmişimizden bir manada koparıyor bir manada da ona sahip çıkmamız adına mükemmel hatıralar oluşturuyor… Bizler açısından bir ilave sıkıntılı durum daha oluşur, biz bunu seslendirsek de seslendirmesek de, artık yaşanan bu sık kayıplardan sonra kayıplara odaklanmak ve bu odaklanmanın dümen suyunda ilk planda yakın zamanda kaybedilen olmakla birlikte esasen zihnin ve ruhun ölüm üzerine meşguliyetidir. Zihnimizin ve ruhumuzun yaşanan kayıpla ve dahi ölüm mefhumuna meşguliyetinin bize yüklediği başka durumlar da vardır, artık eskiden keyif aldığımız şeylerden eskisi kadar keyif alamama başta olmak üzere genel manada isteksizliktir ön plana geçer.  Daha derin ve mühim analizleri işin uzmanlarına bırakarak devam edeyim.

Şükrü eniştem, neşeli insan olmanın, olabilmenin insani tezahürüdür adeta… Kolayca bilineceği üzere neşeli olabilme hali hissi bir durum olmakla birlikte fiziki ve anatomik bir arka planda gerektirir ki hormonlar ve etkileşimleri buna münasip değil ise bu yansıma çok kolay olamaz… Kısa süreli olmak üzere bu tespiti tersine çevirebilecek muhteremler de vardır, “kan kusup kızılcık şerbeti içiyorum” kabilinden… Eniştem kızılcık şerbeti içmeyenlerden olup son derece güleç yüzlü, neşeli ve hoş sohbet olmuştur her daim… Neşenin de tıpkı nezle ve grip gibi bulaşıcı olduğunu Eniştemden gördüm ben, içindeki neşenin dışa taşmalarının başta ben olmak üzere etrafındaki herkese nasıl sirayet ettiğinin canlı şahidiyim.  Neşeli hali ve şaka yapmadan, birilerine takılmadan duramamanın bana göre en nadide örneği ise, kendisi ile yolda bir yerlere giderken tarlada çalışanlara bazen açık camdan bazen de durarak “kolay gelsin” deyip hal hatır sorup sonra da “Karagöz geçti mi buralardan” deyip “hangi Karagöz” mukabil sorusuna da “Yaşar” der ve sonra hareket edince de çok gülerdik, nedense işte… Demek ki, ufacık hatta manasız şeylerden bile bir gülme malzemesi üretirdik…

Neşeli olmanın en müşahhas hali de birlikte izlediğimiz TV’deki müzik programları anındaki aktif davranışı olmuştur her daim, bana göre… Benim ıslık dışında epeyce de denememe rağmen bir türlü beceremediğim bir müzik enstrümanı çalma işini son derece mahir olarak “darbuka” ile becererek her daim göstermiştir bizlere. Mesela Tv’de hareketli bir türkü ya da bir şarkı mı çıktı, darbuka yok mu, çözüm var, benim sigara yakmada kullandığım kibrit kutusunu kaptığı gibi müthiş bir maharetle darbukaya çevirdiğini hayranlıkla izlerdim. Yahu bir kibrit kutusu da darbuka mı olur, evet, onun mahir el ve parmakları ile olurdu… Lakin temelde de bu neşeli ve hareketli, hani insanı kıpır kıpır yapan müziğe refakattir meram ve murat… Kızı, Suna; “Yaşamı severek, dert etmeden yaşamak böyle bir şey sanırım” diye tanımladı kendisini bir defasında…

Kendi evinde de akşam yemeklerini bilirim ve çok da birlikte akşam yemeği yediğimiz oldu, işte o akşam yemekleri de “Ramazanlar” hariç “rakısız” olmaz idi, hala büyük bir keyifle hatırlarım… Senenin 335 günü çok sınırlı ve dinlendirici, keyiflendirici kabilinden günlük yaklaşık 2 kadeh “yeni rakı” içilirdi… Günün yorgunluğunun atıldığının beyanı ile de vites behemehâl şakalı ve neşeli duruma evrilirdi otomatik ve kendiliğinden.   

Neşe, eğlence ve hayatı keyifli hale çevirme deyince özellikle yaz ayları Teyzem ve kızlarına, geldikleri Çeşme’de hafta sonları katılır ve uzun süren kalabalık akşam yemeklerinde muhteşem bir ortam yaratılmasına ön ayak olurdu. Şimdi aramızda olmayan Dayıoğlum Kamil de bu yemeklerin ve muhabbetlerin müdavimidir… Bizim sulama havuzu başında, kocaman asmanın altında ve etraftaki onlarca değişik renk ve stildeki karanfil kokuları arasında yapılan bu uzun ve eğlenceli muhabbetleri şimdilerde bile imrenerek, özenerek hatırlıyorum. Şimdilerde geriye çok güzel bir hatıra olarak kalan bir fotoğrafın yansıttığı “”kaş ile göz arasında” eve girerek, kadın elbiselerini üstüne atıp bir başörtüsü bağlayıp dışarıya çıkması vardı ki, değme tiyatro sanatçısı üslubu ile kısa süreli de olsa herkesi şaşırtmış idi…

Macir (Muhacir) bir ailenin çocuğu olmak şüphesiz kolay değildi, binbir türlü meşakkatli durumdan sıyrıldı, gemisini uzun yıllar dalgalı denizlerde itina ile yüzdürdü, çok çalıştı, zor ve ağır şartlarda çalıştı lakin aynı zamanda gezdi, yedi, içti, eğlendi, keyif aldı, hepsini de vakur ve makul bir üslup ile yaptı… Girişimci ve araştırmacı ruhu ve becerisi onu farklı birkaç iş yapmaya sürükledi hepsinde çok başarılı oldu bana göre… Tarımsal üretimin ziyadesiyle önemsendiği dönemde oldukça büyük çapta sebze ve fidancılık yaparken, bir anda bir tarafıyla sağlık şartları gereği bir tarafı ile de günün epey hareketli sektörüne kırdı rotayı, orada da çok başarılı bir iş hayatı oldu…

Belki de bizim sülalede ilk kez otomobil sahibi olan Eniştem, hele de yanılmıyorsam 1975 yılında, dönemin önemli ve yerli otomobili sayılan esasen de montaj sanayiden öteye gitmeyen Anadol markasının çok çok sınırlı sayıda ürettiğini bildiğim “Böcek” modeli otomobil ile gelince muhteşem anlar yaşamış idik, sayesinde… Sonraları daha klasik ve güncel model araçlar kullanmaya da başladı şüphesiz…

İyi Galatasaray’lı idi aynı zamanda, hele birlikte maç seyrettiğimiz dönemde torunu Hüseyin’in dönemin önemli futbolcusu “Rüdiger Abramczik’i” “İbrahimcik” diye benzeterek söylemesi başarılı sonuçlarda bizim coşkumuza, başarısız sonuçlarda ise “ahh ve vahh”ımıza katkısını hala dün gibi hatırlarım. Esasen bir fanatik olmamakla birlikte maçları sıkı takip eder, yüz yüze olmasa bile telefon ile konuşmalarımızda az zaman alsa da futbola değinirdik. 

Yayınladığım ve “Benim gözümden Çeşme” adlı kitabımı kendisine gönderince, değindiğim eski Çeşme ve Çeşmelileri soluksuz okuduğunu kızından dinlemiş ve kendi adıma çaktırmadan çok sevinmiş idim… Sonraki görüşmelerimizde kitabın konusunu oluşturan hatıraların bir kısmı üzerinden de sıkı muhabbetler etmiştik.

Evet, kayıplar zor, hele de hatıraların çok ise kayıp çok daha zor lakin kaçınılmaz olarak kapılarımızı çalıyor. Ölüm ayrılığı geride kalana zor, metanet temennilerinin kalana bir faydası var mı, bilemiyorum… Bana bir faydasının olmadığını biliyorum da, başkalarında nasıl olur bilemiyorum. İlaveten bilmek başka bir şey yapabilmek bir başka şey… Bu vesile tüm kayıplarımızı saygı ve minnet ile bir kez daha anıyorum…

 

Hiç yorum yok: