Cuma, Aralık 27, 2024

ELVEDA SELANİK, 1917 YANGINI, YAŞAR AKSOY

 

Değerli yazar ve Gazeteci büyüğümüz Yaşar Aksoy’un kaleme aldığı, “Elveda Selanik, 1917 yangını” adlı kitabı okuyorum. Yaşar Abinin tespiti mucibince, “İzmir ile Selanik’in iki kardeş gibi birbirine benzemesidir. Tarihleri ve doğası benzeştiği gibi ne yazık ki tarihi yangınları da birbirine benzer. Tıpatıp aynı gibidir!..” daha önce okuduğumuz “İzmir 1922 yangını” kitabı benzeri şimdi Selanik yangınını ulaşılabilecek tüm kaynaklardan istifade tespit, telif ile tekmil okuyoruz… Bildiğimiz detaylar olmakla, bu kez derli toplu kronolojik ve her veçhiyle Canım Yurdumda yayınlanmış bir ilk olarak… Kendisine kocaman teşekkürler ediyoruz.

Kitabın konusunun eksenini, ülkesinden sürgüne gönderilmiş Yunanlı komünist yazar Elias Petropoulas’ın araştırmaları, söyleşileri ve çalışmaları oluşturmaktadır. Petropoulos çok değerli bir yazar olup buraya yer darlığından sığdıramayacağımız kadar eser bırakmış birisidir. Siyasi tercihleri ve tutumları gerçekten büyük saygı ile anılmayı da hak ettiğini göstermektedir. Nazi Almanya’sı işgali başlar başlamaz direniş örgütü ELAS (Yunan Halk Kurtuluş Ordusu) içindeki şerefli yerini almaktan geri durmamıştır. Hayatı boyunca küçük sapmalarla daima ELAS’cı olarak yaşadı. 1968’de Yunanistan’daki “Albaylar Cuntası” sırasında tutuklandı, 1974’teki “Kıbrıs Savaşı” ile Cuntanın çökmesini müteakip serbest kaldı… Lakin baskılar sona ermeyince ver elini Paris…

Pertopoluos’un genel manadaki yaklaşımını ziyadesiyle abartılı buluyorum. Evet, Petropoluos kendi ifadesiyle kendini tarife yönelik “folklorcu” diyor lakin konuya bağımsız kalma becerisini göstererek yaklaşmış görünmekle birlikte zorunlu sürgün nedeniyle zihin ardının dayattıklarıyla bilimsel ölçüleri de aşmış bir duygusallık göstermiş intibaı vermektedir bence… Atfı cürüm ifratına vardırmadan daha soğukkanlı kalabilseymiş daha kolay anlaşılır olabilecekmiş… Sokağa çıkarsanız suyun bu tarafında da fazlaca olmasa bile bu kabil marjinal insanlar bulursunuz… Yaşar Abinin aktardığına göre, Yunanlı Profesörler için “bu herifler sadece koyun yetiştirmeyi bilirler” demiş, topyekûn bir hedef ve değerlendirme yapmış… Bu nasıl bir üstten bakış allasen, bizde de böyle bir hoca vardı, Yalçın Küçük Hoca… Doğrudur, bizim Yalçın Hoca bilgilidir, ilgilidir lakin bir o kadar da uçuk ve abartılıdır… Her ikisi de ziyadesiyle marjinal tutum almak adına yer yer güvenilirliğini yitirme noktasına gelmişlerdir. Bir yerde mezkûr yazardan nakil; “…Yunanlıların babası sayılması gereken Türklerin …” ifadesi var ki, tam bir evlere şenlik yaklaşımı… Hele bir de “divana uzanmış bir güzel kadının çıplak vücudunu, vatanımdan daha çok seviyorum” diyor ve maalesef bizde de “vatanı bir kadın memesine satarım” diyen sefil bir yazara öncülük etmiştir ya, benim için artık ona söylenecek bir şey kalmıyor… Şimdilerde moda olan tarihçiliğin önderi sayılan muhterem de demedi mi? “keşke Yunan galip gelseydi”… Vallahi tüm bu benzetmelerden ve gitti geldilerden oluşan fikri taklalar neticesi bu abinin de güvenirliği benzerlerinin güvenirliği seviyesindedir. Aaaaa tüm bunlar Yunan Ordusunun Selanik’i yakmış olmasının tekzibi sayılır mı? zinhar… Yakmış olma ihtimali ziyadesiyle akla yakındır… Çünkü ordu içinde “Evzon Yangın Tümeni” kurulma iradesi gösteriyorsa bir genelkurmay bu mezkûr siyasi ve adli vakaların sebebi sayılabilir kolaylıkla…  

Yaşar Abi, çok çeşitli milli ve beynelmilel kaynaklardan derlediği ve 1931 senesinde Selanik’te yaşanan, Yahudilere karşı adeta bir arındırma tatbikatı haline dönüşen, kimilerine göre bir jenosit, kimilerine göre imha harekâtı yaşanır ya, onu da konu eder kitabında… Bu harekât kitapta tüm detayları ile geniş alıntılar ile yer alır… Kitapta keşke şu da olsaydı diyebileceğim bir konu da şudur, “Furtuna diye bilinen 1934 Trakya pogromu” başlıklı şiddet eylemleri ki Selanik eylemleri ile eşzamanlıdır… Bilineceği üzere 1934 yılının yaz başlarında yaklaşık 15 gün süren ve Tekirdağ, Edirne, Kırklareli ve Çanakkale illerini kapsayan, Yahudilere ait dükkân ve evlerin yağma ve talan edilmesi, kadınların tecavüze uğraması hatta görevini yapan güvenlik görevlilerin bile ölümüne sebep olan Vandalizm… Zamanın ruhuna mütenasip Avrupa’yı kasıp kavuran Canım Yurdumu da tesiri altına alan faşizm dalgasının cüzü dönemin ünlü ve esasen de yabancı istihbarat örgütlerinin uzantısı milliyetçi yazar ve gazetecilerinin devletin de ses çıkarmaması sebebi ile kesif ırkçı propagandaları neticesi vahim olaylar yaşanır ve mezkûr şehirler Yahudilerden arındırılır…

Ne diyor Yaşar Abi; “Bir ulusun, ulus devlet kurma savaşımı doğal olarak haklıdır. Ancak etnik yapıların kitlesel imhası, yangının uygarlıkların kül edilmesi, sistemli asimilasyon ve apaçık soykırım, insan haklarının çağdaş ilkelerine göre kabul edilemez. Bu sorulara, 1917 Selanik Yangını’ndan beri sorulmamıştır.  Ne Türk, ne de Yahudi dünyası, sanki Selanik Yangını gerçeklerini görebildi. Biz bu kitapta bunu sorguladık. Ne yazık ki, yanık kokusu, denizi aşarak İzmir’e de uzandı. 1917 yangınından 5 yıl sonra, 1922 Küçük Asya bozgunundan geri çekilen Yunan Ordusunun son sığındığı toprak olan İzmir şehrinin de, Selanik Yangınına benzer biçimde organize bir şekilde yakılması, tarihte pek görülmemiş bir gerçeği gözler önüne serdi. Emperyalizm, şehir yakmakta ustalaşmıştı.” Evet, doğru tespit emperyalizm şehir yakıyordu, şehir yakıyor, böyle giderse ki korkarım böyle gidecek şehir yakacak, söz konusu kapitalizmin çıkarları ise, sadece şehirler olsa yine iyi diyeceğiz de, maldır geri kazanılabilir, içindekilerle birlikte yaktıklarının telafisi maalesef yoktur, insanları yakıyorlar, erketeleri ve fedaileri marifetiyle… Kapitalizm ve onun en yüksek ve tekelci mertebesi emperyalizm yakar da, yıkar da lakin mazlum halkların temsilcileri rolü nasıl oynanıyor ona bakmak lazım… Temsilci tayin edenler ne yapıyor, temsilcilerinin temsiliyetinden memnunlar mı?... Bize bir şey düşmez o zaman… Diğer taraftan Yaşar Abinin en önemli önermesi, ulusların kaderinin tayini hakkında bence, aynen katılıyorum, doğu, batı, kuzey ve güney demeden, şu kıta, bu kıta demeden, azınlık, çoğunluk demeden, sarı ırk, kara ırk demeden, amasız, fakatsız… Birlikteliğe tıpkı evlilik kararı gibi, ayrılığa da tıpkı boşanma hakkı misalinden…

Kitap sadece Selanik yangını ile mi sınırlı? Değil tabii ki, dönem itibari ile Selanik ve Makedonya ile ilgili şümullü bir çalışmadır esasen… Selanik’in sosyal ve ekonomik hayatı anlatılırken asla göz ardı edilemeyecek, Selanik’in kozmopolit hayatı, adeta ırklar resmigeçidi ve onların mevzilenişi… Taa İspanya’dan kovulan Yahudilerin iskânı, ticari hayata katılışları, diğer Balkan etnik yapıları ile adeta kapitalizmin prototiplerinin tesisine müstenit siyasal yapılanmalar, ilk sosyalist faaliyetler, ilk 1 Mayıs kutlaması, ilk isyan hareketleri, İttihat ve Terakki Cemiyetinin teşekkülü ve tekâmülü, Selanik’in Yunanistan’a katılması, Yunanistan’ın Canım Yurduma yönelik işgal hareketi, kısmen İstiklal Harbi, fecaat mübadele, başta olmak üzere dönemin pek çok gelişmesinin zikredilmesine de şamildir. Konunun meraklısının kütüphanesinde bulunmasında fayda bulunan bir kitaptır, en ziyadesiyle faydalandığım için beni tavsiye makamında görenlere tavsiye olunur.

Cuma, Aralık 20, 2024

DÖKÜNTÜ FENERİ VE KALEYERİ SIĞLIĞI

 

Çeşme Körfezinin girişinde, giriş yönünün sağında, “Fenerburnu’nun” uzantısı gibi bir oluşum görüntüsü veren yerli Çeşmelilerin “Döküntü” dedikleri bir sığ kayalık bulunmakta olup “Kıyı Emniyet Müdürlüğü” envanterinde “Çeşme Kale Yeri Sığlığı – Döküntütaş” adı ile maruftur. Çeşmeli benden bir önceki kuşak ile bir sonraki kuşağın iyi bildiği üzere mezkûr alan bir mercan balığı yatağı idi hala öyle midir bilmiyorum.  

1975 senesinde “Fenerin Tahkimat Projesi ihalesi” kapsamında, yanlış hatırlıyorsam her biri için defalarca özür dileyerek zikretmeliyim, Murat Kaptan ve oğlu Ali İhsan abimizin yönetiminde bir süre çalışmış idik… İhale tam tamına ne idi, nasıl başladı, nasıl sonuçlandı hiç bilmeden, bildiğimiz varsa da unutarak, diğer taraftan da iyi hatırladıklarımı aktarmak istiyorum. Üniversite sınavlarında iyi puan almama rağmen kendi hatam neticesinde açıkta kaldığım dönemdi… Artık delikanlı olmuş biri olarak her genç gibi kahvehanelere zabıta korkusu olmadan gece gündüz ayrımı yapmaksızın gittiğim dönem… Kahvehanelerde dönem itibariyle sigara ve alkolün sınırsız tüketilmesine rağmen hiç kimsenin aklına deyim yerine ise “tilki çıkacak ortamda” nasıl durulur gelmeden uzun zamanlar geçirdiğimiz günler… Bir gün tıpkı benim gibi meteliğe “kurşun atan” bir arkadaşımın sigara tercihinin arttığını, bira içme sıklığı ve miktarının yükseldiğini görünce, sormuş idim kaynak bolluğunun membaını… Aldığım cevap, Fenere Taş taşıyan gemide amele olarak çalıştığı oldu… Enteresan, hem de 30 Tl. yevmiye aldığını söyleyince şaşırmış idim… Hemen, ben de çalışabilir miyim dedim sağ olsun arkadaşım ertesi soruyor ve patronlarda tamam deyince huzura çıkıyorum. Şu an bile muhteşem hoşgörüsü ve mutedil tavırları ile “Murat Kaptanı” dün gibi hatırlıyorum. Sonradan oğlu Ali İhsan Abimiz ile de tanışıp işe başladık. Şimdilerde yerinde yeller esen ve şu andaki Kervansarayın tam karşısında Belediyeye ait dükkânların bulunduğu yerdeki eski “üretici perakende halinin” arkasındaki alana taş ocağından nakledilen kayalar ve büyük taşlar getirilirdi. Öğleden sonraları bu kayalar gemiye çelik halatlardan imal büyük sapanlar marifetiyle ve geminin sabit vinci ile yüklenirdi, bizler de bu aşamada gerek sapan bağlama, gerek gemi içinde yerleştirme işlerinde çalışırdık. Sabahları da olabildiğince erken saatlerde tekne yola çıkar “Döküntü Fenerine” varılır ve hemen bu sefer de tam tersi işlemler ile gemideki kayalar bağlanan sapanların vinç marifetiyle kaldırılmasını müteakip dalgaların “Fener Binasına” zarar vermesinin önüne geçecek şekilde konunun uzmanı abilerimizin delaletiyle yerleştirilmesiyle devam edilirdi. Bu işlemlerin yapılmasına yardım için “Gelibolu” adlı teknenin yavrusu bir kayık da kullanılırdı… Sabah saatlerinin tahkimat işine ayrılmasının sebebi, sabah erken saatlerde havanın ve denizin görece iyi bir durumda olması tam tersi durumda da limanda yükleme işlerinin yapılmasının tercih edilmesidir. Netice itibariyle artık ben de mezkûr arkadaşımın yaptığı üzere sigara ve bira konusunda vites arttırmıştım… Bir defasında bunu gören bir başka arkadaşım konuyu dinleyince hemen o da çalışmak istemiş idi, konuştum ve ertesi gün işe başladı… Aynı paydos saati bir türlü gelmiyordu onun için bu arada yeni tekerleme uydurmuş idi, “bugün ölmem yarın gelmem”… Tamam, ücret çok iyi lakin iş beter zor bir iş idi. “Bugün ölmem yarın gelmem” tekerlemesinin mucidi arkadaşım dönemin Çeşme Savcısının oğlu Mehmet şimdilerde bile bu konu açılınca hayretle konudan bahseder. Sonraları bu tekne hangi sebeple terk edildi bilmiyorum lakin uzun yıllar Liman’ın şimdilerdeki “English Home” karşılarına denk gelen bölümünde çürümeye terk edildi…

Fenerin enerji kaynağı dönem itibariyle hatırladığım kadar komşumuz Çeşme’mizin ünlü kaptanı “Horoz Kaptan’ın” oğlu Halil Poyraz abimiz tarafından belli periyotlarda götürülen tüpgaz vasıtasıyla temin ediliyordu. Halil Abimiz yaz, kış, rüzgâr, yağmur demeden bu görevini sonuna kadar yerine bihakkın getirmiştir.

Çocukluğum ve gençliğim dönemi havanın rüzgârsız, denizin dalgasız olduğu zaman mezkûr “Döküntütaş Feneri”, “katati” dediğimiz bir yöntem ile mercan balığı avına çıkmış teknelere gözcülük ederdi sanki… Katati dediğim yöntem çapari benzeridir. Bir ana misina düzeneği üzerine belli aralıklarla bağlanmış yan dal misina ve ucundaki oltalardan oluşan, suyun dibine doğru serbest ve dikey vaziyette sarkıtılabilmesi için en uçta genellikle kurşundan mamul bir ağırlığı bulunan ve oltalı yan dalların başlamasından önce de dolaşmayı önlemesi için serbest dönüşe münasip fırdöndü ile güçlendirilmiş, kullanılacağı yere münasip uzunlukta misina ve misinanın sarılacağı petektariden oluşan bir düzenektir. Bu avcılığın bir ucundan ben de bir vade tutmuştum, bizim ekip genellikle 3 arkadaştan oluşur, havanın sakin olduğu dönemde sabah erkenden yakalanan ve yem olarak kullanılacak “tekesakallar” (küçük karides) hazırlanır, Döküntütaş’a gelince oltalara bu yemler takılır, denize sarkıtılır, yakalanacak balık “Patlakgöz Mercandır” ve yemlenme konusunda görece nazlı bir balıktır. Her avcının parmak hassasiyetine dayalı patlakgözün hareket ve iştahını hissetmesi farklıdır, ben kendi adıma çok fazla mahir biri değildim bu konuda da… Lakin arkadaşlarım ziyadesiyle mahir olup ihtiyaca binaen patlakgöz yakalanırdı. Yeterince yakalandığına kani olan ekip hemen dönerdik Çeşme’ye… İlk yapılacak iş yenilebilecek miktarı tayin edip ayrı olarak restorana teslim etmek yenilecek miktarın dışında kalan balıklar ise akşam bizlere rakı, salata ve servis için oluşacak tutar karşılığı teslim etmek olacaktır. Bu iş her daim hem işin eskisi, hem iyi esnaf, hem iyi insan, hem de iyi arkadaş olan Sahil Restoran sahiplerinden Yener Dinçalp’e düşerdi… Havanın mülayim ve müsait olması durumunda deniz kenarına kurulacak masada yenilen akşam yemeğinin olmazsa olmazı da koro halinde söylenen “Oy mercanlar mercanlar” türküsü olurdu… Aaaa adının benzerliğinin dışında konuya ilişkin nasıl bir içerik vardır hala anlayabilmiş değilim lakin olsun çok büyük bir keyifle söylerdik… Birkaç kez tam da bu yüzden hem müesseseden hem de zamanın en önemli kolluk kuvveti devlet lakaplı “Bekçi Recep’ten” ikazlar almış idik… Halis ve muhlis durumun yüzü suyu hürmetine daima ikaz seviyesinde kalmıştır.

Döküntü Fenerine yönelik en komik hatıramız ise, şu anda insanların nedense artan alınganlıklarının hangi seviyede olabileceğini kestiremem yüzünden adını vermeyeceğim bir büyüğümüzün son derece kısıtlı İngilizcesi ile bir turiste ve hangi gerekçe ile olduğunu da hatırlayamadığım bir fener tarifi vardı ki, evlere şenlik… Sağ elinin bütün parmaklarının uçlarının bir noktada toplanıp bilahare de açılmasının defalarca tekrarı halinde ve fondaki replik ise “bu fener, hem yanar hem söner” olmasıdır. Gerçi bu abimizin, bir başka tarifte ise; “Motes, Turtes uff karadiken, Ayayorgi koltuk tahta biç, Tursite (şimdi Altınkum) lambur lumbur” diyerek Çeşme turizm hafızasına kazındığı yerli Çeşmeliler tarafından iyi bilinmektedir. Şimdilerde bile hala arkadaşlarla bunu hatırlar güleriz…

Bu vesile ile artık aramızda olmayanları derin saygı ve hürmet ile anıyor hayatta olanlara da sağlık ve mutluluk ile uzun ömürler diliyorum…

Cuma, Aralık 13, 2024

MEHMET ERKÜÇÜK ÇEŞME’NİN EFSANE GOLCÜSÜ


Mehmet Erküçük; arkadaşlığı insana sükûnet, uhulet ve suhulet zerk ve telkin eden, bankacılık hayatı güven veren, futbolculuğu her daim gol ve galibiyet vaat eden birisi olarak akıllarımızda ve hatıralarımızda yerini alacak… Onu artık babacan ve kendine güveninin timsali olan adeta bir çocuk masumiyetindeki gülücüğü ile her daim hatırlayacağız. Maalesef Mehmet’i de kaybettik, aniden vefat haberini alınca, içim burkuldu, burnumun direği sızladı, gerçekten çok çok üzgünüm. O iyi bir dosttu, o iyi bir insandı, o iyi bir futbolcu idi, o iyi bir bankacı idi, say say bitmez iyi tarafları… Onu çok özleyeceğiz.

Mehmet’ten özellikle kafa toplarına çıkarken omuz, kol ve dirsekleri ölçülü kullanma konusundaki başarılarını diğer arkadaşlarına aktarırken bir izlemiş olsaydınız, hem dinleyenleri de, öğretme ve öğrenme arzusu tekmili birden… Hülasa 1970’li senelerin en önemli golcülerinden Mehmet Erküçük takdimimdir, bilebildiğim, anlayabildiğim ve hatırlayabildiğim ölçüde… Eğer erken dönemde sakatlanmayıp da konuşulan ve bildiğim transferi gerçekleşmiş olsa idi, sonradan Fenerbahçe’ye birkaç futbolcu vermiş bir takımın oyuncusu olacak idi…

Tek vuruş ve kafa toplarındaki beceri ve başarısı tartışılmaz birisi idi, efsane golcümüz… Dar alanda top saklama, top tutma, top saklarken vücudunu kullanma, kollarını ve omuzlarını kullanma konusunda son derece mahir bir golcü idi. Kontratak futbolundan daha ziyade set oyununa daha yatkın bir doğası vardı ya da ben öyle hatırlıyorum. Futbolun basit kuralı, basit oynamak, kazanabilmek için gol atmak, gol attıkça kazanmak, kazandıkça sevinmek, sevindikçe arkadaşlarınız ve antrenörleriniz tarafından seçilmek, sevilmek ve sayılmak olup, Mehmet bunların tamamını bihakkın doyasıya yaşamış ve yaşatmış birisidir… Hele Mehmet’in golcülüğünün artışını siz bir de Çeşme Gençlik kadrosuna, bana göre dönemin çok önemli bir golcüsü olan Şerif Gün’ün katılmasından sonra görmüş olsaydınız… Rakip savunmacıların biri ile nasıl başa çıkarım diye düşündükleri dönemde ikisi bir arada iken neler olmaz neler… İşte neler oldu, neler… O devirdeki Çeşme Gençlik hem de çok kısıtlı imkânlarla ve tamamı Çeşmeli topçularla senelerce fırtına gibi esti durdu… Gol atma rekorları kırıldı… Hâsılı Çeşme Gençlik fırtına gibi eserken en uçtaki pozisyon Mehmet’e aitti… Efsane kadronun sağ açık ve sol açık mevkiinde Nail Barutçuoğlu ve Latif Çelebi dripling, çalım ve top kullanma maharetleri yüksek hızlı oyuncuların taşıdığı topları Mehmet deyim yerinde ise leblebi gibi gol yapardı… Bizler de tribünde hem takımımızın başarılı olması hem de bu başarıyı bizim arkadaşlarımızın bize yaratması ile sevinçten “sekiz köşe” vaziyette izlerdik. Defansta “Kedi” lakaplı birkaç yıl önce kaybettiğimiz dostum Tufan Çınar ile uzun ve sağlıklı ömürler dilediğim Güngör Yamaner önlerinde bana göre şansı azıcık yaver gitse idi, azıcık elinden tutan olsa idi, bir de arkadaş grubunun azıcık doğru tespit ve tayini olsa idi, birkaç tane “imparator” edecek meziyet ve maharetteki Hasan Soma, bu efsane kadronun bel kemikleri olmuşlardır. Bu isimleri saydığıma bakıp sadece bunlar mı demeyin, yine futbola verdiklerinin çok çok azını futboldan aldıklarını bildiğim yine bana göre döneminin çok başarılı oyuncularından efsane kaleci Arif Çilek, müthiş orta saha Agili Ergun Mütevellioğlu, sol bek Davul Ahmet Keleş, sağ bek Yanık Hüseyin… Hele topu ayağıyla değil de gözü ile oynayan Kadri Karataş ve onu huyunu değiştirsin diye verilen çabaları hatırlayınca, emin olun kendimi çok çok şanslı hissediyorum, hani oynama becerisi ve kabiliyeti gösterememe rağmen bu kadar çok iyi futbol bilen ve oynayan dostlarla yarenlik etmiş olmanın mutluluğu hala beni gururlandırmaktadır. Bu futbolcuları izlemeyenler şüphesiz bu yazdıklarımı pek anlamlandıramıyor olabilirler lakin izleyenler hala daha 1974 yılının Hollanda ve Almanya milli takımlarının karışımı futbol tadını almaktadırlar… Boşuna değildi herhalde, Göztepe ve Altay takımlarının her hazırlık döneminde kendilerine rakip diye Çeşme Gençlik’i tercih etmeleri… Takımın başındaki ve diğer yöneticilere haksızlık olmasın lakin neredeyse takımın her şeyi maalesef o da artık aramızda olmayan, “Makiko İsmail Denizli” benim adıma unutulmazlar listemin başındadır. Hani herkes Mustafa Denizli’nin abisi diye söyler ve hatırlar lakin bana göre Mustafa Denizli, İsmail Denizli’nin küçük kardeşidir, nokta… Müthiş bir futbol ve dama dâhisi İsmail Denizli maalesef birçok benzeri gibi gölgede kalmıştır… Mesela ben yetkili olsa idim tartışmasız Milli Takım Teknik Direktörü İsmail Denizli olurdu ve herkes görürdü neler olabileceğini…

Mehmet; tarımsal faaliyetlerin özellikle de tütüncülerin desteklenmesine müteallik kurulmuş “Türkiye Tütüncüler Bankası” Çeşme şubesinin en eski memurlarından sayılabilir. Mezkûr banka Canım Yurdumun abuk subuk özelleştirme sevda ve furyasının kurbanı olarak bir dolu değişik patronaj ve adlarla sahne almaya devam etti sonraları, nihayet her ölümlü gibi o da sizlere ömür… Demek ki patronların, ya ihtiyaçları bitti, ya yönetemediler, ya yönetmek istemediler, ya fahiş kârlarla başkalarına sattılar, ya içini boşaltıp batırdılar, artık doğrusu neyse bu banka özelinde… Mehmet, Tütünbank’ın şube müdürlüğüne de yaptı bir vade, başka dost ve arkadaşlardan dinlediğim kadarı ile ihtiyaç sahiplerine kaideler ve mevzuat çerçevesinde her türlü kolaylık ve desteği göstermiştir. Zaten böyle olması da tam onun ruh ve doğasına mütenasip bir durumdur. Bankadan emekli olduktan sonra da her Canım Yurdum emeklisi gibi çalışmaya devam etti. Önce döviz büroları furyasının Çeşme’ye yol düşürmesi sonucunda kurulan “Bamka Döviz Bürosunun” yöneticiliğini yaptı, dönem itibari ile benim de emekli olup köyüme dönüşüm sebebiyle daha sık görüşür hale geldik. Esasen Erküçük ailesinin fertlerinin hepsi bildiğim, muhabbetim olan insanlardır, Abi Ahmet Sağlık Bakanlığı emeklisi ve küçük kardeş Hasan da eski futbolculardan olup lakabı da, fizik ve stilinin benzemesi sebebiyle Hollandalı futbolcu “Rensenbirink”ten mülhem olup gençlik senelerimizde yaz akşamları neredeyse her gün yolumuz bir yerlerde kesişen birisiydi. Mehmet, "Bamka Döviz'den" sonra da çalışmaya devam etti ama bu seferde yine futboldan kopmadan…

Rahatsızlığı öncesi zaman zaman Nadir Ergun, ismet Karadede, Hayrettin Barbaros ve Alparslan Koparal gibi arkadaşlarımız başta olmak üzere kalabalık gruplar halinde havanın da müsaade etmesine bağlı Meydan Cafe’de çay içip muhabbetler ederdik… Sohbet konularımız futbol ağırlıklı gibi görünse dahi esasen Canım Yurdumun yakıcı gündemi ne ise bizim de oydu… Futbol yanında, kitap, edebiyat, sinema gibi konular da menüde has yerini alırdı… Bir gün dönemin en yaygın konuşulan konusu “Badeci Şeyh” olunca, son okuduğum Timur Soykan’ın “Badeci Şeyhin Sır Odası” adlı kitabından bahsedince Mehmet ve İsmet hayretle ve inanmaz gözlerle bana baktılar, ben de kitabın doğrudan mahkeme aşamasındaki iddia ve savunmalarından meydana geldiğini söylemiş idim. Baktım bu 2 arkadaşım ziyadesiyle merak buyurdular hemen ikisine de internet kitap evlerinin birinden mezkûr kitabı satın alıp hediye etmiştim. Mehmet’ten inanılmaz geri dönüşler aldım…

Başta Mehmet olmak üzere artık aramızda olmayan tüm dost ve tanıdıklarımızı saygı ve hürmetle anıyorum…

 

Perşembe, Aralık 05, 2024

MAHRUKİZADELER

 “Mahruki” soyadlı Nasuh’u ilk duyduğumda bana hiç bizden gibi gelmemiş idi, dönem onun yaman ve çelik iradeli dağcılığı dönemi idi. Özellikle soyisim kulağa yerli gibi gelmiyor idi doğrusu, daha çok Ortadoğu veya Asyalı bir söylenişi vardı sanki… Ne zaman ki, gazetelerde, geçmişi, eğitimi ve faaliyetleri ile ilgili sitayişkâr ve alkış tutucu yazılar yazılmaya başladı, gördük ki gerçekten karşımızda son derece ilgili, bilgili, donanımlı, duyarlı ve vatansever biri var… Peki, o sadece bir “dağcı” mı idi, şüphesiz değildi, aynı zamanda o bir yazar, fotoğrafçı ve doğa sporları üstadıdır. Uluslararası “kar leoparı” ödülü sahibidir aynı zamanda ve bu ödül kolay elde edilebilecek bir ödül değildir, aaa bazıları ne var bunda, ödül sahibi olmuşsa ne olmuş, gibi küçümseyici, dudak bükerek vaziyet alabilirler, katılmasam dahi, onların beğenmeme haklarına saygı duyarım. Sadece bu hakkı kullananların, diğerlerinin haddinden fazla parlatılan bazı konuları güncel, ahlaki, isabetli bulmamalarına da saygılı davranmalarının yerine getirilmesi kaydıyla mana bulacağını bilmeleri gerekmektedir.

Biz ilke ve kurallarını bilmesek de, biz yapamasak da “dağcılık” çok önemli bir spor dalıdır. Hele ki, siz bir de “kar leoparı” ödüllü iseniz ki manası Asya’daki yüksekliği 7.000 mt.den fazla olan 5 dağın zirvesine ulaşılmış demektir. Öyle dudak bükemezsiniz, gülüp geçemezsiniz. Everest Dağına tırmanan ilk Canım Yurdumun insanı idi… Siz buna gülerseniz maazallah uzay gemisi seyahatine dâhil olana da başkaları güler, aman dikkat…

Nasuh Mahruki esas ününü, arama ve kurtarma konusunda kurulmuş muhteşem AKUT organizasyonunun önemli bir lideri olması ile kazanmıştır. Bilindiği üzere AKUT 1999 Yalova depreminde müthiş başarılı işler yaparak kamuoyunun teveccühüne mazhar olmuştur. AKUT 1999 senesinde Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından “kamu yararına çalışan dernek” iradesi ile büyük iltifata mazhar olurken, sonraki hükümetler tarafından da büyük ihtâratlara muhatap olmuştur. Bu ne yaman çelişki, devlet hayatında devamlılık esastır ilkesi, nerde derler adama…

“Mahruk” kelimesi için başvurduğumuz Türkçemizin en önemli Etimoloji Sözlüğü Nişanyan sözlüğüne göre  “Mahrukat” başlığı altında “Arapça ḥrḳ kökünden gelen maḥrūḳāt,  “yanan şeyler, yakıt” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça maḥrūḳ “yanan, yakılan” sözcüğünün +āt ekiyle çoğuludur. Bu sözcük Arapça ḥaraḳa “yaktı” fiilinin mafˁūl vezninde tekilidir.

Bugün Sakız Adası Kalesine ana kapıdan girdiğinizde hemen ulaştığınız ilk küçük meydanın sol tarafında kafeler arasındaki alana sıkışmış küçük bir mezarlık görürsünüz. Burası adada vefat edip defnedilmiş Osmanlı Tebaasından bir kısım muhteremin bugüne kalmış mezar taşları ile doludur. Burada birbirine benzeyen mermer mezar taşları içerisinde bir tanesi farklı şekli ile hemen dikkatinizi çeker… Merak edip dikkatli inceler iseniz ve uygun kaynaklardan da okuyarak bilgilenmiş iseniz o mezarlıkta yatanların hikâyelerini ve hemen farklı olanın “Kaptan-ı Derya Mahrukizade Ali Paşaya” ait olduğunu anlarsınız. Peki, kimdir Mahrukizade Ali Paşa, işte yukarıda kısa hikâyesi zikredilmiş “Nasuh Mahruki’nin” 5 kuşak önceki dedesidir. Evet, bu mezarı ilk kez 1 Mart 2015 (fotoğraftaki tarih) tarihinde Sakız Adasının meşhur “Chios Fresh Beer”lerinden içelim diye oturduğumuzda tesadüfi olarak karşımda gördüm… Hangi kaynaktan okuduğumu şimdilerde hatırlamadığım 1822 tarihli “Sakız İsyanı” sırasında gemisi yakılarak hayatını kaybeden Kaptan-ı Derya’ya ait mezarın olduğunu anlamıştım. Sonraları ise Dr. Murat Tezcan’ın yazmış olduğu “Fethinden mübadeleye Sakız Adası” kitabından olabildiğince detaylı ve sürecin tekmili birden derç edilmiş halinden okudum. Bilindiği üzere, Yunanistan’daki bağımsızlık mücadelesine eşzamanlı Sakız Adasında da diğer adalardan katılımlarla büyük bir isyan başlıyor, sonuç çok büyük bir kırım ile nihayetleniyor, çok çeşitli kaynaklara göre çok değişken rakamlar olmasına rağmen, biz dönemin Sakız Muhafızı Vahit Paşanın hayatının anlatıldığı kitaptan alalım bu rakamları 15.000 esir, 25.000 ölü… İlaveten Adayı terk eden yaklaşık 40.000 insanın olduğu da belirtiliyor… Sakız Adasının nüfusunun da 120.000 olduğu düşünülürse fecaatin boyutu kendiliğinden çıkıyor ortaya… Gerçi Adadaki “Nea Moni” Manastırındaki bir sunumda rakamlar çok değişik ve fazla görünüyor. Burada da kırım yapanların “Türk” olduğundan bahsediliyor, tarih 1822 olunca otorite Osmanlı olmalı lakin bu konuda tercih böyle konuluyor. Rusya’daki benzer rast geliş üstüne görüşlerimi uzunca yazmış idim… Hani derdim “Türkler böyle işler yapmaz” itirazı değil, ama tarihe daha münasip not düşmek manasında… Nea Mori Manastırından Adanın batı yönüne ilerlerseniz tamamı taş evlerden oluşmuş lakin terk edilmiş gayet yüksek bir uçurum kenarındaki “Anavatos” adındaki bir köye gelirsiniz, rivayet o ki, Osmanlı Kuvvetlerinden kaçıp buraya sığınan insanların mezkûr kuvvetlerin köye girmesini müteakip neredeyse tamamı kendilerini uçuruma atıp intihar tercihi yapmışlar. Ben anlatılanların anlatıcısıyım…

Şimdi gelelim “Kaptan-ı Derya Kara Ali Paşa” (Mahrukizade) öldürülmesinin Dr. Murat Tezcan’ın kitabındaki anlatımına… “Bu gemiler Fransa ve Avusturya bayrağı çekmiş Psara Adalı Kaptan Konstantine Kanaris ve Hydra Adalı George Pepinis tarafından idare edilen Yunan gemileriydi. Bu gemilerdeki kaptan Kanaris ve beraberindeki 20 gemicinin amacı ateş kayıkları ile Osmanlı donanmasına saldırmaktı. Ateş kayıkları, düşman gemisi üzerine sevk edilip, kayık hedefe vardığında ateşe verilerek ve teknenin arkasındaki ikinci bir kayığa binilip uzaklaşılarak kullanılan bir saldırı yöntemi idi. Tam gece yarısı havanın soğuk ve karanlık olmasından dolayı mürettebat kendilerine yanaşan ateş kayıklarını fark etmedi. Osmanlı sancak gemisi 2286 kişi taşıyordu ve bunların büyük kısmı Hristiyan kölelerdi, kısa sürede sancak gemisine ateş kayıkları ile gemi alev aldı. En fazla 180 kişi kurtulabilmişti. Ali Paşa yanmış ve denize düşmüştü, yardımına koşanlarca sahile ulaştırıldıysa, burada son nefesi verdi. Gece 2 sularında sancak gemisi büyük bir patlama ile havaya uçtu. Paşa kale içinde gömüldü.”

Kaptan-ı Derya Mahrukizade Ali Paşa mezar taşında şunlar yazıyormuş;

“Hüve’l- Bâki

Server-i deryâ şeref-bahş-i donanmâ-yı şerif

Revnak-efzâ-yı vezâret dürr-i bi-hemtâ ferit

Şâhbâz-ı evc-i ulyâ Şehsuvâr-ı nâmdâr

Kahramân Tayyâr-ı sâni fenn-i deryâda vahid

Şir-ı meydân-ı şecâat bir vezir-i ercümend

Ol Nasuh-zâde Ali Paşâ-yı deryâ-dil reşid

Din(ü) devlet hizmetinde nakd-i ömrin bezl idüb

Buldu unvân-ı vezâretle zihi feyz-i mezid

Lenger-endâz-ı ikamet Sâkız önünde iken

Keştişin tezvir ile âteşleyüb Rum-i pelid

Kâmrân el-hakk kemâl üzre cihânda ölmeden

Destine sundu ecel sâkisi câm-i nâ-ümid

Yazdı tarihin Fürüği hem dahi ol-demde kim

Cân virüb oldu Ali Paşâ gemisiyle şehid

Sene 1237 Şevval fi gurre (21.06.1822 Cuma)”

Bu tarihten itibaren Ali Paşa, “yanarak ölmüş” anlamındaki “mahruki” lakabı ile bilindi. Yunanlılar ise Adadaki katliam nedeniyle ona “Kara Ali” dediler. Osmanlı Sancak Gemisini yakıp Kaptan-ı Derya’yı öldüren Kanaris ise Yunanlıların ulusal kahramanı olarak bilindi ve ileriki yıllarda defalarca Yunanistan Başbakanı oldu. Sakız Adasının Vounaki Meydanında heykeli dikilidir.” diye anlatıyor Dr. Murat Tezcan, önce lakabın ihdası bilahare de soyadına tahvili hikâyesini…

İlaveten; Filiz Yaşar’ın kaleme aldığı “Yunan bağımsızlık savaşı’nda Sakız Adası” adlı kitap ile bu konuları alabildiğine derin ele alarak, Mora Yarımadasında başlayan Yunan ayaklanmasının, Sakız Adası yansımaları ve sonuçları ile Avrupa’daki yansımaları, isyan ve bastırılması üzerine ünlü yazar ve şair Victor Hugo’nun dahi “mavi gözlü bir çocuk, bir yunan çocuğu oturmuş” diyerek şiir ile tepkisini dile getirdiğinin tespiti çerçevesinde belirtir. Bu kitapta yer alan olayların detayları üzerine bilahare değinmek kaydıyla…