Cuma, Ocak 31, 2025

DEMOKRAT İZMİR GAZETESİ

 Birkaç yıl önceydi, çok değerli dostum Kaya Erdal Çapan ile muhabbet ediyorduk, konu “Demokrat İzmir Gazetesi” olunca hemen; “dur sana Demokrat İzmir Gazetesinin tarihi üzerine yazılmış bir kitap gönderilmesini isteyeyim” dedi. Mezkûr Gazetenin ikinci kuşak imtiyaz sahibi aynı zamanda da Ege Ekspres ve Ekonomik Politik Rapor gazetelerinin imtiyaz sahiplerinden Yusuf Rıza Düvenci imzasıyla takdim, jet hızı ile kitap elime ulaştı; “Bir mücadele gazetesi Demokrat İzmir”. Kitap tam manasıyla bir Türkiye Tarihi niteliğinde hem de ibretlik cinsten, kaleme alanlara teşekkürler…

Bilindiği üzere Canım Yurdum, II. Paylaşım savaşı (Dünya) sonrası bize takdim edildiği şekliyle “Özgür Dünya” içinde yer almak üzere özgür dünya denen tek dişi kalmış canavarın hemen yamacında saf tutmuştur. Hani savaşın başından itibaren maalesef ziyadesiyle “Almancı” bir hava vardır da bize tarafsız kalındı teraneleri anlatılır ya, neyse… Yine de fiilen savaşın içinde yer alınmamış olması az şey değildir diyelim, geçelim. İşte savaş neticesinde “özgür dünya” lütfetti Canım Yurduma da “demokrasi” getirilmesini temin ve teçhiz etti… Özgür dünyanın ihtiyaca binaen demokrasi getirme çalışmaları halen devam etmekte ve ne yazık ki bir türlü sona ermemektedir. O gün bize tayin olunan, bugün şekil olarak biraz da farklı olsa da önce Tunus, Libya ve şimdi de Suriye’ye nasip olmuş vaziyettedir. İşte bu demokrasi rüzgârlarının önünde, meşhur 4’lü takrir ile gündeme gelen toprak ağaları ve bezirgân ekibi giderek de partileşerek “demokrasinin” kökleşmesi uğruna kolları sıvamış yollara düşmüşlerdi. Bu tür hormonlu siyasi girişim ve atılımların olmazsa olmazı basın-yayın organı sahibi olmak ya da katıksız destekçi bulunması faslından “Demokrat İzmir” gazetesi siyasi hareketin kendisine münasip gördüğü ad ile misyonuna başlar.

Oysaki başlarken ne kadar da umutlular, ne kadar hevesliler, ne kadar da sevinçliler, ne kadar da yüksek beklenti içinde idiler… Bakın ilk sayı ile birlikte “Demokrat İzmir çıkarken” başlığı ile neler deniliyor; “Bugün, elinizdeki ilk sayısı bulunan “Demokrat İzmir” millet ve memleket uğrunda çalışmak üzere intişara başlamış bulunuyor. Gazetemiz, Türk Milletinin sevinciyle sevinecek, onun kederine ortak olacaktır. Yegâne endişesi milletin demokrasi yolundaki heyecanının uyuşturulması olan Demokrat İzmir, memlekette bir an evvel hürriyet ve demokrasinin tam olarak elde edilmesini kendine ilk vazife yapmıştır.”

Bu rüzgâra yelken açanlardan birisi de her daim ve her surette sülalece rol üstlenmeyi başarabilmiş “Belge” ailesinin fertlerinden Burhan bey ziyadesiyle mühim vazifeler üstlenmiştir. Esasen mezkûr gazetenin yayın hayatına “İzmir Gazetesi” olarak başladığını, Demokrat Parti için de “hak ve özgürlük” mücadelesi verdiğini iddia ederek ilerlediğini, izlenen muhalif tutumun Demokrat Parti lehine kısa vakitte büyük başarı temin edince hele de 1946 seçimleri sürecinde ve sonrasında CHP iktidarını, “Jandarma süngüleri, vali, kaymakam ve muhtarlar üstünden baskılar, partili olma tehdidi, memurların tarafgir davranışları, oy verdi vermedi vesikası sormak” gibi demokrasi dışı tatbikatlar ve seçmenleri kesif baskı altına tutmakla suçlayınca “yandı gülüm keten helva”…  Üstüne üstlük bir de seçim neticesinin “açık oy, gizli tasnif ve sayım” tayini, seçimlerin yargı güvencesinden azade olması gibi abuklukları da yazmaya başlayınca “helvanın yanması” ile işin içinden sıyrılmak kolay olmuyor, gazete behemehâl kapatılıyor… Gazete bu kapanmadan sonra adını “Demokrat İzmir” olarak değiştirip imtiyaz sahipliği koltuğuna da Adnan Düvenci’nin geçmesi ile yayın hayatına devam ediyor…

“Demokrat İzmir” Gazetesi, Canım Yurdumun çok partili siyasi hayatı test etmeye başladığı devirde izlenen yayın politikası marifetiyle sadece İzmir ve Ege Bölgesi ile sınırlı kalmayıp, tüm yurt çapında “Demokrat Parti’nin fikir odağını” oluşturmuş bulunuyordu. Demokrat Parti’nin kurucuları Adnan Menderes, Fuat Köprülü gibi ağır toplar gazetede yazılar kaleme almaktadır gayri. 1950 genel seçimini DP’nin kazanmasını “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” umdesinin tecellisi olarak değerlendiren gazete, milletin “adeta kansız bir inkılap” gerçekleştirdiğini her daim öne çıkaran ve Demokrat Parti iktidarının ilk başlardaki, iç ve dış politikada takip ettiği her politikayı katıksız destekler bir yayın politikası takip etmiştir. Demokrat Parti’nin adeta “yarı resmi yayın organı” gibi yayın yapıp bunu temin edecek kadro ve politika tayini ancak 1955 seçimlerine kadar gidebilmiş akabinde Demokrat Parti’nin, başlarda İzmir Teşkilatı ile yaşadığı problemlerle başlayan esasen de antidemokratik tatbikatlar, eleştiriler karşısında kesif baskılar, yasa ve hukuk tanımaz yaklaşımlar, keyfi uygulamalar, yurdu babasının çiftliği gibi yönetme arzusu zuhur edince yayına başlama niyet ve kararlılığı değişmeyen “Demokrat İzmir Gazetesi’nin” muhalefete düşmesi de kaçınılmaz idi… Nihayetinde “Demokrat Parti” ile “Demokrat İzmir Gazetesi” aynı saflarda değildir. Gazetenin çıkış deklarasyonuna sadık kalıp Partinin antidemokratik ve başına buyrukluğunu eleştirmeye başlaması artık tam bir “keteni de helvayı hak etmek” hali oluşur. Artık, tıpkı bir önceki “Tek Parti” vaktindekine benzer vaziyet yaşanmaktadır, “gözün üstünde kaş var” kabilinden esaslı olmak kaydı ile sürekli bir bahane ile ya gazeteciler hapsediliyor, ya da gazete kapatılma cezalarına tabi tutuluyor, yalnız Allahları var tamamı bihakkın bağımsız mahkemeler eliyle görülmektedir tüm bu olanlar.  

“Hürriyet, müsavat” umdesiyle yola çıkıp son noktada değme müstebit haline dönüştüğü iddia edilen Demokrat Parti, artık muhalefet lideri İsmet İnönü’nün seyahatlerine bile katlanamaz hale gelmiştir. Kayseri olayları, Uşak olayları derken, “Ege vazife gezisi” adlı olaylı Manisa ve İzmir seyahatinde yaşanan hadiseler Demokrat İzmir Gazetesinde sert eleştirilmesi bardağı taşırmıştır gayri… Tam bu seyahatin bittiği günlerde Demokrat İzmir Gazetesinin idarehanesi ve matbaası yakılmak istenir, matbaanın camları taşlanır, baskı makineleri tahrip edilir, personel binada mahsur kalır, ölüm tehlikesi atlatır, vaka kabul edilemez halde iken İzmir Savcılığı vaka hakkında yayın yasağı getirir… Her şeye rağmen Demokrat İzmir Gazetesi yılmaz, gerekli tamir ve düzenlemeler sonrası “bizi sevenlerin huzurunda, muarızlarımızın ise işte yine karşılarındayız!” başlığı ile yayınlanır… Maalesef 27 Mayıs darbesi olur ve Demokrat Parti yöneticileri artık yönetimde değil, hapistedirler. Yaşanan baskıları, hoyratlıkları, despotlukları Demokrat İzmir Gazetesi unutmaz ve gündemde tutmaya devam eder… Eleştiriler ziyadesiyle sert olur ve unutulmasın diye de gündemde tutulmaya çalışılır… Doğru mu yanlış mı tefriki yapmak bana düşmez lakin bu eleştirileri de “Demokrat Partiden” adeta intikam alınıyor diye değerlendiren bir grup da vardır şüphesiz… Lakin Gazetenin izlediği sert politikaları “adeta intikam alırcasına” diye lanse eden zevzeklerin intikam alındığını beyan ettiği muhteremlerin devri iktidarlarında eylediklerini unuttuklarını ve yok saymasını da anlamak hiç de kolay değil… Sen güç elinde iken her türlü şeyi yapacaksın, bunları da adalet tecelli ediyor, kanun kuvveti, vs vs gibi tamamen seni temsil eden kudret ile tarifleyeceksin, sonra da ağlayacaksın, öyle şey olmamalı…

Evet, mezkûr kitap adeta bir Ege tarihi ön görüntüsü ile geçen yüzyılın ikinci yarısının bir özeti, teşekkürler Yusuf Rıza Düvenci ve Kaya Erdal Çapan… Kitap ihtiyaca binaen tam bir başvuru kitabı niteliğinde, yazarın ve ailesinin Çeşme merkezli anıları da var yeri geldikçe aktaracağım.


 

Cuma, Ocak 24, 2025

DÜŞMAN TEL’İNATI NASIL OLURMUŞ

 Balıkesir’e yolumun düştüğü çok defa maalesef “Kuvayı Milliye Müzesine” hiç gidememiştim. Canım Yurdumun her tarafı müzelik hakikaten, kâh arkeoloji, kâh etnografya, kâh resim heykel, kâh tarih coğrafya, kâh kent belleği velhasıl yüzlerce farklı disiplinlerde ve temalarda yüzlercesi… Çok büyük çoğunluğu Kamu Müzeleri olmakla birlikte az da olsa özellerine rastlamak mümkün…

Balıkesir Müzesini konu eden bir “Tarihe not düşürmeyi” mutlaka yapmalıyım dedim. Şüphesiz ki, fiziki şartları itibariyle sıradan bir müze, sade, düzenli lakin çok manalı mezkûr müze 2 kattan oluşmakta olup 1. Kat “Kuvayı Milliye” hatıratı, 2. Kat ise Balıkesir İl sınırları içindeki Kyzikos, Adramytteion, Daskyleion ve Antandros antik kentlerinin buluntularının teşhirine ayrılmış. Balıkesir Kuvayı Milliyesi şüphesiz her bir diğeri kadar değerlidir lakin genel Kuvayı Milliyenin kurulmasına öncülük etmiş olan 41 kahramanın da buralardan olması unutulmamalıdır. İşte bu baptan, 41 kişi ile alınan yazılı kararlar, kongrelerde alınan kararlar ile kişisel eşyalar, fotoğraflar, şiirler, açıklamalar duvarları süslemektedir. Ayrıca da Mustafa Kemal Atatürk ve eşi Latife Hanım’ın balmumundan mamul heykelleri bir odada da sergilenmektedir.   

Kuvayı Milliye bir antiemperyalist mukavemet ve kalkışmadır, bir istiklal harbidir şüphesiz… Siz bakmayın uzun yıllardır Canım Yurdumun dâhilindeki muktedirlerin müstevlilerinin siyasi ve ekonomik emelleriyle tevhit edilmiş şahsi menfaatleri muvacehesinde koparılan vaveyla ile antiemperyalist yanın göz ardı edilerek olanından ziyade dini ve uhrevi tarafının öne çıkarılmasına, zinhar öyle değildir… Efendim sonrası şöyle oldu da, böyle oldu da, teraneleri de başka fasıldandır… Mesela, benim hayranlıkla okuduğum adını ilk kez duyduğum “Kuşdilli Leblebici Raşit (Yağşioğlu)”, manda, himaye ve istiklal tespit ve telini üstüne söylediği muhteşem söz, “mandayla, protestoyla düşman geri gitmez! Düşmanı durduracak kuvvet, namlunun ucundadır!..” Bu muhteşem söz, sonradan İstiklal Harbinin de Atatürk’ün ağzından “Ya istiklal, ya ölüm” şeklinde tahakkuk eden şiarının öncülü gibi durmaktadır. Bu söz, sonradan okuduğum, öğrendiğim her “antiemperyalist savaşının”, “her istiklal savaşının” bir şekilde ifade olarak benzeri lakin içerik olarak da bihakkın aynısıdır. Tıpkı ezilen milletlerin kurtuluş mücadelesinin dünya genelinde ittifakla kabul edilen bayrağı olmuş Ernesto Che Guevera’nın “Patria o umerta” (ya özgür vatan ya ölüm) deyişi kadar manalı ve değerli olup içerik olarak tam tamına aynısıdır.

Enteresan bilgiler ve dokümanlar da gördüm duvarlarda, mesela İzmir’in işgal edildiği haberinin Balıkesir’e ulaştığı 16 Mayıs 1919 tarihinde, bugün artık Kuvayı Milliye Müzesinin Ek Hizmet Binası olarak kullanılan o devirdeki “Okuma Odası” toplantısında bir protesto telgrafı çekilmesi kararı alınır, karar öncesi Mehmet Vehbi Bey (Bolak) tarafından katılımcılara hitaben şöyle bir konuşma yapılır; “Vatan-ı azjzimiz büyük bir tehlikeye maruzdur. Yanıbaşımızda İzmir, düvel-i îtilafiye’nin müsaade ve müsâmahasıyla Yunan orduları tarafından iki günden beri işgal edilmiş bulunmaktadır. Ve şimdi elimdeki şu telgraf, kalb-i milleti dâğdâr ve rahnedâr eden bu hadise-i müellimeyi bize ihbar ediyor. Bu tecavüz-i lainâne karşısında hukûk-ı milleti sıyânet etmek, menâfi-i memleketi korumak ve bu hususlarda konuşmak üzere burada ictimâ etmiş bulunmaktayız. Herkes mütâlâatını serbestçe serd ü ityân etmelidir. Her vatandaş ne buyuracaksa, onları dinleyip ittihâz-ı mukarrerat eyleyeceğiz...” Behemehâl bir heyet teşkil edilmek suretiyle protesto telgrafı çekilmesi kararı alınır, heyette hayret edilecek azalar da vardır, Rum Papazı Yani Konstantin, Ermeni Papazı Deragont, Osmanlı Bankası Müdürü Papadaki, Avukat Peron gibi… Teşhir edilen bilgilerden anladığım kadarıyla bu muhteremler çok doğaldır ki tayin edilmiş olmalarına rağmen telgrafı imzalamazlar… Manda ve himaye edilme istekleri üzerine tarihe altın harflerle geçen sözü de Kuşdilli Leblebici Raşit eder; “Amerikan mandası, İngiliz mandası, Fransız mandası ne demektir efendiler? Bizim Susurluk'ta manda çok! isteyen oraya gitsin!.. Düşmanı geriye döndürecek kuvvet namlunun ucundadır!” ve ilaveten “mandayla, protestoyla düşman geri gitmez! Düşmanı durduracak kuvvet, namlunun ucundadır!..”

Dinlediğim kadarıyla, şimdilerde artık bazı zamane “hormonlu öğretim görevlileri”, “intihalci profesörler” tarafından yazılan kitaplarda ve makalelerde mezkûr kahramanların ve değerli fikirlerinin yer almaması da günün ruhuna münasip düşmektedir herhalde. Ne de olsa muktedirlerimizin bize bilge tarihçi diye takdim ettikleri kerameti kendinden menkul, bildiği yanıldığına yetmeyen zevat “keşke Yunan galip gelseydi” demedi mi? Nereden nereye…

Hani dedim ya, şimdilerde dini ve uhrevi tarafının öne çıkarılma çabaları çok yoğunlaştı, diye… O devrin Müslümanları eğer padişah ve şürekâsı etki alanında değil ise istiklal mücadelesi yanlısıdırlar, tüm toplantı tutanaklarından bu anlaşılıyor. Padişah yanlısı dediğim ise tüm tarihi kaynaklarda da görüleceği üzere hâkimi siyasiye muvacehesinde meçhul mahfillerde kotarılan ve dâhilîde şerikler marifetiyle icra edilen umdeler manzumesidir. Kimse kalkıp da yok o öyle değildir de dememelidir bence çünkü hem işbirliği tesis edip muhaliflerine de teklif edecek hem de üstüne mağlubiyet neticesi kulağa sufle edenlerin zırhlı gemileriyle payitahtı terk edeceksin, maazallah… Söylenecek çok laf var da, hem zayi etmek istemiyorum hem de lafın tamamı malum muhteremlere söylenirmiş diyerek iktifa ediyorum…

Hülasa bidayette de söylediğim üzere fiziki olarak sıradan lakin mana bakımından çok değerli hatırlatmaların ve hatırlamaların mekânı bu müzenin bu baptan gezilmesinde geç kalmışlığıma yanarken yolu düşenin mutlaka görmesi diğerlerine ise mutlaka yol düşürmelerini hassaten öneririm. İstiklal mücadelesinin ruhunu yaratan, yaşatan ve dahi zafere ulaştıranların tarihinin ruhunu yansıtan bir diğer kahraman Hasan Basri Çantav’ın bir sözü ile bitiriyorum; “Hiçbirimiz tefahüre vesile aramadık, sadece vazifemizi yapmaya çalıştık". Her bir kahramana sonsuz saygılarımla anıları önünde eğiliyorum.

 

Perşembe, Ocak 16, 2025

BOLŞOY VE BOLŞEVİK

 

Bir vade önce Gazete’de muhabbet ediyoruz. Tanıdıklardan biri demez mi, Lenin azınlık olmasına rağmen partiyi ele geçirmiştir… Ve devamla zaten “Bolşevik” demek azınlık manasındadır, deyince ciddi bir düzeltme yapmıştım. Şimdi o muhabbetimiz eksenini oluşturan “Bolşevik” ve “Bolşoy” kelimeleri üstüne fikirlerimi merak edenlere aktarmak istiyorum. 

Bilinir, Lenin, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi RSDİP’in bir toplantısında muhalifleri ile düştüğü tenakuz neticesinde partide ayrılık oluşur. Parti üyelerinin çoğunluğu Lenin ile birlikte hareket ettikleri içinde kendilerine çoğunluk manasında “Bolşevikler” denir. Muhaliflerin de azınlıkta olmaları sebebiyle de kendilerine azınlıkta olmaları nedeniyle “Menşevikler” denir. Netice itibariyle, Lenin ve muhalifleri kongredeki bu pozisyonlarına müstenit Rusçadaki “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılmaya başlarlar. Bilindiği üzere de Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı ele geçirecekler ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır.

Hem SSCB’nin hem de şimdilerde Rusya’nın siyasi, sosyal ve turistik açıdan çok önemli meydanı Kızıl Meydan (Красная площадь - Krasnaya ploşhad) dışında hemen yakın bölgede devasa bir Karl Marks heykelinin bulunduğu Devrim Meydanı (Площадь Революции - Ploşhad Revolyutsii) ve hemen tam karşısında da harika gösterişli bir fıskiyeli süs havuzu bulunan Tiyatro Meydanı (Театральная площадь - Teatralnaya ploşhad) adlı 2 önemli meydan daha bulunmaktadır. 


Tiyatro Meydanında, tam merkeze hâkim pozisyonda olan görkemli tiyatro binasının adı Büyük Tiyatro’dur (Большой театр - Bolşoy Teatr). Dünya çapında en meşhur tiyatroların başında gelen “Bolşoy” bilindiği üzere Rusya’nın en büyük opera, bale binası olup Rus mimarisinin en önemli eserlerinden biridir. Tiyatro Meydanında, Bolşoy Tiyatro’yu tam karşınıza aldığınızda sağ taraftaki yolun karşısında ise bir başka tiyatro binası bulunmaktadır. Küçük Tiyatro (Малый театр - Maliy teatr), ünlü Rus oyun yazarı Aleksandr Nikolayeviç Ostrovski’nin oyunlarının çok büyük bir bölümünün prömiyer yapması sebebiyle “Ostrovsky Evi” olarak da bilinir. Bolşoy’un opera ve bale gösterileri ile öne çıkmasına karşın Maliy Tiyatro da drama ağırlıklı gösteriler ile öne çıkmıştır.

Gazete yazıları ile ünlü yazar Hıncal Uluç bu konu ile ilgili; “Bolşoy "Büyük Tiyatro" demek Rusçada... "Büyük" bina büyüklüğü değil. O devirde opera ve bale, tiyatroya göre daha saygın, daha üst sınıf sanat kabul edilirdi, onlar Büyük Tiyatro'da oynanırdı. Dramalar ise, Küçük Tiyatro'da... Mali'de yani... Mali de, Rusçada Küçük demek…” diye yazmaktadır. Genel manada katılmakla birlikte küçük bir düzeltme ihtiyacı bulunmaktadır. “Bolşoy” kelime anlamı itibariyle tam tamına, sözlüklerdeki yer alışı itibariyle “Значительный по размерам” olup Türkçemize de “boyut itibariyle” diye çevrileceğinden bu ifade yanlış anlaşılmalara yol açabilir, diye düşünmekteyim. Mesela “Большой дом – Bolşoy Dom” büyük ev manasındadır. Eğer Hıncal Uluç “büyük” sıfatının tanımladığı “Tiyatro” kelimesine “önemli” veya “fevkalade” manaları yükleniyor manasında kullanmışsa ki galiba en doğru ifade bu olacaktır. Daha ileri tetkiki de dil uzmanlarına bırakarak ilerleyelim.

Sonuç itibariyle, “Bolşoy” kökünden türetilen Bolşevik de bir çoğunluk ifade etmek üzere kullanılmıştır. Lenin arkasına bu çoğunluk grubu alarak hareket eder, partiye yön verir. Sonraları “Menşeviklerin” sonu da pek hayırlı olmaz, tarihe “Kronstadt Ayaklanması” diye geçen isyanın içinde oldukları savı ile yasadışı ilanı ile külliyen tasfiye edilirler… Tasfiyesinin ciddi ve manalı gerekçeleri için çok çeşitli kaynaklardan bilgi edinilebilir… Mesela taa bugünlere kadar sarkan ve gerek SSCB gerekse de Rusya döneminde baş ağrısı yaratan “Gürcistan Meselesi” bunlardan bağımsız değerlendirilemez bence… Neyse bunu da tarihçilere bırakalım…


Evet, Bolşoy Tiyatrosundan ya da Maliy Tiyatro’dan çıktınız, Kızıl Meydan doğru ilerleyelim diyorsunuz, yolun karşısına geçiyorsunuz, yüzü size dönük oldukça büyük bir Karl Marks heykeli sizi karşılıyor, işçi iseniz ya da işçi sınıfının saflarında iseniz şüphesiz… Hala “Dünyanın tüm işçileri birleşiniz” yazan daveti ile sizi karşılıyor… Heykel karşılıyor da, oradaki yazı proleterleri ne kadar ilgilendiriyor, çok tartışılır… Lakin meydan gayet sade ve oldukça güzel donatılmış bence… Yine heykelin yapıldığı granitten imal, üzerinde Marks’a ait diğer sözlerin bulunduğu oldukça büyük anıtlar yerleştirilmiştir. Bir tanesinde de Karl Marks’ın öğretisinin ulviliği ve doğruluğunu teyit eden sözü ile Lenin de yerini almıştır.

Evet, Rusçadaki büyük, küçük, çoğunluk ve azınlık kelimeleri üzerinden opera ve bale ve dahi drama mekânları, siyasi pozisyon almalar ve tasfiyelere de dokunarak azıcık da turistik takılarak Moskova’nın en önemli meydanlarından geçtik böylelikle. Buradan Kızıl Meydan ve iki yanındaki GUM ve Lenin Mozolesi tenakuzuna da bir kez daha değinerek yazımı tamamlamak istiyorum. Kremlin’in duvarına yaslanan, Sovyetler Birliğinin önderi Lenin’in mozolesinin yer aldığı, Kremlini yönetenlerin hemen arkasına kurulan tören tribünlerinin üzerine çıkarak askeri geçitleri de denetlediği ya da izlediği, dünyada “kapitalistlerin lanetlediği ideolojinin” sembolü Kızıl Meydan gezenlerin ve görenlerin ittifakla beğenisini alan bir meydandır… Lenin’in mozolesinin tam karşısında kapitalist dünyanın çok namlı markalarının satıldığı mağazaların bulunduğu ve Rusça (Глáвный универсáльный магазѝн – Glavni Universalni Magazin- Baş Uluslararası Magazin) kelimelerin baş harflerinden oluşan GUM (Rusça ГУМ) adlı tarihi bir yapı bulunmaktadır adeta Lenin’e nazire yaparcasına… Sovyetler Birliği döneminde ise  (Государственный универсальный магазин – Gosudarstvenni Universalni Magazin) yani Devlet Uluslararası Mağazası olarak ad kullanılmıştır. Öyle de oluyor, böyle de…

 

Cuma, Ocak 03, 2025

DİREKTÖR ALİ BEY SEYAHAT GÜNCESİ

Âli Bey, Osmanlı İmparatorluğu Tanzimat döneminin, benim de çok sonradan öğrendiğim, mizah yazarı, tiyatro oyun yazarı, yazar ve seyyahı aynı zamanda da devlet memuru, esas bilinmesinin de meşhur “Düyun-ı Umumiye İdaresindeki müfettişliği” olduğu bilinen biri olup İstanbul’dan Hindistan’a uzanan dört yıllık uzun süreli bir iş seyahatı yapar, notlar tutar ve bunu kitaplaştırır, “Seyahat Jurnali” adı ile… Müthiş bir kitap, daha önceki bir yazımda detaylı bahsetmiş idim. Yazar, “Ben ise müşâhede edeceğim güzel şeylerin şâyân-ı zikr olanları kayd ve işâret içün elime bir cezüdân ile bir kurşun kalemi almışdım.” takdimi ile şayan-ı zikr olan yüzlerce hikâye aktarmaktadır mezkûr kitabında, 1885 ve 1888 yılları arasındaki seyahatine istinaden, enteresan hikâyeleri merak edenler acilen edinmeliler mezkûr kitabı, bence… Evet, Direktör Ali Bey’in Seyahat Güncesinden aktarmaya devam ediyorum. Toplumların defin geleneklerindeki çeşitliliği kısmen tanık olarak kısmen de okuyarak öğrenmiş biri olarak mezkûr kitapta şahit olunan defin törenlerine yönelik hatıraları aşağıda aktarıyorum...

"Şiilerin Kerbela’ya çok sayıda cenaze getirip defnettikleri bilinir. Bu nedenle avlunun dört tarafındaki odaların pek çoğunda Hint ve İran prenslerinin mezarları vardır. İnsanların cenazeleri kıl çuval sarılı tabutlar içinde gelir ve avlunun altında mağaralar olduğundan bu cenazeler önce türbe içine getirilerek mezar-ı şerifin etrafında dolaştırıldıktan sonra mağaralara koyulur. Mağaralar her ne kadar geniş ve büyükse de her sene getirilen cenazelerin fazlalığından dolayı üç beş senede bir kere boşaltılması gerekir ve çıkarılan kemikler odun yerine külhanlarda yakılmak üzere hamamcılar tarafından satın alınırmış."

"Bağdat’ta sıcak mevsimde cenazeleri gece defnederler. Henüz evlenmemiş gençlerle bakirlerin cenazelerinin önünde def ve kudüm çalarlar ve kadınlar kabristana kadar giderler. Cenaze çıkan evlerde kadınlar arasında bir hafta hatim töreni yapılır. Bu tören ücretle tutulan birtakım ağlayıcı kadınların vefat eden adamın övgüsünü ilahi tarzında okuyup feryat etmelerinden ve toplanan komşu kadınlarının göğüslerine vurarak “helhele” dedikleri “lülülülü” diye bağırmalarından ibarettir. Ağlayıcı kadınlar ilahileri vakit vakit okuduklarından arada kahve, şerbet ve nargileler içilir ve gülerek eğlenerek sohbet edilir. Her sene ramazan-ı şerifin birinci gecesi o sene cenazesi olanların evlerinde bu matem töreni yapılır."

"Persiler bundan üç buçuk dört asır önce İran’dan göç ederek bu bölgeye gelmiş olan ateşperestlerdir. Tapınaklarındaki ateşten başka güneşe de taparlar. Her akşam günbatımı zamanı deniz kıyısına inerek güneşe karşı secde ederler ve deniz suyuyla yüzlerini yıkarlar. Tapınaklarındaki ateş, güya göç ettikleri zaman İran’da terk ettikleri tapınaktan alıp hiç söndürmeden birlikte getirdikleri ateşmiş. Ölülerini mezara defnetmezler. Daha önce sözü edilen Malabarhil adlı yerdeki tapınaklarının bahçesinde daire şeklinde ve çatısız kulelerin içine cenazelerini bırakıp kartal kuşlarına yedirirler. Özellikle gidip gördüm. Kulelerin üzerinde birçok kartal durur. Mezarcılar cenazeyi içeri bırakıp çekildikleri anda kartallar kulenin içine hücum ederek birkaç dakikada işlerini bitirip yine yerlerine çıkarlar. Ardından mezarcılar kemikleri toplayıp yakarak külünü akrabaları isterse verirler ve istemezse ya denize atarlar veya havaya savururlar."

"Banyanlar ölülerini tabuta koymayıp düz bir tahta üzerine yatırırlar ve üzerine tülden bir örtü örterek dört kişi omuzlarına alıp götürürler. Bunların mezarlıkları yoktur. Bir günde ölenleri bir yerde toplayıp gece yakarlar. Brahmanlardan aldığım izin belgesi ile bir gece Banyanların cenaze yakmalarını görmeye gittim. Dört tarafı duvarla çevrili bir avlu içerisinde birkaç odun kümesi yapıp cenazeleri bunların aralarına yatırdıktan ve üzerlerine biraz petrol döktükten sonra ateşe veriyorlar. Ardından mezarcılar ellerine darbuka türünden birer defle (gemi demirlerinin zincirleri gibi ses çıkaran) ziller alarak ateş sönünceye kadar çalışıyorlar. Cenazelerin yakılması sırasında akraba ve yakınlardan kimse bulunmuyor. Yalnız birkaç mezarcı bu hizmeti yerine getiriyor. Avlu içerisinde yanan cenazelerin mavi renkli alevlerinden başka ortalığı aydınlatacak fener ve kandil yoktur. Tenleri kahverengi ve elbiseleri kırmızı olan mezarcıların iğrenç kokulu bu mavi alevler içinde zebani gibi görünüşleri ve çaldıkları tef ve zillerin müthiş sesleri doğrusu tüylerimi ürpertti. Odun kümeleriyle cenazeler tamamen kül olduktan sonra insan kafalarının tüfek atılır gibi patlamaya başlaması büsbütün hayret ve korkumu arttırdı. O gece sinirlerim tuttu. Sabaha kadar uyuyamadım. Bundan elli yıl önce Banyanlardan vefat edenlerin hayattaki eşlerin de birlikte yakmak adetleri gereğiyken İngilizlerin şiddetle yasaklaması üzerine bu vahşilikten vazgeçmişlerse de tutucular ve özellikle Banyanlar bu yasaktan asla memnun değilmiş. Bugün İngiliz memurları bulunmayan köylerde ve ücra yerlerde kocası ölen kadınları yine gizlice yaktıkları söylenir."

"Bombay’dan Aden’e kadar bin altı yüz altmış iki mildir. Bu mesafeyi gökyüzü ve denizden başka bir şey görmeksizin, hamdolsun gayet durgun ve tatlı bir havayla dört buçuk günde kat ederek Kasım’ın yirmi birinde Çarşamba sabahı erkence Aden’e vardık. İngiliz yolculardan biri Bombay’dan hareketimizin ikinci günü vefat ettiğinden vapurun tapınağında dini tören yapılarak cesedi denize bırakıldı. Ondan başka keder verecek bir şey olmadı."

Görüldüğü üzere Yazarın şahitlikleri çerçevesinde defin işlemleri bu şekilde sıralanmıştır. Peki, mezkûr gelenekler bugüne kadar ulaşabilmiş midir, hiç zannetmiyorum. Toplumsal iletişim ve etkileşimin ilerlemeci düstur ve nizamı muhakkak tecelli edecek olup şimdilerde bizim de şahit olduğumuz sert ve göze hoş gelmeyen bir dolu gelenekte olduğu üzere zayıflamaya, şirinleşmeye ve dahi evrimleşmeye uğruyor ve uğrayacaktır da... Mesela, Persiler hala cenazelerini Kartalların beslenmesi için bırakıyorlar mıdır? Hiç zannetmiyorum... Hamamcılara kemik satılmasına halen devam ediliyor mudur? Satılıyorsa da en azından niyet olarak onu yakacak hamamcı var mıdır? Hiç zannetmiyorum...