Cuma, Mart 28, 2025

TOPLU SİNEK AVI

 

Yıl1959. İstanbul’un nüfusu hızla artmış, göçlerle birlikte 1,5 milyona ulaşmış vaziyette. Yaz aylarında artan sıcaklık, susuzluk, çöplerin sokağa atılması nedeniyle şehir sineklerin istilası altında. Ahırların ve mandıraların şehrin içinde yer alması, şehir içi nakliyesinde at arabalarının etkin olması,  hatta bazı yerlerde eşeklerin de taşımacılıkta kullanılması, çöplerde biriken öbek öbek karpuz, kavun kabukları, buzdolaplarının henüz her evde, işyerinde olmaması, karasineklerin sayısında ani ve yüksek artışı tetiklemiş (bir çift sineğin 40 günde ortalama 40 bin sinek ürettiğini de hesaba katın) ve haliyle halk sineklerden bezmiş durumda. Bir Cumhuriyet altınının ortalama 120 lira olduğu dönemde çöpleri sokağa atma cezası 150 lira. Düşünün ki bu bile denenmiş, ama nafile. Evler, işyerleri,  kamu daireleri sineklerin hücumuna uğramış, insanlar restoranlara gidemez olmuş. (Velev ki gittiniz, yemek yiyeceksiniz, bir elinizde raket ötekinde kaşık, sinekleri yutmadan lokmayı yutmaya çalışmanız gerekiyor) 160 işçi, 25 teknisyenden oluşan belediye ekibinin bu sorunla baş edemeyeceğinin, ilaçlamaların da yeterli gelmeyeceğinin anlaşılması üzerine, devlet erkânı başlamış alternatif çareler aramaya. Bulmuşlar kendi nazarlarında. Kabaca bir hesap: “İstanbul’un nüfusu tahmini 1,5 milyon; kişi başına ortalama 10 sinek avlansa, 15 milyon sinek eder. Bu iş de kökünden biter" diye düşünmüş olsalar gerek, dönemin Demokrat Partili İstanbul Belediye Başkanı Kemal Aygün başkanlığında alınan karar ve talimat, radyo, gazete ve öteki yollarla halka duyurulmuş. 


“karasineklere harp açılıyorrrr!” 17 Ağustos’ta saat 13.00-14.00 arası, topluca sinek avı yapılacak. Talimata uymak mecburi. Rza göstermeyene para cezası.”

Mücadelede yararlılık gösterenlere ödül maiyetinde valilikten teşekkür mektubu verileceği bildirilmiş. Özel, telden yapılmış raketler, yapışkan kâğıtlar ve saireyle halk cenge hazırlanmış. Aile bireylerinin elinde raket, evde, işyerinde hummalı bir mücadele. Ertesi gün gazetelerde çarşaf çarşaf haberler.

“Sinek avı seferberliği sonrası 10 milyon sinek öldürüldü ...”

Ancak sinek nüfusunda belirgin bir değişiklik olmaması kaçmamış gözlerden. Bunun üzerine “Her pazartesi yine saat 13’te tekrarlanacağı" duyurulmuş.

Hatta işi ne denli ciddiye aldıkları anlaşılsın diye 8 kişiye para cezası kesilmiş, yaklaşık 300 kişi ve işyerine de ihtar ve uyarı cezası verilmiş. Sonuç olarak, katılım azalınca uygulamadan vazgeçilmiş, zaten havaların soğumasıyla sinekler de kente veda etmiş, ama sinek avlamak deyimi de o günlerden bugünlere kadar gelmiş.”

Okumaya devam ediyoruz. Yazar, araştırmacı, iş insanı, köşe yazarı, aktivist, önceliği kadın, çocuk ve girişimcilik olan hülasa çok yönlü bir insan Sema Soykan’ın “Öteki Şeylerin Tarihi” adlı kitabını okuyoruz. Bir dolu sözün, deyimin, atasözünün kökeni, tarihçesi ve evrilmeleri üzerine çok muhteşem kelamlar etmiş. Birçoğunu biliyordum lakin yukarıda verilen ara başlık üzerinden “sinek avlamanın” canım yurdumda gerçekleşen bir vakadan türediğini yeni öğrendim, duymuşsam da unutmuşum demek ki… Dediğim gibi muhteşem bir hikâye… Bu kadar abuk işler olmamıştır deyip teyit maksadıyla gazete arşivlerinden baktım, çok üzülmeme rağmen doğruluğu beni şaşırtmadı… Canım Yurdumu yöneten koca koca, deyim yerinde ise deve dişi gibi bu muhteremlerin böylesi bir akıbeti kestiremeden bu kabil tatbikatlara yönelmeleri artık günümüze ışık tutsun gayri… Diğer taraftan bu tatbikatın nafile ve beyhude olduğunun müşahede edilmesini müteakip mezkûr periyotta cereyan eden cezalandırmaların telafi edilip edilmediği merak konusudur… Kesilen cezalar geriye ödenmiş midir? Kesilen cezaların muhtemelen her birinin kanunlarda karşılığı vardır. Zaten kanun devleti olmak bunu gerektirir. Velev ki ceza kesmeye münasip bir kanun bulunmuyor, meclis toplanır behemehâl bir kanun yapıverilir.  Efendim, kanunun geriye yönelik geçerliliği olur mu? diye sorulmaz bu kabil vaziyetlerde, nihayetinde bunlar devlet ve memleket işleri. Artık ne çıkarsa bahtına. Bu işten muaf tutulanlar olmuş mudur? Muafiyet oldu ise sıralama nasıl olmuştur acaba parti, siyasi temas ve yüksek iltimas, madeni haz, ten ile temas vs vs gibi faktörler devreye alınmış mıdır ki? Bilmiyoruz şüphesiz… Lakin akla geliyor…

Hülasa, okuduğumuz kitap, ezelden ebede akan zaman içinde belki de üstüne hiç düşünmediğimiz lakin refleksif ve sıkça kullandığımız bir dolu sözün, deyimin ve atasözünün ve dahi gelenek, görenek ve adetlerin nereden, nasıl, ne zaman ve hangi sebeple zuhuru ve hayatiyeti gayet başarılı ve açıklayıcı biçimde ele alındığının adeta bir arşividir. Sıkça kullandığımız lakin ne zaman ve nasıl kullanmaya başladığımız, zaman içerisindeki mana ve kullanım değişiklikleri üzerine bu kadar detaylı, öğretici ve akılda kalıcı bir kitabın neredeyse tekmili birden hazırlanışı önemli bir kıymet bence…


Yazar; “bilmeyenler için yeni, bilenler için hatırlatma, eksik bilenler için tamamlama olması umuduyla” diyor önsözünde kitabın, emin olun benim için tam da 3 önermenin geçerli olduğu bir vaka… Yeni öğrendiklerim oldu, yeniden hatırladıklarım oldu, yanlış bildiklerimi düzeltme fırsatı oldu, teşekkürler… Kitabın girişindeki “acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır” ile başlayan ve yaratılan bu güzel kitap için “bana bir şey öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyerek teşekkürlerimi ifade ediyorum.

Gerçi inanıyorum, yahu bunları öğreniyorsun da ne oluyor diyenler vardır, varsa eğer, bak bunu düşünmemiştim, der, geçer giderim… Zaten öğrenmek istemeyenlere göre işler değildir bunlar… Merak ile yola çıkarak başına çok şey gelenlerden mi olmak istersiniz diye sorulursa da cevabım merak önemli lakin mezkûr sonuçları ırak olsun derim…

Nihayetinde de bakıyoruz, bizi bizim finansmanımızla, bizim örf ve ananelerimizle, bizim hayat konforumuzu arttırmak maksadı ile bizim arzuladığımız kurallar muvacehesinde yönetsin diye klasik deyimdir ya atadığımız memurların yaptıklarına, sukut-u hayal vallahi… Yüzyılın başında Çeşme’nin 1914 – 1918 yılları arasında kaymakamlığını da yapmış Hilmi Uran’ın “Hatıralarım” adlı kitabında da Çeşme’de yaşanmış bir sivrisinek hikâyesi var, bir gün yeri gelince aktarırım onu… Gerçi hikâyedeki mevzunun kahramanı sıradan bir vatandaş lakin yine de değinmek öğretici ve eğlenceli olabilir. Zaman, mekân ve teknik terakki dâhilinde imkân ve kabiliyetler göz önüne alınınca acaba tayin ettiğimiz memurlar bizimle eğleniyorlar mı diye de sorasım geliyor… Umarım bu “sinek avlama” hikâyesi bugünkü yerel yönetimlerimize misal teşkil etmez, maazallah yanar gülüm keten helva…

Cuma, Mart 21, 2025

ÇEŞME ve KOPANİSTİ PEYNİR

 “Rakı Kavun Peynir” üçlüsü derler ya esasen de bana göre “Rakı, Kavun ve Kopanisti” olmalı bu üçlü… Bu bana göre tabii ki… Ağır ve kalıcı kokusundan ötürü bilmeyenler açısından bir ıstıraptır kopanisti bulunan masada oturmak… Bilenler açısından fazla anlatmaya gerek yoktur lakin bilmeyenler açısından kayda almak manasında meşakkatli bir imal süresi ve süreci olan bu peynir her şeye rağmen kolay dudak bükülecek burun kıvırılacak bir mamul değildir. Masadaki has sızma zeytinyağı ile hemhal kopanistiden aslan sütünden alınan her yudumdan sonra şöyle çatalın ucunu bir dolandırarak alınması ve üzerine de acılığın ve tuzluluğun seyreltilmesi adına bir küçük parça Çeşme Kavunu yeniliyor olmasının verdiği hazzı bilmeyenlere nasıl anlatabiliriz ki… Hatta aslan sütünü sevmeyenlerin bile “halis ev ekmeği” diliminin kızartılarak üzerine azıcık kopanisti ve zeytinyağı sürülmesi halinde kokudan fazlaca bir eser kalmayarak ortaya çıkan lezzetini her daim anlattıklarına şahitliğim vardır…

Kopanisti, keçi sütünden imal edilmiş “lor peynirinin”, sepet peynirinin (kelle peyniri) sepet altı (torba altı) suyuyla fermente edilmesi ve imalat sürecinde sürekli olarak karıştırılıp dövülmesi ya da ezilmesi ile yaklaşık 1 ile 1,5 aylık bir sürecin sonunda tüketime hazır hale gelen peynir türüdür. Benim anladığım kadarı ile Yunancadaki “ezilmiş” ve “dövülmüş” kelimelerinden türemiş olmakla birlikte Türkmen kökenli bir mamul olup nihayetinde de asıl telif hakkına sahip olması gerekenler tarafından unutulmaya yüz tutmuş “suyun öte tarafında” ise hala yaygın olarak üretilen bir peynir çeşidi olan kopanisti müthiş zahmetli imalat sürecine layık bir tüketim tercihi olamamıştır maalesef… Gerçi halen ziyadesiyle yaygın bir vaziyette gerçek sahipleri üzerine tartışmalar yürütülmekte olup kimileri Yunan Adaları kökenli iddiasını çok çeşitli yaklaşımlarla destekleyerek ilan etmekte olsa da bence çok da önemli olmamakla birlikte keçi besleme geleneğine bakılınca sanki bizim Türkmenlere daha yakın görünmektedir. Netice itibariyle Türklere mi ya da Yunanlılara mı ait bir kenara tartışılmaz şekilde Çeşme Karaburun ve hemen karşısındaki Yunan Adalarına ait bir geleneksel bir keçi sütü mamulüdür. Diğer hayvan sütlerinden yapılmaz mı? Şüphesiz yapılır lakin aynı ağız tadının oluşamayacağı aşikârdır… Ege Üniversitesi eski öğretim üyesi arkadaşım sosyolog Engin Önen bir çalışmasında Seydi Akbaykal’dan şöyle aktarır¸ “Kopanisti bebek gibidir. Konuşmaz ama ben onun dilinden anlarım. Yoğrulurken kulak hariç bütün duyu organları ile hissedersiniz onu. Kokusu, rengi, tadı ve yumuşaklığı/kıvamı ile.”

Şimdilerde Çeşme ve Yarımada’da kopanisti peynirine ulaşmak gerçekten çok kolay olmamaktadır, geçtiğimiz yıllarda en son Sakız Adasından satın aldığım kopanistinin ağır kokusundan dolayı evde olmadığım sırada “kokmuş, bozulmuş” sanılarak atılmasına epey üzülmüş idim. Evet, ağır ve kalıcı hatta geniş kitlelerde itici ve sinici kokusu sebebiyle kopanisti imalatı yapan kişilerin bir kısmına da lakap olarak verilmiştir. Gerçi benim hiç katılmadığım şimdilerde kırılmaya yüz tutmuş yaygın bir kabulleniş vardır Canım Yurdumda “keçi sütü” ve “keçi sütü peyniri” kokusu nedeniyle tercih edilmemektedir. Peynir imal tekniklerinin ve teknolojilerinin de son hızla gelişmesi ve değişmesi neticesi geleneksel imalat süreçlerinin de terk edilmesine sebep olması nedeniyle kaybedilen tatlar da “markalaşma” uğruna kapitalist tatbikata kurban edilmektedir lakin önüne geçilmesinin mümkün olmadığı da aşikârdır.

Çeşme ve yöresinde bazı büyüklerimizin “bazmoz” diye bahsettiği esasen de “mazmoz” denen bir yöntem vardır balık avcılığında… Başka alanlarda çok başka manalarda kullanılmakla beraber balıkçılıkta balıkların av alanlarına çekilmesi uğruna yapılan bir açık yemleme tekniğidir “mazmoz”… Mazmoz’un ilk tatbikatına denk gelmem Ilıca’da olmuştur, ekmek ile kopanisti peynirinin karıştırılıp yoğrulması ile meydana gelen kokulu lakin balıklar için cezbedici bu mamulün denize serpilmesi neticesinde balıkların istenilen av alanına toplanmasının temini biçimiyle… Esasen kopanisti peyniri kalker türevi oldukça hafif ve delikli deniz taşlarının başta deliklerine gelecek şekilde tüm yüzeyine bulamaç şeklinde sürülerek meydana gelen mamulün “kirto” denilen balık avı sepetleri içine yerleştirilmesi suretiyle balık avına matuf kullanılması ile yaygın bilinir. Bu yöntem genellikle sığ sularda yapılan avlanma faaliyetlerine başta da kefal ve karagöz gibi balıklara yönelik kullanılırdı. Bir de hatırladığım kadarıyla “voli” denen bir usul ile balık avlama işi vardı, balıkçıların balık olan alanı ağlarla çevirip, çevrilen alanda biraz gürültü ile balıkların ağlara yönelmesinin temini şeklinde, işte ağ çevirme işlemi öncesi de kopanistili mamul yemleme maksadı ile kullanılırdı.

Ticari olmayan geleneksel yerel üretimlerin sonunu getiren süreçler, geleneksel gıdaların üretimi ve tüketiminin de sonunu getirmiştir haliyle… Sanayileşme, bir manada da kapitalizm tüm gıdalarda olduğu üzere peyniri de kaçınılmaz olarak sanayi mamulü haline getirmiş, daha hızlı, daha kolay, daha çok ve daha dayanıklı esasen de daha kar edilen bir meta haline dönüştürmüştür. Tam da bu sebeplerle bir sanayi mamulü olmayan ve olamayacak kopanisti de tüm bu gelişmelerden nasiplenir ve unutulmaya hatta tukaka ilan edilmeye mahkûm olur. Çünkü kopanisti imalat tekniği ve süreçleri sebebiyle sanayileşmeye hiç uygun değildir tam da bu yüzden çok ve hızlı sermaye temerküzüne yatkın sanayi erbabı tarafından elin tersi ile kenara itilir. Esasen meşakkatli imalat süreci de fiyatlandırma açısından sanayi tarafından gelişen gıda teknolojisinin de yardımı ile çok hızlı ve görece ucuz imal peynirler karşısında tercih edilmez hale gelmektedir. Artık piyasa, görece ucuz lakin gıda güvenliği ve sağlığı açısından bir hayli sıkıntılı olan mamullere kalmıştır kopanisti gibi özel çaba, özel tecrübe ve özel maharet gerektiren peynirler rekabet edebilecek durumda değillerdir.

Bazı çevrelerde; benzer çabalar ve süreler ile üretilen bazı peynirlerin benzer özellikleri öne çıkarılarak kesişmeler tespit edilmeye çalışılsa da Kopanisti peyniri bir başka peynire benzemez, benzetilemez… Mesela Seferihisar İlçemiz taraflarında üretilen meşhur “Armola” peynirine benzetilmeye çalışılır lakin hem birlikte yoğurulan malzemeler hem de ortaya çıkan sonuç farklıdır…

Netice itibariyle tadı asla ve kata bir başka peynire hiç benzemeyen “kopanisti” peynirinin, keskin, kesif kokulu, acımsı ve kekremsi lezzette, kremsi yapıda, yumuşak ve azıcık da tuzlu tadına bakılmasını öneririm, şüphesiz ki tadını bilmeyenlere ya da bir kere deneyip bir daha denemeyenlere olacak bu çağrım… Çok değişik lezzetler yakalamak için içine kapya biber başta olmak üzere çeşitli sebzeler katılarak imal edilen yeni tatlar oluşturan değişik bazı imalatlara da rastlanmaktadır şimdilerde…

 

Cuma, Mart 14, 2025

SPORDA PROTESTO

 


Bazılarımızın yere göğe sığdıramadığı “batılı aklı” “batılı zekâsı” “batılı ahlakı” NATO konsepti mucibince 1980 Olimpiyatlarını protesto etmişlerdi, hatırlanacaktır… Benim şüphesiz farklı düşünmeme rağmen onların böyle bir protesto hakkı varlığına inanıyorum lakin benzer her olay karşısında benzer tavır ve tutum alınıyor mu ona bakınca da, akıl, zekâ ve ahlak teyidi ya da tekzibi yapılabilir bir şey haline geliyor… Olimpiyat oyunlarının tarih boyunca “protesto” edilmelerine bakınca görülüyor ki çeşitli sebep ve bahaneler olmakla birlikte her biri zaman, mekân ve teknik terakki mülahazaları neticesinde ülkeleri farklı tutumlar izlemeye sevk etmiştir. Ne zaman sporun bir “propaganda” aracı olması hükümetlerce mütalaa edilmeye başlar hemen beraberinde de “protesto” enstrümanı kullanılmaya başlar. Benim okumalarımdan anladığım kadarı ile ilk politik “Olimpiyat Protestosu” 1936 yılında Berlin’de düzenlenen olimpiyatlar için ABD OK’si (Olimpiyat Komitesi) tarafından, “Nazi propagandası” ve “Hitler ve Aryani ırk üstünlüğü fikriyatını legalize etme kaygısı” ile düşünülmüş ve gündeme alınmıştır. Lakin “Derin ABD’nin” siyasi himmeti ve hikmeti ve araya giren kapitalist ve emperyal ilişkiler ve irade manzumesi protesto fikrini bir anda dağıtır. Biz ABD OK’sinin bu kaynattığı fikirleri aklımızda tutalım ki bir sonraki protesto gerçekleşmesinde nasıl tavizsiz bir tutum alındığı görüp kıyaslayabilelim.  

Şimdi kısaca, oyunlardan atılmalar, katılmaların men edilmesi ve protestolar ile ilgili kısa bir kronolojik hatırlama yapalım. 1920 Olimpiyatlarına, “karar vericiler” 1. Dünya savaşının sorumlusu ve cezalısı olarak gördükleri Almanya, Macaristan, Bulgaristan ve Türkiye’nin katılmasını adeta “galiplerin intikamı” faslından uygun görmemişler. 1924 Paris Olimpiyatlarına bir önce çağrılmayanlar bu defa çağrılsalar da Almanya Fransa ile olan problemlerini bahane ederek katılmaz. 1932 Olimpiyatlarına Canım Yurdum ise “çok masraflı ve yol uzaklığı” bahanesiyle katılmamış. 1940 ve 1944 Olimpiyatları ise devletlerin birbirlerini boğazlaması sebebiyle yapılamamış. 1956 Olimpiyatlarına ise Hollanda ve İspanya, Rusya’yı Macaristan müdahalesinden ötürü, Mısır, Lübnan ve Irak ise Süveyş Probleminin çözümsüzlüğünü protesto etmek maksadıyla katılmazlar. 1972 Olimpiyatlarına ise Afrika Ülkelerinin bazılarının “Irkçı Rodezya’nın” olimpiyatlardan men edilmesini aksi takdirde oyunlara katılmayacaklarını açıklayınca Irkçı Rodezya men edilir. 1980 Olimpiyatları ise en korkunç ve kapsamlı protestoya sahne olur. Sovyetler Birliğinin Afganistan meselesine askeri dahli protesto edilmek maksadıyla, ABD ve NATO ve etkisindeki ülkeler tarafından protesto edilir… Protesto çalışmalarının Afrika ayağında ise bizim çeşitli vasilelerle yere göğe sığdıramadığımız Muhammed Ali Clay ciddi vazifeler üstlenir. Clay konusunu yakında diğer boyutları ile kendimce yazmak istiyorum. 1984 Olimpiyatlarına da Sovyetler Birliği ve etkisindeki ülkeler “siz misiniz bizi protesto eden” misillemesi ile oyunlara katılmazlar.  1988 Olimpiyatları ise, Kuzey Kore, Küba ve Etiyopya tarafından protesto edilir. 2020 Olimpiyatları Covit19 salgını sebebiyle 2021 de yapılır lakin son derece sönük geçer…

“Siyaseti spora karıştırmayın” talkını mucibince her türlü melaneti çeviren batı, değişmez ve sarsılmaz iradesini halen gözümüze sokarak göstermektedir. Ukrayna savaşını bahane edip, tüm Rus Sporcularının ve takımlarının uluslararası turnuvalara katılmalarını engelleyen batı, aynı şey İsrail’e gelince, sus pus, hatta o kadar sus pus ki mide bulandıracak düzeyde… Neden mi mide bulandıracak diyorum, bakın geçen yılki Beşiktaş – Makkabi futbol takımları maçının oynanacağı yerin tespitine, “Efendim, konu öyle değil, Türkiye Emniyet güçlerinin tercihidir” gibi bir takım karşı görüşler söylenebilir. Biz biliyoruz başında meşhur ve malum Ceferin’in ve ekibinin bulunduğu UEFA, deplasman takımının bir gün önceden mazereti ne olursa olsun maçın oynanacağı kente varmaması halinde ne cezalar uyguladığını… Burada hiç itiraz edilmeden kabul edilmesinin başka sebepleri olduğu bal gibi açıktır.

Ayrıca; bu İsrail’in UEFA turnuvalarına katılması da bir başka rezalet… Kardeşim İsrail hangi kıtada, Avrupa’da mı? Hayır, nerede? Asya’da, peki hem ulusal düzeyde, hem de takımlar düzeyinde hangi sebeple Avrupa takımları ile eşleşir… UEFA’nın deve dişi yöneticileri ile onların erketeleri ve dahi aveneleri ne diyorlar; “Asya Oyunlarının katılımcısı ülkelerin %90’ı İsrail’i protesto ediyorlar, ne yapsın bu ülkenin sporcuları, yarışmasınlar mı?”… Bravo hazretler, ne kadar da güzel izah ediyorsunuz… Yahu kardeşim, aynı sebepler kendi siyasal hampalarınızın bu oyunlara katılmıyoruz kararı aldığında farklı mı oluyor? 3-5 siyasi figür bir araya geliyor, bu oyunlara katılıyoruz, şunlara katılmıyoruz dediğinde aklınız ve vicdanınız nerede idi? İşine gelince sporcunun “yarışma hakkı engellenemez” de, işine gelmeyince de “bu yarışmalara katılmıyoruz, katılma kararı alacakların da gelir kaynaklarını kısmak, kesmek olmadı bu işlerde yeni vergiler ihdas etmek gibi tehditlerle kararına mesnet oluştur. Sevsinler sizin ahlakınızı, aklınızı ve zekânızı…

Haydi; İsrail’i çok sevdiğiniz kapalı devre sisteminize dâhil ettiniz, ne anlıyorum ne de kabul ediyorum lakin bir an için diyelim ki, doğrudur. Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan ve Kazakistan hangi kıtada? Bu ülkelerde mi diğer yarışmacı ülkeler tarafından protesto ediliyor? Ne oluyor… Bu kabil sorular karşısında bir takım gafillerin “ne o öyle coğrafi sınır diye kesin hatlar mı vardır” dediği de vaki… Yahu kardeşim sus da derviş bellesinler bari… İttifakla kabul edilmiş “itibari sınırlar” var tabii ki, sen bilmesen de… Siz itiraf etmeseniz de biz biliyoruz, siz görünmez kılsanız da, tüm bu olanlar emperyal politikaların günlük ve konjonktürel akisleridir… Görüneni de, bitmez ve bitmeyecek Rusya korkunuz ve düşmanlığınız… Rusya’yı sevmiyor olmanızı vallahi anlıyorum lakin ahlak, akıl ve zeka kelamlarının arkasından kol atmayın, biraz mert hatta hakan olun lakin yandaş olmayın…

Hülasa tüm bunlar karar ve yetki sahiplerinin uçkurları doğrultusunda karar almalarından başka bir şey değildir bana göre… Gücü, gücü yetene… Hani, güçlüler, güç deniyorlar da bu erketecilere ne oluyor, işte bunu hiç anlamıyorum… Bir kez daha soralım “hani, ahlak, akıl ve zekâ”…

Görüleceği üzere spor olimpik düzeyde bile ülkelerin adeta “Dış İşleri Bakanlığının” arka bahçesidir… Ülkelerin “Olimpiyat Komiteleri” adeta Dış İşleri Bakanlıklarının birer “daire başkanlığıdır”. Kim haklı, kim haksız tartışmasına girmenin manasızlığı bir kenara binlerce sporcu kendi kabahat ve kusurları olmaksızın verilen abuk subuk kararlar neticesinde belki de olimpik düzeyde yarışabilme şans ve haklarını sonsuza dek kaybetmektedirler. Kimin umurunda ki. Ne gam, ne keder, ver mehteri ver gazı, yaşasın millet, yaşasın devlet teraneleri arasında sporcular kocaman bir 4 yıl kaybetmiş olurlar yarışamadan, ama olsun sulh salah politikada… Neticede bir bakıyorsunuz, kesif ve şiddetli propaganda müthiş bir iç politik konsolidasyon yaratmış, yerel liderlerin kamuoyu desteği artmış, “fıstıkçı Carter” dışında her biri politik ömürlerini uzatmış… Vs. vs. Sonra da “yaşasın sporun uluslararası yarışma ve dayanışma ruhu” teraneleri…

 

Perşembe, Mart 06, 2025

BAKÜ MİNYATÜR KİTAP MÜZESİ

Hayatımda ilk kez “Minyatür Kitap Müzesi” geziyorum galiba dünyada da bir başka örneği yokmuş… Bu güzel girişimin mimarı Zarife Salahova kişisel koleksiyon olarak başladığı minyatür kitap biriktirmesine bilahare Azerbaycan Devletinin de destek ve sergi salonu tahsisi ile müzeye dönüşmüş. Devlet desteğinin başlangıcı da Devlet Başkanı Haydar Aliyev’in bir talimatı ile olmuş. Anlaşıldığı kadarı ile tam bir kitapkolik ve kitap aşığı olan Zarife Salahova’nın “Azerbaycan Kitap Cemiyeti” başkanı da olduğunu öğreniyoruz, girişiminin başlangıcında. 2015 yılında Minyatür Kitaplar Müzesi en büyük özel minyatür kitap müzesi olması hasebiyle de “Guinness Rekorlar” listesinde yerini alır ve sertifikası verilerek tescillenir. Düzenli ve disiplinli bir okuyucu olarak bu girişimin başarı ile devam etmiş olmasından ötürü kendimce bir sevincim var ve sizlerle paylaşmak istedim. 

Zarife Salahova, minyatür kitapların toplanması fikrinin nasıl ortaya çıktığını şöyle anlatmış bir röportajında; “Kasım 1982’de, Moskova’da, Tüm Gönüllü Kitapseverler Birliği’nde, I. Krylov’un 1835’te yayınlanmış eksiksiz masal koleksiyonunun fotokopi tipi küçük ebatlı bir baskısını 23 rubleye satın almam teklif edildi. O günlerde pahalı bir zevkti ama yine de kitabı satın almaya karar verdim. Parayı gişeye ödedikten sonra saklama odasına girdim ve orada ilk kez mini bir kitap gördüm. Koleksiyonumun oluşumu o günden başladı. Yaklaşık 35 yılda 7500’ün üzerinde minyatür kitabı koleksiyonuma kattım.”

Müzede, dünya edebiyatının klasik eserleri başta olmak üzere dini kitaplar, masallar, bilimsel ve sanatsal eserler gibi çeşitli konularda yayınlanmış yaklaşık 7.500 adet eser bulunmakta olup, Dostoyevski, Puşkin, Çehov gibi çok ünlü yazarlar başköşeleri tutmuş görünmektedirler. Nadide örnekler faslından sayılacak, Japonya’da basılmış sadece 0,75 x 0,75 mm boyutlarında bir adet kitap ise Müzenin en mühim ve anlamlı eseri olmuş bence…

1 no’lu camekân, en üst rafında Recep Tayyip Erdoğan ve İlham Aliyev’in tokalaşma anını gösterir bir fotoğrafla süslü tüm raflar Azerbaycan’da basılmış mini kitaplar ile doldurulmuş, 2 nolu camekân mikro ve nadir kitaplara tahsis edilmiş, 3 nolu camekân dini temalı mini kitapların bulunduğu bir yer olmuş. Puşkin’e 4 ve 5 no’lu camekânlar külliyen tahsis edilmiş, şüphesiz benim de düşüncem bu yönde olup, Puşkin’in bu övgüyü ve değeri hak ettiği yönündedir. 21 nolu camekânda ise Müzenin kurucusu Z. Salahova’ya imzalanarak hediye edilmiş kitaplar, 

26 nolu camekânda Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan, Türkiye ve İran’da neşredilen mini kitaplar bulunmakta olup, en üst rafı ise Mustafa Kemal Atatürk’ün 4 adet “Nutuk’u”, Alparslan Türkeş’in “Dokuz Işık’ı” ve RecepTayyip Erdoğan’ın kitabı ve Puşkin’in “Yüzbaşının Kızı” ile süslemektedir. Alt raflarda ise ciddi miktarda Ömer Hayyam’ın “Rubailer” kitabının farklı ülkelerde basımları görülmektedir. 29 nolu camekân ise spor ve olimpiyat oyunları üzerine yazılmış ve mini kitap olarak basılmış eserlere ayrılmış. 38 nolu camekân ise Lenin’den, Stalin’e, Fidel Casro’ya gerek biyografi gerekse de teorik anlatıların neşredildiği kitaplardan oluşan bölüm olup, “beynelmilel komünist harekâtı” başlığı ile verilmiş. Bu camekânların müzeye yerleştirilmesi de şöyle oluşmuş; salonun tam ortasına, doğrudan girişin tam karşısına üç camekân konulmuş. Birincisinde, ortada, Azerbaycan’da yayınlanmış minyatür kitaplar. İkincisinde mikro ve nadir kitaplar, üçüncüsünde ise dini temalı mini kitaplar bulunmaktadır.  Salonun mezkûr camekânların hemen sağından itibaren yerleştirilenlere ise SSCB’de ve 1991’den itibaren Rusya Federasyonu’nda neşredilmiş minyatür kitaplar ve çok önemli şahsiyetlerin minyatür el yazmalarına yer verilmiş. Sol tarafta da, yakın ve uzak diğer ülkelerin minyatür kitapları yer almaktadır. Son olarak 39. Camekânda ise Amerikalı ressamlar tarafından müzeye hediye edilmiş benzersiz minyatürler bulunmaktadır. Bu mini kitap cennetindeki kitapların ağırlıklarının da ortalama 2 gram ile 5 gram arasında olduğu bilgisini de edindim. Enteresan değil mi? 2 gramlık bir kitap… Diğer taraftan bildiğimiz bir başka gerçek de 1673 senesinde Hollanda’da dünyanın en küçük kitabı neşredilmiş olup ebatları da 1,5 cm ye 1 cm imiş… Öğrenmenin sınırı yok şüphesiz… 

 

Kitap basımı, yayımı ve okunmasının son derece düşük olan günümüzde böylesine büyük çaba ile ayakta tutulan bu girişimin adeta çöldeki bir vaha havasında olduğunu, ziyaret saatlerinin görece sınırlı olmasına rağmen ziyaretçi sayısının da azımsanmayacak olmasının gelecek adına sevindirici olduğunu belirtmeliyim. Ayrıca belirtmeliyim ki Azerbaycan’ın başkenti Bakü hiç beklemediğim bir şekilde bir edebiyat, kültür kenti olarak da öne çıkmış vaziyette… Zengin geçmiş bugüne mütenasip şekilde değerlendirilmiş göründü bana… Mesela, Azerbaycan Edebiyat Müzesi ve halı müzesi bile en azından organizasyon gerçekleşmesi babında kocaman bir teşekkürü gerektirmektedir.

Önce Bakü’deki tarihi bölge olan “Şirvanşahlar Kalesinde” açılmış olan müze sonradan şimdiki yerine taşınmış bulunmakta imiş. Eski şehrin her manada atmosferini hissedeceğiniz bir sokak ve bina açıkçası… Netice itibariyle, “Minyatür Kitap Müzesi’ni” gezmiş olmaktan son derece mutlu ve memnun oldum. Bir kitapsever olarak bu miktarda ve düzende kitaplar görmek gerçekten muhteşem bir duygudur. Bu kadar zahmet ve maddi manevi çaba ile oluşturulmuş bu müzenin hayrettir ki girişi ücretsiz olup, dileyenlerin katkı yapabilmesi için bir bağış kutusu mevcuttur. Hülasa, Türkiye’den Nazım Hikmet’ten Yaşar Kemal’e dahi minyatür kitapları barındıran bu küçük lakin şirin müzenin gezilmesini her bir Bakü ziyaretçisine şiddetle öneririm. Giriş ücretsiz dedim ya, müze görevlisi istediğiniz takdirde tarafınıza istediğiniz detaylarda bilgiler aktarılıyor. Kitap sevdalısı ve tutkunu iseniz mutlaka ziyaret edin derim.