Sunay Akın okuyorum ilk kez, bu ilk kez olması da bana yeter bir ayıp. “Onlar Hep Oradaydı” adlı kitabı büyük heyecan ve şevkle hızlıca okudum. O ne güzel konu seçimi, sunumu ve dili… Gerçi burada neşredilen yazıların bir kısmını gazetelerde yayınlanan halleri ile okumuş ve beğenmiş hatta yetinmiş idi ama eksiklik işte, müthiş güzel konu seçimi, takdimi ve anlatımı… Mezkûr kitapta, “Pearl Harbor’dan Haliç Kıyısına…” başlıklı yazıda Türkiye Denizcilik tarihinin önemli gemilerinden biri olan “Ankara Gemisinin” tarihine denk geldim, işte bu detayları da bilmiyordum.
Sunay
Akın takdimi şöyle yapıyor; “1941
yılının 7 Aralık günü, iki saat içinde onlarca geminin sulara gömüldüğü bir
tarihtir. O gün, Amerika’nın Pasifik donanmasına bağlı 127 gemiden 97’si Pearl
Horbor Limanı’nda demirlidir.
Pazardır günlerden… Denizcilerin
çoğu, geç vakitlere kadar yazdıkları ve karaya çıktıklarında postaya
verecekleri mektupları başucunda, uyumaktadırlar…
Saatler 07.55'i gösterdiğinde
bir patlama sesi duyulur. Ardı ardına gelen patlamalara saldırı haberi veren
siren sesleri de karışır… Ama, her şey için çok geçtir.”
Amerikan Donanmasının nerdeyse tüm gemileri denizin dibini boylar… Bu
saldırıdan bir adet gemi yara almadan kurtulur, adı “Solace”dir, hastane gemisi
olması ve üzerinde kocaman bir haç bulunması sebebiyle Japon Pilotların
hedefini oluşturmaz, torpil geçilir yani… İşte bu geminin yıllar sonra Türkiye
Karasularında Amerika’dan satın alınmak suretiyle Denizcilik İşletmelerinin
uhdesinde yolcu taşımacılığı maksadı ile kullanılan “Ankara Gemisi” olduğunu
öğreniyorum. Gerçi sonradan öğreniyorum ki, aynı adla farklı farklı gemilerde
benzer görevler adına satın alınmıştır. Ben de bunlardan bir tanesini İzmir
Limanına yanaşıp yolcu alıp, indirmelerinden hatırlıyorum. Mezkûr devirde,
İstanbul, İzmir, Antalya ve İskenderun bağlantılı tarifeli seferler yaptığını
hatırlıyorum… Özellikle hafta sonları müsabakalarına katılmak üzere İzmir
Futbol Takımlarının İstanbul seyahatlerini haberleştiren gazetelerden
öğrenirdik.
Sunay Akın aynı makalenin bir başka bölümünde; “Bir geminin öyküsü yazılırken, kaptanı unutulur mu?.. Elbette unutulmaz; Şefik Gogen’i görürüz Ankara Gemisinin kaptan köşkünde.”
New Port News’de 1927 yılında inşa edilen Ankara Gemisinin, ilk adı, “Altı Uluslar” diye bilinen Kızılderili Kabilelerinin ortak adı “Iroquois”miş, Sunay Akın’ın aktardığına göre… Özel bir şirket tarafından çalıştırılır iken ABD Deniz Kuvvetleri tarafından 1940 senesinde satın alınarak “Solace” adı altında bir hastane gemisine tadil edilmiş. 2. Dünya savaşı sonrası hizmet dışı bırakılan mezkûr gemi 1948 yılında Türkiye Deniz Kuvvetleri tarafından satın alınır.
Bu sebeple Ankara Gemisi bilgilendirmeleri, kütüphanemde bulunup, henüz okumadığım Osman Öndeş tarafından yazılmış “Efsanevi kaptan Şefik Gogen” kitabına yöneltti… Behemehâl okunmalıydı ve onu da kısa sürede okudum. Enteresan hatıralar…
“Efsanevi kaptan Şefik Gogen” kitabında yazar kaptanın ağzından Ankara Gemisi için; “Bu bembeyaz gemi kısa zamanda herkesin sevgilisi olmuş. Pek çok kimse seyahat etmek için Ankara’yı ötekilere tercih etmeye başlamış. İdare, gemiyi tarifeli seferlerde çalıştırdığı gibi, sık sık da başta Gazeteciler Cemiyeti olmak üzere kruvaziyer seferlerine yollamış. Kuzey Akdeniz, Amerika, Kuzey Denizi derken Ankara uzunca bir süre de Swan adlı yabancı bir firmaya kiralanıp anlaşma gereğince aylarca yurda uğramadan tarifeli iç ve dış hatlarda sefer yapmış” diyerek toplumdaki karşılığı üzerine bir özet yapmıştır.
Bir başka bölümde ise Efsanevi Kaptan’ın hatıratından; “Bir çözüm ise rotayı kısaltmak ve limanlardan vaktinde kalkmakta yatıyordu. Böylece hem gemi zorlanmıyor ve hem de limanlara vaktinde varmış oluyorduk. Bu nedenle her zaman limanlardan vaktinde kalkmışımdır. Hatta bir seferinde İstanbul Valisi Lütfü Kırdar İngiliz Elçisini yolcu etmek için Ankara Gemisine gelmişti. Emniyet Müdür Kaptan Köşküne gelerek “gemiyi geç kaldırmamı” söylemesine rağmen programımı bir dakika bile değiştirmedim. Lütfü Kırdar’a “Pasaportunuz olmadığı için sizi dışarıya götüremeyeceğim. Çanakkale’de sizi karaya çıkaracağım” dedim. Neyse hemen yakınımızda olan lahana yüklü bir motoru çağırdılar ve Lütfü Kırdar bu motora geçerek Sarayburnu’nda karaya çıktı”. Şimdilerde herhangi bir kaptan, herhangi bir Vali’yi bırakın Valiyi, herhangi bir Kaymakama böyle davransın da görelim, bakalım. “Benim Valime” bu muameleyi layık görenin, layık görüleceği muameleyi hayal bile edemiyorum, Allah Muhafaza. Demek ki eskiden valiler de epey hoşgörülüymüş, en azından bu kabil ilişkiler içinde.
Hatıratın
bir bölümünde de, yüksek mevkilerdekileri rahatsız edeceğini bile bile edilen
kelamların kendisine nasıl neması ile tehdit ve hakaret olarak geri döndüğünü
ise; “Bilhassa Karadeniz
kıyılarından başlayarak içerlerdeki kasabalar, kentler ve köyler karayolu
olmadığından yaşamları için gerekli olan en basit bir malı dahi ancak
denizyoluyla elde edebiliyorlardı. Karayolu olmayan Karadeniz ahalisi perişandı
ve kışın bu insanların dünyayla ilişkisi kesiliyordu. Onun içindir ki posta
vapuru bir limana geldi mi iyi havalarda orada bayram edilir, halk sandallara
dolar geminin etrafından çoluk çocuk dolaşırlardı. O insanlar yol olmadığından
dolayı uzun yıllar çok ıstırap çekmişlerdir, fakir kalmışlardır. Ben okulları
bile olmadığından, var olan okullara ulaşacak yolları bulunmayan Karadeniz ahalisini
çektiği sıkıntıları gördükçe kahrolur ve İstanbul’da her yer ve mevkide bu
içler acısı durumu şikâyet edercesine anlatırdım. Okuyamayan insan ne uygarlığı
takip edebilir, ne de doğru dürüst bir meslek sahibi olabilir! Hatta kendine
böylesine aldırmayan devletine küser… Ben bu ilkel tabloyu anlattıkça herhalde
birilerinin fincancı katırlarını ürkütmüş olmalıyım ki, “Vatan savunmasını
zayıflatıcı ifadeler kullanıyor” ithamı altında bırakıldım. Daha da ileri gidilerek,
çok tehlikeli bir dünya harbi sırasında memlekete kötülük ettiğim ileri
sürülerek yazılı şekilde tehdit ve ihtar edildim.” diyerek
aktarmaktadır. Gel de, dünden bugüne değişmeyen sosyal ve siyasal hatırlatması
olan Neyzen Tevfik’in ünlü beytini hatırlama;
“Türkü
yine o türkü, sazlarda tel değişti,
Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti!”
Kaptan Şefik Gogen, bir bölümde deniz ve denizcilik üstüne söz ederken; “Denizlerdeki sessizlik ve yalnızlık bize sanki başka bir dünyaya göç etmişiz hissi veriyor, bu sessizlikten korkacağımıza garip bir haz, belki de kendimize güven duyuyorduk. Ticaret gemilerinin olmadığı bu denizlerde savaş gemileri de olmaz diyorduk! Galiba birbirinden korkanların herbiri bir tarafa sinmiş, geriye bir ufuktan öbür ufka kadar bomboş bir deniz kalmıştı. Sadece arada bir martılar görüyorduk ki, onlar da güney denizlerinde kaybolup gittiler! Böylece gök, lacivert bir deniz, göremediğimiz balıklar ve Tunç gibi bir şileple biz vardık. Yaşamı temsil eden bir aile gibiydik ve bu dünyanın tamamı bunlar mıydı?” diyerek hissiyatını son derece enteresan bir şekilde ifade etmektedir.
Netice
itibariyle, Sunay Akın’ın güzel anlatımı, dili ve işlediği konular itibariyle
bilgilendirici kitabı üstüne Osman Özdeş’in enteresan hatıraları aktaran
kitabını okumak çok keyifli idi, şiddetle öneririm okumayı sevenlere…