Cuma, Şubat 02, 2024

ALMANYA ve HİTLER TERCİHİ

Bir önceki yazımı, Hitler’i şansölye makamına hazırlayıp oturtan, Thule Cemiyeti kurucusu Kont Rudolf von Sebottendorf’un şu sözü ile bitirmiştim, oradan devam edelim, Almanya kaybetmeyecek. Yenilse bile kaybetmeyecek. Bizim ikinci bir sığınağımız var. Cephede hayal kırıklığı yaşarsak orada yolumuza devam edeceğiz. Almanya kaybetmeyecek. Her şeyi hazırladım. Almanya kaybetmeyecek.”

Peki, “Führer Rejimini” ve o makama Hitler’i hazırladığını iddia eden bu muhterem kim ki, bu meziyetlere, imkân ve kabiliyete haiz de, tüm bunları adeta tereyağından kıl çeker gibi hallediyor. Böyle bir adam olabilir mi? Bence mümkünatı yok, olamaz… Peki, nasıl olabilir, tek bir yolu olabilir, bu muhterem olsa olsa büyük sermaye tarafından görevlendirilir… İnceleyince görülüyor ki, açıktan iktidara gelmesi sürecinde de son derece gizli destekçilerini görüyorsunuz. Kim mi onlar, defalarca yazdım, bir kez daha sadece isimleri bu rejim ve başındakiler ile anılan halen dünyanın büyük şirketleri, Siemens, Bayer, Krupp, Thyssen AG, Löewe, Deusche Bank, Dresdener Bank, Hugo Boss, BMW, Coca Cola'nın Almanya versiyonu Fanta, Renault, Ford vs… say say bitmez… Sonra kalkıp birileri de bize “Hitler’i” deli, çılgın, meczup diye anlatmaya çalışıyor… Yahu böylesine organize bir şekilde, sınırsız ve sorumsuz sermaye destekli siyasal organizasyonların yarattığı ve başa oturttuğu muhteremin deli olabileceğini kim düşünürse düşünsün, ben düşünemem… Benim açımdan, ince eleyip, sık dokunarak yapılan bir seçimle tayin edilmiş birisidir. Çılgın projeleri mi vardır, evet, dünyada dün de bugün de çılgın projeleri olmayan yöneticiler var mı ki… Dünya da mümbit, noter vazifesi gören halklar da müsait olunca, samanlık seyran oluyor haliyle… 

Noter görevi üstlenmiş halk, bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen halk, yok görmedim vallahi, bak bunu duymamıştım diyen halk için söylenecek tek bir şey vardır bence, “haydi yürü taş arabası”… Bunu söyleyenlerin hepsi yalancıdır, işbirlikçidir… Hem de orada, burada, şurada diye tefrik etmeksizin bu değişmiyor… Özellikle konuya müteallik Almanlar, diyorlar ya, “biz bu olanları bilmiyorduk, çünkü gazeteler yazmıyordu”, tam ters köşe… Yahu siz asıl bilmek istemiyordunuz, asıl siz duymak istemiyordunuz… Şüphesiz dönemin itiraz bayrağını gerek içerden gerek dışardan kaldıran Alman komünistlerini hariç tutarak söylüyorum tüm bunları… Onlar az şeyler mi yaptılar, sadece siz göresiniz diye ama niyet olmayınca görmeye, görmediniz… Bildiriler dağıttılar okumadınız, mobil radyo istasyonları ile yayın yaptılar izlemediniz, gösteriler yaptılar görmezden geldiniz, evlere özel bilgilendirme ağları kurdular yine görmediniz, görmediniz oğlu görmediniz… Şimdi de utanma belasına “yok, haberimiz yoktu”, haydi oradan yalancılar… Siz esasen her şeyi görüyorsunuz duyuyorsunuz sadece işinize gelmiyor… Haydi o günler de duymadığınıza inanalım, şimdilerde hem de iletişimin tavan yaptığı bu noktada, tercihlerinizi nasıl izah edeceksiniz… Yahu daha çok taze dışişleri bakanınız Kiev’e gidip “çelik yelek, miğfer” giyerek sokaklarda yürümedi mi? Bunu da mı görmedeniz? Oysa sizin anlı şanlı “yeşiller partisi” üyesi dışişleri bakanı parti programı gereği antimilitarsit, savaş karşıtı, doğa koruyucusu olması gerekmez mi? Oysa, hemen uçağa atlayıp Moskova’ya gidip “Sn. Putin, yahu siz ne yapıyorsunuz, tamam Merkel hanım sizi kandırdı Minsk anlaşması konusunda, biz şimdi var gücümüzle çalışıp bunu telafi edeceğiz, şu savaşı azıcık erteleyin” demek düşmez mi? Peki Merkel’in Minsk anlaşmasını kastederek “biz Putin’i kandırmak için, Ukrayna’yı silahlandırmak için zaman kazanmak adına Minsk anlaşmasını imzaladık” demedi mi? Peki, noter olarak siz ne yaptınız bu muhteremlere karşı, alkış ve destek dışında… Yahu geçin bunları Allahaşkına… Diğer taraftan Putin kendisine kurulan bu tuzağı görmemiş midir? Hiç zannetmiyorum… Gördü ama sonuçtan kendisi faydalanacağı için görmezden geldi bence… İnanmayanlar Rusya ekonomisine baksınlar hem de bu akla ziyan, akıl almaz yaptırımlara karşın… Mesela savaş öncesi 1 TL kaç Ruble idi, şimdi 1 TL kaç Ruble… Ya da dolar cinsinden bakın… Hesap ortada…

Yine dönelim, “Devr-i Führer”e, karşı çıkan ahlaklı küçük bir azınlığı bir kenara koyarak, siz neden demediniz, “kardeşim biz neden Çekoslovakya’yı işgal ettik”, “Avusturya neden ilhak edildi”, “Polonya’ya neden işgal hareketi başlatıldı” “Fransa’ya neden saldırdık”… Demediniz çünkü içinizdeki “Deutschland, Deutschland uber alles” kabarmış hatta fışkırmış idi…

İşgal edilen topraklardan kaçırılan/kaldırılan çocukların kamplarında çalıştınız, hiç mi görmediniz yaşananları… Hâkimler, sadece Führeri desteklemiyor diye insanları tutukladı, sürgünlere gönderdi, bir önemli üst düzey hâkimin Hitler’e yazdığı ve günlük basında kasım kasım kasılarak neşredilen “Führer’im; halk mahkemeleri bundan böyle bir karar verirken, sizin nasıl karar vereceğinize inanıyorsa, o yönde bir karar vermeye çalışacaktır” mektup ile övündünüz… Mühendisleriniz kamplar inşa etti, Versay anlaşmasına istinaden askeri kısıtlamalar olmasına rağmen başka ülkelerde ordular kuruldu ve içinde yer aldınız, başka ülkelerde tanklar ürettiniz, uçaklar ürettiniz, hiç mi sormadınız kendinize biz bunları hangi sebeple ve haddinden fazla imal ediyoruz, sınırlamalarının ardına dolanarak SA ve SS paramiliter güçler oluşturuldu bunları da mı görmediniz?  Meydanlarda öbek öbek Hitler ile hemfikir olmayan yazarların kitapları yakılırken de mi haberiniz olmadı? Peki, o gün olmadı da bugün Dostoyevski, Tolstoy kitaplarının kütüphanelerden kaldırılmasından da mı haberiniz yok? Bunu uzatmak mümkün şüphesiz lakin gerek yok… Ben “siz Almanlara bir şey diyeyim mi?”… Sizin çok büyük çoğunluğunuz bizim muhteşem Sülo’muzun deyimi ile “beyninizi öteki dünyaya hiç kullanmadan götürüyor olduğunuzu düşünüyorum” ve nihayetinde de aynı çoğunluk Nazi’siniz hem de neo’sundan… Esasen, Almanlar tıpkı diğer milletlerin zehirlenmesi gibi “milliyetçilik zehirlenmesine” tutulmuşlardır, yahu haydi sokaklara dökülüp protesto edemediniz anlıyorum korku bu kolay değil peki neden her seçimde oy verdiniz ya da neden destek toplantılarına katılıp avuçlarınız patlayana kadar alkışladınız. Aslında hepsi her şeyi biliyor ama faşist ruh ve zihinleri böyle davranmayı münasip görüyor

Son söz,  “Rüşvetçi politikacıları, düzenbazları, hırsızları ve hainleri seçen halk kurban değil, suç ortağıdır…” diyor George Orwell, valla katılmayanlar olabilir lakin ben ziyadesiyle katılıyorum… 




Cuma, Ocak 26, 2024

ADANA ABİDİNPAŞA CADDESİ

Kent ve kentsel mekânlar ana konu teması muvacehesinde tarih, coğrafya, topoğrafya, folklor, kültür, sosyal hayat ve alt detayları alt temalı kitapların dizisinden okumaya devam… Bu sefer de;  Adana Kitaplığı “Abidinpaşa Caddesi” adlı Süreyya Köle’nin eserini okudum, bana göre muhteşem, edebi açıdan mı? Anlattığı olayların öneminden mi? tefrikine haddimi aşacağından hiç girmeden hemen söyleyeyim, okur iken her satırında Adana’da farklı dönemlerde farklı pozisyonlarda yaşadığımdan Adana’nın tam kendisini tıpkı ben de orada imişim gibi hissettim. Sıcağından, Eğlence hayatından, Sosyal dokusundan aklımın ilgili bölümlerine sinmiş güzelim, samimi ve içten yaşanmışlıkları bana hissettiren yazara da teşekkürlerimi iletiyorum. Okunmamış olmasının kesinlikle hele de Adanalıysanız büyük bir eksiklik olacağını garanti edebilirim. Kitap Canım Yurdumun en önemli yerel gazetelerinden biri kabul edilen “Yeni Adana Gazetesinin” 100 yılı aşmış arşivini de günümüze yazarın beğeni, tercih, istek ve hedefleri doğrultusunda seçtiği başlıklar ile taşıyan bir tarz içinde oluşturulmuş… Ben çok büyük bir keyifle okudum ve şiddetle öneriyorum…

“Ooof Lan ooof” başlıklı bölümde “Adanalı olmak demek” diye başlayan paragrafta; “10 kişiyle Toros Dağlarında Fransız Tümeni’ni esir almak demektir. Adanalı olmak demek; sana posta koyan, senden 20 cm uzun 30 kg ağır birini bir kafada kahvenin ortasına uzatmak demektir. Adanalı olmak demek; senden cılız ve çelimsiz olan sevgilinin abisinden, bile bile dayak yemek demektir… Adanalı olmak demek; 9 kişilik Özen, Topel, İtimat dolmuşuna binip bütün arkadaşlarının dolmuş parasını vermek demektir. Adanalı olmak demek; her türlü riski göze alıp Valiliğin bahçesinden sevgiliye vermek üzere gül çalmak demektir. Adanalı olmak demek; cebindeki bütün parayı Hastay’la Timurhana’a basıp Hipodram’dan mahalleye yayan dönmek demektir. Adanalı olmak demek; senden haraç isteyen iti kopuğu sandalyeyi kapıp önün sıra kovalamak demektir. Adanalı olmak demek; ülser olan birinin avuç avuç süs biberini bir çırpıda yemesi demektir. Adanalı olmak demek; evde pırasa piştiği zaman cebindeki son parayla karşı kaldırımdaki kebapçıdan dürüm yemek demektir. Ahhhh ulannn! Adanalı olmak demek; bir yazlık sinemada bir Yılmaz Güney filminin sonunda sesinin çıktığı kadar “of” çekmek demektir.” biçimi ile bir tarifi vardır, ziyadesiyle uzatılabilecek tarifi kısa keserek inanılmaz bir özet geçiyor…

Kitabın adı, esasen Roma İmparatorluğu döneminde inşa edilmiş ve Seyhan Nehrinin iki yakasını birbirine bağlayan tarihi “Taş Köprünün” şehre ve merkeze bağlantısını sağladığı bilinen ve kimi tarihçilere göre de mezkûr dönemde sütunlu bir cadde olarak belirtilen ve hamam, tiyatro, ibadethane-tapınak gibi kentsel mekânların bulunduğu ve şehir surları içinde kalan halk arasında önceleri “Doktorlar Caddesi” bugünlerde ise “Bankalar Caddesi” olarak bilinen resmi adı da eski bir Adana Valisinden mülhem “Abidinpaşa Caddesinden” esinlenmiştir. Esasen de mezkûr caddenin tarihi, kültürel ve ticari öneminden ve anlatımından ziyade “Yeni Adana Gazetesinin” bir yazarı olması hasebiyle de gazete idarehanesinin bulunmasından ötürü kitap adına dönüşmesidir.

Abidinpaşa Caddesi Seyhan Nehrini dik kesen bir konum oluştururken Taş Köprü üzerinden de karşıya ulaşır. Tepebağ, Kayalıbağ, Ulucami ve Karasoku Mahallerinin de sınırı gibi konumlanmış bir cadde durumunda olup bugün yine ticari ve idari merkez olma konumunu hala sürdürmektedir. Yaptığım okumalardan anladığım kadarı ile Cumhuriyetin ilk yıllarında caddenin sağlı sollu maksimum iki katlı binalardan müteşekkil olması ve genellikle merkezi konumu gereği doktorların muayenehane açması nedeniyle yukarıda da bahsettiğim biçimi ile “Doktorlar” bilahare de banka şubelerin tercihi ile de “Bankalar” caddesi olarak adlandırılması bile ticari ve ekonominin merkezi olmasının kısa bir tarifidir adeta… Dahası da “Küçük Amerika” olma hayallerinin patladığı ve parladığı 1950’li yılların ardından cadde hızlı bir biçimde ne yazık ki her kentin nasibini aldığı çok katlı ve birbirine bitişik binaların oluşturduğu adeta bir tünel görüntüsü vermesi de eldeki fotoğrafların kıyaslanması neticesinde biz kent korumacılığı hassasiyeti taşıyanları üzmektedir.

Cadde; bir ucunda “Taş Köprü”, meşhur “Kale Kapısı”, “Adana Çiftçiler Birliği” ve “Adana Şehir Surları kalıntısı” bulunur iken diğer ucunda 1980’den sonra düzenlenen, “Tarihi Küçük Saat Kulesinin”, “Kemeraltı Camii” ve “Tarihi Mestan Hamamının” bulunduğu “5 Ocak Meydanına”, arada ise kendisini dik kesen Cemal Gürsel Bulvarı yönünde “Bebekli Kilise Aziz Pavlos Katolik Kilisesi” ile bugün artık başka amaçlarla kullanılan “Ermeni Gregoryen Kilisesi” ve “Ermeni Terziyan Mektebi” ile adeta bir tarihi ve kültürel harmoni oluşturmaktadır. Son Adana ziyaretim sırasında estetik ve mimari değeri ziyadesiyle tartışılabilecek lakin kentsel anıt ve mekân olması asla tartışılamayacak olan “Tarihi Küçük Saat” kulesinin bendeki hatıralarına binaen fotoğrafını çekerken, bu konudaki hassasiyetime rağmen cidden fark etmediğim birkaç polis memuru muhtemelen de kontrol görevi yapmakta imiş hemen saatin altında, birisi inanılmaz bir hışım ile koşarak yanıma gelip bağırmaya başlayınca fark ettim. Polis avaz avaz hakaretamiz biçimde “ne fotoğrafımızı çekiyorsun” deyince anladım muhteremin kaygısını, “yok kardeşim senin fotoğrafını neden çekeyim, sen kimsin ki” falan deyince de muhterem vites arttırdı… Başta çektiğim fotoğrafı görmek istemesine karşın göstermeyeceğim dememe rağmen baktım ki işin “sonu merkez nihayetinde rezalet” gösterdim fotoğrafları sadece Saat Kulesinin fotoğraflarını görünce hem rahatladı hem de beni rahatlattı lakin son derece insani olan bir özrü bile dilemeden geçti tekrar yerine… Bu ne şiddet bu ne celal diyesi geliyor adamın lakin onlarında insani hisleri var şüphesiz, anlayabiliyorum…

Kitabın bir yerinde müthiş bir tespit var; “Adanalı asla ve asla herhangi bir şeyi herhangi bir şeyin içine koymaz, ancak ve ancak katar. Pazarcı, sattığı sebze ve meyveyi poşete, hamal, taşıdığı eşyayı evin odalarından birine, kahveci, çayı bardağa, garson, salata tabağını masaya katar mesela. Koymak sözcüğünü öyle uluorta kullanmak, her sözün sonu ekleyip sıradan bir fiil haline getirmek alışkanlıklar içinde değildir Adana’da. Adanalı bu sözcüğünü neredeyse tek yerde kullanır, küfürde. O zaman da “koymak” sözcüğü kullanmakla ilgili tüm hakkını sonuna kadar değerlendirmek istercesine, ağzının dolusu ve büyük bir keyifle…” İşte bu bile Adana ve Adanalı için detay bilgi sahibi olmamıza sebep olsa gerek…

Evet, maalesef yazının sonuna geldim, kitaptan kendimce önemsediğim noktaları aktarmaya diğer yazılarımda devam etmek üzere. Adananın yolları taştan mı, Adananın arabacıları, Adanalı yazarlardan, ünlü yazarlardan Adana üstüne görüşler, Adanalının küfür etmesi, Adananın sıcağı, Adana’da yüzme sporu vs vs gibi çok çeşitli ve özgün hatırat detayı için kitabın kendisi şiddetle önerilir…

Cuma, Ocak 19, 2024

WEIMAR CUMHURİYETİ ve HİTLER’E DAVETİYE GÜNLERİ

1918 senesinin Kasım ayında “dünya paylaşımında en büyük pastayı ben yiyeceğim” iddiası ile girilen Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkarak yeniden toparlanma günlerinde, Almanya’nın Weimar Kentinde toplanan Almanya Milli Meclisi “Monarşi” yerine “parlamenter demokrasiye” geçişi temin edecek bir anayasa hazırlar. Yeni anayasa “Deutsches Reich” diye anılan “Almanya İmparatorluğu” deyimini de aynen muhafaza ederek liberal demokrasiye geçileceğini ilan eden irade sonuçta duvara çarpar, Hitler Faşizmine teslim olur… Yenilginin fermanı boyutunda kabul edilen Versay Antlaşmasının reddi ile birlikte başta da Almanya Thule Cemiyetinin çaktırmadan hazırladığı rejim çalışmaları da başlar… Thule Cemiyeti NSDPA’yı kurtuluş olarak görür ve tüm gücü ile çalışmaya koyulur… Bu konu ile daha önce “Hitler’in destekçisi Thule Cemiyeti ve büyük sermaye” başlıklı yazımda tüm bilebildiğim detayları yazmıştım… Neyse ilerleyelim, “Deutsches Reich” asla yenilgiyi kabullenmedi, hayretle gördüm ki, tıpkı şimdilerde Osmanlı hayranlarının ifade ettiği üzere “1. Dünya savaşında Osmanlı yenilmedi, müttefikleri yenildiği için yenik sayıldı” tezi, “Deutsches Reich’ın” ordusu tarafından da benzer bir şekilde “Almanlar 1. Dünya savaşında cephede yenilmediler, vatansız siviller tarafından hançerle sırtlarından vurulmuştur” savunula gelmektedir. Şimdi ne var bunda, savunsun savunmak isteyenler denebilir, lakin savunanların kim olduğuna bakınca da, bunun sonu “pusuda bekleyip” uygun zamanda, kaybedilenlerin telafisine delalet ettiğini görür, tüylerimiz diken diken olur… Musul’un yeniden ele geçirilme arzularını ve dillendirilmelerini daha çok yakın geçmişte, “devr-i Özal” bize göstermiş idi, Allahtan uluslararası dengeler, güç tayini ve içeride direnen askeri ve mülki ekibin deyim yerinde ise canhıraş mücadelesi mezkûr konuyu rafa kaldırmış, inkıtaa uğratmış idi çok şükür… Evet, Almanya Burjuvazisi de erketeye yatmış, ehven şartları bekliyordu bir tarafı ile Hitler ordusunu hazırlar iken… Rekabete hazırlanan Almanya Burjuvazisi Versay antlaşmasından doğan kısıtlamaları aşabilmek için ülke toprakları dışında hatta şaşırtıcı bile olabilir Sovyetler Birliği içinde bile “ordu ve mekanizasyonları” için hazırlık ve yatırımlar yapıyordu… Hemen 1. Paylaşımın arkasından adeta intikam almaya yönelik 2. Paylaşım savaşına hazırlık babından…

Tüm bunları uzun uzun yazmak kabil şüphesiz çünkü konu ve ardındaki yaşananlar o kadar sarih ve aleni ve basit ki, sadece “anlamak istemeyenler ve anlamaya direnenler” göremez… Oysaki öğretimi ilkokul, zekâsı vasat, gözü az gören, kulağı az işiten, herkesin kolayca bilebileceği üzere durum net… O günün Almanya’sından kısa bir özet yapalım… Bilindiği üzere “führer rejimine” geçiş için irade ve niyet gerek şart olup, yeter şart değildir. Tüm diğer objektif şartların da olması şarttır. Yönetenlerin yönetememesi ve yönetilenlerin hoşnut olmaması temel ilkesi; ekonomik, siyasal ve sosyal çalkantıların vukuatı adiyeden sayılması gibi göstergelerin tavan yapması şarttır. Cumhuriyetin ilanını müteakip ilk 2 yıl balım, cicim geçer lakin bilahare başta savaşın ağır tazminat ödemeleri, inanılmaz işsizlik, pahalılık, rüşvet, irtikâp, kayırmacılık, adaletsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk ve inanılmaz bütçe açıkları ve üstüne de keyfi yönetim hepsinin yanında da dış politika kaynaklı inanılmaz problemler çözülemez safhaya varmıştır. Siyasal ve sosyal çalkantıların bir iç savaş tehlikesi oluşturması da işin tuzu biberi olur… Bu atmosfer, yani diğer tabir ile “ezilen sınıfların, egemen sınıfları istememesi”, ve dahi “egemen sınıfların eski ilişkiler ile yaşayamaması” durumu, tam tamına Lenin’in devrimci durum tarifine uygundur mülahazası ile komünist gruplar “emekçilerin devrim yapmaya hazır olması” şartına bakmaksızın ayaklanmaya hazırlanır iken, diğer kanatta ise NSDPA’yı önüne katarak nazi gençlik örgütü SA’lar vasıtası ile Thule Cemiyeti üzerinden muktedirler “führer rejimini” tesis için her şeyi yaparlar… Ve ne yazık ki, her türlü hile, hurda, entrika ve yalan, dolan propagandalar ve dahi yakıp, yıkma ve saldırılar ile “Führer rejimi” gerçekleşir.

Nazilerin fikir babası olarak kabul edilen, bir Yahudi düşmanı, beyaz ırk üstünlüğünün savunucusu, iş insanı, siyaset adamı, casus ve aynı zamanda Canım Yurdumdaki muadilleri vasıtasıyla Türkiye vatandaşlığı da olan bir Alman olarak bilinen ve asıl adı başka bir şey olmakla birlikte Rudolf von Sebottendorf adını kullanan bir muhterem bu işlerin başrol oyuncusu olarak muktedirler tarafından tayin olunmuştur… Bu muhteremin 1934 yılında İstanbul’a gelmiş, 1945 yılında ölünceye kadar burada yaşadığını söylersek, belki durum bazıları açısından daha net anlaşılır. Nazilerin politik olarak rahle-i tedrisattan geçtikleri, gizli Thule Cemiyeti’nin de kurucusu da olan bu muhterem bir dönem de Amerika, Finlandiya, İsveç, Norveç, Hollanda, Danimarka, Belçika, Avusturya ve İngiltere’de ırkçılığın enternasyonal örgütlemesine dair yoğun çabalar sarf eder. Hitler’in de kılavuzu hatta yaratıcısı sayılacak, Rudolf von Sebottendorf bakın neler diyor daha 1929 yılında; “Kadim çağlar bir sır perdesiyle örtülü fakat bildiğimiz bir şey var ki o da İnsanlık medeniyetinin Kutsal İmparatorluk ile yeniden doğmuş olmasıdır. Ben de Kutsal İmparatorluğun bugünkü tecellisi olan Reich’ın bir vatandaşıyım. Kutsal Alman ulusu, Kutsal İmparatorluğun kutsal baltasıdır ve Kutsal İmparatorluğun kutsal Kartalı Alman ulusunun bizzat kendisidir. Bu Almanlar ve diğer tüm Cermanikler için bir onurdur. Soysuz alçaklar bunu idrak edemezler. Ancak soysuzlar kölelik yapar. Bilakis kutsal Alman halkı ve tüm soylu Cermenikler, sadakat, çalışkanlık ve ihtişam dolu ruhlarıyla Kutsal İmparatorluk Reich'ın amansız bağlısıdır. Sonsuza kadar.

Yaklaşan bir savaş ve sonrasında yeni bir nizam artık açıkça görülmekte. Medeniyet yapıcıların medeniyet yıkıcılarla hâlihazırda verdiği mücadele, çok gayret ve çok çalışma ister, epey ağır bir yüktür. Dün birbirimizi tanımadığımız ve daha sonra tanımak istemediğimiz ve savaşmaya mecbur bırakıldığımız bizler, bugün artık birbirimizi tanıyoruz. Düşmanımız aynı ve bir o kadar kadim. Eğer İngiltere, Fransa, Rusya ve hatta bize İngilizlerin kapılarını kapatmak istedikleri Birleşik Devletler'in idarecileri gafil halklarını bizim dünya için tehdit olduğumuza ve yok edilmemiz gerektiğine ikna ettiyse artık bugünden itibaren savaştan başka tüm kapıların kapandığını ve tam bir istişare ve ittifak içinde olmamız gerektiğini anlamamız gerekecektir. Ve inanıyorum ki, İtalya ve Reich, Türkiye'yi ve Japonya'yı da yanına alarak düşmanlarına karşı muazzam bir Mihver oluşturacaktır.” (dönemin birkaç dergisinden wikipedia’da özetlenen hali ile)

1937 yılında bir dergiye verdiği röportajdan bir alıntı ile sona gelelim; “Adolf'u ben seçtim. NSDAP’nin her mensubu artık birer kahraman olmaya hazır. Bana soylu biri değil, Alman ulusunu hedefim doğrultusunda ilerletecek bir lider lazımdı. Bana korkak ve çekingen aristokrat oğlanları ve kızları değil, vatansever ve aydın çocuklar lazımdı. Onları ben seçtim, dostlarıma talimat verdim ve bugün emin adımlarla hedefe ilerliyoruz. Almanya kaybetmeyecek. Yenilse bile kaybetmeyecek. Bizim ikinci bir sığınağımız var. Cephede hayal kırıklığı yaşarsak orada yolumuza devam edeceğiz. Almanya kaybetmeyecek. Her şeyi hazırladım. Almanya kaybetmeyecek.”

Evet, hayaller, propagandalar ve palavralar sınırsız… Bu kabil insanların peşinden gidenler, sonradan haberimiz yoktu, bilmiyorduk, duymamıştık vs gibi sadece durumdan sıyrılmak adına savunmalar yaptılar. Ama gerçekler maalesef hiç de öyle değil… Peki, bu yaşananlardan ders alındı mı? Nerdeeeee…

 


Perşembe, Ocak 11, 2024

VELİ USTA ve ÇEŞME MEYDAN SAATİ


Veli Usta (Karaman) “mübadele” ile yerinden yurdundan koparılmış, doğdukları toprakları bir daha görememe bahtsızlığı yaşamış kuşağın temsilcilerinden biridir. Temsilci de derken, zannedilmesin ki bahse konu insan sayısı 3 ya da 5, yaklaşık 500.000 kişinin temsiliyetinden bahsetmekteyim, hem de her biri yekdiğerini nizamı ile. Çeşme’nin sembol isimlerinden biri olmanın yanında bir münevver, bir batılı, bir asri çınarı ve dahi tekmilen misalidir de, Veli Usta, Girit’te ailesinin ekonomik ve sosyal durumu mükemmeldir, tıpkı benzerleri gibi desek diğerlerini üzmemek adına lakin en iyi durumda olanıdır ailesi… Türkiye’ye gelince artık eski mükemmel günler geride kalır, maalesef… Veli Usta Türkçe konuşmakta da her muhacir kadar sıkıntı yaşar lakin ne zaman ki Rumlar ile bir iletişim söz konusu ise adeta tek tercüman olarak hemen ilk akla gelen kişidir. Halen oğlu Hüsnü Karaman’ın saat ve gözlük satış ve tamir işleri yaptığı yerdeki dükkâna yerleşir Veli Usta, uzun yıllar orada, mesleki bilgi ve disipline haiz vaziyette lakin yüksek esnaf ahlakı ile esnaflığa devam etmiştir. Dönemine uygun tamir işleri ilaveleri ya da değişiklikleri hep olmuştur, mesela TV’ler çıktı, o işin de sorumluluğunu uzun seneler yürütmüştür.

Veli Ustanın saat tamirciliği esasen mübadele ile Türkiye’ye intikalden sonra başlar. Girit’te kendilerine ait dükkânların hemen yakınında “Fanuraki” adlı bir Rum saat tamircisi vardır. Veli Usta çocukluğunda ziyadesiyle ilgisini çeken bu ustayı ve çalışmalarını sıklıkla gider dışarıdan camekândan izlermiş… Çocuklukta alaka ile oluşan bu muhteşem sevgi, mübadele sonrası hem radikal yer değiştirmenin yarattığı çaresizliğin yerele mütenasip çaresi, hem de medarı maişet arayışının kesiştiği noktada saatçiliğe dönüşür, esasen tamir bakım işleri sadece saat ile sınırlı da değildir, her türlü alet edavat tamiri de söz konusudur zaten saat kullanımı da yaygın olmaması sebebiyle tabiidir böyle olması… Hatta bir ara nedense Belediye dükkân sahiplerine tabela asma mecburiyeti getirince tabelayı yazacak muhteremin ne yazayım sorusu üzerine “saat vesaire tamiratı” yazdırmıştır, eee her şeyin tamir edildiği yerin tabelası da böyle olur kabilinden… İşte bu ahvalde Çeşme Meydan Saatinin bakım, işletme ve kalibrasyon işi ile de ilk akla gelen kişidir.


Çeşme Meydan Saati, İstanbul Çemberlitaş’ta adı soyadı “Mustafa Şemi Pek” olan bir imalathane sahibi bir saatçinin imalatı olup, Çeşme’ye kesin kuruluş tarihi bilememekle birlikte 1950’lerin başı olması çok muhtemeldir, Veli Usta’nın oğlu Hüsnü Karaman’a anlattıklarından bunu hatırlıyoruz. İmalatçı Mustafa Şemi Pek imalatı müteakip Çeşme’ye gelip saati monte ediyor ve bilahare de gerekecek ayar, bakım ve kalibrasyon hizmetlerinin temin ve tedariki işini Veli Ustaya devrediyor. Kuruluşu ve işletmesi Çeşme Ziraat Bankası tarafından finanse edilen, Çeşme Meydan Saati elektrikli bir motora sahip olup elektriklerin uzun süreli kesilmesi halinde saati kuran sarkacın bağlı olduğu ipin ucundaki ağırlık dibe kadar iniyor ve oraya yerleştirilen zifte yapışıp kalıyormuş. Esasen zift oraya sadece tecrit malzemesi diye konmuştur lakin sonuçta maalesef mezkûr neticeye sebebiyet oluşturmaktadır. Hele ki saatin gövdesi metalden imal edilmiş olmasından mütevellit sıcak altında zift hemen yumuşar ve adeta tutkal haline dönüşür ki… Nasıl ki “guguklu saatlerdeki” ağırlığın belli zamanlarda kurulması gerekmekte iken uzun süre kurulmaz ise sarkacı kuran ağırlık taaa dibe kadar inmektedir ya, tam da öyle bir şey işte… İşletme sürecinde bir imalat hatası da tespit eder Veli Usta zamanla ve imalatçıya bir mektup yazarak durumu ve çözüm yollarını ve imalatçının mutabık olması halinde bu hatanın kısa sürede giderilebileceğini anlatır. İmalatçının iznine mukabil hata da giderilir. Hata ise “dört adet saat kadranı doğal olarak en üste ve saati çalıştıracak makine ise en alta yerleştirilmiş ve makine volan görevi gören bir mil vasıtasıyla da kadranlardaki akrep ve yelkovanı hareket ettirir vaziyettedir”, milin ağırlığı nedeniyle zamanla dönüşe bağlı oluşan atalet sebebiyle mil çalışamaz hale geliyor dolayısıyla da saat duruyor… Çözüm ise rulmanla oluşturulan bir mekanizma ilavesi ile temin edilir. Rulman marifeti, dönüşün atalet yaratmayacağı şekilde düzenlenince de artık hurdaya çıkana kadar bu kabil bir arızaya rastlanılmaz. Esasen “meydan saatleri” basit birer düzenekten ibaret olup meydan saati imal ve işletmesi de ilk başlarda “İngiliz demirciler” tarafından başlatılmıştır. Diğer taraftan dişlilerin çalışma irtibatı şimdiki bisiklet zincirlerinin bir benzeri lakin minyatürü şeklinde kurulmuştur oysaki üzerinde başka meslek erbapları çalışmış olsa çok muhtemel ki dişlilerin birbirlerine direk irtibatları ile teçhiz edilebilirdi. Peki, bir markası var mı idi sorusunun cevabı ise marka yok üzerinde sadece Ziraat Bankası yazmakta idi. Burada verilen tüm teknik ve idari bilgilerin kaynağı Veli Usta’nın küçük oğlu Hüsnü Karaman olup kendisinden farklı zamanlarda dinlenerek not edilmiştir. Yoksa ben nereden bileceğim bunları…


Nuri Ertan Abimizin Belediye Başkanlığı döneminde realize edilen “meydan düzenlemesine” kurban edilir Çeşme Meydan Saati, ne yazık ki… Şimdi nerededir onu da Allah bilir… Esasen biliniyor da… Muhtemelen şehir planlamasından hiç anlamayan, kent mobilyaları, tesisleri ve teçhizatlarından bir haber kişilerin suflesi ile de estetik bulunmayan saat derdest edilmiştir. Oysa kim nereden bilecek, nasıl anlayacak bu önemli bir karakter yapısıdır, Çeşme’nin merkezine yerleştirilmiş… Sana mı kaldı be adam “estetik mi” olup olmadığı diyeceksin, o da olmuyor işte… İşte değneksiz gezenlerin marifetleri…

Veli Ustanın bir de “top tamir hikâyesi vardır ki” tek kelime ile muhteşem… Ben hikâyeyi tüm detayları ile biliyorum lakin benden önce “o mükemmel anlatımı ve süslemesi” ile yine Çeşmeli büyüğümüz yazar Mehmet Culum Abimiz yazdığı için ben sadece hatırlatma kabilinden geçeceğim. Hikâyenin tamamını okumak isteyenler de Mehmet Culum Abimizin internetteki https://www.culum.com/docs/saatci.html adresine müracaat etmeliler. Problem çözmenin karşılığı, hem de çok dar ve zor dönemlerde olmasına rağmen abuk subuk bir kanun maddesine istinaden yaşananlar…

Köylü toplumunda saat özellikle de meydan saati bulunması ihtiyacı da nasıl bir ihtiyaçtır hiç anlamadım gitti… Tarla da çalışıyorsun, ki tarladaki çalışmaların dönem itibari ile de “gün doğdu gün battı” düzeninde olması hasebiyle kimin ne işine yarardı bilemedim. Esasen saat devlet adına, kamu adına çalışanların mesai saati düzenlemelerine ve “devlet dairelerinde” işi olanların ilgili daireye girmeden önce meydan saatine bakarak “aaa mesai bitmiş” ya da “aaaa halen çalışıyor olmalılar” demelerine ciddi manada yardımcı olduğu konusunda yazılar okumuş idim… Çeşme’de bu saatten önce de bir adet “Güneş saati” bulunmaktadır. Güneş saati de, Çeşme’nin ilk “Hükümet Konağı” şimdilerde ise Ertürk Feribotlarının merkez yazıhanesinin bulunduğu yer ile, ki sonradan Belediye Dükkanları diye inşa edilen sıradan bir yapıdır, Çeşme Emniyet Müdürlüğü arasındaki alandadır. Şimdilerde Güneş saatinin kaidesi maalesef Kervansaray karşısındaki süs havuzunun içinde fıskiye bazası olarak yerleştirilmiş vaziyettedir. Hani tarihimize çok önem veren abilerimiz ve siyasetçilerimiz yönetiyor ya Çeşme’mizi, biz de onları efsane diye anıyoruz ya, Allah selamet versin…

Yine Hüsnü Karaman’dan dinlediğim enteresan bir hikâye var; genellikle köylüler Cuma günleri Çeşme merkeze inerler, ihtiyaç olunan her türlü iş görülecek ve her türlü malzeme temin edilecektir. Bir gün saat tamiri için gelen birkaç köylü, saati Veli Ustaya gösterirlerken birisi saati bozuk olana seslenir; “o saati tamir ettireceğine parmağını güneşe şu şekil tut, zamanı daha iyi anlarsın”… İşte hayatın en basit hali…

Cuma, Ocak 05, 2024

ÇAĞDIŞI İNFAZ; İDAM

Geçtiğimiz günlerde, 13 Aralık 1980 tarihinde 12 Eylül’cülerin “asmayalım da besleyelim mi” naraları ile idamını gerçekleştirdiği Erdal Eren’in sene-i devriyesi vardı… Darbecilerin başının bu kabil ettiği hukuk tanımayan, “şartların oluşmasını bekledik” sözü ile de adeta bugünleri bekliyormuşçasına sarf ettiği sözleri bir araya getirsek bir kitap olur, emin olun… “Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk” ve “Eğer sağdan 2 asmışsak ertesi gün 2 de soldan asıyorduk.” gibi rezil rüsva bir hukuk garabetinden tutun da “İdamları imzalarken ellerim hiç titremedi.” benzeri bir başka hukuk garabetine… Say say bitmez, peki haydi bu baylar “derece-i zekâvet” adına “dûn” faslından öteye apolet takamamış diye kabul edelim, peki nasıl olurda bu ülkenin anlı şanlı profesörlerinin de yer ve rol aldığı asırlık İstanbul Üniversitesi, hem de yine bu şimdi artık korkaklıkları sebebiyle adlarını bile açıklamaktan çekinen mezkûr profesörleri, mezkûr zat’a “haiz olduğu ahlaki faziletler” ve dahi “ilmi kıymet ve meziyetleri” için “fahri profesörlük” ve “hukuk doktoru” unvanı verdiler. Adlarını açıklamıyor olmalarını, çocukları ve torunları adına bir utanç mirası bırakmak istemiyor olabilir diye açıklamak mümkün olabilir lakin emin olun hiç de utanacak çapta ve vasıfta adam değillerdir… Ayrıca, acaba çocukları ve torunları bu koca koca profesör baba ya da dedelerinin bu abuk kararlarını nasıl değerlendiriyorlar, onları göğüslerini kabartarak savunabiliyorlar mı?, bilmek isterim doğrusu… Mezkûr tarihte bu şaklabanlığa karşı çıkıp muhalefet şerhi düşerek karşı oy kullanan, Prof. Dr. Nedime Ergenç, Prof. Dr. Sırrı Erinç ve Prof. Dr. Kemal Kurtuluş’u, hukukun üstünlüğüne, bilimsel değerlendirmelere sadık kalmalarından ve dahası “mangal gibi yüreğe” sahip olmalarından ötürü bir kez daha saygı ile anıyorum. Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yılmaz Altuğ’un “Okulun ihtiyaçları vardı. Kadro lazımdı, para gerekliydi” gibi bu diplomayı rüşvet olarak verdik mealinden izah edip kabul oyu verenleri de Kenan Evren’in mirasçılarına havale ediyorum… Artık onlar “babamız rüşvet almazdı, vermezdi” deyip dursunlar… Aksini iddia edenler varsa da, haydi onlar çağrı yapsınlar gerek Üniversiteye gerekse de belgeye sahip olanların mirasçılarına, açıklayın bu elit profesörleri diye, haydi görelim… “Bizim çocuklar” diye zamanında onlara sahip çıkan ABD bile işleri bitince adeta kullanılmış mendil gibi kenara attı bunları… Neyse aslında bahsetmek istediğim konu bu karanlık ilişkiler sahibi ve “ABD’nin çocukları” olmaktan öteye gidememiş darbeci generaller değil, lakin idam ve katliam deyince maalesef aklıma başkaları gelmiyor ve oradan da başlamak gerekiyor…

İdam cezalarının devamı ya da yeniden ihdası gibi abuk subuk tartışmaların sürdürüldüğünü hayretle izlemekteyim. İdam cezasının korkunçluğu yanında yeni suçların işlenmesine engel mahiyetinde bir misal da oluşturamadığı ve dahası oluşturamayacağı da tüm dünyada ittifak ile kabul görmüş durumdadır. Birkaç misal verip ilerleyeyim; suç diye bilinen davranışların en ağır cezalandırıldığı ülke bilindiği üzere Suudi Arabistan’dır, bazı ülkelerde suç bile kabul edilmeyen davranışların cezalandırılması mezkûr ülkede en hafifinden Cuma günleri cami cemaati önünde ağır kırbaç cezaları ile cezalandırılırken, yine bazı ülkelerde tedavi ile tecziyesi ifa edilen bazı davranışlar bu ülkede kılıç marifeti ile baş kesilmek sureti ile cezalandırılmaktadır. Peki, suç kabul edilen davranışlarda azalma eğilimi var mıdır? Zinhar… Olamaz da… Peki; idam cezası ile cezalandırılan ve infazları gerçekleşen, sabık başbakan Adnan Menderes ve arkadaşları bugün aynı muameleye tabi tutulabilirler miydi? Hiç zannetmiyorum…  Cezanın korkunçluğu ve şiddeti ve dahi misal kabilinden büyük kitleler önünde gerçekleştirilmesi de caydırıcı olmaktan çok uzaktır. 

Yasa yapıcı tarafından suç olarak adlandırılan davranışlara ceza yaptırımları da tanımlanmaktadır. Kim yapıyor bu tanımlamaları; yasa yapıcı, peki kim bu yasa yapıcılar, ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, kral, padişah, führer gibi tek kişiler yanında partiler tarafından tayin edilerek oluşmuş meclisler… Peki; kim aksini iddia edebilir ki, bu muhteremlerin, tanım ve karar oluşturma süreçlerinde, eğitim, öğretim, sosyal statü, dini ve etnik yapıları, içinden geldikleri örf ve adetleri, ananeleri, görenekleri, aile yapıları etkili olmaz da yegâne şık safiyâne ve medeni hukuk nosyonları etkili olur… Binaenaleyh, suç tanımı ve karşılık gelen cezaların bile şiddetinden toplumların beşeri durumunu anlamak mümkündür…     

Burada; şimdilerde ne zaman izlediğimi hatırlamadığım BBC’den bir haberden bahsederek bir geçiş yapmak istiyorum… Yer İngiltere, yaşlı lakin hatırlı bir kadının “kedisinin kayıp olması” ve polisi araması üzerine, polis ve itfaiye olay yerine intikal eder, tabii ki basın da… Yaşlı kadın kedisinin çalındığı konusunda çok emindir, hatta çalanlar konusunda bile kesin bir kararı vardır. Gazetecinin sorduğu; “sizce kedinizi kim çalmış olabilir” sorusuna tereddütsüz “tabii ki Almanlar”… Şimdi düşünün bu kadının, hâkim olduğunu, savcı olduğunu, kanun yapıcı olduğunu, şahit olduğunu, “yandı gülüm keten helva” tarzında bir sonuç…

Evet, esasen ceza, suç işleyene mukabil bir yaptırımdır lakin söz konusu “idam cezası” ise, cezalandırmanın en ağır biçimi olup sonuçlarının düzeltilme imkânı olmayan ve asla ve kat’a telafisi de bulunmamaktadır.

Ölüm cezasının, vicdanen adaleti ve bu adalete olan güveni tesis ve temin ettiğini, dolayısıyla da en caydırıcı ceza olduğu, bu cezanın misal olması babından oluşturduğu korku ve dehşete ihtiyaç olduğu esasen de tanrısal bir ceza sayılması gerektiği maalesef ki dünyanın her yerinde muktedirler tarafından hep savunuldu. Şimdilerde sevinerek görüyoruz ki; idam cezasının temel yaşam hakkının ihlali olarak ve artarak kabul gördüğü, insan onuru ile bağdaşan ceza olmadığı ve dahası da beklenen caydırıcılık etkisini asla ve kat’a yapmadığı, yapamadığı yeterince örnekle ispat edilmektedir. Bu konuda kanıt mı görmek istiyorsunuz, buyurun, ABD’deki suç oranlarına karşılaştırmalı bir bakın, artış var mı yok mu görün, idam cezasının olmadığı ülkelerdeki suç artış oranları ile kıyaslayın, meramım ve muradım daha da netleşecektir.   

Aslında bu giriş ile “izleme listemde” olan lakin uzunca bir süredir izleyememiş olduğum bir filmden bahsedecektim, ama giriş maalesef uzun kaçtı, film konusu ve üzerine düşündüklerimi bir sonraki yazıma bırakıyorum. Film; dünya sinemasının önemli yönetmen ve yapımcılarından olan Alan Parker’a ait, “The life of David Gale”… David Gale ölüm cezası karşıtlarının en önemli isimlerinden birisidir ve idam cezasının kaldırılması için büyük çaba sarf etmektedir. Kendisi gibi idama karşı çıkan Constance Harraway adında bir kadın tecavüze uğrar ve vahşice öldürülür. Lakin filmin ilerleyen bölümünde ortaya çıkacağı üzere yaşanan bu trajik olayın sorumluluğu, esasen fail olmamakla birlikte kurgu gereği suçlu imiş gibi gösterilen David Gale’nin üzerinde kalmış olmasıdır. İdam cezasına çarptırılır, film daha da ilginç bir hal alır. İdam karşıtı bir organizasyon ve gösterilerin kahramanları olan ikiliden birinin ölmesi ve diğerinin onun cinayetiyle suçlanması ve idam cezası alması oldukça enteresan ve gerilim yaratan bir hikâye. Hikâyenin diğer bir enteresan tarafı ise David’in idamına üç gün kala kendi seçtiği Bitsey Bloom adlı bir gazeteciyle röportaj yapmak istemesi ve de yapması… Esasen, tüm tanıkların, delillerin ve kararın nasıl uydurma ve önyargılarla ve dahi talimatlarla, olayın nasıl gerçekleştiğine bakılmaksızın alındığının ve bu zırvalıkların bir idama sebep olduğunun hikâyesidir… Gerçek bir olayı mı? Hayali birini mi? sorgulaması ötesinde izlenince, vay halimize hem de vay vay ki vay…


Cumartesi, Aralık 30, 2023

PANATHINAIOKOS, REAL MADRID, ANKARAGÜCÜ

Düne kadar “bir gece ansızın gelebiliriz” terennümleri ile karşılıklı zaman zaman gard alarak, zaman zaman ise de aport vaziyetiyle mesafeli durduğumuz Yunanistan ile Cumhurbaşkanının ziyareti sonrası birden görüntüde her şey değişti. Umarım ki bu görüntüde kalmaz, hayatın her alanında karşılıklı dostane ve samimi ilişkilere evrilir çünkü artık dünyamızda gelinen nokta itibariyle acilen yumuşamaya ve barışa ihtiyaç vardır. Şimdilik sözde de olsa vize konusunda kolaylıklar konuşulur iken birden futbol dünyasını da meşgul eden bir gelişme oldu, Fatih Terim Yunanistan’ın Panathinaiokos takımının teknik direktörü oluverdi. Gerçi sportif alanda oyuncu ve antrenör transferleri ilk defa olmuyor lakin bu defa “ağır top” Fatih Terim olunca, kamuoyunda fazlaca meşguliyet yarattı… Gerçi basketbol koçu olarak Engin Ataman halen Panathinaiokos takımının “başantrenörüdür” lakin sadece ilgililer bilir bunu… Bu yaratılan kamuoyu köpürmesine mütenasip bir şeyler de ben yazayım dedim, bakın neler hatırladım neler… Bu takımların ve benzerlerinin siyaset ile yakın ilişkileri, futbolun siyaseti, siyasetin futbolu derin kullanmasına yönelik inanılmaz bilgiler bulunmaktadır.

Kolayca bilinebileceği üzere, demokrasi katilleri, siyaset heveslisi darbeci generaller ya da politikacılar bir tarafı ile toplumda adlarına ve namlarına köpürtülecek bir sempatiye, diğer tarafı ile de beşeri mühendislik adına toplumsal desteğe ve dahası da oyuncak sahibi olmadan büyümüş çocuk kompleksi içinde büyük kitleleri sürükleyen futbol faaliyetleri içinde olmaya itina göstermişler ve dahası da hep içinde olmuşlardır… Futbol, tüm darbecilerin ve politikacıların, her daim sarıldıkları, yaslandıkları ve dahası da ihtiyaç duydukları dış destek temini ve sempatisi üzerinden toplum nezdinde aleniyet ve meşruiyet aparatı olmuştur…

Evet, bu girişten sonra, gelelim kamuoyunu yakından meşgul eden Panathinaiokos takımının geçmişine kısa bir göz atmaya… Kulüp geçen yüzyılın başında “bir atlet” tarafından kurulur, mezkûr muhterem aynı zamanda takımın ilk kalecisidir de… Takım yerel de bir takım başarılar sağlar lakin hiçbir başarı 1967’de darbecilerin takıma sahip çıkarak desteklemeye başladıkları dönem kadar olamaz… Kollar sıvanır takımın başına döneminin hem çok meşhur futbolcusu akabinde de çok önemli teknik direktörü olan Macaristan futbolunun yıldızı Ferenc Puskás getirilir… Behemehâl ülkenin en etkili futbolcuları takımda toplanma talimatına uyar hiza alırlar dahası politik destek sınırsız ve sorumsuz alenen verilir rakiplere ise de çelme, tekme yeterince ve layığınca atılır… Bu konsantre ilişki ve çalışma neticesinde 1969, 1970, 1972 yıllarında takım yerel ligde şampiyon olur, en büyük yurt dışı başarısı ise 1970 yılında o zamanki adı Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupasında final oynamak oluyor… Teknik direktör Ferenc Puskás, bir başka darbecilerin takımı olarak her daim ilk sıralarda yer alan Real Madrid’in efsanevi futbolcusu lakin aynı zamanda Macaristan Ordusunun emekli bir “albayıdır”… Yani takımın başında gölge “albaylar cuntası”, fiilen de emekli bir albay, tam manası ile bir albaylar dayanışması… Bu teknik ve siyasi kadro destekleri neticesinde Panathinaikos Avrupa Şampiyon Kulüpler kupasına katılıyor. Finale gelene kadar, hangi albayın ne kadar etkisi oldu bilinmemekle birlikte dedikodunun haddi hududu yoktur… O kadar ki, Avrupa şampiyon Kulüpler Kupası finali oynadıkları Hollanda’nın Ajax takımı lehine albaylar cuntası temsilcilerince yapılan hiçbir fedakârlığa rakip takım yüz vermez, dolayısıyla maç kaybedilir… Avrupa'da hemen hemen hiçbir deneyimi olmayan bir takım, Avrupa devlerini birer birer deviriyor, finale geliyor, hem de Avrupa’daki ilk yılında… Lakin dedikodunun sonu gelmiyor…

1974 Kıbrıs savaşı sonrası Yunanistan’daki “albaylar cuntası” derhal çekilir, Panathiaikos yeniden öksüz kalır, taaa 1979 yılına kadar o dönem dünyaca ünlü armatörler konsorsiyumu kulübü satın alır, yeniden yükselme şansı doğar. Diğer Yunanistan takımları tıpkı komşu ülkelerde de benzeri olduğu şekilde yönetim ve mali krizler içinde kıvranırken onlar yeniden sağlanan bu sınırsız mali destek ile atılım yaparlar. Aynı dönemde, sporun çeşitli branşlarında çalışmaların yürütüldüğü bir akademi açılır, kürekten tenise, basketten, atletizme kadar, her dalda yetiştirilmek üzere, çocuklar bu akademinin öğrencileri olurlar… Para ve görece istikrar dünya çapındaki futbolcularında takıma katılımını beraberinde getirir. O futbolcular da şampiyonlukları… Hem Yunanistan’da yerel ligde, hem Avrupa’da çok iddialı bir takımdır artık…

Peki; Yunanistan’da durum budur da diğer ülkelerde durum nasıldır? Farklı mıdır? Zinhar… İspanya’da Diktatör General Franko’nun sınırsız ve sorumsuz desteği ezelden beri Kral’ın takımı diye bilinen Real Madrid’ten yanadır. Hitler’in desteklediği Schalke 04 ise 1933-1942 yıllarında üst üste 7 defa şampiyon olmuştur. Portekiz’de ise diktatör Salazar tarafından benzer durum Benfica kulübü lehine yaratılmış ve yürütülmüştür. İtalya’da faşist Mussolini’nin takımı ise Lazio’dur. Romanya’da ise Çavuşesku’nun takımı Steaua Bükreş’tir. Mısır’da ise Kral Faruk’un takımı Zamalek’tir. Say say bitmez, duralım artık, bilmediğimden değil lakin artık listeyi uzatmanın manasızlığıdır sebep. Bu gözler neler gördü neler, kulaklar neler duydu neler, yaz yaz bitmez… Lakin dünyanın en sevilen sportif faaliyetinin bu kabil kullanılması insanın içini acıtıyor açıkçası…

Bizim yerli ve milli diktatörümüz Ahmet Kenan Evren’in sınırsız ve sorumsuz desteklediği takım ise Ankaragücü’dür ve bu yüzden diktatörümüz buyuruyor “başkentten de bir takım 1. ligde olmalıdır”. Nokta, hatta üç nokta… Görev tarifi, bakanlık, beden terbiyesi genel müdürlüğü, futbol federasyonu, hakemler, kulüpler ve seyirciler nezdinde layığı ile yapılmıştır. İlk maç Ankara’da oynanır ve maçı Ankaragücü 2-1 kazanır, 2. maç Bolu’da oynanır, her şey Ahmet Kenan Beyin istediği gibi gitmekte, maç 0-0 devam etmektedir, o zamanki avantaj kurallarına göre eğer Boluspor maçı en az 1-0 kazanırsa kupa Boluspor’un olacaktır, derken maçın sonlarına doğru hiç beklenmeyen olur, ligin ender Ermeni futbolcularından Minas kaleciden uzun degaj ile gelen topu bekletmeden yaklaşık 35 mt. den bir füze gibi ağlara gönderir… Hakem Sadık Deda golü verir… Kupa artık Boluspor tarafına yönelir… Çizgi hakemi donmuş kalmıştır, orta çizgiye hareketlenmez ve dahi ısrarla Sadık Deda’yı çağırır ve kendisine tribündeki adeta “süphaneke boncuğu” gibi sıralanmış rütbeli askerleri göstererek kendisine iletilen “golü iptal” ricasını iletir… Haydi, iptal etme de görelim defaactosudur bu ve başüstüne edası ile gol iptal… Maç berabere… Kupa Ankaragücü’ne… Çıkarılan yasa gereği de Ankaragücü o zaman ki adı 1. Lig olan Türkiye Süper Ligine… Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…

Nedir bu anlatılanlar, ezelden beri, hem de tekmili birden tecelliyatımız…


Cuma, Aralık 22, 2023

İSRAİL ERKETELİĞİ

Dünyada neden yaygın bir biçimde “Yahudi” yardakçılığı, erketeliği, çanakçılığı yapılmaktadır, bunu anlamak kolay olup, “aç gözünü, uyandır canını” atasözü mucibince yeterince can uyandırılır, göz açılır ise en ince detaylar bile kavranabilir. Şüphesiz sadece farklı bir din tercihleri nedeni ile Rusya’dan tutun, İspanya’ya kadar farklı tarihlerde, sözde farklı gerekçeler ile pogrom yaşamış bir mensubiyete sahipler, bunları hep biliyoruz. Asurlularca başlayan, Babil sürgünü ile devam eden, Mısır’dan sürgün edilmeleri ile ayyuka çıkan, Moğolların Kiev’i işgali ile Rus Hinterlandında başlayan pogrom ve devamı sürgün, İspanya’dan Osmanlı’ya büyük sürgün, Türkiye Cumhuriyetinde 1934 yılında yaşanan ve tarihe “Tekirdağ olayları” diye geçen diğer bir sürgün, nihayetinde Nazi Almanya’sının “soykırıma” dönüştürmesi haklı olarak tüm dünyada “masumdan yana durma” tavrı gereği hoşgörüde bir zirve oluşturdu… Bu duygusal “masumdan yana olma” tavrı bir türlü masumun yanında bulunup, birlikte direnme haline evrilemiyor, dün Yahudiler lehine yapılamayan bugün Filistinliler lehine maalesef hiç yapılamıyor… Bakıyorum dünyanın her yerinde büyük kitlelerin desteklediği ve katıldığı birçok dayanışma ve telin gösterileri yapılıyor, lakin onların seçtiklerinin umurunda bile değil, İsrail insanları çoluk, çocuk, yaşlı, genç demeden katlediyor, şehirleri bombalar ile adeta yok ediyor, bu sahte gözyaşı dökenlerin kılı kıpırdamıyor… Resmi kınama demeçleri dışında, o da göstermelik olmak kaydıyla, hiçbir şey yapılmıyor… Kaskat ve kümülatif yaptırımlar, blokajlar, hatta gizli de olsa savaş ilanları sadece “ilahi ve nihai düşman Rusya’ya”… Sıra İsrail’e gelince “seni kınıyorum” gibi sulandırılmış, mesajlardan öteye geçilemiyor… Sıra Irak’a gelince hop atlayan, hop zıplayan “Birleşmiş Milletler Örgütü” sıra İsrail’e gelince zannedersiniz ki saklambaç oynuyor… Irak’a karşı Birleşmiş Ordu toplayan “Birleşmiş Milletler Örgütü” sıra İsrail’e gelince ilaç bile toplamaktan aciz… Birleşmiş Milletler değil de sanki Birleşmiş Haçlı Milletleri gibi… Peki; bu haçlı kuvvetleri karşısında Müslüman ülkelerin İsrail’e karşı geliştirdikleri tavırlar samimi mi? Zinhar… Uzun yıllardır izlediğim tek gerçek var o da bir avuç devrimci dışında kimsenin samimi davranış içinde olmadığıdır, merak edenler en azından Türkiyeli devrimcilerin hangi dönemde ve kimlerin önderliğinde ve dahi kimlerin fiilen mezkûr direniş ve intifadaya katıldığını açık kaynaklardan kolayca öğrenir… Öyle direnişleri ve savaşları TV dizilerinden seyreder iken kılıç kalkan adına tencere tava kuşanmakla bu işlerin olamayacağını da belki öğrenirler… Diğer taraftan bu samimi dayanışmayı gösterenleri samimi bir karşılama ile selamlayabildi mi Filistin halkı, benim görebildiğim kadarı ile samimiyetsizleri daha çok tercih ettiler… Samimiyetsizleri halen de tercihe devam ediyorlar… Yahu hiç mi, Hamas ile ilgili çıkan haberleri, söylentileri ve iddiaları görmezler, görmüyorlar, maalesef… Yarın bu samimiyetsizler olacaklar mı? Zannetmiyorum… Lakin kendilerinin de samimiyet göstermeleri şartı ile her şey çok güzel olacak… Samimiyetsiz diyorum ya, konu şu özetle; “Önce FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) içindeki gerçek bağımsızlıktan yana olanlar başta da George Habaş’ın lideri olduğu FHKC’si yok Marksistir,  yok devrimcidir,  yok Hıristiyandır numaraları ile önce Suriye karşıdır numarası ve propagandası ile etkisizleştirildi, dışlandı, tasfiye edildi vs. vs… Peki; buna kim izin verdi ya da daha doğru ifade ile kim yol verdi, maalesef Yaser Arafat… Hem de usulsüzlüğe ve haksızlığa elimizde bulunan güç marifeti ile yol verirsek gün gelince bize de bu tatbik edilebilirin zımnen yolunu yapıyoruz demektir diye büyük itiraz koparanlara rağmen bir türlü durmadılar… Tasfiye edilenin tasfiye edileceği gerçeğine kulak tıkayanlar başta da Yaser Arafat olmak üzere herkes zamanla tasfiye edildi… Bu tasfiyenin mimarı, yok Oslo görüşmelerinde çok taviz verdi hatta gereksiz yere Filistin menfaatlerine sırt döndü diyerek FKÖ merkez yürütme kurullarını suçlayarak ortalıkta dolaşan Mahmut Abbas’tır… Şimdi sıra kendisine geldi, maalesef… Mahmut Abbas’ın ortalıkta görünmüyor olmasının başka nasıl bir izahı vardır… Artık, “Exeter Üniversitesi” mezunlarının yönetmesine yeter denilmesi en tutarlı ve kaçınılmaz yol olacaktır. Peki; olur mu, yakın gelecekte maalesef…

Evet, İsrailoğullarının maruz kaldığı baskılar, sürgünler,  kendi halkları ve taraftarları üzerinde de ciddi ve kalıcı tesirler yarattığı da aşikârdır. Bu tesirler ile çelikleşen İsrailoğulları dünya finans çevrelerinin de sınırsız ve sorumsuz destekleri ve dahi misyon tayin ve tevdileri ile Ortadoğu’ya avdetlerinin “günah-sürgün-dönüş” ilahi üçlemesi itikat ve imanı ile teolojik bir izahını yaparlarsa da, çok da itimat edilir bir tarafı yoktur bu izahın… Dönem, destekçilerin tanım ve konumu ve enerji kaynaklarının coğrafi konumu göz önüne alınınca ne menem bir jandarmalık ya da başka bir deyişle “karadaki uçak gemisi” rolü alındığı daha net anlaşılacaktır. Bunu hemen herkes böyle biliyor mu? Kocaman bir evet… Peki, biliyor olmalarına rağmen neden konunun etrafında dans edip duruluyor… O da çok sarihtir de anlamak isteyene… Yoksa her daim dini değerler ve söylemler üzerinden açıklamalara devam edilecektir… 

Dünya, artık “vaad edilmiş topraklara” dönüşün en hızlı, en fanatik hatırlatmalarını, savunmalarını ve hücumlarını 19. Yüzyılın 2. yarısında ziyadesiyle yaşamaya başlamasına şahitlik etti. Asıl trend ise 2. Emperyalist paylaşım savaşı ertesinde yaşandı… Yüzyılın başından itibaren başta emperyal güçlerin motoru İngiltere ve bilahare de ABD öncülüğünde bir sempati, koruma ve kollama ve bu uğurda her türlü fırıldağı bile meşru ve makul gören politikalar parlatıldı… Ve parlatılmaya da devam ediliyor…

Ahmet Arif ustanın; “nerede bir can ölse oralı olur yüreğim. Olmalı zaten olmasa insan olmaz yüreğim” dizesi ile duygularımızı beyan ederken, Filistin konusunda en samimilerden biri kabul edilen Hıdır Aslan’ın bir şiiri ile nokta...

ZAFERİ KOVALAYAN FİLİSTİN

Çığlıkların

Ve haykırışın

Gürlüyor kulağında

Dünyanın

 

Bu kara bir gökyüzünün

İlk ölüm yağdırışı değil

Senin durduğun semalara

Filistin’lim

 

Düşenlerin

Gül oldu ekildi toprağa

İşlendi mavzere

 

Acıların

Rüzgâra girmiş

Savrulup dağılıyor

“Zafere Kadar Devrim” nağralarında

 

Yeşerip yitenleri

Yitip yeşerenleriyle

Bir halksın sen

Zaferi kovalayan Filistin’lim.

Cuma, Aralık 15, 2023

MİLLET HASTANESİNDEN DEVLET HASTANESİNE

Sağlık; bir tarafı ile beynelmilel diğer tarafı ile de yerel düzlemde kişisel ve toplumsal açıdan en önemli alan olup, bünyesinde hemen hemen her sektörün bir şekilde rol aldığı bir alandır. Günün değişen ve gelişen şartlarına bağlı sürekli bir değişim ve dönüşüm ihtiyacının varlığından söz etmek mümkün ve gereklidir. Gerek kişi ve toplumsal beklentilerin yükselmesi gerekse de değişen teknoloji ile bilimsel gelişmelere bağlı değişimler kaçınılmaz olup her daim müspet ve vatandaş lehine bir değişim söz konusu olmalıdır. Bu manada yönetim, teşkilat, hizmet sunumu ve organizasyonu, finansman ve ekonomik zorlukların aşılması, insan ve mekân kaynaklarının ve teknolojik imkânların kalite ve kantite açısından yeterliliğinin temin ve tedariki, sürekliliğinin tedariki ve bu uğurda vatandaş lehine mevzuat ve politika üretme ve oluşturma konusunun ne kadar mühim olduğunu yazmaya gerek yoktur sanırım. Yani özetle müspet gelişim ve değişime evet lakin hak gaspı içeren her türlü değişime hayır demenin gerekliliği aşikâr ve kaçınılmazdır. 

Sağlık sektörünün en önemli mekânı hastanelerin “Millet Hastanesi” diye adlandırılıyor olmasını ilk kez çocukluğumda Çeşme’de şimdilerde mahalle olan Alaçatı Nahiyesindeki hastanenin kapısındaki yazan tabeladan hatırlıyorum. Şimdilerde Aile Hekimliği olarak kullanılan o zaman ki hastane Çeşmedeki Hastanenin tahsis nedeniyle başka kuruma geçmesi üzerine faal duruma geçmiş idi hatırladığım kadarı ile… Gerçi okumalarımdan anladığım mezkûr hastanelerin tanımlamalarında ciddi manada bir çeşitlilik söz konusu olmuş her daim… Memleket Hastanesi, Millet Hastanesi, Devlet Hastanesi vb. gibi ana adlandırmalar dışında her gelen kendi mizaç ve meşrebine münasip tayin ile bazen de Avrupa Birliği sözde müktesebatına uyumluluk adına yapılan organizasyon değişikliklerine bağlı adlandırmalar söz konusudur ve genelde de bu değişiklikleri anlamak adına yetişmek kolay olmuyor…

Hani söylenildiği gibi bu diyarlar “milleti ecnebiye” tarafından hep parselasyona uğradığından adeta Anadolu’nun ve dahi Ortadoğu’nun kuş uçmaz kervan geçmez köylerinde bile pıtrak gibi okullar ve hastaneler açıp adlarına “Milleti Fransiye”, “Milleti Ermeniye” ya da “Milleti Museviye” benzeri adlarla donatılan hastanelere mukabil Osmanlıda “Gureba Hastaneleri” adı ile hastaneler açmıştır… Hastanelere Cumhuriyet ile birlikte “Memleket Hastanesi” adı verilmek suretiyle birlik ve dahi kapsayıcılık hedeflenmiş gibi görülür iken, bilahare de “hâkimiyet milletindir” umdesi mucibince bir hayat tutturulunca da “Millet Hastanesi” öne çıkmış görünmekte, “kadir ve kerim devlet” ihtiyacının öne çıkmasına binaen ise “Devlet Hastanesine” evrilmiştir tanımlamalar… Benim şahsi değerlendirmem bu işlerin basit tercihler olmanın ötesinde olduğuna yönelik olup gerçekler ise “siretin surete aksidir”, esas mevzu da budur… Evet, ziyadesiyle basit gibi görünen bu adlandırmalar bile devletin ve direksiyondaki muktedirlerin alttan aldıkları onay ile alttakilere bakış mucibince tanzim edilecek münasebetlerin rengini, tonunu ve şiddetini tayin etmektedir bence… Yoksa nasıl gelinebilirdi tanımlamalarda “malulden” “müşteriye”… Müşteri tarifine “trene bakar gibi bakanların” tren karşısındaki canlı olma muamelesi göreceği kaçınılmazdır, demiş feylesof…

Bir de “sosyal güvenceniz var mı” diye sorulmaz mı, insanın aklını kaçırası geliyor… Ne demek sosyal güvencen var mı? Yoksa ne yapacaksınız varsa ne yapacaksınız, değil mi? Ya da sosyal güvencesinin olmaması o bireyin kusuru imiş gibi görülmesi de ayrıca bir insanlık dramı ve ayıbıdır… Çalıştığı yerde sigortasız çalışıyor ise, sigortasız çalışmanın adeta teşvik edildiği günlerden geçiliyorsa, çalışanın sigorta istemez o bedelin yarısını bana verin teklifinde bulunması dahi bireyin kusuru ya da suçu olmamalı, olamaz da… Yahu bu neden konuşulur ki bir toplumda… Aaaaa işte şimdi geliyoruz zurnanın zırt dediği yere,  yine yavaş yavaş “ilaç katkı payı” ile başlayan “tedavi katkısı” ile süren sürecin asli unsuru olmamızın mucizesine ve daha da önemlisi önce küçükten başlayan muafiyetler giderek artar nihayetinde de bazı ilaçlar, bazı tedavi gereçleri toptan karşılanmaz hale gelir ve biz de bunun her seçim döneminde her önüne geleni onaylayan noteri olursak, topyekûn keteni de helvayı da hak ederiz. Özel sağlık ve emeklilik sigortaları özendirilir ve desteklenir hale gelirse ve biz de buna alkış tutarsak, daha nasıl bir ilave bela gelir diye beklemenin bir manası da olmaz… Bunların hepsi toplanan ya da toplanması gereken vergilerden karşılanır iken alkış çalınırsa kış aylarındaki ağustos böceği durumuna düşmenin kaçınılmaz olduğu aşikârdır. Bir bakın bakalım özellikle Kuzey Avrupalı ülkelerine, devr-i komünizm’de işsizlik sigortası, sağlık sigortası, çalışan hakları ne idi komünizmin terk edilmesi akabinde durumlar ne, adeta sosyal devletten koşarak kaçıldı… Bütçeden sağlığa ayrılan pay her geçen yıl azaltıldı... Peki, cahil olmadığını ileri süren bu toplumların kılı kıpırdadı mı? Zinhar…  

Bu memleketin sağlık ve sıhhat işlerine verilen öneme ithafen Ankara’da “Sıhhiye Meydanı” bile vardır, dönem itibariyle yeni inşa edilen Sağlık Bakanlığı Binası önünde ihdas edilen meydan halen aynı adla anılır. Şimdi artık mezkûr binanın Sağlık Bakanlığı tarafından terk edilip Ankara Valiliğine tahsis edildiğini üzülerek öğrendim, bilindiği üzere ben binalarda, sokaklarda, meydanlarda isim, fonksiyon değişimlerine hele hele de günümüz şartlarına uymuyor gibi eften püften gerekçeler öne sürerek yapılacak değişikliklere karşıyım. Bilindiği üzere görece uzun yıllar hizmet vermiş bir binanın hele hele de etrafı da kendisine uygun hizmetlere tahsis ve ihdas binalar ile donatılmış ise şehrin karakter yapıları ya da binaları olduğunu iddia ederim ve korunması hem de ne pahasına olursa olsun korunması gerektiğine inanırım.

Bana göre hastanelerin özel sektöre devri de tam bir rezalettir sağlık politikalarının sekteye uğratılması açısından… Doktorların özel muayenehane açmaları ciddi ve fahiş bir saçmalıktır, öğretim üyelerine muayene için ilave bedel ödenmesi de önüne geçilememiş bir çürümedir. Doktorlar ve doktorluk da bu manada ciddi erozyona uğramış durumdadır… TV’lerde boy devirir iken maşallah “bıçak parası da neymiş” hayretliği içinde konuşulur, vatandaşa hizmet önemlidir para değil fikri öne çıkarılır da lafzi olarak, peki biz neremizden uyduruyoruz bu yaşadıklarımızı hiç değinilmeden geçilir… Evet, maalesef önce “ekmekler bozuldu” sonra hem doktorlar hem de hastaneler… Öyle 3 ya da 4 doktorun namusu ile çalışıyor olması ile sistem ayakta da duramıyor maalesef… Rezalet o boyuttadır ki, ameliyat yapacağım diye eşek yükü ile para alan hocalar ameliyat sonrası hastayı görmek bile istemiyor, utanmasalar kapıdaki güvenlik görevlisi marifeti ile ameliyat sonrası takip ve tedaviyi yürütecekler… Sağlık ve sıhhatin objektif ve ahlaki ölçüsü bozulur ise maalesef sübjektif ve gayri ahlaki ölçüler öne çıkar ve ne yazık ki mazruf yerine zarf öne geçer, sonrasını da söylemeye hacet yoktur sanırım… Burada doktoru ve yasa koyucuyu tek başına suçlamak yeterli değil bence topyekün sistem ve düzen meselesi daha da önemlisi ahlakı yüksek toplum yaratabilmek meselesidir… Tıp bilindiği üzere dünyada 2 başlı yılan ile sembolize edilen bir meslektir artık biz de kötülüğün, sinsiliğin sembolü diyerek “yılan gibi” mi diyeceğiz yoksa “su içene yılan bile dokunmaz” diyerek tıbbın sembolü üzerinden yılana güzelleme mi yapacağız bilemem… Lakin durum da ziyadesi ile karışık…

Bu vesile ile de bir başka kabul görmüş fikrin takipçisi olarak bir kez de ben tekrarlamak istiyorum. “önleyici tıp”… Paradan, bütçeden arındırılmış tıp, ihtiyaçları karşılanmış personel, yeterli teknik donanım ile tesis ve teçhiz hastaneler… Genel politik tercihler gibi ya da mütenasiben sosyal, kültürel ve idari değişikliklerin dayatması neticesinde sağlık politikaları da her geçen gün tüm dünyada olduğu üzere bizde de muktedirlerin lehine tekemmül etmiş ve dahi etmektedir. Esasen tüm dünyada da, bizde de önce biz “millet hastanelerine” sahip olabilmenin tüm gereklerini yerine getireceğiz ki muktedirler hak gaspına yönelemesinler… Katkı paysız, sınırsız, eşit, adil, etik, kapsayıcı ve kapsamlı, önleyici, koruyucu, tedavi edici, rehabilite edici sağlık politika ve uygulamaları bekler iken bu servisleri düzenleyecek, gerçekleştirecek ve izleyecek tüm aktörlerinde haklarının ve ödevlerinin mütekâmilen düzenleneceği ve yerine getirileceği bir sistem gerekmektedir, diyerek bitirelim.   

Perşembe, Aralık 07, 2023

YA TALÊEL AL-JABAL

Türkçeye “Ey dağa çıkanlar” olarak tercüme edilen bir şarkı dinliyoruz sıkça ve tekrardan bugünlerde İsrail’in Filistin’de yarattığı terör ortamına bakarak… Şarkı esasen bir direniş, bir başkaldırı hikâyesidir Filistin topraklarında can bulan, yeşeren… Esasen Filistin’in bizatihi kendisi bir direniştir, bir isyandır, bir başkaldırıdır… Filistin’in kendisi bir “intifadadır”… Filistin ne yazık ki taa Osmanlının son dönemlerinden bu yana huzur bulmamış ya da bulamamış topraklar olmuş… Osmanlının “iyi günlerinde” Müslümanız rahatlığı içinde bir şekilde geçinilmiş de, ne zaman ki Osmanlının savruk ve dağınık ekonomisinin kapısını bankerler, kreditörler ve emperyal devletlerin temsilcileri çalmış, ahada o günden beri bir huzursuzluk hali artan bir biçimde bugünlere artık katliamlar biçimine dönüşmüştür… Hani denir ya Osmanlı hep karşı çıktı Yahudilerin yerleşmesine, bunun doğru olduğunu düşünenlerin bir kez daha bu konuyu araştırmaları gerekmektedir bence. Prof. Vahdettin Engin’in Osmanlı arşivlerinden bulduğu yeni belgeler ile Yahudilerin yerleşimi, yerleşim yerlerinin Kuzey Irak mı? Filistin mi? Duyun-u umumiye borçlarının yaklaşık %80’inin Yahudiler tarafından karşılanıp karşılanmadığı gibi detayların yeniden gün ışığına çıkarılması gereği aşikârdır gibi… Neyse buralar bir okuyucu olmaktan öteye gidemeyen beni çok aşar, tarihçiler ve araştırmacılar ne diyorsa odur diyelim…

Almanya Nazizminin Hitler marifetiyle Yahudilere uyguladığı Jenositten bu kadar etkilenmelerine rağmen bugün kendilerinin Hitler’in ardılı gibi davranıyor olmalarını anlamak mümkün değil… Efendim deniliyor ki, aşırı milliyetçiler, aşırı dindarlar İsrail’in Filistin’deki katliamı planladıkları ve gerçekleştirdikleri dillerimize de pelesenk durumdadır. Ya nasıl olur bir ülke böylesine bir felaket senaryosu yazar ve gerçekleştirir… Nerede insansever Yahudiler, nerede dindar olmayan İsrail vatandaşları, nerede milliyetçi olmayan İsrail vatandaşları diye insanın sorası geliyor da, manasız… Demek ki yok ya da eser miktarda… Demek ki dünyayı savaşseverler, insan yok etmekten keyif alanlar yönetiyor mu diyeceğiz şimdi… İşte bu muhteremlerin, milliyetçilerin, dincilerin, insansevmezlerin yönettiği ülkelerin durumu… Ne diyeyim ki, Allah selamet versin gayri… 

Evet, Filistin direniştir, Filistin İntifadadır, diyorum ya… Osmanlıdan sonra Filistin topraklarını işgal eden ve bilahare de güvenli bir şekilde tıpkı selefi gibi, sanki istemezmiş dubarasıyla, hilesiyle de Yahudilere teslim eden üzerinde güneş batmayan imparatorluğun merkezi İngiltere’dir. İngiltere’nin yancıları, erketeleri kimlerdir, vallahi onların da tamamı bihakkın yüzde yüz yerli ve millidirler…

Bugün Hamas yönetiyor değil mi? Bakın iddia ediyorum yarın olmayacaklar… Yerine daha ehven ve mülayim ve dahi söz dinlerler bulunacaktır… Süreç nasıl çalıştı ve ben bu süreci nasıl okuyorum, evet, önce FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) içindeki gerçek bağımsızlıktan yana olanlar başta da George Habaş’ın lideri olduğu FHKC’si yok Marksistir,  yok devrimcidir,  yok Hıristiyandır numaraları ile önce Suriye karşıdır numarası ve propagandası ile etkisizleştirildi, dışlandı, tasfiye edildi vs. vs… Peki; buna kim izin verdi ya da daha doğru ifade ile kim yol verdi, maalesef Yaser Arafat… Hem de usulsüzlüğe ve haksızlığa elimizde bulunan güç marifeti ile yol verirsek gün gelince bize de bu tatbik edilebilirin zımnen yolunu yapıyoruz demektir diye büyük itiraz koparanlara rağmen bir türlü durmadılar… Tasfiye edilenin tasfiye edileceği gerçeğine kulak tıkayanlar başta da Yaser Arafat olmak üzere herkes zamanla tasfiye edildi… Bu tasfiyenin mimarı, yok Oslo görüşmelerinde çok taviz verdi hatta gereksiz yere Filistin menfaatlerine sırt döndü diyerek FKÖ merkez yürütme kurullarını suçlayarak ortalıkta dolaşan Mahmut Abbas’tır… Şimdi sıra kendisine geldi, maalesef… Filistin devlet başkanı olarak haberlerin bir yerlerine iliştirilmiş olmaktan öte ne rolü görünüyor şimdilerde, kocaman bir hiç… Kimse gak guk etmesin, Filistin yerleşim yerleri yok oldu, yok oldu hem de çok acıdır ki inşaları ile beraber… Nereden mi tahmin ediyorum bu tasfiyelerin olacağını, merak edenler İngiltere’deki Exeter Üniversitesi kuruluş belgesine lütfedip bakarlarsa ve ilaveten bugün İslam dünyasında kimlerin Exeter Üniversitesi lisans, yüksek lisans ya da doktora diplomasına sahip olduklarını tespit ederlerse, analiz kendiliğinden ayna gibi parlamaya başlar… Evet, emperyalizm kötü de insanlar biraz da dönüp kendilerine bakacaklar… Filistin için timsah gözyaşları dökenlerin dönüp dün gözlerini kırpmadan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarına parmak kaldıran seleflerinin miraslarını ret etmeleri kaçınılmazdır. Yoksa tam da burada adama “iştir kişinin ayinesi lafa bakılmaz” sözünü hatırlatırlar…

Evet, gelelim başlıktaki konunun içeriğine, çünkü Filistin’de bu acılar çok uzun yıllardır vardı ve korkarım ki daha çok uzun yıllar yaşanacak… Evet, İngilizler Filistin’in koruyucu meleği rolünü alınca bir taraftan şımarık Yahudileri sırt sıvazlayarak sahaya sürüyorlar bir taraftan da sanki önlerine geçip engelliyormuş numarasına devam ediyorlar. Lakin sözde korudukları Filistin halkı da mahpushanelerde çürütülüyor, kim ki Yahudi yerleşimlerine karşı çıkıyor, direniyor, haydi kodese… Bir tarafı ile dağlardaki Filistinli direnişçilere cesaret ve moral vermek diğer taraftan da mahpushanelere tıkılan direnişçilerin şevk ve morallerini yükseltmek için “ya taleel al-jabal” adında bir şarkı söylerler… Hem de yaygın olarak kadınların söylediği bu şarkı mahpushane duvarları dibine kadar yaklaşıp içeridekilerin duymasını sağlayana kadar söylenirmiş… “direniş kazanacak, gelip sizi kurtaracak” sözleriyle bıkmadan usanmadan… Önceleri İngiltere kuvvetlerini hedef alan bu şarkı işgalin ruhsatını ele geçiren İsraillilere karşı o günden bu güne büyük acılar yaşanarak devamlı söylenmektedir bildiğimiz kadarıyla. İddia edilen o ki, sözlerinin işgal kuvvetleri tarafından tam anlaşılmasını engellemek için yer yer kelime değişiklikleri de yaparak ya da hecelerde oynayarak süregelmiş bu güzel şarkı… Filistin direnişinin şarkılarından biri olan ve bugün artık yepyeni bir form alan bu şarkının sözlerinin bir kısmı ile bitirelim…

Ey gecenin köründe dağa çıkanlar, ey o ateşi yakanlar

Gecenin arasında “Yaman yaman” gecenin köründe ey can

Sizden takı ya da kıyafet istemiyorum

Gecenin arasında "Yaman yaman" gecenin köründe ey can

Sadece içeride mahpus gazel hariç

Gecenin arasında “Yaman yaman” gecenin köründe ey can


Cuma, Aralık 01, 2023

DIE WELLE

Demokratik toplumların dahi otokratik, despotik ve diktatörlüklere karşı otomatik refleksler oluşturamadığını ve otokrasiye kısa sürede ve kolayca teslim olduğunun ispatına dayalı gerçek hayatta gerçekleştirilmiş bir testten hareketle yapılmış “Die Welle” isimli bir film izledim. Hani var ya şimdilerde her ülkede eser miktarda bulunup “yok canım bizde olmaz” deyiciler, vallahi tam da onlara… Bunun üstüne yazarlar da yazarlar, konuşurlar da konuşurlar… Bu sosyal testin ilk izlerini daha önce bir yazımda bahsettiğim ve insanların otorite karşısında, kendileri fikri ve ahlaki olarak katılmasalar, ret etseler dahi itaate yatkınlıklarının ortaya çıkarılmasını konu alan “Milgram testi” detaylarını okurken keşfetmiştim. Milgram testi de, çok ıstırap verici, yaralayıcı bir test olmakla birlikte vicdani değerler ile harici etki ve motivasyonların kökleri ve şekillenişleri üstüne önemli bir teori oluşturmuştur. Mezkûr filme de konu olan sosyal etki ve itaat etme testi çerçevesinde alınan sonuçlara bakılınca insanın tüyleri diken diken oluyor, emin olun…

Die Welle filminin konusunu oluşturan “sosyal test” aslında ABD’de 1967 yılında gerçekleştirilmiş ve sonuçları bakımından tartışmalı ve korkunç diye nitelenen testler arasında bulunmaktadır. Testin karşısında olanların en önemli eleştirisi, daha lise ikinci sınıfa giden öğrenciler üstünde ve ne yazık ki onların bilgisi dışında gerçekleştirilmiş olmasıdır. 1967 yılında ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki bir lisede “Karşılaştırmalı Çağdaş Dünya Tarihi” dersine giren bir öğretmen tarafından gerçekleştirilen test, bir haftalık planlanmış olmasına rağmen yalnızca dört gün sürmüştür. Öğretmen ise bu teste karar verdiğinde henüz öğretmenlik kariyerinin başındaydı ve idealist birisiydi. Testin amacı ise şu soruya cevap bulmak üzerine idi, “Alman halkı II. Dünya Savaşı’nda Hitler’in liderliğinde gerçekleştirilen Yahudi soykırımına nasıl izin verebildi ve göz yumabildi?” Öğretmen, en eğitimli ve en demokratik toplumların bireylerinin bile faşizan eğilimler ya da davranışlar gösterebileceğini öne sürer, bunu da insanlara anlatmak yerine göstermek yolunu tercih eder ve bu nedenle bu testi yapmaya karar verir. 

Film ise; Almanya’da bir lisede geçer. Öğretmenin, bir hafta sürmesini planladığını açıkladığı proje çalışmasında ise “anarşi” dersini vermek arzusunun hilafına, kendisine “otokrasi” dersi verilmesi üzerine mezkûr testi yapmaya karar vermesini konu alır. Öğrencileri tarafından ziyadesiyle sevilen öğretmen, farklı etnik, kültür ve sosyal katmanlardan gelen öğrencilerden oluşan bir sınıfta, “yönetim şekilleri veya ideolojileri” başlığı altında otokrasi konusunu işlemektedir. Başlangıçta, esasen ne öğretmen ne de öğrenciler ders konusuna karşı yeterince istekli değillerdir. Öğretmen “otokrasi”  kavramı denilince öğrencilerin ne anladığını sorar, öğrenciler son derece gayri ciddi yaklaşımlar göstererek soruyu cevaplandırırlar. Öğretmen, otokrasi üzerine öğrencilerinden aldığı bu olumsuz görüşlerin, karşı çıkışların olumlu hale nasıl dönüştürülebileceği ve örgütlü destek haline nasıl getirileceği konusunda bir test yapmak ister. Kafasındaki bu testin uygulanmasını adım adım tatbikata koyar. Nihayetinde, Hitler tecrübesinden sonra toplumda baskıcı bir yönetim altında yaşamanın kolay kabullenilmeyeceği, toplum için genel manada otokrasinin, diktatörlüğün kabul görmesinin mümkün olamayacağı gibi öğrenci karşı çıkışları karşısında öğrenciler arasında kısa sürede karşılıklı gruplaşmalar, fikir ve davranış ayrılıkları oluşur. Öğretmen bu karşı duruşun yıkılabilmesi için her yola başvurur, kimilerini güzellikle, kimilerini seçtikleri bu projeden geçer not alamayacakları yönünde korkutarak, tehdit ederek, kimilerini de bir haftalık bir periyotta telkin ve yönlendirme yolu ile ikna ederek projede aktif hale getirir. Bir taraftan bu karşı duruşun isabetli bir analizi ile insanlara tespit edilen ortak amaç ve hedeflere yönelik nasıl liderlik yapılabileceği diğer taraftan da bu tespit edilen umdelerin insanlar tarafından kabullenilmesi için onların üzerinde nasıl güç kullanılması gerektiğinin tespiti yapılmaktadır. Maksat sübuta erer, öğretmen Nazizm ve benzeri despot yönetimlerin toplumların içinde neden ve nasıl serpildiği ve geliştiği konusundaki iddialarını bu test vasıtasıyla ispatlar.    

Grup içinde dayanışma ve işbirliğini sağlayabilmek adına, evvelemirde bir grup kurmak iradesini oluşturmak,  lider belirlemek, ortak hareket etmek gibi mezkûr yönetimlerin ilk emarelerinin tesis edilmesi kaçınılmazdır. Behemehâl bir grup adı gerekir, gruba “Dalga” adı verilir, giyimde tek tipe dönülmesi şarttır, herkes beyaz gömlek giyecektir, grubun bir amblemi olmalı, o da bulunur, grubun selamlaşma için de bir ortak davranış belirlemesi kararı çıkar, sağ ellerin göğüs hizasında ve yatay olarak zikzak çizerek dalga hareketi yapması temin edilir. Grup olmanın temel dinamiği olacak, grup içindekilerin birbirlerinden farklı olunmasının önüne geçilir, temin edilen bu fizik benzerliklerin yanına acilen farklı düşünme ve davranışların yok edilmesi temin edilir, giderek farklı ve muhalif olanlara hoşgörü göstermeye son verilir, kendilerinden olmayanlara baştaki acımasız dışlayıcı bilahare de acımasız cezalandırıcı olma fazına geçilir. Artık baştaki lakayt öğrenci tavırları yerine disiplinli ve örgütlü davranış ikame edilmiştir, grubun içinde kendilerine katılmayan 2 öğrencinin sürekli eleştiri ve telkinleri ise grup üyelerinin bir kulağından girer diğer kulağından çıkar hale gelmiştir. Grup lideri rolündeki öğretmen testin geldiği noktanın artık rahatsızlık verici olmasına şahit olmuştur ve tam bu sırada öğretmenin karısı da bu sebeple kendisini terk eder ve işte öğretmende ilk farkındalık tam da o noktada oluşur. Yapılan değerlendirmeler neticesinde gelen yorumlardan ve grup dışı eleştirilerden öğrencilerin “Dalgaya” kendilerini ne kadar kaptırdıklarının farkına da varan öğretmen testi nihayetlendirmeye karar verir. Bu maksatla düzenlenen kapalı toplantıda öğretmen son bir test daha gerçekleştirmek ister, grup üyelerinden birini kurgulanmış bir çıkış ile hain ilan eder ve grubun bu haini cezalandırmasını ister. Öğretmen cezalandırılma konusundaki arzu ve acımasızlığı gördüğü için artık projenin sonuna gelindiğini ilan eder lakin insanların tıpkı Hitler dönemindeki gibi nasıl birer canavara dönüştüklerine şahitlik ederken geç kaldığının da farkına varır. Artık gerçekten çok geçtir, projenin sonlandığı ilan edildiği anda öğrencilerden birisi grubun dağılması kararını kabullenemez ve tanımaz, silahını çeker hain diye nitelenen öğrenciyi öldürür ve kendisi de intihar eder. Öğretmen tutuklanır, öğrencilerin büyük bölümü şok içindedir, diğer öğretmenler adeta donmuşlardır yaşananlar karşısında…

Evet, gerçek bir vakanın filmleştirildiği mezkûr filmi izlerken, hani bir tarafta bir grup organize olurken diğer tarafta da yaşananları görmezden gelenlerin halini, haydi biraz insaflı davranıp korkularından ses çıkarmayanların halini de ünlü tiyatro ustası, yazar Ferhan Şensoy’un Orta Oyuncularının Beyoğlu’nda bir oyun sonrası Nazi asker elbiseleri ile caddeye çıkıp, “kimlik bitte” testi ile kayıt altına almasını da hatırlayınca dünyanın nereye gittiği konusunda ciddi kaygılar duymaya başladım…